KÜLTÜR-SANAT FAALİYETLERİNDE İKİNCİ YILI GERİDE BIRAKIRKEN

"Akademya Sinevizyon" Filmleri Üzerine Notlar

Burak Çileli

 

Yayın hayatına başladığımızdan bu yana, yayıncılıkla atbaşı giden ve akademik çapı gözeten bir sesin topluma şifahî yoldan da ulaşması zaruretinin idrakiyle organize ettiğimiz kültür-sanat faaliyetlerinde, ikinci sezonu tamamlamış bulunuyoruz.

97-98 faaliyet sezonumuzda konferans-panel tarzındaki programlarımızda, Akademya yazarlarının verimleri kadar mevzuunda derinlik sahibi şahsiyetlere de yer verdik zaman zaman. İslâm inkılâbının aydınlar kadrosuna namzed mustarib kafaların, mevcut kurak fikir ikliminde temayüzüne imkân sağlamaktı gayemiz; tâ ki hastalıklı bünyeyi tedavi edici akupunktur noktaları bulunsun. Konferansların video ve ses kasetlerini satışa sunduğumuz gibi, metinlerini de deşifre ederek Akademya"da yayınladık; yayınlamaya devam edeceğiz. Akademya Sinevizyon"da gösterdiğimiz filmlerdeyse geçen yılki kalite seviyesini düşürmemeye gayret ettik. “Autheur-Yönetmen Filmi” vasfını hâiz klasik eserlerin yanında, popüler sinemadan misallere de yer verdik. İslâmcı basın, kültür-sanat sayfalarını faaliyetlerimize açarak güzel bir dayanışma örneği sergilerken, programlarımız, diğer medya kuruluşları ve ajanslarla, bilhassa ilk sezonda "ajans kılığındaki muhbirlerin” de ilgi odağıydı. Bu sezon "Akademya Sinevizyon" programlarını düzenlerken, geçen sene okuyucu-seyirci topluluğunca dillendirilen talepleri gözönünde bulundurarak, tarih ve saatleri hafta sonları-resmî tatil günleri itibariyle geç olmayan vakitlerde belirledik.

14 Aralık 1997 tarihinde sinevizyon programımızın açılışını Baraka filmiyle yaptık. Günümüz felsefecilerinden Amerikalı Joseph Campbell"in "The Power of Myth/Mitin Gücü" isimli eserinden yola çıkılarak çekilen Baraka, "takdis etme", "soluk" ve "hayatın özü” mânâlarını karşılayan mistik bir kelime. Eser, yönetmen Ron Fricke"in, bu tedailerle 24 ülkede beş yıllık bir çalışmasının mahsulü. Everest Dağı, Angkor Wat, Tiananmen Meydanı, Brezilya Yağmur Ormanları, Ghiza Piramitleri, İsfahan”daki İmam Camii, Galapagos Adaları, İstanbul Ayasofya Camii, Galata Mevlevihanesi, Kâbe ve daha birçok yöreye ait görüntüler, yer ve zaman belirtmeksizin çekilen, belgesel-dökümanter formunu aşan terkibî bir bütünlük arzediyor filmde. Makineyi ve kol gücünü "ruh"un emrine verememiş Batılı-batıcı günümüz cemiyetlerinde insan ve tabiat zıtlığının, yer yer birinin diğerine galebe çaldığı daimî çatışmasını enteresan görüntülerle aksettiren Baraka"yı seyrederken, bu hengâmede “insan"ın mahvoluşun eşiğine geldiğini görmek mümkün. Kâh bir Budist âyinine, kâh Uzakdoğulu bir işçinin elektronik cihaz imâlat bandında otomatlaşmış hareketlerle çalışmasına ait görüntüler; Japonya”da bir şehrin balık istifi hayat süren insanlarıyla, herhangi bir tavuk çiftliğindeki civcivlerin aynı istihsal mekanizmasındaki yerlerine dikkat çekilirken, takdimin letâfetini zedelememeye itina gösterilmekte. Azamî resim kalitesini elde etmek için 70 mm. film kullanılışının yanında, yine bu film için uzun süreli hareketleri çekerken panoramik tarama yapabilen imkânlara sahip bir kamera dizayn edilmiş. Sözsüz bir film olan Baraka"nın müzikleri New Age müziğin önde gelen isimlerinden Michael Stearns"a ait. 1992 Montreal Film Festivali "En İyi Film” ödüllü Baraka, geçtiğimiz yıllarda sinemada hatırı sayılır bir seyirci kitlesi tarafından alâka görürken, hâlen “Seçme Filmler” programlarında seyircisine ulaşmakta. Bu vesileyle filmin ithalatçısı ve dağıtım haklarını elinde bulunduran Monad Film ve Tanıtım Hizmetleri"ne yardımlarından dolayı teşekkür ettiğimizi bildirelim.

18 Ocak 1998’deki programımızda, meşhur İspanyol yönetmen Luis Bunuel’in "tüm zamanların en iyi filmleri” listesindeki klasiği Burjuvazinin Gizli Çekiciliği vardı. 1900 doğumlu Bunuel, yetiştiği mekânın hususiyeti, Katolik inancının insan fıtratına ters en katı kaideleriyle hüküm sürdüğü şartlarda ateizmi tercih eder. 1925”te Paris”e giderek burada sürrealistlerle tanışan sanatçı, meşhur ressam Salvador Dali"yle kurduğu yakın arkadaşlık neticesinde zamanın moda cereyanı sürrealizmin tesirinde kalır. Şahit olduğu içtimaî kargaşalar, iç savaş ve siyasî kavgalar, onu apolitik bir kimlik içine hapseder. Eserlerindeki kilise, militarizm ve bürokrasiye karşı ince istihza ve protest üslûbu bu çerçevede değerlendirilebilecek Bunuel, kendine has mistik muhtevayı haiz eserlerine rağmen, inanç temelinde ideal değerlere duyduğu nefret ve biraz da anarşist mizacından dolayı, ateist “inancını” son nefesine kadar değiştirmeyecektir.

Burjuvazinin Gizli Çekiciliği, varoluşa kayıtsız ve tuzu kuru bir grup burjuva ekseninde gelişen, rüya ve gerçeklik arası gidip gelen temposuyla Bunuelvarî protestonun karakteristiği hakkında fikir verebilecek niteliktedir. Kimi rüyalarımızda yaşadığımız gibi, yapmak istediğimiz bir şeyi bir türlü yapamayışımız vakıasını, filmde burjuvaların yemek yemek için her teşebbüslerinde başlarına gelen olmadık sürprizlerle hayal kırıklığına uğramaları şeklinde görürüz. Tekrar tekrar yaşanan bu hadiselerden bazıları, içlerindeki kimilerinin rüyalarıdır. Bir “üst irade” onları cezalandırmaktadır âdeta. Gerçek hayatla rüya arasındaki çizginin gittikçe muğlaklaşması seyirciyi, birbirine benzeyen fakat şaşılacak kadar tabiî, spekülatif olmayan hadiseler zincirinin rüya atmosferinde dolaştırır. Edgar Allen Poe"nin hayata dair dediği gibi "Yoksa bütün bu gördüklerimiz rüya içinde bir rüya mı?”... "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” buyuran Allah Resûlü"nün ihtar ettiği sırrî hakikate bir İslâm büyüğü "O halde dünya hayatında görülen şeyler de, rüyada görülenler gibidir; yani tabire muhtaçtır” hikmetiyle bir pencere açar. İnsana düşense, her adımda hayatı tabir ve tevil olur. Bunuel, bu filminde hayatın rüya vasfını sezer; farketmese ve inanmasa da mekr-i ilahî nüktesine atıfta bulunurken o; sezdiği ince hakikatleri hiçlikte düğümleyen bir nasipsizdir.

8 Şubat tarihli "Akademya Sinevizyon"da ise İsveçli yönetmen Ingmar Bergman"ın meşhur Persona"sı vardı. 1918”de Protestan bir papazın oğlu olarak dünyaya gelen Bergman"ın marazî mizacının çocukluk, bulûğ ve yetişkinlik çağları boyunca geçirdiği ruhî hâller, kimi eserlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Çoğu yavaş temposuyla dar mekânlarda insanın iç dünyasına eğilen sanatçı, kimi sinema münekkitlerince bu vechile tenkid oklarına hedef oldu.

Persona"yı çekmeye Bergman, 1968 yılında atlattığı ölümcül bir zatürree hastalığı ertesinde karar verir. Film bir kadın aktristin, tiyatro oyunu esnasında geçirdiği depresyonu müteakib, evindeki uzun tedavi döneminde, kendisine bakan hemşireyle girdiği psikolojik yakınlaşmayla beraber, bu münasebetin şahsiyetinde yolaçtığı dönüşümü “Kadın karşısında kadın” problematiğinde ele alır. Filme ismini veren “persona”, Batı tefekküründe yeri bulunan Jung psikolojisinde "takınılan kişilik-maske” mânâsında sistematize edilmiş; dünya görüşümüzün “Temel Prensipler” manzumesinden “Şahsiyetçilik”e akraba bir mefhum.

15 Mart"ta gösterdiğimiz Ülke ve Özgürlük, faşizme direnişte 'ortak cephe' ekseninde İspanya iç savaşını anlatırken; içinde bulunduğumuz mâlûm “stratejik konsept" itibariyle anti-emperyalist unsurlar için mesaj taşıması bakımından da tarihî ehemmiyeti haiz bir filmdi. 1995 yılında Ken Loach"ın yönetmenliğinde İngiltere-İspanya-ABD ortak prodüksiyonuyla çekilen Ülke ve Özgürlük, 1930"ların İspanya”sıyla birlikte Avrupa"ya eğiliyor. Loach"ın kendi ifadesiyle "İhanete uğramış bir devrim ve Avrupa”da bir daha böyle bir şeyin yaşanıp yaşanmayacağı” nı analiz eden film, diktatör Franco”nun cunta rejimine karşı birçok ülkeden gelen komünist, milliyetçi ve anarşist 16 militanın dayanışmalı mücadelesini anlatıyor.

İspanya İç Savaşı (1936-1939) “son büyük sefer” olarak isimlendirilirken, birçok görüşten insanın birarada verdikleri mücadelenin sembolü halinde, 20. yüzyıl tarihinde mühim hadiselerden biri olarak yerini almaktadır. Filmde, Cumhuriyet için savaşmaya İngiltere”den gelen David adında genç bir komünist, eski ve yetersiz silahlarla Franco”ya karşı POUM”un (Birleşik Marksist İşçi Partisi) saflarında çarpışır. Bir zaman sonra Stalin”in, konjonktürel hesapları sebebiyle anti-faşist militanlara değil Franco rejimine silah yardımı yaptığını öğrenir. Yaşadıkları iç ve dış darbeler, David”in mücadelesine inancıyla birlikte diğer militanları da çözülmenin eşiğine getirecektir.

Türkçe altyazılı olarak gösterdiğimiz filmin temini için, Mezopotamya Kültür Merkezi"ne yardımlarından dolayı teşekkür ederiz.

23 Nisan"daysa 'çocuk filmleri/çocukları anlatan filmler' gösteren zihniyete alternatif, 12 Eylül idaresi dönemindeki “çocuk koğuşları”nı resmeden Duvar isimli filmi gösterdik. Rejimin "yarının büyüklerine” verdiği ehemmiyeti sol cenahtan aksettiren Yılmaz Güney yönetmenliğindeki Duvar, Kemalizme yaptığı mânâlı atıflarıyla Güney”in filmografisinde müstesna bir yere sahip.

Yılmaz Güney, Türk solu tarafından "solcu" etiketinden dolayı sahiplenilen; şöhretini kalitesinden ziyade bu yanına borçlu olan bir şahsiyet. 70”li yıllara kadar “delikanlılık” temalı vurdulu-kırdılı kabadayı filmleri çeken Güney, siyasî temayülünü bu yıllardan itibaren hissettirecektir. 1974"te cinayet suçundan tutuklanarak cezaevine girer. Hapiste kaldığı vakit içerisinde senaryosunu yazdığı bazı filmleri, Zeki Ökten ve Şerif Gören tarafından çekilir. 1981”de hapisten kaçarak Fransa”ya iltica eden Güney, çoğu amatör oyuncuların rol aldığı Duvar filmini çekmiştir. Ölmeden önceki son filmi olan Duvar, seyredilebilir bir film olmasına rağmen, Yılmaz Güney"i fetiş halinde sahiplenen Kemalizme göbekten bağlı sol kesim tarafından mâlûm muhtevası yüzünden fazla gündeme getirilmemiştir. Üstad Necip Fazıl"ın hapishane hayatını mevzu eden Cinnet Mustatili"nde tasvir ettiği çocuk koğuşu manzarasıyla birçok yönden benzerlik gösteren film, “sansürcü zihniyete karşı olduğu” iddiasındaki Kemalist TV kanallarından birinde “sansürlenerek” gösterilirken; yasakçılığa karşı olmanın da ayrı bir yasakçılık olduğunun idrakinde olan bizler; yani sansüre demagojik-sahtekârca bir karşı çıkışa yeltenmeyen bizler, sadece müstehcen sahneleri çıkardık.

Filmin mevzuuna gelince: Kapalı cezaevinde, erkek ve kadın hükümlülerle birlikte, kendilerine ait bir koğuşta kalan 11-17 yaş arasındaki çocuklar, cezaevinin ağır şartları altında ezilmektedir. Başka cezaevlerinde daha iyi yaşayabileceklerine dair hayaller kurarlar. Belki bir isyan onlara bu imkânı sağlayabilecektir. Planlar kurdukları sırada beklenmedik bir ânda patlak veren başka bir isyan bütün hesaplarını altüst eder.

17 Mayıs"taki filmimiz dünyada ve daha çok Türkiye"de haklı bir rekor kırarken, İslâmcı camiada da yoğun alâka uyandıran Cesur Yürek idi. 13. yüzyılda İskoçların İngiliz zulmüne karşı verdiği mücadelenin destanını anlatan Cesur Yürek (Braveheart) Türkiye"de vizyona girdiği 1995”ten 1998”e kadar afişlerden inmeyen bir film.

Sinevizyon programlarımızın düzenlendiği Mecidiyeköy Kültür Merkezi bu tarihte, filme gösterilen yoğun talep sebebiyle hıncahınç dolarken, ayakta dahi yer kalmamacasına izdihamdan dolayı, birçok kişi de filmi seyredemeden geri dönmek zorunda kaldı.

"Savaşan insanın dramı olmaz; asıl dram savaşmayanındır" der Kemal Tahir. Cesur Yürek bunu isbatlarcasına; silahları ellerinden alınmış, kölece yaşamaya mahkûm edilmiş, evlenen kadınlarına İngiliz derebeylerinin “ilk gece hakkı” (prima noctum) adı verilen tatbikatla haysiyeti ayaklar altına alınan bir milletin, işgalci zulme başkaldırı hikâyesi.

İskoç kralının ölümüyle tahtı ele geçiren İngiliz kralı Edward, İskoçlara karşı acımasız bir politika takip eder. İngiliz askerleri “kanunî hakları” adına her türlü cinayet ve tecavüzü yaparken, bu saldırılardan biri de William Wallace"ın gizlice evlendiği karısına teşebbüs edilir. Wallace ve karısının fiilî mukavemetiyle karşılaşan askerlerden biri yaralanır. İngilizlerin “kanunî hakları” karşısında onlar “suç” işlemişlerdir. Wallace"ın karısı köy meydanında “asayişi bozduğu” iddiasıyla öldürülür. Çok geçmeden karısının intikamını alan Wallace, bu kıvılcımla parlayan bütün İskoçların ve daha sonra İrlandalı toplulukların da desteğini alarak kıran kırana hürriyet savaşına girişir.

Wallace gerçek bir halk kahramanı-lider portresi çizmenin yanısıra, lider-kurtarıcı beklemenin -halkın liyakat göstermesi bakımından- şartlarını, günümüz Türkiye”siyle benzerlik kuracak şekilde idraklere sunuyor. Kurtuluşun, işgalciye yalvarmak ve onunla uzlaşma yolları aramakla gerçekleşmeyeceği, “Ya ol, ya öl!" prensibince, savaşın zorunluluk hâlinde kendini dayattığı şartta seçme imkânının olmadığını sezdiren filme, Türkiye”de gösterilen böylesi alâka, Kemalist dergilerden birinde “Halkın Atatürk'ünü aradığı” tarzında mânâlandırılmıştı. Filmin sonlarına doğru, Wallace"ın tuzağa düşürülerek öldürülmesi neticesinde; İngiliz emperyalizmine mahsus, sahte bağımsızlık, sahte kurtarıcı manzarası yanında işbirlikçi İskoç asillerine İskoç krallık pâyesi veriliş törenini görmekteyiz. “Halkın Atatürk'ünü aradığı” lafıyla alâkalı hislerimizi de, Akademya"nın çerçevesini zorlamamak gayesiyle cevabı “pek yakında” verilmek üzere şimdilik mahfuz tutuyoruz.

21 Haziran"da yine Luis Bunuel"in demirbaş klasiklerinden Mahvedici Melek filmiyle faaliyet sezonumuza noktayı koyduk. Burjuvazinin Gizli Çekiciliği ile benzerliği bulunan filmde bu kez Bunuel, burjuvaları evden çıkarmamakla cezalandırıyordu.

Akşam yemeğine bir malikâneye davetli burjuvalar, içtimaî rollerinin gerektirdiği davranış formlarının içinde iyi bir akşam geçirip; saat geç olup gitme vakitleri geldiği halde evden dışarı çıkamazlar. Hepsinin kendine göre farklı mazeretleri vardır. Ev sahipleri nezaket gereği ses çıkarmamalarına rağmen, bu fevkalâdeliğin farkındadır. Ertesi güne kalan burjuvalar için evden çıkamayış bir karabasana dönüşür. Âdeta psikolojik bir duvarla etrafları örülmüştür. Dışarıda toplananlarsa neler döndüğünü bilemedikleri eve girmeye cesaret edememektedirler. Birarada yaşamak zorunda oldukları bu kâbus, iğreti burjuva maskelerini düşürerek onları alelâde insanlar derekesine düşürür.

Bunuel "olamaz" zannedilen şeylerin ikna edici bir seviyede “olabilir”liğini isbatlarken, vakıaların mantıküstü seyrini de sürrealist çizgide ifşâ etmekte. Filmin başında “Bu filmde mantık aranmaması gerektiği”ne dair ihtarda bulunan Bunuel, âdeta sürrealistlere has "hayatın kendisi sürrealisttir” meselini yaşatır eserinde. "Basit bir isteği yerine getirmenin imkânsızlığı ve bunun anlaşılmazlığı! Bunu filmlerimde oldukça sık kullandım” diyen Bunuel"e mukabil; Üstad Necip Fazıl"ın İbda Mimarı"yla bir sohbeti esnâsında dediği "Ben daima söylerim kesin bir şey yoktur diye. Hep endişe etmişimdir; berber beni tıraş ederken ustura kayıverse gırtlağımı kesecek. Bakkala gidiyorsun, adam verdiğin parayı kasaya atıp “ne var?” diye yüzüne baksa ne söyleyeceksin?” Yemek yenirken ev sahibinin iki kez şerefe kadeh kaldırdığı halde davetlilerin hiç oralı olmaması, evden çıkamayışları vs. en basit zannettiğimiz işlerde bile İbda diyalektiğinin “her şeyde parçaların toplamından daha fazla bir şey olduğu” hakikatiyle başbaşa bırakır bizi. Yine hayatın tekrarlarla dolu bilmecesine duyduğu hayranlığı şöyle ifade eder: "Filmlerimde olduğu kadar gerçek hayatta da ardı ardına tekrarlanan şeylerden her zaman çok etkilenmişimdir. Sebebini bilmiyorum ve izahını da bulmaya çalışmıyorum.”

Böylece yoğun bir "Akademya Kültür ve Sanat Faaliyetleri" sezonunu daha geride bırakırken; alâka duyan herkese “yeni sürprizlerle” ulaşmak için yeni sezonda buluşana kadar veda ettik.