-
- ÜÇ AĞUSTOS GECESİ
-
Feyyaz
Aksakal
- "Dünya bir tiyatrodur!"
- İnsanlar suları pürüzsüz satıhlar sanırlar. Oysa sular içiçe
geçmiş halkalardan oluşan hayret verici bir çehreye sahibdirler. Onun maskesini
düşürmek için, yüzüne bir taş atmanızı sağlık veririm.
- Zaman da su gibidir. Onun bu özelliğini sadece geçip giderken
farketmek, onu farketmemek olur. Zaman, içiçe geçmiş halkalardan oluşan bir yapı
arzeder. Bu halkalara biz "hayat imkânları" deriz. Bir çocuk dünyaya
geldiği zaman, suya bir taş atılmış gibi, hayat imkânları da halka halka
açılıverirler.
- Benim anlatmak istediğim üç kara gece, acı bir doğumla maskesi
düşürülmüş zamanın bu kabil üç halkasından ibarettir. Siz beni nasıl
görürsünüz bilmiyorum ama, ben kendimi dışıma çıkmadan görmek kudretinde
değilim. Dışıma çıkmam da, ekseriyâ gayri ihtiyârî başıma gelen bir hadisedir.
Rüyâ gibi.
- İngilizler'in "âşık olmak" gibi bir fiil
kullanmadıklarına, o şeytânî milletin ancak "aşka düşmek" diye bir fiili
bildiklerine dikkat etmiş olanlar, ne demek istediğimi anlayacaklardır. Aksi takdirde
bu hikâyeyi şu üç noktayı serdederek bitirmem gerekecekti ve öyle olmadığı için
de ben bir hikâyeciyim.
- Birinci imkân: Tam üç yıl hapis yattım.
- İkinci imkân: Tam üç gün nezarette kaldım.
- Üçüncü imkân: Tam üç hafta evimde esir hayatı yaşadım.
- Şu hâlde, bunlara benzer şeyler yaşamışlar için konuşuyorum...
- İlk iki hayat imkânı, bir bakışta tefrik edilemeyecek kadar
birbirine bitişiktiler. Onlara bitişik gece de, yıllar sonra evime dönmüş olmanın
şaşkınlığındaydım. Etrafımı üç erkek yeğenim halkalamıştı. Üç kız
yeğenim, kızkardeşim ve yokluğumda evimize gelin gelmesi kararlaştırılmış
kızcağızı mutfağa sepetleyip, başbaşa dertleşmeğe koyulduk. Arslan parçalarım
bana kavuşmuş olmalarının ışıltısı ile gözlerimin içine bakıyor ve beni
dinliyorlardı:
- - Çocuklar, ne hâlde olduğumu size anlatabilmem için, ya
şuracıkta kıvrılıp üç sene uyumalıyım, yahut -Allah muhafaza- benim
yaşadıklarıma benzer günler yaşamalısınız. Şu ân kafasına bir balyoz inmiş de,
hayata dâir bütün mânâsını kaybetmiş biri gibiyim. Hani Homeros "öldü"
demek yerine, "gözlerine karanlık indi" der ya... Öyleyim çocuklar! Beni
bıraksanız da, "kör" diye bir şiir söyleyerek hâlimi arzedebilsem size...
- Yeğenlerimin en büyüğü olan Şenol, lâfı burada ağzımdan
aldı:
- - "Öldü"de ne demek evimizin direği, bu gece sizin
doğduğunuz gecedir. Bütün yeni doğmuşlar gibi feryâd etmenize hak veririz belki,
lâkin sizi bırakmamızı istemeyiniz bizden; yapamayız doğrusu... Ah ne mesud bir gün
bugün, Alparslan şanlı ordulariyle Asya kıt'asının kapısına dayandı!
- Onun emsâli Günay ona hak verdi:
- - Amcaoğlunun hakkı var. Bizler ki, sizi görmeden geçtik
gençliklerimizin eşiğini. Düşünün ki, sizin ırağınızda geçen her sevinç
ânımızı, sizin hasretinizin gözyaşından hayâli bozdu daima... Sizi bırakmamızı
isteyeceğinize, şu visâl yücelerinden kendimizi teker teker atıp gebermemizi
isteseydiniz, bu bize itaati daha kolay bir emir gelirdi.
- Bu sözler üzerine bizim sürünün en gerisinden gelen Nâci'nin
gözlerine baktım:
- - Sen ne dersin Teknik Üniversite'nin kardelen çiçeği? Sen ne
Şenol gibi serseri, ne Günay gibi askersin. Onlardan daha az yakışıklı ve benden
daha az zekî değilsin. Sen söyle bakalım, şu ölü doğmuş adam gidip bir ayı
uykusuna mı yatmalı bu gece, yoksa hayat imkânlarının dümen suyunda bir çengiye mi
vermeli kendini?
- - Fermân pâdişâhın, dağlar bizimdir!
- - İyi ya o zaman, fermânım sizin dağlarınız olsun...
- Buna göre, ilk gece Şenol'un dâvetlisi olacaktım. Bana bir gecede
üç senelik zından azabını bütünüyle unutturacak eğlenceler yaşatacaktı. İkinci
gece de Günay, üç günlük karakol zulmünü def ve izâle etmeyi üzerine almıştı.
Eğer bu ikisi taahhütlerini ifâ ederlerse, üçüncü gece serbest olacak, dilersem
uyuyabilecektim. Şayet iki gece eğlendikten sonra başımın dumanı gitmezse, bu defa
Nâci hünerini gösterecekti. Bütün bunlardan sonra, yeni doğmuş bir mâsum olarak
hayatın kollarına atabilecektim nihayet kendimi.
- BİRİNCİ MÂHİYET: ŞEHİR
- (Seyirciler)
- a. Birinci Hüviyet: Bakırköy
- Şenol ile ben, onun eski model Volga'sındaki yerlerimizi almıştık.
Çılgın şoförün marşa basmasıyla İstanbul'un bir yarısını geride bırakmamız
arasında sadece birkaç dakika oynamıştı. Ona ne yapmak istediğine dair birkaç soru
sormak isterdim. Fakat yelkovan bile ona yetişmekten âcizdi, nerede kaldı benim,
Dostoyevski'nin "budala"sı gibi, gideceği yere daima rötarlı varan aklım...
- Kendinden emin bir kamburlukla gazı kökleyip, beni İncirli
Caddesinde bir lokantaya getirdi. Lokantanın kapısından içeri adımlarımızı henüz
savurmuştuk ki, garson kıyafetli bir adam, bizi görür görmez bir masanın üzerine
zıplayarak şöyle bir selâm verdi:
-
- "Sizi görmüyorum ya hiçbir şey görmüyorum
- Oynamadığım bir bu rol vardı hayatımda
- Sanki zaman bir umman ben de mercan bir ada
- Dalgalar delirdikçe kafamı gömüyorum"
- - Sesinden tanıdım seni, şairler sultânı Bâkî'sin sen!
- - Nâm-ı diğer, şiirin "sultânî haşmet"i...
- - İyi ama...
- - Gelin şöyle kuzum, yaklaşın da anlayın beni. Asırlar var ki,
burada sizi bekliyor ve başımda dönüp duran nesillere "ilhamsız şiir"in
imkânsızlığını anlatmağa çalışıyorum. Sizden bana meded, benden size himmet!
Kurulun başköşeye ki, peri kızlarının gözlerine bakma nasibinden mahrum
homongoloslar, tanısın şiiri...
- - Yoğ yoğ, ben sizin iltifatınızı
haketmiyorum.
- - İki dakikada başınıza bulutların şaşaasını tâc etmezsem,
hiçbir şey bilmiyorum. Yeter ki, siz bana iltifat edin. İki dakikacık sokulun masama,
bakın hangi cennet yemişleriyle donatacağım sofranızı...
- Bu teklif üzerine Şenol'a döndüm. Yeğenim mânâsız bir
tebessümle koluma girdi ve beni geldiğimiz kapıdan dışarı çıkardı. Tekrar
otomobile atladık ve yola düzüldük.
- b. İkinci Hüviyet: Beyoğlu
- İkinci menzilimiz İstiklâl Caddesinde bir kafeteryaydı. Yeğenimin,
beni buraya getirirken, asfalt boyunca hiçbir işaret ve işaretçiye aldırmaması,
içimde bir korku peydâ etmişti. Ama girdiğimiz mekânda tanıdık bir ses duyunca,
pazar yerinde kaybettiği annesini görmüş bir çocuk gibi sevindim:
- "Yollarda arıyorum sizi bir âsâ ile
- Bir sağa ve bir sola sürtüp sivri ucunu
- Söylemek istemezdim -söylemeliyim bunu
- Her adımda bir hâil her nefeste hâile"
- - Nef'î, hay Allah iyiliğini versin senin!.. Selâm niyetine kalayı
basacaksın diye, mısralarını yüreğim ağzımda dinledim vallahi!
- - Siz de mi ömrümün yarısı, siz de mi?.. Mânâsız şiir ayyûku
tutmuşken, siz de mi şu zavallı "hamâsî belâgat" çiçeğinden
alacaksınız hıncınızı?.. Benim mânâdan başka ne dâvâmı gördünüz
bugünedek?.. Hukuk yoksa azîzim, Hak unutulmuşsa, mânâsı gitmiştir hayatın. Siz
bahşedin şu hâlde, "Sihâm-ı Kazâ"dan başka ne gerek?.. Tövbe, tövbe!..
- - Dur canım, celâllenme hemen... Anlat hele, ne işin var burada, ne
demek istemektesin bana?..
- - (Yeğenimi kasdederek) Şu armut sapı boyunlu çiğ eti defet
bakalım şuradan, sonra otur kahvemin dumanına karşı, çıkarayım sadağımdan
yakası açılmadık bir tunç temren...
- Bunun üzerine yeğenim bir minibüsçü küfrü savurup, yeniden
koluma girdi.
- c. Üçüncü Hüviyet: Beşiktaş
- Gümüşsuyu'ndan Dolmabahçe yokuşuna sarkarken, bundan önce
gördüklerimi kafamda bütünleştirerek, yolun bundan sonrası için bir serrîşte
arıyordum. Şenol'sa bana izahat vermek yerine, gaz pedalını kökledi, Volga
altımızda balık gibi çırpındı ve bizi Şair Nedim Caddesinde bulunan bir
pastahanenin önüne attı. Ah, burayı bir yerden hatırlayacağım!
- "Seslerden tanıyorum bu dost evet bu düşman
- Anlıyorum annemdir yoklayınca omzunu
- Babamın bilmiyorum nerede olduğunu
- Siz olmayınca dünyam burnumdan çıkan duman"
-
- Sanki hapisten önceki hayatım, "önceki hayat"tı. Ben o
zaman zarif bir kâtiptim. Göksu Deresinde tenini güneşten şemsiyeleriyle koruyan
âfetlerin sandallarına karşı bıyık buruyordum. Bütün acemi çapkınlar gibi,
heyecandan tir tir titriyor ve kavurucu güneşin altında üşüyordum. Burnumdan duman
çıkıyordu, ama vazgeçmiyordum.
- - Efendimiz şeref verdiler, biz zâtıâlilerine "garamî
hassasiyet" bulutunu rahmete getirdik, başından ak zambak yaprakları döker gibi,
yağmur tadında selâmladık. Fakat o istiskal bize, bin âfetten beter bir harâbiyeti
revâ gördü. Yârabbi şükür!
- - Nedîm, diye ona mukabele etmek istedim, ama ruhum öyle farklı
bozkırlardaydı ki o sırada, bir türlü heyecanımın hançereme attığı düğümü
çözüp, şu tılsımlı çayıra inemedim.
- Şair hâlime âşina gibi konuştu:
- - Şimdinin şairleri tabiatı tanımazlar. Sümbülleri, nergisleri,
ayva yapraklarını, ayıpençelerini kitaplarda görürler. Kuğularla, tavuslarla, boynu
bükük turnalarla düşlerinde dertleşecek olsalar, karabasan sanırlar. Sevgiliye beyaz
bir gül vermek gerekse, naylonunu bulurlar. Unutmabeni çiçeği, fıstık ağacı,
acıbâdem, alaçamlar, karaçamlar, bilmedikleri bir lisâna ait kelimelerdir. Bir de
utanmadan şiir söylemeğe yelteniyorlar ya, maymun gibi açıkta ayıplariyle...
- Yeğenime döndüm. "Tut beni" diye inledim. Sırtladı ve
oradan pirincin taşını ayıklar gibi ayırdı.
-
- d. Dördüncü Hüviyet: Beykoz
- Camı sonuna kadar indirmiştim. İkinci köprüden geçerken,
suratıma çarpan rüzgâr sayesinde, içimdeki baygınlık çivi gibi bir kızgınlığa
kalboldu. Şenol'a söylenip durdum. Bana, o cânım Suriçi'ni gezdiriverseydi de,
bütün bunları yaşamamış olsaydım. Gözünü sevdiğim Bilâd-ı Selâse; Rahmânî
Üsküdar, İlâhî Eyüp, Köhne Galata... Şu git git bitmez karanlık ormandansa,
Kanlıca'da yoğurt şekerlemeğe bin defa râzıydım.
- - Ulan hıyarağası, benim bildiğim sen serseri mayının tekisin,
nasıl olup da bu şairler ordusuyla muarefe edebildin?
- - Meslek sırrı!
- - Şeytan görsün senin mesleğini! Ama anzavuroğlu baksana, bir şey
dikkatimi çekti: Bunlar niye herbiri garson?
- - Genç şairlere hizmet için...
- Derken Beykoz'un dışında bir mağaraya yanaştı arabamız. Farlar
söndüğünde, mehtabdan bulduğu izle kayaları ebedî bir azab gibi hırpalayan
dalgalar daha da yüreklendi. Terbiye görmemiş sokak dövüşçüsü, karanlıktan
korktuğumu bilmezmiş gibi, cebinden bir çakmak bile çıkarmadan, beni ziftli bir
duvara benzeyen mağaraya sürüklüyordu. Ne var ki, biz daha bir adım atmadan,
derinlerde bir şimşek çaktı:
-
- "Rüzgâra çarpa çarpa yürüyorum başımı
- Şura deniz olmalı ben gibi çırpınıyor
- Maviymiş -ne demekse- anlamak ne kadar zor
- Kelimeler bir onlar anlıyor telâşımı"
- Birden göğsüm, atlıkarıncaya giden bir çocuğunki gibi oynadı:
- - Fuzûlî!.. "Beşerî rikkat" ağacı!.. Nefsi dilenci,
ismi yetim, uzak kalmışların sevgilisi, ey!.. İçinde seni görmek olacağını
bilsem, her yaşım için bir defa daha gelirim şu Esfel-i Sâfilîn'e...
- - "Kalb kalbe karşıdır" derler gözlerimin sevdâsı; hoş
görürseniz kâşânemi, buyurunuz, ilm-i şiir sazından iki tel koparalım.
- - Karanlıktan çıktım, karanlığa vardım. Buymuş demek
alınyazım. Varsın körkütük dönsün feleğin çarkı. At bir tütün Türkmenoğlu,
başlasın şölen...
- - Ben hep kaçtım yiğidim; dün de kaçtım, bugün de kaçıyorum.
Şiir okumadan şair oluyor zamâneler. Homer'i duymadan, Dante'yi görmeden,
Shakespeare'i bilmeden, Göthe'yi tanımadan, muhtelif kültürlerin muhtelif
hassasiyetlerini anlamadan ve güneşin anavatanı Şark'a dönüp bakmadan şair
çıkıyorlar. Müşteri Yıldızı adına, nasıl kaçmayayım vebâdan.
Hizmetkârlığım yarasalara ancak, bir tek onlar düz duruyor zirâ...
- - İçimde konuşuyorsun sen benim. At bir tütün daha, rüzgâr
felâket bu gece...
- Fakat sigaramı uzatan yeğenim oldu. Bir de alev alev yanan gözlerini
çalkaladı ki, hiç bitmemesini istediğim bir ânın bittiğini anlamak gibi öfkeyle
doldum. Onu mağaranın dışına sürükleyip bir güzel azarladım:
- - Ne oluyor arslanım sana?.. Nereden çıkıyor ikide birde bu
"eyvah ağabeyim" sahnesi?.. Niçin alıyorsun sevgililerimi elimden, bir
çocuğun gözünün önünde şeker yürütüp, sonra da onu kendi ağzına atar
misâli?..
- - Bir şair olmamanız için...
- Bu söz adalelerimi canım çıkmış gibi gevşetti. Herşey o kadar
açıktı ki, hakikati görmek için şu zifiri karanlık bile fazlaydı. Boynumu kırıp,
Fuzûlî'nin yanına döndüm:
- - Gitmek zorundayım.
- - Anlıyorum.
- e. Beşinci Hüviyet: Bostancı
- Kısaca "Cadde" tabir edilen piç yolda, bir BMW ile bir
Honda'nın kapışması âdeta üstümüzde son bulacaktı. Fakat trafik problemlerini
çözmede, Şenol'un eline su dökecek yoktu. Otomobillerin üstünden ve apartmanların
altından nasıl geçip yolun nihayete erdiği yere geldiğimizi, ipe çekseler
söyleyemem.
- - İşte Bostancı Parkı, "Dersaâdet" isimli dilberin saç
modeli!..
- Parka bakan çay bahçesinde şu mısralarla selâmlandık:
- "Sizi görmüyorum ya görmüyorum hiçbir şey
- Hatırlamam onu da nasıl bir duygu görmek
- Korkarım bu karanlık mezarımda bitecek
- O zaman göreceğim belki ben de ulan hey!"
- - Sen de kimsin, şiir söyleme cenginde muzaffer olmuş kişi?..
- - Şair demek, "ehl-i hâl" demektir. Ey sîmâsı kızıl
şarap gibi köpüren can borcu, ne gördünüz bizde de zafer buyurdunuz?
- - Şeyh Gâlib!.. Zafer senin kulağına okunmuş ezandır...
- - Şiir demek, "bediî zarâfet" demektir. Nerede o zarif
prensesleri kule azablarından kurtaran kibar prensler ki, şiirde kalıp nedir
gösterecek? Şiiriyyet yarıyarıya musikîdir. Vezin dersin ağlar, kafiye dersin güler
ve oturup şiir diye nasıl kadın okşadığını yazar; hâli ne ki, şiiri ne olsun...
Şiiri kalıptan arındırarak marifet sarkıttığını zanneden şair, kadınını
derisini yüzerek sevmeyi deneseydi, ne kadar çürük bir iş yaptığını anlardı.
Kelâmı vezne dökmekten âciz, kırsın mevzun parmaklarını da, kalem girmesin
eline...
- Bu sözler üzerine, en sevdiği kimseden en sevdiği sözler işiten
kimse gibi, kulak memelerime kadar letâfetle kızardım ve üzerine tek kelime
koyamayacak kadar çekildi damarlarımdan hayat suyum... Fakat ayrılık vaktinin gelip
çattığı, Şeyh Gâlib'in ağır ağır güneş batar gibi kapanan gözlerinde
yazıyordu. Ehl-i hâl olduğu nasıl da belli oluyordu, ben gecenin final müziği
"Bohemian Rhapsody"yi işitmeden, o Çamlıca Tepesinin fecr-i kâzibi
gördüğünü haber vermişti. Yeğenimse, "gel beni alnımın ortasından vur"
demenin zahmetli bir istiaresini avlıyordu:
- - Akrep beşi soktu ağabey. Arzu ederseniz, gidip iki bardak çay
devirelim de, vuralım kendimizi cennetten çıkma döşeklerimize...
-
- İKİNCİ MÂHİYET: MEMLEKET
- (Oyuncular)
-
- İlk gece en büyük yeğenim Şenol üstlendiği görevi kusursuz ifâ
etmiş ve kalbimde biriken üç senelik pası silip götürmüştü. Bir gece boyunca
karşıma çıkan her zaman seyircisi, kedûretimin altı aylık kısmını
ağartmıştı. Sabaha varıp, bir kez uyuyup uyandıktan sonra, kendimde bu tesiri ayan
beyan hissettim.
- İkinci gecenin ilk dakikalarını ise Günay'ın dörtçeker
Subaru'sunda idrak ettim. Beni yanına alır almaz ne kadar mutlu olduğu, marş motorunun
yapacağını yapmasıyla birlikte hiç durmayan çenesinden belliydi:
- - Bunlar gariban arabaları tabiî. Yüzyirmi dedin mi, haminnemin
merdiven çıkması gibi, her uzvuyla teneffüs etmeye başlıyorlar. Size "beşyüz
sel" yakışır halbuki. Şöyle kurulacaksınız arka döşemesine, ah görecek
miyiz o günleri, günün yirmidört saati öttürmezsem pistonları, adam değilim. Şuna
bakar mısınız: Mercedes... Manita ismi gibi...
- Güldüm:
- - Güneşi kopar, saçıma tak!.. Eli ayağı düzgün bir (Broadway)
neyine yetmiyor, denyo?
- - Ee, ne demişler: Her tetikçinin dolabında ipekten bir baba
elbisesi bulunurmuş. Kenar mahallenin tozu bunlar cânımın cânı; yuttun mu birkaç
zerresini, hayâlini dükkânının duvarına astırıyor adamın. Alfa Romeo, Hülya
Jülyet... Altında araba, evinde karı, ama iflâh olmuyorsun; hayallerimizi yakmışlar
bizim, bize de yangın sönmesin diye, elde G-3, nöbet tutmak düşmüş...
- - Alavere dalavere, Mehmetler gider nöbete...
- Böylece, TEM'de bir hayli yol aldık. Körfezi dolaşıp yüzümüzü
garb semâlarına döndük. Sevgiyle yeğenime baktım:
- - Ulan, İlas gibi güzel olmuşsun ama, Şenol senden daha atik
çıktı.
- - Kısmet, dedi.
- Sonra da lâfı değiştirdi:
- - Biliyor musunuz, sizi neden uzun yola götürüyorum? Çünkü,
hapishane size "küçük zulüm"dü. Sizin için asıl zulüm, üç günlük
nezarethâneydi. Anlamadım mı sanıyorsunuz?.. Sizin renginizde bir döğüşçü için,
hapishane yılları bin kere vatandır, düşmana asker olmak korkusuyla geçen
gecelerden... Tahayyül buyurun ne büyük zulüm, can düşmanınızın canını size
bekletiyorlar...
- - Ne sanıyorsun güzelim, diye iç geçirdim, dünya hayatının
cehennemi bu devir...
- Bunun üzerine ikimiz de sustuk.
- a. Birinci Hüviyet: Bursa
- Şehrin girişinde bizi bir dev karşıladı. Dikkatle bakınca, onu
tanıdım. Beyler beyi Osman Bey'di bu:
- "Teveccüh bir teveccüh diye çöllerde Mecnûn
- Gündüzün kavrularak kalkıyor düşüyordu
- Geceleyin başına cinler üşüşüyordu
- Keyfi gene bu körden gıcırdı nâmussuzun"
- Böyle bir devden böyle bir selâm... Tüylerim diken diken oldu:
- - Önünüzde baş eğmek biz fânilerin rütbesidir, Sultânım. Siz
ki göğsünde rahmet çınarı bitmiş ve nesli küfre ve bid'ate cihanı darağacı
etmiş bir nur menbaısınız. Hangi kara yazılı, keyfinize bir tutam halel getirebilir?
- Dönüp bana şöyle bir baktı. Yolda telaşla yürürken bacağına
çarpan bir çocuğa bir ân boş gözlerle bakan adamın hâliydi edâsı. Sonra gene
gözlerini ufka, yukarıdaki mısralarla selâmladığı bir meçhule çevirdi. O vakit ne
kötü olduğumu anlatamam. Nasibe olan açlığımı bütün şiddetiyle farkedip,
kendimi yemeğe başladım:
- - Sen kimsin, bir dev tarafından beklenmek ve karşılanmak kim?
İşte haddini bilmeyenleri, dünyada ve ahirette bekleyen ibret budur: Hüsran... Edebsiz
huzura varmak isteyenlerin hâli, abdestsiz namaza duranların hâli gibidir. İnsanların
hayalarını burmaktaki maharetiyle bakanlık koltuğuna terfî edenler,
dolandırıcılıktan vurduklariyle milletvekili lojmanında uyuma hakkı elde edenler,
anason kokulu beyinleriyle Peygamber Ocağı üzerine oturanlar, vesaire... İstediğin,
onları bekleyen vahim akıbet mi?
-
- b. İkinci Hüviyet: İzmir
- Yeğenim yol boyunca gene bir sürü şey anlattı. Ama bunlardan pek
azı aklımda kaldı. Bursa-Balıkesir karayolunun her türlü tehlikeye açık olduğu
(galiba rüyâsında görmüş), Balıkesir'deki talan çatışmasının birkaç senede
yüzden fazla can aldığı, Bandırma'nın adetâ bir "gayrımeşrû" merkezi
hâline geldiği ilh...
- İzmir'de bir müddet yol aldıktan sonra, Göztepe semtine geldik.
Ömrümde görmediğim kadar korkunç bir çift kartal gözü, Sakız Adasına doğru
sarf-ı nazar ediyor ve şöyle mırıldanıyordu:
- "Homeros da bir kördü - yeri gelirse şâyet
- Zeus'la arasında bu kabil bir ilişki
- Hayâsız bir millete hayat vermişti belki
- Sahneye ben çıkınca sırf bir hiçten ibâret"
- İşte bu çok şaşırtıcıydı. Kartal bakışıyla garbın
âfâkını tutmuş olan dev, İstanbul Fâtihi Sultan İkinci Mehmed'den başkası
değildi. Onu tanımak, beni onu görmekten iki kat ziyade ürpertti. Adetâ korkum bir
pergel ucu oldu da, etrafında bir sürü sorudan daireler cevelân etti. Niçin Fâtih,
aklımda olması gereken yerde değil de, buradaydı? Niçin -İzmirli olduğu da
söylenen- Homeros'tan bahsediyordu?
- Onun gözlerine bakacak gözüm olsaydı, huzuruna
"devletlüm" diye varırdım:
- - Sizi hatırladığımda, ölümüne muhasara ve fetihten başka bir
şey gelmiyor aklıma. Savaşların anasını bir varlık muhasebesi olarak ortaya koymak
ve onun için sadece keremli sakalının üç adımdan farkedilmesini beklemek azameti,
bize sizden mirastır. Kalyonlarınızın tırmanacağı dağlardaysa kezâ gözünüz
-bunun olduğuna zerrece şüphem yok- varlığımın hâsılası hâlinde bir tek
istirhamım olur necib gözlerinizden: Peşinizde bir adım atmak gibi bir şerefim
olsun!..
- c. Üçüncü Hüviyet: Ankara
- Göğsüm, seddini yıkan sular gibi kabarmıştı. Savaşların
anası, gözümde tülleniyordu. Kendimi kâhin Nostradamus gibi hissediyordum. Neden
sonra Günay'a:
- - Neden koçum, neden beni selâm vermeğe bile lâyık olmadığım
yüceler arasında dolaştırıyorsun?
- - Meslek sırrı!
- - Bu lâfa ifrit olmağa başladım ama...
- - Öyle olmamayı öğrenmeniz için belki de... Hah, işte Ankara
Kalesi!..
- Kalenin üstünde bir dev, bütün bir şehirden -Atakule dahil- ve
şehirdekilerden daha heybetli... Ellerini, canının ana rahminde ilk gıdasını
aldığı yer olan göbeğinin üstünde kavuşturmuş, kıyam hâlinde, gözlerini
yummuş, huşû içinde; şunları mırıldanıyor:
-
- "İlâhî Göthe ancak ölürken farketmişti
- Visâlsiz geçtiğini o muhteşem huzurun
- Siz onu biraz ışık istiyor sanadurun
- O budala ölürken ancak bana yetişti"
- Hanlar hanı Yavuz Sultan Selim Hân... İttihâd-ı İslâm için öz
kardeşinin bile boynunu vurmaktan çekinmemiş şecaat ehli... Fakat o da nesi?.. Birden
içime bir kurt düştü: Sakın haşmetli kağan tekmil uzvuyla Bağlum Köyüne
yönelmiş olmasın?.. Gözlerim yuvalarından fırlamadan önce yeğenimin gözlerini
buldu. Günay metanet içinde "evet" der gibi çekti perdesini:
- - Sultan Selim, şu ve bu bir yana, sırf mânevî istikâmetindeki
isâbet ile binbir üstünlüğe sahibdi.
- Ben de kapattım gözlerimi. Erime denen hâl beni almasın diye,
aklımı faal tutmaya bakıyor, Yavuz'un nasıl şimşek gibi bir atılışla bütün bir
Şark âlemini birliğe dahil ettiğini düşünüyordum. O vakit dilimle dişim arasına
şunlar sıkıştı:
- - Daima huzurda olmanın ateşidir bu! İnsanlar arasında
dolaşırken, âhiret âlemini seyreder gibi bir visâl sırrrından haberdarlık ruhu
taşımak; bu, odur!..
- Sonra yüce fikirlerin aynasında kendi cüceliğimi gördüm. Bundan
yedi sene evvel Bağlum Köyüne gitmek istemiştim de, git git varamamıştım.
"Gidelim" diye dürttüm yeğenimi, "gidelim de döğünelim!"
-
- d. Dördüncü Hüviyet: Samsun
- - Yanılmıyorsam, beni Samsun'a götürüyorsun...
- - Doğru!
- - Aman civanım, İlk Adım Semtine uğramayalım da, ne yaparsak
yapalım.
- - Niye ki?
- - Başıma gelen bütün felâketlerin başlangıç yeri orasıdır da
ondan.
- - O hâlde bilhassa uğrayalım; zîrâ memleketin başına gelen
bütün felâketlerin başlangıç yeri de orasıdır.
- Çaresiz boyun eğdim:
- - Kimdir bizi orada bekleyen, onu söyle bâri?..
- - Hâlâ anlamamış olamazsınız. Gördüğümüz devler, vatanın
askerleridir. Beheri kızgın boğalar gibi, kızıl şafağı bekliyorlar. Fakat şu ân
Samsun'un nöbeti kimdedir, cidden bilmiyorum.
- Biz böyle konuşurken gök gürlemesini andıran bir ses bizim
Subaru'yu bile yerine çaktı:
-
- "Buenos Aires'te şair Borges Arjantin
- Körler körleri görmez ama senle görüştük
- Bir şişman kadın vardı yanında yürümüştük
- Ben bir şairken ağzın süt kokuyordu senin!"
- Bunları söyleyen dev, akabinde hafifçe soluna döndü ve gözlerimin
içine baktı. O ân âlemi bir güzellik kapladı. Nasıl desem, göz yaşartıcı bir
güzellik... Tanıdım onu, tanıdım onu, Genc Osman'dı bu!
- "Hünkârım", diye inledim, ama arkasını getiremedim.
Zaten bu kelime, söylemek istediğim her şeyin ifadesiymiş gibi bir tesir bıraktı
havada. Genc Osman nazarını tekrar Karadeniz'i ağartmaya koyduğunda, iliklerine kadar
tebessüm ediyordu. Biliyordum, vatan "intikam" diye ayağa kalktığı gün, o
da buradan, bu semtten başlayacaktı kefere damarı koparmağa...
- Mâmâfih, ruhumda öfke cini gezindi o saat. Günay'a şöyle
anlattım:
- - Hak uğruna gadre uğrayanların haklarının teminatı, Hak
Teâlâ'dır. Nasıl ki Yeditepe'nin ihtişamı başımızı döndürüp bizi
yapacağımızdan geri bırakmıyorsa, Yedikule zındanlarının hayâl edilmez
kâbusları da oynatamaz yerinden yüreğimizi... Gül benizlim, kıralım korkunun
zincirlerini, nasıl düştüysek öyle kalkalım!..
- Yeğenim ya vazifesini yapmış olduğunu hissediyordu, yahut el
ayamın acısını çocukluğunda bırakarak gelmişti buralara:
- - Sevgilinize de uğrayalım mı şuradan?
- e. Beşinci Hüviyet: Diyarbakır
- Gecenin o saatine kadar aldığımız yollardan daha uzununa
çıktığımızı farketmiştim. Bu yolu aldığımızda, geri dönmemizin vâde
kabımıza sığmayacağını düşünüyordum. Bir hayli de yorulmuştum:
- - Diyorum ki rüzgâr gülüm, ilaç şifâ verdi sanırım; fazlası
zarar her şeyin...
- - İnsan her zorluğu fazla addeder. Halbuki sonunda belli olur bu.
Asıl korkulması gereken, yarım kalan tedavilerdir.
- - Kabul ediyorum, lâkin tabanlarımın üstünde bir adım atacak
mecâlim kalmadı.
- - Ben anlamam, güneş doğacaksa ay batacak!
- "Sen başta adını değiştir" mi deseydim? Diyemezdim.
Diyemeyeceğim için de, Şehidlik Semtine kadar sıktım dişimi. Gözlerim birbirinden
ayrı görmeye başlamış, kulaklarım ruhuma her kelimeyi iki defa iletir olmuş bir
hâlde, şu şarkıyı dinledim:
- "Behey Santa Lucia körlerin süt annesi
- Sen benim gözlerime merhem değilsin -bırak!
- Ben bir Mesih isterim eliyle dokunacak
- Ve fışkıracak yerden göğün mâlikânesi..."
- Yeğenim:
- - Haşmetmeâb Ulu Hakan, takdim ederim... Çevresinde Hamidiye
Alayları'nın beyleri halkalanmış, "Allah Vâhid, Sultan Hamid" diye slogan
atıyorlar. Eritre'den Moro'ya kadar, vaktiyle İslâm ile şerefyâb olmuş cümle
İslâm diyarı, "pâdişâhım çok yaşa" diye onlara eşlik ediyor.
Herbirinin ruhunda kurtuluşun düğümü duruyor, birbirini gözlerinden
tanıyanların...
- O esnâda dehşet verici bir manzaraya şahid oldu, kapandı kapanacak
gözlerim. Halife İkinci Abdülhamid, bana yöneldi. İnanılmaz bir kelâm döküldü
mübarek dudaklarından:
- - "Ulu Hakan cennetlik" diye yüceler yücesi bir söz!..
- Birdenbire can geldi hücrelerime:
- - Kimin sözü, diye sorucu oldum.
- Cevab alamadım. Edebsizlik ettiğimi düşünerek bir daha da
soramadım. Gözbebeklerim kurşun gibi ağırlaşmış bir hâlde, ağır ağır
tenezzül eden devi takib etmeğe çalışıyordum. Ancak kafamın içinde hiçbir zaman
esrarına vâkıf olamadığım bir tezad vücud buluyor, zihnim sanki bedenimden
sıyrılmış, zehir zemberek çalışıyordu:
- - Sebebler âlemindeki destanlık merhameti bir yana, neticelerin
üstünde "kadere rıza" dediğimiz kemâl hâlde imânı, ondan öğrensin
insanlık...
- Gecenin final müziği "Under Pressure" içime ince ince
işlerken, kendimi İstanbul'da, yatağımda buldum. Nasıl döndüğümüzü hiçbir
zaman öğrenemedim. Ama damağımda tarifsiz bir lezzet vardı; şayet yastığımın
yeni bir azizliği değilse, Ulu Hakan'ın pâk eli saçıma dokunmuş olmalıydı.
-
- ÜÇÜNCÜ MÂHİYET: EV
- (Yazıcılar)
- İki gecelik tedâvi sonrasında, hapishane ve karakol mezâlimini
tamamen unutmuştum. Bir üçüncü geceye, dolayısiyle küçük yeğenim Nâci'ye
ihtiyacım kalmamıştı. Zaten onun arabası da yoktu.
- Artık yepyeni ve taptazeydim. Hani ruh bedenden ayrılır ve biraz
yukarı yükselip yerde yatan cesedini seyreder ya, ben de bunun gibi, başıma yediğim
taş sayesinde önümde açılan hayat imkânlarını seyretmiştim. Taş deyince, lâfın
gelişi söylemiyorum. Bundan yedi sene önce, ilk doğduğumda, ebelerden bir ebenin,
(Lonfellow) diye tanımadığım birinden getirip sunduğu şu taşı kasdediyorum:
- - Gençlik insanın başına hayatta ancak bir defâ gelir!
- Ve kafasına saksı düşen genç karikatürü; şahsımda bütün
dâvâ arkadaşlarımın bu cinsten bir şuur kaybına uğramış olduğunu mu anlatmak
istiyor ne?..
- Yoldaşlarımın imânına hasmâne bir şâhidlik vesikası olduğunu
düşünüyorum ama, kendim için bu kadar tatlı bir mânâsı olduğunu
söyleyemeyeceğim. Onlar, şu gençlik şiirimdeki hasretin hedefi olarak, küfrün
işkencehâne ve zındanlarında arınırken, ben içimde cinler envâi makamdan
şarkılar söyler bir hâlde, bahsedeğmez bir solucan gibi yatağımda kıvranıyordum.
- Nasıl ki uçsuz okyanusun ortasında günlerce azgın dalgalarla
boğuşan bir adam, son bir takat getirerek gökten düşmüş bir sal parçasına
tutunur, o ân bütün yorgunluğu gitmiş ve yeniden can bulmuş gibi olur, ama daha bu
hâlin üzerinden dakika geçmeden, kalasları birbirine bağlayan iplerin kuvveti
kesiliverir... (Madem ki ağlamak günü değil, zevk tab'ınıza arzederim!)
- İşte böyle, bir nefes payı huzuru müteakib, "İri
Hikmet"le tanıştım. Bir karış endamiyle, pek iri göstermiyor; dahası, baba
tarafından eski bir dost olarak görünüyordu. Yılan gibi sızdı ocağımıza ve ilk
fırsatta boynumuza dolandı. Ekmeğimizi çalıp, suyumuza pisledi. Feryâd figân ayağa
kalkıp cevap vermeğe çalıştım. Hıncımı görünce korktu ve benimle mutabakata
vardı. Babamı şu kadar senedir tanıdığını söyledi. Tam ona inanıyordum ki ,
üzerine gölgemin düşmesinin verdiği korkuyla, ortadan kayboldu. Bu da benim için
ayrı bir zulüm vechi oldu. Neticede bambaşka bir keyfiyete geçtik. Artık
yapabileceğim bir tek şey kalmıştı: Son bir gayretle çatı katına kadar zahmet
edip, gerisini zahmetsizce hâlledivermek; zîrâ bu beşinci mevsimin rengi, "yok mu
yok"tu.
- Merdivenler ayaklarımın altında inleyerek kıvrıldı ve boylum
boylum uzadı. Tam son kata gelmiştim ve gözümü yeisle çıkacağım son yüksekliğe
dikmiştim ki, çat, kapı açıldı. Küçük yeğenim Nâci:
- - Altundan bir kalbiniz olmalı, ben de tam size geliyordum.
- Vücudumun elektriği o ân gitti ve tek kelime söyleyemedim. Fonda
"Innuendo" vardı.
- a. Khaos: Halamın Hânesi
- "Gel, gel" diye içeri çekti beni yeğenim. Bana evimizin
benim yokluğumda çıkılan en üst katını gezdirmek istiyordu. Orada, gözlerimi bir
kademe açan dayanılmaz bir müzik oldu. Sordum:
- - Mühendis zevki mi bu?
- - Merâgî; mûsikîmizin ideler âlemi...
- Güldüm:
- - Birisi bana makamları öğretse diye heveslenirdim hep.
- - Önce "hiç" vardı, "hep" bundan doğdu. Tıpkı
boş bir arsada bir binâ bitmesi gibi...
- - Nedir şu mühendislerden bu milletin çektiği!..
"Hiç"ten "hep" doğduğunu iddia etmek, "hiç"in
"hep" imkânını içinde barındırdığını kabul etmekle mümkündür.
Tıpkı bir "idea"nın "yapmak" keyfiyetini içinde barındırması ve
bu keyfiyeti doğurması gibi... Sokrat'ın, mütefekkiri bir "ebe" gibi tasvir
etmesi, bu yüzdendir. Eğer her şeyden önce "idea" olmasaydı, her şey ne
kadar mânâsız olurdu; yâni olmazdı.
- "Güzel" dedi Nâci ve bomboş olan hânede beni daha fazla
dolaştırmadan, şunu okudu:
- "El yordamına gerçi alıştım denebilir
- Elimle hayâlini kurmaktan yüzünüzün
- Fakat akşam olunca o ne yaman bir hüzün
- Körebe oynuyorum gölgemle ve birdirbir"
- Halamın hânesinden çıktık ve bir kat aşağıya indik.
- b. Gaia: Büyük Amcamın Hânesi
- Girdiğimiz dairede, olması gereken herkes vardı. Herkes ayrı bir
dünyada kendi işini yapıyordu. Sanki hiç kimse yekdiğerinden haberdar değildi.
Üstelik hiçbiri, bizim geldiğimizi farketmemiş ve selâmımızı almamıştı. Odadan
odaya cennet kokusu gibi dolaşan Itrî müstesnâ... O ki, bana, başıma yediğim
büyük darbenin, bir büyük hikmetten mütevellid olduğunu düşündürtmüştü bir
ân... Şu sözümona "herkes"in perişanlığında...
- Yeğenim şuradan başladı:
- - Toprak, anadır. Daima dişi ve doğurgandır o. Bir mühendis,
varoluşunu ancak toprağa yönelerek gerçekleştirebilir.
- - Evet, ilk müşahhas, ilk prensip... Itrî'nin "musikîmizin
pîri" addedilmesi gibi, "arkhe"de "kevniyatın esası"dır.
Tefekkürün demiyorum, dikkat et, kevniyatın diyorum. İlk filozoflar, deli danalar gibi
"ilk felsefe"yi aradılar; "ilk felsefe"nin "arkhe"nin
olduğu yerde olacağını düşündüler. Ama "arkhe" neredeydi? Doğrusu bunun
tefekkür bakımından çok fazla önemi yoktur; tefekkür için "arkhe",
"arkhe" dediğimiz yerdedir. Bu da bizi şu düşünceye götürür: Din,
tefekkürün anasıdır. Başka bir deyişle, "nakl", "akl"dan
öncedir. (Mâturidî itikad)...
- "Gece geçmez karanlık Leylâ bir hiç gecede
- Hiç diyorum hiçbir şey ne bir şekil ne ışık
- Bir karanlık sadece karanlığa dolaşık
- Yokluğunsa yok mu yok sureti düşüncede"
- "Hârika" diye el çırptım. Moralim giderek düzeliyordu.
Zira yeğenim, Üstad'ın "yok bir var" dediği, yokluğun Allah'ın mahlûku
olarak var olduğuna işaret olduğunu sandığım noktanın idraki safhasındaydı; aksi
takdirde "bütün menfîliklerin nisbet noktası" olan sevgiliyi dile
getirmezdi.
- Bir kat daha indik.
- c. Eros: Babamın Hânesi
- Hesiodos, "Khaos"un yanına "Gaia" ve
"Eros"u ilâve etmiş, böylece oluşu üç unsura ircâ etmişti. Herşeyden
önce olan yokluğun yanında, Arz ve Aşk adında iki uydurma ilâh, iki put...
Gelişigüzel serdedilmiş ve unsurları ruhta ve akılda asla biraraya gelmeyen bir
yaratılış telâkkisi... Oysa sadece Arz ve Aşk'ın izdivâcından bahsetseydi, bu bize
daha mânidar gelecekti...
- Yeni girdiğimiz dairede, böyle düşünüyordum. Bunu, Dede
Efendi'nin aşkın kendisi kadar lâtif bestesi, "Yine Bir Gülnihâl"in tahrik
ettiğini itirafa mecburum. Sanki benim yokluğumda bekâya karışmış olan rahmetli
anneannem evden hiç çıkmamıştı; öylece Kur'an okuyor, namaz kılıyor, ağlıyor ve
hayattan tek öğrendiği olan bu üç şeyi, beni düşünmeğe sevketmek için
yapıyordu. Bu sırada yeğenim, şöyle bir fetbazlık yaptı:
- - Mühendisin kendisini düşünün; nedir?.. Kurulmuş saat, terbiye
edilmiş köpek, programlanmış robot... Affınıza sığınırım, aşk ve onun
ürettikleri de böyle geliyor bana...
- O zaman tepemin tası attı:
- - Sanıyorlar ki, "demiurgus" adını verdikleri
"Mübdî", gayrışahsî bir ilk illettir, bir ilk muharriktir, gerisini
bilmez... Felsefeciler bu noktada, Homeros'dan çok daha geri bir irfan dalındadırlar.
Zeus, itin tekidir ama, hiç olmazsa dinamik bir kavramdır. Mâmâfih
"demiurgus" mefhumunun, felsefî kavramlardan bir kavram olmaktan çıkarılıp,
tefekküre ciddi ve aslî bir zemin açılması elzemdir. Aksi takdirde "hiçbir
şey" olarak başlayıp zaman içinde "çok şey" olmuş, ama "her
şey" diye âh ettikçe, başlangıcındaki nasibinden başka bir şey bulamamış
olan felsefe, aklı büsbütün iptâl etmeğe kadar varacaktır. Belki de
"ekzistansiyalizm" adı altında vardığı yer, burasıdır. Bence, gündüzün
geceye muhtaç olması gibi, tefekkür bu dipsizliğe muhtaçtı.
- - Bana da o zaman şöyle demek düşüyor:
- "Aşk nasıl yazılır ve nasıl verilir selâm
- Nasıl tarif edilir sonsuz kere perdeler
- Ya güzel ne demektir - güzel şey midir kader
- Noktalar üç olunca niçin susuyor kelâm?"
- - Susar, dedim, susması gerekiyor.
- Bir kat daha indik.
- d. Erebos: Küçük Amcamın Hânesi
- Bu kat, zifiri karanlıktı. Hiçbir şey görülmüyor ve
seçilmiyordu. Dedem bırakıp gittikten sonra, orada bir hoş sadâ kalmıştı sadece:
Musikîmizin zifiri karanlığı Hacı Ârif Bey... Şöyle düşündüm:
- "Burası terkedilmiş olmalı. Tıpkı benim gibi. Baştan ayağa
bir âfet bölgesi."
- O sırada yeğenim şunları söyledi:
- - Burası terkedilmiş. Tıpkı Hacı Ârif Bey gibi. Oysa ne muhteşem
bir hafızadır o. Kendisinde musikî adına herşey bulunurken, kendisi baştan ayağa
gece olan dev bestekâr... Mevlevîlik kapanınca gelmişti ve zihninde Allah
Kelâmı'nın ışığı yoktu; nasibi "dergâh" değil, "harem"
oldu...
- - Senin zanaatinden neye benzetirsin onu?
- - Bir mezar taşı, bir türbe...
- - İyi ya, ben de "nous" diyeyim o zaman... Gece ile
gündüzün birlikte var olması gibi, "nous" da "logos" ile beraber
ortaya çıktı. Nous ile logos, prensipte bir ve aynıdır; ikisi de
"akıl"dır. Fakat nous "madde" iken "logos" ruh, nous
"ifade" iken logos "mânâ"dır. Nous'un, varlığın içinde olan ve
oluşu meydana getiren prensip olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre de nous,
"intizam hâlinde hareket"tir. Günümüzde ne oldukları iyice muammâ hâline
getirilen bu kavramlardan nous'u, "ayın karanlık yüzü" olan "var bir
yok" mahiyetinde ele almak, onun bütün bir düşünce tarihindeki seyrini de
kucaklayıcıdır. Velhâsıl logos "söz" ise, nous'u da "söyleme"
olarak anlamak, bana mâkul geliyor.
- "Karanlıklar ülkesi âb-ı hayat çeşmesi
- Ölümsüzlük içinse mermerini kırınız
- Yoksa dalında kalsın beyaz gülden sırrınız
- Sussun ölümsüz sussun kabirlerin nefesi"
- Bir kat daha indik.
- e. Aitheros: Herkesin Hânesi
- Zemin kata gelir gelmez, Nâci konuşmağa başladı:
- - Siz burayı benden daha iyi hatırlarsınız. Ben o yıllarda yeni
doğmuştum. Aile Reisinin itinâ ile arayıp seçtiği toprağın üzerine bu temel
atılmıştı. Obamızı teşkil eden aileler, cümbür cemaat burada toplanmıştı.
Dışa karşı ne kadar mânâsız olursak olalım, bizim için bütün mânâ
burasıydı. Evimiz yükseldikçe ailelerin birer birer rahata ereceğini hayâl etmek
için, mekânın başladığı yere getirdim sizi. Nihayet başa döndük ve burası yine
herkesin hayâline mekân. Ama şimdi zarûret yok, hürriyet var; zarûretin tayin
ettiği hürriyet. Bu mekân, içine ne koyarsan odur ve bu hak, herkesin paşa keyfine
göredir. Niçin içini Tanburî Cemil Bey ile doldurdum, anlatabildim mi?
- - Sus, sus, dedim, sen anlattıkça çocukluğuma döndüm adetâ.
Benim için hayat bu mekânda başlamıştı. Şehir ve memleket burada doğmuştu. Şimdi
daha iyi görüyorum. Ben siyâsî zulmü izâle etmek için, "gizli şiir" ile
meşgul olurdum. Askerî zulmün izalesi içinse, "açık fiil"e attım
yüreğimi. Nihayet halk zulmü karşısında "gizli ve açık fikir"i seçtim.
Ama bütün bunlar benim irâdem dışında oldu. Yaptığım yaptırandan geldiyse eğer,
böyle yaptırıldım ve bunların herbirinin sırasına kimbilir kaç defa muhatap olurum
ömrümde. Belki de benim için her şeyin sonu geldi. Ah bu aydınlık içimi
bayıltıyor! Logos hakkındaki sır açıklanmaz herkese/ O öküzün gözünün içinden
geçen tren/ Göze gâib hüviyet dikkat edince sese:/ Odur elimden tutup beni size
getiren/ Siz de onu getirip bana veriniz lûtfen!..
- - "Esir" kelimesinin lûgat mânâsı şudur: Bütün
kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve
harâretin yayılmasına vasıtalık eden madde. Görülmeyen ve varlığı bütün ehl-i
ilimce kabul edilen lâtif, rakîk, elastikiyeti hâiz seyyâl madde... Farkında
mısınız ki, bugün o meşhur 3 Ağustos gecesi; ne olduğu başından belli olan
doğum... Şimdi dilerseniz, çizgi âlimlerinden hiç görmediğim bir karikatür olup,
"dünyayı yutmağa davranan muhteris"i oynayabilirsiniz... Haydi, şimdi vurun
kendinizi çatı katına, "oyun bozan" Saddam trajedisi derim ben buna...
- Demek çatı katına ve ne niyetle çıktığımı biliyordu. Bense
şimdi ne olacağını gerçekten bilmiyordum. Gözlerimi bir projektörden korur gibi,
kendimi yeğenimden korudum. Nâci'nin "esir" diye Yunanî bir kelimeyle izaha
çalıştığı, varlığımı çevreleyen suya yeni bir taş attım. Gerisini
biliyorsunuz:
- "Mektubuma nihayet veriyorum burada
- Selâm ve hürmet eder gözünüzden öperim
- Bilmez miyim sevgilim Allah Azîz ve Kerîm
- Hani çıkacak daha ne roller var sırada..."
-
- Hâmiş: Allah-ü Teâlâ, En'âm Sûresi'nde, insanlardan
bazılarını cinleri Allah'a ortak etmekle suçluyor. Eflâtun'un, Olimp Tepesi'ne
mukabil "İdeler Âlemi-Kavramlar Tepesi"ni kurduğu söylenir. Ve İBDA
Mimarı, putu, "irâdenin zaptına muhatapken, hükmü altına girmek" diye
tarif eder. "Yunan ilâhları"ndan arındırılmış bir edebiyat altyapısı ve
tarih kültürü için, bunlara dikkat edilmeli diye düşünüyorum. "Küfrün
kaynağı"na dair mülâhaza!..
-
©Akademya Dergisi '98
|