ÇİNLİ

HİKAYE

Hasan Avcıoğlu

I

Babası, Kızıl Muhafızlar tarafından öldürüldüğünde, ÇenLi sadece ondört yaşındaydı. Babası, Nankin şehrindeki evlerinin girişinde, ÇenLi'nin gözlerinin önünde değil ama, kulaklarının içinde kurşunlanmıştı. Takvimler bu hadisenin üzerinden yirmi sene geçtiğini iddia etmese, ÇenLi yirmi gün önce olduğunda ısrâr edecekti. Ne var ki, aklın kolay kolay kabul etmeyeceği Özel İzafiyet Teorisi'ne ait zaman telâkkisinin, sübjektif zaman-süre'nin, gerici bir düşünce sayıldığı Kültür İnkılâbı günleri, çok uzakta değildi.

 

II

1983 yılının ekim ayı başlarında, ÇenLi'nin evinde bir toplantı tertib edilmişti. Toplantıya ÇenLi gibi bir karikatürist olan üç arkadaşı da katılmıştı. Açış konuşmasını ev sahibi yapıyordu:

- Babamın öldürülüşü üzerinden, birkaç gün noksanla, tam yirmi sene geçti. Fakat hâlâ kaatillerinden haber yok.

Sözünü, cemiyetin en meşhur karikatüristi T'ang kesti:

- Sadece senin baban öldürülmedi. Kültür İnkılâbı'na 2 milyon can verdik. Bunların hiçbirinin kaatili ortada yok. Daha doğrusu, orta yerde dolaştıkları hâlde...

ÇenLi, sözünün kesilmesinden hoşlanmadığını belli ederek, sürdürdü:

- Babamın farkı, bir karikatürist olmasıydı. 1961 yılında "Zebra Gömleği" isimli mizâh dergisini yayınlamaya başlamış ve öldürülüşünün sebebi de, bu derginin politik çizgisi olmuştu.

- Babanı anlat bize ÇenLi! Başkan Mao ile niçin ters düşmüştü? Şüphesiz o bizim pirimizdir.

ÇenLi, genç istidatlardan Lian'ın coşkusunu, ağır gözlerle takib etti. Sonra aynı ağırlıkla, masanın üstünde yatan çantasının gözünden, eski kılıklı bir mecmua çıkardı. Üzerinde "Zebra Gömleği" yazısı rahatça görülüyordu. ÇenLi, sol elinin baş ve işaret parmağıyla üst kenarından usulca mandalladığı mecmuayı, arkadaşlarına teşhir etti:

- Ne görüyorsunuz burada?

- Bir Çin haritası! Büyük seddin iki yanına yayılmış uçsuz toprak...

- Ya seddin üzerindeki güneş başlı adam kim?

- Üstad Konfüçyüs'e benziyor...

- Ellerinden gökyüzüne çiçekler uçuşuyor...

- Ve seddin iki yanından, çiçeklere roketlerle karşılık veriliyor...

- Dur bakayım! Çiçeklerin üstünde birşey mi yazıyor?

- Tolstoy... Proust... Goethe... Bergson...

- Ne demek bu ÇenLi?

ÇenLi, o âna kadar konuşmayan bir diğer genç istidad Lao Çe'ye döndü. Lao Çe dikkatle figürü inceliyordu.

- Sen ne dersin ahbap?

- Muazzam!

Herkes, merakla Lao Çe'ye baktı. Sözüne devam etmesini beklediler. Böyle tek kelimelik tenkid, bedavacılık olurdu...

Lao Çe, gözlerini mecmua kapağından ayırmaksızın, devâm etti:

- Yüz çiçek açsın, yüz fikir çarpışsın!

- Başkan Mao'nun sözü mü bu?

Lian'ın kafasında birden bir şimşek çaktı. Kültür İnkılâbı'nın en büyük sloganıydı bu. Ama bu sloganın arkasında, çiçeklerin falan açtığı yok, fikirlerin bombalandığı vardı. Çiçeklerin üzerinde yazan isimler de, Kültür İnkılâbı'nın "yasaklılar" listesini teşkil ediyordu:

Dostum, babanın neden öldürüldüğü anlaşılıyor. Başkan Mao'nun iradesi dışında açan çiçeklerin, Kızıl Muhafızların hışmından kurtulması mucize olurdu.

- Üstelik Üstad Konfüçyüs'e dayandığını, biz bile hemen anladık. Kültür İnkılâbı, bütün dinleri yasaklayıp, mabedleri kapatmamış mıydı?

Diye devam etti, T'ang...

 

III

Lao Çe'nin gözleri halen derginin kapağındaydı:

- Anlayamadığım bir şey var: Niçin Dalay Lama veya bir Taoculuk figürü değil de, Üstad Konfüçyüs?.. Size de ilginç gelmiyor mu bu?

T'ang, cevabını bilirmiş gibi atıldı:

Eski bir Çinli şair; bir budacı hiçbir zaman dünyayı idare edemez, Çünkü budacılık dünyadan kaçmanın felsefesidir; ama dünyayı yönetmek, bir Konfüçyüsçünün hakkıdır, der... Tao'yu hayata tatbik eden asıl Konfüçyüs'tür.

- Dünyayı yönetmek mi?

Diye alâkasızlığı belirtti Lian... Nihayet söz sırası, ÇenLi'ye gelmişti:

- Doğrusu ben de çok düşündüm Lao Çe! Annem, babamın şahsî defterini saklamayı başarmıştı. Burada babamın çok enteresan ve anlaşılmaz fikirleri vardı. Çin mitolocyasına bağlı, yeni bir ahlâk telâkkisinden, Yin (Karanlık) ve Yang (Aydınlık)'ın devâm eden mücadelesinden ve Üstad Konfüçyüs'ün, ideolojisinin sembol şahsiyeti olması gerektiğinden falan bahsediyordu.

- Baban Çin ahlâk yapısını beğenmiyor muydu?

- Babam Çinliler'in hiçbir zaman büyük tecride yanaşmamış, pratik ilgilere, maddî hünerlere ve akıl cambazlıklarına dayalı bir millet olduğunu yazıyor...

- Ben babanın bir milliyetçi olduğunu sanıyordum.

Dedi T'ang.

- Evet, babam, Çen-Kay-Şek'in bir vatan haini olmadığını söyler dururmuş. Onun, "Çin kültüründen kopmadan Batılılaşmak" şeklindeki fikrini desteklermiş... Ama dedim ya, babam Yin ve Yang'a inanacak kadar tuhaftı. Milliyetçiliğin, milletinin eksiklerini görmekle başlaması gerektiğini düşünürdü.

- Hakkı tayin eden kuvvettir, ÇenLi! Başkan Mao, Çin tarihinde, Üstad Konfüçyüs'ün bile başaramadığı bir zafer kazanmıştır. Köylüleri ayaklandırıp silâhlandırması, onlara bir sene içinde yedibin kilometre aldırdığı Uzun Yürüyüş ve işgâl karşısındaki stratejik dehâ...

T'ang'ın bu fikirleri, Lao Çe'yi fenâ halde kızdırdı:

- Baş düşmanımızı nasıl takdir edebilirsin? O vatan haininin kendisidir. Japon istilâsı ve Rus tehdidi olmasaydı, Çen-Kay-Şek ona nefes bile aldırmazdı.

- Hey, kesin dalaşmayı da, sadede gelelim artık!

Dedi Lian. T'ang onu duymamış gibi, Lao Çe'ye hücum etti:

- Ben Maocu değilim. Ama gözüm, senin gibi, kinden görmez hâle de gelmiş değil...

- Seni gidi münafık! Zalimlere kin duyman bile yok senin. Halbuki kinden daha fazla bir şey lâzımdır. Zâlimlerin iyilikleri de, kötülükleri de yok edilmelidir ki, hakikate zemin açılsın!

Bu sefer ÇenLi müdahale etti. Böyle dalaşmanın zararlı olacağını, tarihten birlik yoksunluğuna dair bir misâlle anlatmak istedi. Ama Lian buna müsaade etmedi. Derhal sadede gelinmezse, toplantıyı terk edeceğini, kat'i bir tavırla belirtti. Bu arada, T'ang'la Lao Çe'nin öfkeleri yatıştı ve birbirlerinden özür dilediler.

IV

Dört karikatürist, ÇenLi'nin evinde, rejim muhalifi bir mizah dergisinin hazırlığı amacıyla toplanmışlardı. Mao öleli yedi sene, iktidardan uzaklaştırılalı daha fazla oluyordu. Kızıl Muhafızların eski sürat ve cinayetleri de kalmamıştı. Fakat Çin'de istibdât sona ermiş değildi. Bu yüzden, karikatüristler, demokrasi istiyorlardı. Demokrasinin, fikri devlet baskısından kurtaracağını düşünebiliyorlardı da, halk yığınlarının ayakları altında çiğneteceğine akılları ermiyordu.

Toplantının nihaî kararını ÇenLi açıkladı:

- Çıkaracağımız mecmuanın ismi, bütün mahzurlarına rağmen, "Zebra Gömleği" olacak. Babamın bu tabirle, tam neyi kasdettiğini bilmesek bile, biz "mahkum elbisesi" mânâsını atfedeceğiz. Babamın öldürüldüğü, 29 Ekim tarihinde yayın hayatına gireceğiz. Bununla beraber Pekin'de çalışma kararından da vazgeçip Nankin'de kalacak; Pekin'e ancak, fikrimizin bayrağını dalgalandıracak gençlik kitleleriyle girmeyi kabul edeceğiz. Çin Halk Cumhuriyeti'ni kurulduğu yerde, Tianenmen Meydanı'nda yıkarak, Aydınlık Çin'i kurmak için, ölümüne mücadeleye yemin ediyoruz!

V

"Zebra Gömleği" yayın hayatının üçüncü ayını geride bıraktığı hâlde, henüz gençlikten beklediği alâkayı görmemişti. Derginin hiçbir şekilde reklâmı yapılamıyor, basımı bile büyük maceralara sahne oluyordu. Karikatüristleri ve özellikle ÇenLi'yi bunaltan bu durum, ocak ayı ortalarında gelen bir dâvetle, yerini bir heyecan dalgalanışına bıraktı.

Şangay Yazarlar Sendikası'nın düzenlediği, "Çin Komünizmi'nin Dünya Medeniyeti İçindeki Yeri" mevzûlu kongreye, "Zebra Gömleği" ekibi de davet edilmişti. Görünüşte mânâsız, hatta tedirgin edici bir davetti bu. Fakat, müzakerede ÇenLi'nin, "ne olursa olsun, fikre susamış Çinli aydınlardan görüşlerimizi esirgememeliyiz; belki davet edilişimizin tek sebebi, gizli bir hürriyet talebi ve hayranlığına dayanıyordur" şeklindeki fikirleri ağır bastı.

Kongreye rahatsız bir tren yolculuğuyla, "Zebra Gömleği"ni temsilen ÇenLi katıldı. Fakat kongre esnâsında da, bir hayli rahatsızlık duydu. Çin Komünizmi'nin, dünyanın göremediği ideal yarına şimdiden vardığı, İzafiyet Teorisi'ni bile Tabiatın Diyalektiği'ne uydurmaya çalışan aydınlar tarafından öyle bir savunuluyordu ki, ÇenLi'ye ne söz hakkı verilebilirdi, ne de verilse bu hakkın kullanılması vaki olurdu.

ÇenLi, hafakanlar geçirerek kıvranmaya başladığı akşam saatlerine doğru, Kongre salonunun bir görevlisinin eline tutuşturduğu bir pusulayla, yeni bir davet almış oldu. "Sevgili Babanın Albay Dostu" diye imzalı söz konusu pusulada, geceyi geçirmek üzere, verilen adrese çağırılıyordu. "Baba Dostu" denince, ÇenLi toplantıyı o saat terkedip verilen adrese gitti. Lüks bir dairenin misafir salonunda, umduğu kadar sevecen olmayan bir yüz karşıladı onu!..

Albay, ikram ettiği çay kadar, açık konuşuyordu:

- Babanı tanırdım ÇenLi! Fenâ bir adam değildi. Lâkin yasak meyveyi arzulamıştı. İnsan, bazı arzularını gemlemesini bilmelidir. Yoksa sonu hiç de arzu ettiği gibi olmayabilir.

ÇenLi, kart bir Çinli şivesiyle Kitab-ı Mukaddes edebiyatı parçalayan abus çehreye iğrenerek baktı. O ara aklına, dehşet verici bir fikir, yıldırım gibi indi:

- Yoksa, babamı siz mi öldürdünüz?

Albay, gevrek gevrek güldü. Karikatüristi, umduğundan daha çiğ bulmuş olmanın rehavetiyle, iştahlı iştahlı diş biledi:

- Hayır, dostum! Ben hiçbir zaman, kendine kızıl muhafız diyen bir sokak serserisi olmadım. Ancak demek istediğim şu: Baban suyun akış yönünü biliyordu, ama akış süratini hesab edememişti. Galiba kısa görüşlülük, ırsîdir. Sarıırmak kendisini ciddiye almayanları yutar, boğazında gargara yapar ve tükürür. Ey yüce Buda, ne kadar aç gözlüsün ki, sana bir dostumu verdim, doymadın!..

- Bir tehdid mi bu?

Bu sefer daha pis güldü Albay... Ve birden yüz hatlarını gerdi:

- Kahraman Çin ordusunun varlığı, sen ve senin gibi düşünenler için kâfi bir tehdid olsa gerek!

- Tankların paletleri bedenleri çiğneyebilir, ruhları ve fikirleri değil... Belki bizlerin gayesi de budur!

Bu sözler Albay'ı sinirlendirdi. O ve onun gibiler, fikrin değil, silahın güçlü olduğunu zannederlerdi. Bu yüzden, "demek, istediğin bu!" diye, resti görmüş numarası yapmaktan başka, aklına birşey gelmedi. Hamle sırası ÇenLi'deydi:

- Anayasamız, fikrin hür olduğundan bahseder...

- Fikir hürriyetinin sınırları anayasamızda çizilmiştir.

- Sınırları çizilen bir hürriyet, hürriyet değil, vazifedir. Rejimin "düşünebilirsin!" dediğini düşünmek ve "düşünemezsin!" dediğini düşünmemek vazifesi. O halde anayasamız yalan söylüyor.

- Yalan da söylese, "yalan söylüyor" demek suçtur. Hem sen hangi hürriyet adına, yüce devletimizin Doğu Türkistan politikasını tenkid edebiliyorsun? Sincan'dan geçen tanklar, hürriyetin balâns ayarıdır. Aksini düşünmek, suçtur.

İpler iyice gerilmişti. ÇenLi, "önünden geleni ardına koyma!" deyip kalkmaya hazırlanıyordu ki, Albay, kısa bir nefes payını müteakip, son hamlesini yaptı:

- Seni, babanın öldüğü günden beri takip ediyorum ÇenLi! Bir gün senin de baban gibi anarşist olacağını bekledim daima. Ama sen, uyuşturucu bataklığından bir türlü çıkıp, kendin olamadın. İsteseydim, seni bu yüzden çoktan idam ettirebilirdim. İstemedim, çünkü bir asker, savaşacağı düşmanın da, kendisi kadar sahici olmasını bekler. Şimdi, otuzbeşine gelmiş, beyni uyuşturucudan talan olmuş bir düşmanım var işte. Kolla kendini!

Bu sözler, ÇenLi'yi, kurşun yemiş gibi sarstı. Usulca koltuğundan kalktı ve tek kelime etmeden, oradan uzaklaşmak istedi. Albayın söyledikleri doğruydu. ÇenLi, uyuşturucuya on yaşında başlamış ve yirmi küsur sene, tekrar tekrar bırakıp, tekrar tekrar başlamıştı. Birkaç senedir hiç içmiyordu. Ama neye yarar; kendini yaktığı gibi, dâvâsını da lekelemişti.

Daha kapıya varmadan, beyni, hiçbir uyuşturucu seansında olmadığı kadar uğuldamaya başladı ve oracığa yıkılıverdi. Albay, hiç oralı olmaksızın, salonu terketti. ÇenLi'nin yardımına, Albay'ın üniversite öğrencisi olan kızı koştu.

 

VI

Kız, ÇenLi'yi yerden kaldırıp, bir yatağa yatırdı:

- Bu gece burada istirahat ediniz. Yola yarın çıkarsınız.

ÇenLi, yatağa uzanırken, elini yardım isteyen bir çocuğunki gibi uzattı:

- Ne olur, beni bırakmayın!

Acınacak bir hâldeydi. Kız, yatağın başına bir koltuk çekerek, hastanın alnına ıslak bir bez parçası koydu. ÇenLi, yatakta yaralı bir yılan gibi kıvranıyordu. Arada bir, kahve veya çay istiyor, ricâsı ânında yerine geliyordu. Bunun üzerine, kızın yüzüne minnetle bakıyor, başucunda o olmasa, kendini çoktan apartman boşluğuna bırakacağını hissediyordu. Sonra acısı dinmeksizin, şöyle diyordu:

- Söyleyin bana, kadın ve erkek eşit midir?

Kız ne söyleyeceğini bilemiyor, ısrar karşısında, "herhâlde değildir!" diyordu. Bunun üzerine ÇenLi, daha da yükleniyordu:

- O hâlde, 1949 İhtilâli'nin ilk hükümlerinden birinin, kadın ve erkeği eşitleştirmek olması nedendir?

- Bilemiyorum.

Pis bir emel var bunda! Kadını, erkeğin basit bir giyim eşyası hâline getirmek, böylece metafiziğe olan ihtiyacı sosyal hayatın tamamen dışına atmak ve bu soysuzlaşmaya "hürriyet" adını koymak...

- Lütfen uyuyunuz! Çok yorgun görünüyorsunuz...

- Ne eşitliği! Kadın ve erkek arasında, gizli bir savaş vardır. Bu savaşa, erkek fethetmek için, kadın da fethedilmek için katılır.

- Evet, evet...

Derken, ÇenLi sızdı, kaldı. Uyandığında, baş ağrısı geçmiş, fakat yerini demir ağırlığında bir beyne bırakmıştı. Yatağında inleyerek doğrulunca, başucundaki koltuk üzerinde kendinden geçmiş olan kız da, hafifçe gözlerini araladı. Gülümseyerek:

- Ağrınız geçti mi?

- Evet! Albay nerede?

- Albay da kim?

Kız şaşırmıştı. ÇenLi daha fazla şaşırdı:

- Dün geceki Albay... Onun evi değil mi burası?..

- Siz öyle mi sanıyorsunuz?

Hafifçe gülümsedi önce kız. Ama ÇenLi'nin yüzündeki dehşet ifadesini görünce, korktu. Birden beline kadar doğrulmuştu ÇenLi:

- Burası neresi? Neredeyim ben?

- Sizi dün akşam kapının önünde buldum. Elinizde uyuşturucu sigaralarından vardı. Yerde kıvranıyor ve ağlıyordunuz. Polisler görmeden, kolunuza girip, sizi buraya taşıdım. Yanınızda bir albay olduğunu bilseydim, buna cesaret edebilir miydim?

ÇenLi'nin dehşeti, hiddete döndü. Üzerindeki battaniyeyi elinin tersiyle savurarak, pencereye koştu. Perdeyi aralayıp, dışarıya baktı:

- Neresi burası?

- Şangay!

- Evet, doğru!

Diye kıza döndü:

Yazarlar Sendikası toplantısı için, Şangay'a gelmiştim. Orada bir görevli yanıma gelerek, bana Albay'ın adresini verdi. Dur, bakayım...

Ceplerini yokladı:

- Adres yok!?! Ama tamam!.. Apartmanın kapısından girerken, buruşturup attım galiba... Sonra şu salonda Albay'la görüştüm!

Kız, bütün bu garipliklerin, uyuşturucu yüzünden olduğunu düşünüp, tebessüm ediyordu:

- Siz hiç o salona geçmediniz ki!

Bir ok gibi salona fırladı ÇenLi:

- Japon mobilyaları, ahşap kültabakları!..

Ama, dün geceden hatırladığını sandığı hiçbir şeyi göremedi. Bu salonu ilk defa görüyordu:

- Nasıl oluyor bütün bunlar!?!

- Oturunuz şöyle! Size bir kahve yapayım. Öncelikle kendinize gelmelisiniz.

Kız mutfağa geçip kahve pişirirken, ÇenLi, başını ellerinin arasına alıp düşünmeye ve sâkinleşmeye çalıştı. Başaramadı hiçbirini. Olanları hafsalası bir türlü almıyordu:

- Allahım, delireceğim!

Kız, elinde bir tepsiyle salona döndü. Sürahiden fincanlara kahve boşaltırken, sordu:

- Demek, bir yazarsınız?

- Hayır, karikatüristim. Zebra Gömleği'nin genel yayın müdürüyüm.

- Zebra Gömleği mi? Adını hiç duymamıştım. Şangay'da mı yayınlanıyor?

- Nankin'de!

- Siz de Nankinli misiniz?

Fakat ÇenLi, bu son suale cevap vermedi. Zira kızın derginin adını hiç duymadığını söylemesi üzerine, beyninde yeni bir zelzele koptu. Yoksa Zebra Gömleği de, bir vehim ve birsâmdan mı ibaretti? Ya arkadaşları, babası, Kültür İnkılâbı?.. Bu çevresindeki dünya?

- Nankinli misiniz, diye sordum...

- Ya siz kimsiniz? Benim hafızam değil de, sizin tasarrufunuzun doğru olduğuna nasıl inanayım?

Kız yeniden gülümsedi:

- Adım, Huan. Sincanlıyım. Şangay'a üniversite tahsili için geldim. Bu evde benden başka iki arkadaşım daha var ama, şu ân onlar yarıyıl tatili için köylerine dönmüş bulunuyorlar. Benim köyüm, Çin'in tâ öbür başında bulunduğu için, burada kaldım. Sizin yerinizde olsaydım, benim anlattıklarıma inanırdım. Çünkü sizi bulduğumda öyle berbad bir hâldeydiniz ki, birsâmlar görmenize hayıflanacağınıza, yaşadığınıza şükretseniz, daha iyi edersiniz!

- Ben uyuşturucuyu bırakalı iki sene oluyor.

Huan bu sefer daha belirgin güldü:

- O sizi bırakmamış, anlaşılan...

 

VII

ÇenLi'nin, genç kızın anlattıklarına bir türlü inanası gelmiyordu. Belki kızın doğru söylemesinden korkuyordu. Eğer öyleyse ortada ciddi bir problem var demekti. ÇenLi, bu ihtimâli kabul etmek istemiyordu. Zira o zaman, kendi varlığı hakkında, kendine izah edebileceği hiçbir şey kalmazdı.

Albay'ın evi veya Huan'ın evi... Nerede olursa olsun, ortada bir vakıa vardı. Ait olmadığı bir yerde, Şangay şehrinde bulunuyordu. Peki, buraya niçin ve nasıl gelmişti? Bu hususta hatırladıkları doğru muydu?.. Bunu tetkik etmek için, madem bulunduğu ev şüpheli, daha şüphesiz bir hatırâdan başlamalıydı. Ricâsı üzerine, kızla beraber, sendika binâsına gittiler. Yol boyunca çevreden hatırladığı bir yer olup olmadığına baktı, durdu. Bazı noktaları hatırladı, bazılarını hatırlamadı. Ama bunların hepsi de, şimdilik dilsiz mahlûklardı.

Sendika Binâsında, bir gün önce Yazarlar'ın toplantı yaptığı doğruydu. Hatta bir görevli kendisini hatırlamış, oturduğu yeri bile târif etmişti. ÇenLi, bu görevliyi hiç hatırlamıyordu. Kendisine adres veren görevliyi de, orada bulunan görevliler, çıkaramamıştı. O sırada dâvet edildiği semtin ismi aklına geldi ki, Huan'ın oturduğu semtti bu... Şu hâlde, iki ihtimâl vardı: Ya hatırladıklarının Sendika Binâsından ayrılmasına kadar olan kısmı doğruydu ve gerisini sebebi meçhul bir biçimde karıştırıyordu; yahut hepsi doğruydu ve Huan onu kandırmaya çalışıyordu.

Birinci ihtimâle göre, kendisine babasının dostu olduğunu bildiren bir albaydan dâvet almış, ama dâvet edildiği yere gidememişti. Belki de Albay hâlen orada kendisini bekliyordu. İkinci ihtimâle göreyse, dâvet edildiği yere gitmiş, hafızasındaki sahneler aynen tahakkuk etmiş ve sonunda Albay ona Huan vasıtasıyla bir Çin oyunu tertib etmişti. ÇenLi'nin aklını, düşündükçe en çok bu ihtimâl kurcalıyordu ve pastahanede çay içmekteyken, Huan'a düşmanın bir ajanıymış gibi bakıyordu.

Ama öğleden sonraki gelişmeler, bu iki ihtimâli de ortadan kaldırdı. ÇenLi, kendisine yardım edecek birini bulma ümidiyle, Nankin'deki Zebra Gömleği merkez bürosuna telefon ettiğinde, ahizeyi yabancı bir ses kaldırdı. Numara doğruydu:

- Beyefendi, orası Zebra Gömleği değil mi?

- Hayır, orangutan donu!

ÇenLi, şaşkınlığından kızmaya bile fırsat bulamadı. Hiçbir tanıdığı ortada yoktu. Dahası, bu numaranın on senedir, bir reçel fabrikasına ait olduğu söyleniyordu. Tekrar tekrar kontrol ettiyse de netice hep aynıydı. Ne yapacağını bilemez bir hâlde çevresine bakınıyordu. Zebra Gömleği bir hayâlden mi ibaretti? İyi ama o zaman Yazarlar Sendikası'na gitmesinin ne mânâsı vardı ki?.. Telâşla ceplerini karıştırıyor, ama dâvetiyeyi bulamıyordu. Eğer sendikanın dâveti de bir hayâlse, Kongre salonuna girmesi nasıl izah edilebilirdi? Kapıda dâvetiye göstermemiş miydi?

Bütün bu suâllerin cevabını bulmak için, hiç vakit kaybetmeden Nankin'e dönmeliydi. Yüzüne şefkatle bakan Huan'a, hemen dönmesi gerektiğini söyledi. Huan'sa, ÇenLi'nin çok kötü bir hâlde olduğu, vaktin de bir hayli geç olduğu, bu geceyi burada dinlenerek geçirip, yola yarın çıkmayı düşünmediği hâlde, başına kötü şeyler gelebileceği kanaatindeydi, ÇenLi, kıza hak verdi. Nankin'de karşılaşacaklarının neler olduğunu bilmemesi de, bir ürperti şeklinde ayak uçlarına kadar yürüdü. Zavallı annesi yaşıyor muydu acabâ? Hiç yaşamış mıydı?

Mâmâfih, yolda aklına şeytanî fikirler geldi ve Huan'ın evine varır varmaz, bunları tatbike koydu. Önce tehdidkâr bir üslûpla, kızdan hüviyetini istedi. Kız, korku dolu gözlerle verdi. Evet, adı Huan'dı ve Sincan doğumluydu. "Müslüman mısın?" diye sordu ÇenLi. Kız, ailesinin budist olduğunu, kendisininse böyle şeyleri bilmediğini söyledi. Ama iyi bilmesi gereken bir şey daha vardı:

- Üzerimden çıkan uyuşturucu maddeleri istiyorum!

- Lütfen ÇenLi!

- Getir, dedim!

Şayet kız, ÇenLi'yi, dediği gibi, elinde uyuşturucu sigarasıyla bulmuşsa, çöpe atmayı göze alamazdı. Çünkü bunun cezası idamdı, ve böyle bir durumda çöpler bile ihbarcı olabilirdi. Huan ancak sigarayı, uzakta bir yere atabilirdi ki, onu bulduğundan beri, kendisinden ayrılmış olmadığına göre, bu da imkânsızdı. Şu vaziyette, sigara yarım bir hâlde, Huan'ın evinde olmalıydı. Üstelik sadece o da değil, ÇenLi'nin iki sene öncesine kadar köylülerden gizlice temin ettiği, tanıdık kokulu, tütünle karışık kenevir tohumları, köylü işi plâkasında bir miktar bulunmalıydı. Ve birkaç tane tütün kâğıdı ile ÇenLi'ye yabancı gelmeyecek bir zıvana...

Bunlardan biri eksik olduğu takdirde, ÇenLi, bütün aleyhte delillere rağmen, hemen kızın gırtlağına basacak ve "gerçekleri konuşmanın zamanı geldi!" diyecekti. Fakat kızın getirdiği malzemelerde, en ufak bir kusur bile olmadı. ÇenLi, bu malzemeyi görünce, birden şaşırdı ve kıza ilk defa böylesine tam bir şekilde inandı:

- Bunları evine sokmaya nasıl cesaret ettin? Cezâsını bilmiyor musun?

Şeklinde, inancını açığa vurmamayı denediyse de, Huan bunun bir numara olduğunu ve nihayet sınıfı geçtiğini anlamaktan gelen esrarlı bir bükülüşle şöyle dedi:

- Ben evimde sizi bulundurmayı göze almışım, bunlar ne ki!..

Bu, o kadar masumâne ve kadınca bir bükülüştü ki, bir ânda ÇenLi'nin başka bir damarını şahlandırması zor olmamıştı.

 

VIII

Tahmin edilebileceği gibi, ÇenLi ertesi sabah Nankin'e dönmedi. Daha ertesi sabah da dönmedi. On gün kadar sonra, neredeyse Huan da bir uyuşturucu müptelâsı olmuştu ve bundan müştekiydi:

- Benim beynimi de mahvettin. Bu sene bir tek dersten kalacak olsam, seni öldürürüm.

ÇenLi, bu sözleri kahkahalarla karşılıyordu. Son zamanlarda en fazla yaptığı şeylerden biri de, bu kahkahalardı. Düşünmemek, hatırlamamak adına yapabildiği her şeyi yapıyordu.

Bir iki gün sonra da, kız şöyle dedi:

- Senin de paran bitti, benim de. Evden de isteyemem. Şu son kalan parayla kendine bir tren bileti al ve memleketine dön artık.

ÇenLi, bu sefer kahkaha atmamıştı:

- Seni küçük fahişe, demek bıktın benden!..

Kız ağlamaklı olmuştu:

- Anlamıyor musun ÇenLi? Er veya geç gitmek zorundasın. Bir iki güne kadar ev arkadaşlarım gelecek zaten...

- Ne olmuş gelecekse?

-Ne demek ne olmuş? Ne derim ben onlara?

- Kızıl ideolojide, bu kabil endişelere mahal yoktur. Sizleri anlamıyorum. Hem içinizden, tabiatta olmayan ve ideolojinin "ilkel" dediği duyguları söküp atmaya yanaşmıyor, hem de ideolojinin sadık memurları gibi, onu ayakta tutucu sosyal rolleri omuzluyorsunuz.

- Başlama gene!

- Başlamaak!

Diye bağırdı ÇenLi ve büsbütün kendini kaybetti. Eline geçen birkaç eşyâyı duvarda parçaladı. Başlamak... Sadece bu kelimeyi tekrarlıyor ve tercih hakkı tanımayan bir sonun, kendisini sarmalamak üzere açılan kollarından kurtulmak istiyordu.

Nankin'e dönüşü sırasında, öyle perişan bir hâldeydi ki, âsâyiş memurları tarafından nasıl yakalanmadığını, kimse açıklayamaz. Evinde, sanki bir ömür üzerinde yaşadığı sandalyesinde onu karşılayan ihtiyar annesi, ÇenLi'nin yüzünü gördüğünde, hayatında ilk defa devletten yana olmuş ve bu noktayı vurgulamıştı:

-Alçak! Hain! Yılanlar mı seni bana getirdi bilmem. Şu hâline bak!.. Ah, baban görmeliydi seni şu hâlde... Bir dakika nefes almana müsaade ederse, yüzüme tükürmeni isterdim…

Sonra yumuşuyordu. Ağlamaya başlıyordu:

- ÇenLi, sevgilim!.. Şu yaşından başından da mı utanmıyorsun?.. Ne olacaksın ÇenLi, ne iş yapacaksın sen?.. Yarın öbür gün gelir, alırlar, çalışma kampına sürerlerse, nasıl dayanırım ben?.. Bana da mı acımıyorsun, ÇenLi?..

Annesinden, kimbilir kaç bininci kez işittiği bu cümleler, ÇenLi'yi bu sefer yola getirir gibi olmuştu. Annesinin gözlerini şefkatle sildikten sonra, sokağa fırladı ve arkadaşlarını aradı. Ama hiçbirinden ne bir iz vardı, ne bir nişan... Her çaldığı kapıdan, şuna benzer karşılıklar alıyordu:

- Yok öyle biri!

- Tanımıyorum!

- Dur bakayım, galiba birkaç sene önce öyle biri oturuyordu!

Zebra Gömleği'nin idarehanesi tanıdık bir binâ, ama içindeki herkes yabancıydı. Matbaacılar, dağıtımcılar; ya yabancı kimselerdi veya öyle bir mecmuadan hiç haberi olmadığını söyleyenler... Uzun süre düşünmüş, araştırmış, hatıralarının peşinde koşmuştu ÇenLi; ama bir adım bile mesafe alamamıştı... Daha kötüsü, kendisini tanıdığını iddia edebilecek olanların, ortalarda görünmemeleriydi...

Sonunda ÇenLi, kahredici bir hayâl gördüğüne inanmış ve bütün başına gelenlerin sorumlusu saydığı uyuşturucuyu büsbütün terketmiş olarak, bir tütün kombinesinde işe başlamıştı. Hattâ, evlenmeye karar vermişti. Ama bir gece gerçek paydos düdüğü çaldı. Üstad Konfüçyüs, daha fazla sessiz kalmayacaktı. Rüyasına girerek, onu Tianenmen Meydanı'nda karşılayıp, kucakladı. "Büyük deprem olacak" diye fısıldadı. Birkaç gün sonra, ÇenLi, Pekin'de üniversiteli gençlerin bir yürüyüş düzenleyeceğini haber aldı. Hemen, işini gücünü bırakarak oraya koştuysa da, Tianenmen Meydanı'nın kenarında kalıp seyretmeyi yeğledi.

Ansızın bir vaveylâ koptu. Silahlar patlamaya, insanlar düşmeye, çığlıklar yükselmeye ve tanklar yürümeye başladı. Öyle ki, birkaç dakika içinde ne gösterici kalmıştı, ne seyirci... Meydan binlerce tank ve ceset ve tonlarca kan istivâsına uğramıştı. Mermi ve top hücumlarından kaçanlar arasında, ÇenLi de vardı.

 

IX

ÇenLi, canını kurtarmaya çalışan insanlar arasında itilip kakılırken, tanıdık bir simâya rastladı. Evet, oydu. Huan'dı. Kalabalığın içinde oradan oraya koşturuyor, arada bir elindeki silâhla havaya ve halkın üzerine ateş açıyordu. ÇenLi, herşeyi anlamak için acele etmeyip, kızı birkaç saat takib etmeyi denedi. Çok geçmeden kızın evini öğrendi ve kendisinden onbeş-yirmi dakika kadar sonra kapıyı çaldı. Huan kapıyı açınca, şoke oldu. Belli ki, beklediği başkasıydı. Ama kimi beklemekte olduğunu, boğazına yapışan ellere rağmen söylemedi.

Bir süre sonra bir telefon geldi. Huan telefonu herzamanki sesiyle açtı. Konuşmadan anlaşıldığına göre, bu gece şehirde olağanüstü hâl ilân edilmiş, bu yüzden Huan'ın beklediği kimse, bu gece mesaiye kalacak ve eve ancak yarın sabah dönebilecekti. Belli ki, bu, Albay'dı. Huan ona, "peki sevgilim" den başka bir şey söylemeden, telefonu kapattı. Çünkü alnına dayalı namlu, kendi silahına aitti. Huysuzluk etmemesinin başka bir sebebi de, birazdan ortaya çıktı:

- Ne adım Huan, ne memleketim Sincan, ne de Şangay Üniversitesi'nde öğrenciyim. Ben bir askerî ajanım. Ama sana yapılanlarda benim bir suçum yok. Hattâ seni gerçekten sevmiştim. Fakat Albay her şeyi, çok önceden plânlamıştı. O tam bir alçaktır. Vaktiyle, beni de ayartıp ağına düşürmüştü ve hem hizmetçisi, hem metresi yaptı. Sizin dergi ile ilgili operasyon ve hazırlık dosyaları gündeme gelince, bu işi kendisi üzerine aldı. Plânına göre ben ne yaparsam yapacak, seni Şangay'da on gün avucumun içinde tutacaktım ve o bu arada rejim muhalifi derginin bütün izlerini, çalışanlarını, hattâ herhangi bir biçimde yakınlığı olanları ortadan kaldıracaktı. Peki seni niçin öldürmedi? Bunu ben de merak ettim. Bana, minnet borcu olan eski bir arkadaşının oğlu olduğu için, seni kayıracağını söyledi. Anladığım kadarıyla, bir zamanlar babanın gerçekten yakın arkadaşıymış. Hattâ akademiye ilk başladığı yıllarda, onun fikir dostlarındanmış. Ama sanıyorum sonra askerî kariyeri yükseldikçe, fikirleri de değişmiş. Baban öldürülünce, korkmuş da olabilir. Şahsî kanaatimi sorarsan, ilk yıllarında kendi kendine, babanın kaatilini bulacağına ve kendi elleriyle boğacağına dair binbir söz vermiştir. Sonra ya onu hiç aramamış, yahut bulduğu hâlde, sözünü yerine getirebilecek cesareti gösterememiştir. Sen gündeme gelince de, "bir hayat yerine, bir hayat", hesabiyle vicdanını susturmaya çalışmıştır. Onu iyi tanırım. Korkağın ve alçağın tekidir. Ama şeytanın bütün zekâsı onda toplanmıştır. Şangay operasyonunun, en üstün askerî zekâların bile dudağını uçuklattığını söylemişti bana. Seni, "kazanılabilir bir uyuşturucu maceracısı" diye rapor etmişti. Çayına ilâç atıp, vaktiyle kullandığın uyuşturucuyu, nasıl senaryolaştırdığını düşünürsen, ne kadar usta bir şeytan olduğunu anlarsın. Sen kendinden geçer geçmez, bir iki saat içinde, salonun dekorunu baştan aşağı değiştirtti. Adresi asla tam hatırlayamayacağını hesab ederek, cebinden pusulayı aldırttı. Senin toplantı salonunda nerede oturduğunu bilen sendika görevlisi de, dergi bürosu telefonunda çıkan adam da, onun ekibindendir. Zebra Gömleği ile ilgili bilgi verebilecek herkesi tek tek fişleyip, susturan da odur. Ben sadece bir piyonum ÇenLi! Masum olduğuma inanmanı istiyorum senden. Kaçalım buralardan ÇenLi! Benim gemici tanıdıklarım var. Şafak sökmeden, bizi okyanusun derin sularına ulaştırırlar. Sonra da Şikago'ya gideriz ÇenLi! Orada akrabâlarım var. Bize iş de verirler. Düşünsene ÇenLi! Şikago'yu hayâl et! Sen de bunu istemiyor muydun? Demokrasi ve hürriyet! Sonsuz hürriyet ÇenLi! Ama burada kalacak olursak, yarın akşama kalmadan seni de beni de kurşuna dizerler. Duyuyor musun beni ÇenLi, kurşuna dizerler diyorum!

ÇenLi, kızı sessizce dinledi ve hiçbirşey sormadı. Kız söyleyeceğini söyleyip, aceleci bir ümitle gözlerine bakarken, ÇenLi, bütün bunların pis bir senaryonun yeni yazılmış sahneleri olabileceğini, ona inanacak olursa, daha sokağın ucuna varmadan kurşuna dizilebileceğini teemmül etti. Sonra bu ihtimâli zayıf bulup, kızın kendisine karşı ilk defa samimi olabileceği üzerinde durdu. Kendi ülkesinde, kendi hürriyeti uğruna can vermek dururken, başkalarının, sırf yabancısı olacağı için bile en koyu bir istibdad olarak görünecek hürriyetlerine bedâvadan kapılanmak, ÇenLi ve onun gibi düşünenlere göre bir iş değildi. Evet, Albay'la şu ân hesaplaşması imkânsızdı. Çünkü bu, şahsî bir mesele değil, tezahürünü sosyal plânda bulacak iki dâvânın çarpışmasıydı ve hesabı, yeri ve zamanı geldiğinde, sorulacaktı. Ya kız? Belki de kendisini gerçekten seven, en azından şu ân karşısında yalvarmakta olan bîçare?..

Albay, sabah eve döndüğünde, metresinin telle boğulmuş cesediyle karşılaştı. Yapılan tahkikat neticesinde herhangi bir ipucu elde edilemedi. Bu işi ÇenLi'nin yapmış olabileceği ihtimâli de, hiç kimsenin aklına gelmedi.

 

X

Kadın, kolundan çekiştirerek, kocasını bir odaya soktu. Bir koltukta otururken sızmış olan oğlunu gösterdi:

- Son zamanlarda böyle oldu. Geceleri uyumayıp, boyuna kitab okuyor. Gezdiği yerde, böyle birkaç dakikalığına sızıyor. Bu çocuğu bir doktora göstermemiz şart oldu artık.

Annesi ve babası, Mahmud'un o sırada Çin'de ve ne yapmakta olduğunu bilmiyorlardı.