ÜÇ AĞUSTOS GECESİ

Feyyaz Aksakal

"Dünya bir tiyatrodur!"
İnsanlar suları pürüzsüz satıhlar sanırlar. Oysa sular içiçe geçmiş halkalardan oluşan hayret verici bir çehreye sahibdirler. Onun maskesini düşürmek için, yüzüne bir taş atmanızı sağlık veririm.
Zaman da su gibidir. Onun bu özelliğini sadece geçip giderken farketmek, onu farketmemek olur. Zaman, içiçe geçmiş halkalardan oluşan bir yapı arzeder. Bu halkalara biz "hayat imkânları" deriz. Bir çocuk dünyaya geldiği zaman, suya bir taş atılmış gibi, hayat imkânları da halka halka açılıverirler.
Benim anlatmak istediğim üç kara gece, acı bir doğumla maskesi düşürülmüş zamanın bu kabil üç halkasından ibarettir. Siz beni nasıl görürsünüz bilmiyorum ama, ben kendimi dışıma çıkmadan görmek kudretinde değilim. Dışıma çıkmam da, ekseriyâ gayri ihtiyârî başıma gelen bir hadisedir. Rüyâ gibi.
İngilizler'in "âşık olmak" gibi bir fiil kullanmadıklarına, o şeytânî milletin ancak "aşka düşmek" diye bir fiili bildiklerine dikkat etmiş olanlar, ne demek istediğimi anlayacaklardır. Aksi takdirde bu hikâyeyi şu üç noktayı serdederek bitirmem gerekecekti ve öyle olmadığı için de ben bir hikâyeciyim.
Birinci imkân: Tam üç yıl hapis yattım.
İkinci imkân: Tam üç gün nezarette kaldım.
Üçüncü imkân: Tam üç hafta evimde esir hayatı yaşadım.
Şu hâlde, bunlara benzer şeyler yaşamışlar için konuşuyorum...
İlk iki hayat imkânı, bir bakışta tefrik edilemeyecek kadar birbirine bitişiktiler. Onlara bitişik gece de, yıllar sonra evime dönmüş olmanın şaşkınlığındaydım. Etrafımı üç erkek yeğenim halkalamıştı. Üç kız yeğenim, kızkardeşim ve yokluğumda evimize gelin gelmesi kararlaştırılmış kızcağızı mutfağa sepetleyip, başbaşa dertleşmeğe koyulduk. Arslan parçalarım bana kavuşmuş olmalarının ışıltısı ile gözlerimin içine bakıyor ve beni dinliyorlardı:
- Çocuklar, ne hâlde olduğumu size anlatabilmem için, ya şuracıkta kıvrılıp üç sene uyumalıyım, yahut -Allah muhafaza- benim yaşadıklarıma benzer günler yaşamalısınız. Şu ân kafasına bir balyoz inmiş de, hayata dâir bütün mânâsını kaybetmiş biri gibiyim. Hani Homeros "öldü" demek yerine, "gözlerine karanlık indi" der ya... Öyleyim çocuklar! Beni bıraksanız da, "kör" diye bir şiir söyleyerek hâlimi arzedebilsem size...
Yeğenlerimin en büyüğü olan Şenol, lâfı burada ağzımdan aldı:
- "Öldü"de ne demek evimizin direği, bu gece sizin doğduğunuz gecedir. Bütün yeni doğmuşlar gibi feryâd etmenize hak veririz belki, lâkin sizi bırakmamızı istemeyiniz bizden; yapamayız doğrusu... Ah ne mesud bir gün bugün, Alparslan şanlı ordulariyle Asya kıt'asının kapısına dayandı!
Onun emsâli Günay ona hak verdi:
- Amcaoğlunun hakkı var. Bizler ki, sizi görmeden geçtik gençliklerimizin eşiğini. Düşünün ki, sizin ırağınızda geçen her sevinç ânımızı, sizin hasretinizin gözyaşından hayâli bozdu daima... Sizi bırakmamızı isteyeceğinize, şu visâl yücelerinden kendimizi teker teker atıp gebermemizi isteseydiniz, bu bize itaati daha kolay bir emir gelirdi.
Bu sözler üzerine bizim sürünün en gerisinden gelen Nâci'nin gözlerine baktım:
- Sen ne dersin Teknik Üniversite'nin kardelen çiçeği? Sen ne Şenol gibi serseri, ne Günay gibi askersin. Onlardan daha az yakışıklı ve benden daha az zekî değilsin. Sen söyle bakalım, şu ölü doğmuş adam gidip bir ayı uykusuna mı yatmalı bu gece, yoksa hayat imkânlarının dümen suyunda bir çengiye mi vermeli kendini?
- Fermân pâdişâhın, dağlar bizimdir!
- İyi ya o zaman, fermânım sizin dağlarınız olsun...
Buna göre, ilk gece Şenol'un dâvetlisi olacaktım. Bana bir gecede üç senelik zından azabını bütünüyle unutturacak eğlenceler yaşatacaktı. İkinci gece de Günay, üç günlük karakol zulmünü def ve izâle etmeyi üzerine almıştı. Eğer bu ikisi taahhütlerini ifâ ederlerse, üçüncü gece serbest olacak, dilersem uyuyabilecektim. Şayet iki gece eğlendikten sonra başımın dumanı gitmezse, bu defa Nâci hünerini gösterecekti. Bütün bunlardan sonra, yeni doğmuş bir mâsum olarak hayatın kollarına atabilecektim nihayet kendimi.
BİRİNCİ MÂHİYET: ŞEHİR
(Seyirciler)
a. Birinci Hüviyet: Bakırköy
Şenol ile ben, onun eski model Volga'sındaki yerlerimizi almıştık. Çılgın şoförün marşa basmasıyla İstanbul'un bir yarısını geride bırakmamız arasında sadece birkaç dakika oynamıştı. Ona ne yapmak istediğine dair birkaç soru sormak isterdim. Fakat yelkovan bile ona yetişmekten âcizdi, nerede kaldı benim, Dostoyevski'nin "budala"sı gibi, gideceği yere daima rötarlı varan aklım...
Kendinden emin bir kamburlukla gazı kökleyip, beni İncirli Caddesinde bir lokantaya getirdi. Lokantanın kapısından içeri adımlarımızı henüz savurmuştuk ki, garson kıyafetli bir adam, bizi görür görmez bir masanın üzerine zıplayarak şöyle bir selâm verdi:
 
"Sizi görmüyorum ya hiçbir şey görmüyorum
Oynamadığım bir bu rol vardı hayatımda
Sanki zaman bir umman ben de mercan bir ada
Dalgalar delirdikçe kafamı gömüyorum"
- Sesinden tanıdım seni, şairler sultânı Bâkî'sin sen!
- Nâm-ı diğer, şiirin "sultânî haşmet"i...
- İyi ama...
- Gelin şöyle kuzum, yaklaşın da anlayın beni. Asırlar var ki, burada sizi bekliyor ve başımda dönüp duran nesillere "ilhamsız şiir"in imkânsızlığını anlatmağa çalışıyorum. Sizden bana meded, benden size himmet! Kurulun başköşeye ki, peri kızlarının gözlerine bakma nasibinden mahrum homongoloslar, tanısın şiiri...
- Yoğ yoğ, ben sizin iltifatınızı haketmiyorum.
- İki dakikada başınıza bulutların şaşaasını tâc etmezsem, hiçbir şey bilmiyorum. Yeter ki, siz bana iltifat edin. İki dakikacık sokulun masama, bakın hangi cennet yemişleriyle donatacağım sofranızı...
Bu teklif üzerine Şenol'a döndüm. Yeğenim mânâsız bir tebessümle koluma girdi ve beni geldiğimiz kapıdan dışarı çıkardı. Tekrar otomobile atladık ve yola düzüldük.
b. İkinci Hüviyet: Beyoğlu
İkinci menzilimiz İstiklâl Caddesinde bir kafeteryaydı. Yeğenimin, beni buraya getirirken, asfalt boyunca hiçbir işaret ve işaretçiye aldırmaması, içimde bir korku peydâ etmişti. Ama girdiğimiz mekânda tanıdık bir ses duyunca, pazar yerinde kaybettiği annesini görmüş bir çocuk gibi sevindim:
"Yollarda arıyorum sizi bir âsâ ile
Bir sağa ve bir sola sürtüp sivri ucunu
Söylemek istemezdim -söylemeliyim bunu
Her adımda bir hâil her nefeste hâile"
- Nef'î, hay Allah iyiliğini versin senin!.. Selâm niyetine kalayı basacaksın diye, mısralarını yüreğim ağzımda dinledim vallahi!
- Siz de mi ömrümün yarısı, siz de mi?.. Mânâsız şiir ayyûku tutmuşken, siz de mi şu zavallı "hamâsî belâgat" çiçeğinden alacaksınız hıncınızı?.. Benim mânâdan başka ne dâvâmı gördünüz bugünedek?.. Hukuk yoksa azîzim, Hak unutulmuşsa, mânâsı gitmiştir hayatın. Siz bahşedin şu hâlde, "Sihâm-ı Kazâ"dan başka ne gerek?.. Tövbe, tövbe!..
- Dur canım, celâllenme hemen... Anlat hele, ne işin var burada, ne demek istemektesin bana?..
- (Yeğenimi kasdederek) Şu armut sapı boyunlu çiğ eti defet bakalım şuradan, sonra otur kahvemin dumanına karşı, çıkarayım sadağımdan yakası açılmadık bir tunç temren...
Bunun üzerine yeğenim bir minibüsçü küfrü savurup, yeniden koluma girdi.
c. Üçüncü Hüviyet: Beşiktaş
Gümüşsuyu'ndan Dolmabahçe yokuşuna sarkarken, bundan önce gördüklerimi kafamda bütünleştirerek, yolun bundan sonrası için bir serrîşte arıyordum. Şenol'sa bana izahat vermek yerine, gaz pedalını kökledi, Volga altımızda balık gibi çırpındı ve bizi Şair Nedim Caddesinde bulunan bir pastahanenin önüne attı. Ah, burayı bir yerden hatırlayacağım!
"Seslerden tanıyorum bu dost evet bu düşman
Anlıyorum annemdir yoklayınca omzunu
Babamın bilmiyorum nerede olduğunu
Siz olmayınca dünyam burnumdan çıkan duman"
 
Sanki hapisten önceki hayatım, "önceki hayat"tı. Ben o zaman zarif bir kâtiptim. Göksu Deresinde tenini güneşten şemsiyeleriyle koruyan âfetlerin sandallarına karşı bıyık buruyordum. Bütün acemi çapkınlar gibi, heyecandan tir tir titriyor ve kavurucu güneşin altında üşüyordum. Burnumdan duman çıkıyordu, ama vazgeçmiyordum.
- Efendimiz şeref verdiler, biz zâtıâlilerine "garamî hassasiyet" bulutunu rahmete getirdik, başından ak zambak yaprakları döker gibi, yağmur tadında selâmladık. Fakat o istiskal bize, bin âfetten beter bir harâbiyeti revâ gördü. Yârabbi şükür!
- Nedîm, diye ona mukabele etmek istedim, ama ruhum öyle farklı bozkırlardaydı ki o sırada, bir türlü heyecanımın hançereme attığı düğümü çözüp, şu tılsımlı çayıra inemedim.
Şair hâlime âşina gibi konuştu:
- Şimdinin şairleri tabiatı tanımazlar. Sümbülleri, nergisleri, ayva yapraklarını, ayıpençelerini kitaplarda görürler. Kuğularla, tavuslarla, boynu bükük turnalarla düşlerinde dertleşecek olsalar, karabasan sanırlar. Sevgiliye beyaz bir gül vermek gerekse, naylonunu bulurlar. Unutmabeni çiçeği, fıstık ağacı, acıbâdem, alaçamlar, karaçamlar, bilmedikleri bir lisâna ait kelimelerdir. Bir de utanmadan şiir söylemeğe yelteniyorlar ya, maymun gibi açıkta ayıplariyle...
Yeğenime döndüm. "Tut beni" diye inledim. Sırtladı ve oradan pirincin taşını ayıklar gibi ayırdı.
 
d. Dördüncü Hüviyet: Beykoz
Camı sonuna kadar indirmiştim. İkinci köprüden geçerken, suratıma çarpan rüzgâr sayesinde, içimdeki baygınlık çivi gibi bir kızgınlığa kalboldu. Şenol'a söylenip durdum. Bana, o cânım Suriçi'ni gezdiriverseydi de, bütün bunları yaşamamış olsaydım. Gözünü sevdiğim Bilâd-ı Selâse; Rahmânî Üsküdar, İlâhî Eyüp, Köhne Galata... Şu git git bitmez karanlık ormandansa, Kanlıca'da yoğurt şekerlemeğe bin defa râzıydım.
- Ulan hıyarağası, benim bildiğim sen serseri mayının tekisin, nasıl olup da bu şairler ordusuyla muarefe edebildin?
- Meslek sırrı!
- Şeytan görsün senin mesleğini! Ama anzavuroğlu baksana, bir şey dikkatimi çekti: Bunlar niye herbiri garson?
- Genç şairlere hizmet için...
Derken Beykoz'un dışında bir mağaraya yanaştı arabamız. Farlar söndüğünde, mehtabdan bulduğu izle kayaları ebedî bir azab gibi hırpalayan dalgalar daha da yüreklendi. Terbiye görmemiş sokak dövüşçüsü, karanlıktan korktuğumu bilmezmiş gibi, cebinden bir çakmak bile çıkarmadan, beni ziftli bir duvara benzeyen mağaraya sürüklüyordu. Ne var ki, biz daha bir adım atmadan, derinlerde bir şimşek çaktı:
 
"Rüzgâra çarpa çarpa yürüyorum başımı
Şura deniz olmalı ben gibi çırpınıyor
Maviymiş -ne demekse- anlamak ne kadar zor
Kelimeler bir onlar anlıyor telâşımı"
Birden göğsüm, atlıkarıncaya giden bir çocuğunki gibi oynadı:
- Fuzûlî!.. "Beşerî rikkat" ağacı!.. Nefsi dilenci, ismi yetim, uzak kalmışların sevgilisi, ey!.. İçinde seni görmek olacağını bilsem, her yaşım için bir defa daha gelirim şu Esfel-i Sâfilîn'e...
- "Kalb kalbe karşıdır" derler gözlerimin sevdâsı; hoş görürseniz kâşânemi, buyurunuz, ilm-i şiir sazından iki tel koparalım.
- Karanlıktan çıktım, karanlığa vardım. Buymuş demek alınyazım. Varsın körkütük dönsün feleğin çarkı. At bir tütün Türkmenoğlu, başlasın şölen...
- Ben hep kaçtım yiğidim; dün de kaçtım, bugün de kaçıyorum. Şiir okumadan şair oluyor zamâneler. Homer'i duymadan, Dante'yi görmeden, Shakespeare'i bilmeden, Göthe'yi tanımadan, muhtelif kültürlerin muhtelif hassasiyetlerini anlamadan ve güneşin anavatanı Şark'a dönüp bakmadan şair çıkıyorlar. Müşteri Yıldızı adına, nasıl kaçmayayım vebâdan. Hizmetkârlığım yarasalara ancak, bir tek onlar düz duruyor zirâ...
- İçimde konuşuyorsun sen benim. At bir tütün daha, rüzgâr felâket bu gece...
Fakat sigaramı uzatan yeğenim oldu. Bir de alev alev yanan gözlerini çalkaladı ki, hiç bitmemesini istediğim bir ânın bittiğini anlamak gibi öfkeyle doldum. Onu mağaranın dışına sürükleyip bir güzel azarladım:
- Ne oluyor arslanım sana?.. Nereden çıkıyor ikide birde bu "eyvah ağabeyim" sahnesi?.. Niçin alıyorsun sevgililerimi elimden, bir çocuğun gözünün önünde şeker yürütüp, sonra da onu kendi ağzına atar misâli?..
- Bir şair olmamanız için...
Bu söz adalelerimi canım çıkmış gibi gevşetti. Herşey o kadar açıktı ki, hakikati görmek için şu zifiri karanlık bile fazlaydı. Boynumu kırıp, Fuzûlî'nin yanına döndüm:
- Gitmek zorundayım.
- Anlıyorum.
e. Beşinci Hüviyet: Bostancı
Kısaca "Cadde" tabir edilen piç yolda, bir BMW ile bir Honda'nın kapışması âdeta üstümüzde son bulacaktı. Fakat trafik problemlerini çözmede, Şenol'un eline su dökecek yoktu. Otomobillerin üstünden ve apartmanların altından nasıl geçip yolun nihayete erdiği yere geldiğimizi, ipe çekseler söyleyemem.
- İşte Bostancı Parkı, "Dersaâdet" isimli dilberin saç modeli!..
Parka bakan çay bahçesinde şu mısralarla selâmlandık:
"Sizi görmüyorum ya görmüyorum hiçbir şey
Hatırlamam onu da nasıl bir duygu görmek
Korkarım bu karanlık mezarımda bitecek
O zaman göreceğim belki ben de ulan hey!"
- Sen de kimsin, şiir söyleme cenginde muzaffer olmuş kişi?..
- Şair demek, "ehl-i hâl" demektir. Ey sîmâsı kızıl şarap gibi köpüren can borcu, ne gördünüz bizde de zafer buyurdunuz?
- Şeyh Gâlib!.. Zafer senin kulağına okunmuş ezandır...
- Şiir demek, "bediî zarâfet" demektir. Nerede o zarif prensesleri kule azablarından kurtaran kibar prensler ki, şiirde kalıp nedir gösterecek? Şiiriyyet yarıyarıya musikîdir. Vezin dersin ağlar, kafiye dersin güler ve oturup şiir diye nasıl kadın okşadığını yazar; hâli ne ki, şiiri ne olsun... Şiiri kalıptan arındırarak marifet sarkıttığını zanneden şair, kadınını derisini yüzerek sevmeyi deneseydi, ne kadar çürük bir iş yaptığını anlardı. Kelâmı vezne dökmekten âciz, kırsın mevzun parmaklarını da, kalem girmesin eline...
Bu sözler üzerine, en sevdiği kimseden en sevdiği sözler işiten kimse gibi, kulak memelerime kadar letâfetle kızardım ve üzerine tek kelime koyamayacak kadar çekildi damarlarımdan hayat suyum... Fakat ayrılık vaktinin gelip çattığı, Şeyh Gâlib'in ağır ağır güneş batar gibi kapanan gözlerinde yazıyordu. Ehl-i hâl olduğu nasıl da belli oluyordu, ben gecenin final müziği "Bohemian Rhapsody"yi işitmeden, o Çamlıca Tepesinin fecr-i kâzibi gördüğünü haber vermişti. Yeğenimse, "gel beni alnımın ortasından vur" demenin zahmetli bir istiaresini avlıyordu:
- Akrep beşi soktu ağabey. Arzu ederseniz, gidip iki bardak çay devirelim de, vuralım kendimizi cennetten çıkma döşeklerimize...
 
İKİNCİ MÂHİYET: MEMLEKET
(Oyuncular)
 
İlk gece en büyük yeğenim Şenol üstlendiği görevi kusursuz ifâ etmiş ve kalbimde biriken üç senelik pası silip götürmüştü. Bir gece boyunca karşıma çıkan her zaman seyircisi, kedûretimin altı aylık kısmını ağartmıştı. Sabaha varıp, bir kez uyuyup uyandıktan sonra, kendimde bu tesiri ayan beyan hissettim.
İkinci gecenin ilk dakikalarını ise Günay'ın dörtçeker Subaru'sunda idrak ettim. Beni yanına alır almaz ne kadar mutlu olduğu, marş motorunun yapacağını yapmasıyla birlikte hiç durmayan çenesinden belliydi:
- Bunlar gariban arabaları tabiî. Yüzyirmi dedin mi, haminnemin merdiven çıkması gibi, her uzvuyla teneffüs etmeye başlıyorlar. Size "beşyüz sel" yakışır halbuki. Şöyle kurulacaksınız arka döşemesine, ah görecek miyiz o günleri, günün yirmidört saati öttürmezsem pistonları, adam değilim. Şuna bakar mısınız: Mercedes... Manita ismi gibi...
Güldüm:
- Güneşi kopar, saçıma tak!.. Eli ayağı düzgün bir (Broadway) neyine yetmiyor, denyo?
- Ee, ne demişler: Her tetikçinin dolabında ipekten bir baba elbisesi bulunurmuş. Kenar mahallenin tozu bunlar cânımın cânı; yuttun mu birkaç zerresini, hayâlini dükkânının duvarına astırıyor adamın. Alfa Romeo, Hülya Jülyet... Altında araba, evinde karı, ama iflâh olmuyorsun; hayallerimizi yakmışlar bizim, bize de yangın sönmesin diye, elde G-3, nöbet tutmak düşmüş...
- Alavere dalavere, Mehmetler gider nöbete...
Böylece, TEM'de bir hayli yol aldık. Körfezi dolaşıp yüzümüzü garb semâlarına döndük. Sevgiyle yeğenime baktım:
- Ulan, İlas gibi güzel olmuşsun ama, Şenol senden daha atik çıktı.
- Kısmet, dedi.
Sonra da lâfı değiştirdi:
- Biliyor musunuz, sizi neden uzun yola götürüyorum? Çünkü, hapishane size "küçük zulüm"dü. Sizin için asıl zulüm, üç günlük nezarethâneydi. Anlamadım mı sanıyorsunuz?.. Sizin renginizde bir döğüşçü için, hapishane yılları bin kere vatandır, düşmana asker olmak korkusuyla geçen gecelerden... Tahayyül buyurun ne büyük zulüm, can düşmanınızın canını size bekletiyorlar...
- Ne sanıyorsun güzelim, diye iç geçirdim, dünya hayatının cehennemi bu devir...
Bunun üzerine ikimiz de sustuk.
a. Birinci Hüviyet: Bursa
Şehrin girişinde bizi bir dev karşıladı. Dikkatle bakınca, onu tanıdım. Beyler beyi Osman Bey'di bu:
"Teveccüh bir teveccüh diye çöllerde Mecnûn
Gündüzün kavrularak kalkıyor düşüyordu
Geceleyin başına cinler üşüşüyordu
Keyfi gene bu körden gıcırdı nâmussuzun"
Böyle bir devden böyle bir selâm... Tüylerim diken diken oldu:
- Önünüzde baş eğmek biz fânilerin rütbesidir, Sultânım. Siz ki göğsünde rahmet çınarı bitmiş ve nesli küfre ve bid'ate cihanı darağacı etmiş bir nur menbaısınız. Hangi kara yazılı, keyfinize bir tutam halel getirebilir?
Dönüp bana şöyle bir baktı. Yolda telaşla yürürken bacağına çarpan bir çocuğa bir ân boş gözlerle bakan adamın hâliydi edâsı. Sonra gene gözlerini ufka, yukarıdaki mısralarla selâmladığı bir meçhule çevirdi. O vakit ne kötü olduğumu anlatamam. Nasibe olan açlığımı bütün şiddetiyle farkedip, kendimi yemeğe başladım:
- Sen kimsin, bir dev tarafından beklenmek ve karşılanmak kim? İşte haddini bilmeyenleri, dünyada ve ahirette bekleyen ibret budur: Hüsran... Edebsiz huzura varmak isteyenlerin hâli, abdestsiz namaza duranların hâli gibidir. İnsanların hayalarını burmaktaki maharetiyle bakanlık koltuğuna terfî edenler, dolandırıcılıktan vurduklariyle milletvekili lojmanında uyuma hakkı elde edenler, anason kokulu beyinleriyle Peygamber Ocağı üzerine oturanlar, vesaire... İstediğin, onları bekleyen vahim akıbet mi?
 
b. İkinci Hüviyet: İzmir
Yeğenim yol boyunca gene bir sürü şey anlattı. Ama bunlardan pek azı aklımda kaldı. Bursa-Balıkesir karayolunun her türlü tehlikeye açık olduğu (galiba rüyâsında görmüş), Balıkesir'deki talan çatışmasının birkaç senede yüzden fazla can aldığı, Bandırma'nın adetâ bir "gayrımeşrû" merkezi hâline geldiği ilh...
İzmir'de bir müddet yol aldıktan sonra, Göztepe semtine geldik. Ömrümde görmediğim kadar korkunç bir çift kartal gözü, Sakız Adasına doğru sarf-ı nazar ediyor ve şöyle mırıldanıyordu:
"Homeros da bir kördü - yeri gelirse şâyet
Zeus'la arasında bu kabil bir ilişki
Hayâsız bir millete hayat vermişti belki
Sahneye ben çıkınca sırf bir hiçten ibâret"
İşte bu çok şaşırtıcıydı. Kartal bakışıyla garbın âfâkını tutmuş olan dev, İstanbul Fâtihi Sultan İkinci Mehmed'den başkası değildi. Onu tanımak, beni onu görmekten iki kat ziyade ürpertti. Adetâ korkum bir pergel ucu oldu da, etrafında bir sürü sorudan daireler cevelân etti. Niçin Fâtih, aklımda olması gereken yerde değil de, buradaydı? Niçin -İzmirli olduğu da söylenen- Homeros'tan bahsediyordu?
Onun gözlerine bakacak gözüm olsaydı, huzuruna "devletlüm" diye varırdım:
- Sizi hatırladığımda, ölümüne muhasara ve fetihten başka bir şey gelmiyor aklıma. Savaşların anasını bir varlık muhasebesi olarak ortaya koymak ve onun için sadece keremli sakalının üç adımdan farkedilmesini beklemek azameti, bize sizden mirastır. Kalyonlarınızın tırmanacağı dağlardaysa kezâ gözünüz -bunun olduğuna zerrece şüphem yok- varlığımın hâsılası hâlinde bir tek istirhamım olur necib gözlerinizden: Peşinizde bir adım atmak gibi bir şerefim olsun!..
c. Üçüncü Hüviyet: Ankara
Göğsüm, seddini yıkan sular gibi kabarmıştı. Savaşların anası, gözümde tülleniyordu. Kendimi kâhin Nostradamus gibi hissediyordum. Neden sonra Günay'a:
- Neden koçum, neden beni selâm vermeğe bile lâyık olmadığım yüceler arasında dolaştırıyorsun?
- Meslek sırrı!
- Bu lâfa ifrit olmağa başladım ama...
- Öyle olmamayı öğrenmeniz için belki de... Hah, işte Ankara Kalesi!..
Kalenin üstünde bir dev, bütün bir şehirden -Atakule dahil- ve şehirdekilerden daha heybetli... Ellerini, canının ana rahminde ilk gıdasını aldığı yer olan göbeğinin üstünde kavuşturmuş, kıyam hâlinde, gözlerini yummuş, huşû içinde; şunları mırıldanıyor:
 
"İlâhî Göthe ancak ölürken farketmişti
Visâlsiz geçtiğini o muhteşem huzurun
Siz onu biraz ışık istiyor sanadurun
O budala ölürken ancak bana yetişti"
Hanlar hanı Yavuz Sultan Selim Hân... İttihâd-ı İslâm için öz kardeşinin bile boynunu vurmaktan çekinmemiş şecaat ehli... Fakat o da nesi?.. Birden içime bir kurt düştü: Sakın haşmetli kağan tekmil uzvuyla Bağlum Köyüne yönelmiş olmasın?.. Gözlerim yuvalarından fırlamadan önce yeğenimin gözlerini buldu. Günay metanet içinde "evet" der gibi çekti perdesini:
- Sultan Selim, şu ve bu bir yana, sırf mânevî istikâmetindeki isâbet ile binbir üstünlüğe sahibdi.
Ben de kapattım gözlerimi. Erime denen hâl beni almasın diye, aklımı faal tutmaya bakıyor, Yavuz'un nasıl şimşek gibi bir atılışla bütün bir Şark âlemini birliğe dahil ettiğini düşünüyordum. O vakit dilimle dişim arasına şunlar sıkıştı:
- Daima huzurda olmanın ateşidir bu! İnsanlar arasında dolaşırken, âhiret âlemini seyreder gibi bir visâl sırrrından haberdarlık ruhu taşımak; bu, odur!..
Sonra yüce fikirlerin aynasında kendi cüceliğimi gördüm. Bundan yedi sene evvel Bağlum Köyüne gitmek istemiştim de, git git varamamıştım. "Gidelim" diye dürttüm yeğenimi, "gidelim de döğünelim!"
 
d. Dördüncü Hüviyet: Samsun
- Yanılmıyorsam, beni Samsun'a götürüyorsun...
- Doğru!
- Aman civanım, İlk Adım Semtine uğramayalım da, ne yaparsak yapalım.
- Niye ki?
- Başıma gelen bütün felâketlerin başlangıç yeri orasıdır da ondan.
- O hâlde bilhassa uğrayalım; zîrâ memleketin başına gelen bütün felâketlerin başlangıç yeri de orasıdır.
Çaresiz boyun eğdim:
- Kimdir bizi orada bekleyen, onu söyle bâri?..
- Hâlâ anlamamış olamazsınız. Gördüğümüz devler, vatanın askerleridir. Beheri kızgın boğalar gibi, kızıl şafağı bekliyorlar. Fakat şu ân Samsun'un nöbeti kimdedir, cidden bilmiyorum.
Biz böyle konuşurken gök gürlemesini andıran bir ses bizim Subaru'yu bile yerine çaktı:
 
"Buenos Aires'te şair Borges Arjantin
Körler körleri görmez ama senle görüştük
Bir şişman kadın vardı yanında yürümüştük
Ben bir şairken ağzın süt kokuyordu senin!"
Bunları söyleyen dev, akabinde hafifçe soluna döndü ve gözlerimin içine baktı. O ân âlemi bir güzellik kapladı. Nasıl desem, göz yaşartıcı bir güzellik... Tanıdım onu, tanıdım onu, Genc Osman'dı bu!
"Hünkârım", diye inledim, ama arkasını getiremedim. Zaten bu kelime, söylemek istediğim her şeyin ifadesiymiş gibi bir tesir bıraktı havada. Genc Osman nazarını tekrar Karadeniz'i ağartmaya koyduğunda, iliklerine kadar tebessüm ediyordu. Biliyordum, vatan "intikam" diye ayağa kalktığı gün, o da buradan, bu semtten başlayacaktı kefere damarı koparmağa...
Mâmâfih, ruhumda öfke cini gezindi o saat. Günay'a şöyle anlattım:
- Hak uğruna gadre uğrayanların haklarının teminatı, Hak Teâlâ'dır. Nasıl ki Yeditepe'nin ihtişamı başımızı döndürüp bizi yapacağımızdan geri bırakmıyorsa, Yedikule zındanlarının hayâl edilmez kâbusları da oynatamaz yerinden yüreğimizi... Gül benizlim, kıralım korkunun zincirlerini, nasıl düştüysek öyle kalkalım!..
Yeğenim ya vazifesini yapmış olduğunu hissediyordu, yahut el ayamın acısını çocukluğunda bırakarak gelmişti buralara:
- Sevgilinize de uğrayalım mı şuradan?
e. Beşinci Hüviyet: Diyarbakır
Gecenin o saatine kadar aldığımız yollardan daha uzununa çıktığımızı farketmiştim. Bu yolu aldığımızda, geri dönmemizin vâde kabımıza sığmayacağını düşünüyordum. Bir hayli de yorulmuştum:
- Diyorum ki rüzgâr gülüm, ilaç şifâ verdi sanırım; fazlası zarar her şeyin...
- İnsan her zorluğu fazla addeder. Halbuki sonunda belli olur bu. Asıl korkulması gereken, yarım kalan tedavilerdir.
- Kabul ediyorum, lâkin tabanlarımın üstünde bir adım atacak mecâlim kalmadı.
- Ben anlamam, güneş doğacaksa ay batacak!
"Sen başta adını değiştir" mi deseydim? Diyemezdim. Diyemeyeceğim için de, Şehidlik Semtine kadar sıktım dişimi. Gözlerim birbirinden ayrı görmeye başlamış, kulaklarım ruhuma her kelimeyi iki defa iletir olmuş bir hâlde, şu şarkıyı dinledim:
"Behey Santa Lucia körlerin süt annesi
Sen benim gözlerime merhem değilsin -bırak!
Ben bir Mesih isterim eliyle dokunacak
Ve fışkıracak yerden göğün mâlikânesi..."
Yeğenim:
- Haşmetmeâb Ulu Hakan, takdim ederim... Çevresinde Hamidiye Alayları'nın beyleri halkalanmış, "Allah Vâhid, Sultan Hamid" diye slogan atıyorlar. Eritre'den Moro'ya kadar, vaktiyle İslâm ile şerefyâb olmuş cümle İslâm diyarı, "pâdişâhım çok yaşa" diye onlara eşlik ediyor. Herbirinin ruhunda kurtuluşun düğümü duruyor, birbirini gözlerinden tanıyanların...
O esnâda dehşet verici bir manzaraya şahid oldu, kapandı kapanacak gözlerim. Halife İkinci Abdülhamid, bana yöneldi. İnanılmaz bir kelâm döküldü mübarek dudaklarından:
- "Ulu Hakan cennetlik" diye yüceler yücesi bir söz!..
Birdenbire can geldi hücrelerime:
- Kimin sözü, diye sorucu oldum.
Cevab alamadım. Edebsizlik ettiğimi düşünerek bir daha da soramadım. Gözbebeklerim kurşun gibi ağırlaşmış bir hâlde, ağır ağır tenezzül eden devi takib etmeğe çalışıyordum. Ancak kafamın içinde hiçbir zaman esrarına vâkıf olamadığım bir tezad vücud buluyor, zihnim sanki bedenimden sıyrılmış, zehir zemberek çalışıyordu:
- Sebebler âlemindeki destanlık merhameti bir yana, neticelerin üstünde "kadere rıza" dediğimiz kemâl hâlde imânı, ondan öğrensin insanlık...
Gecenin final müziği "Under Pressure" içime ince ince işlerken, kendimi İstanbul'da, yatağımda buldum. Nasıl döndüğümüzü hiçbir zaman öğrenemedim. Ama damağımda tarifsiz bir lezzet vardı; şayet yastığımın yeni bir azizliği değilse, Ulu Hakan'ın pâk eli saçıma dokunmuş olmalıydı.
 
ÜÇÜNCÜ MÂHİYET: EV
(Yazıcılar)
İki gecelik tedâvi sonrasında, hapishane ve karakol mezâlimini tamamen unutmuştum. Bir üçüncü geceye, dolayısiyle küçük yeğenim Nâci'ye ihtiyacım kalmamıştı. Zaten onun arabası da yoktu.
Artık yepyeni ve taptazeydim. Hani ruh bedenden ayrılır ve biraz yukarı yükselip yerde yatan cesedini seyreder ya, ben de bunun gibi, başıma yediğim taş sayesinde önümde açılan hayat imkânlarını seyretmiştim. Taş deyince, lâfın gelişi söylemiyorum. Bundan yedi sene önce, ilk doğduğumda, ebelerden bir ebenin, (Lonfellow) diye tanımadığım birinden getirip sunduğu şu taşı kasdediyorum:
- Gençlik insanın başına hayatta ancak bir defâ gelir!
Ve kafasına saksı düşen genç karikatürü; şahsımda bütün dâvâ arkadaşlarımın bu cinsten bir şuur kaybına uğramış olduğunu mu anlatmak istiyor ne?..
Yoldaşlarımın imânına hasmâne bir şâhidlik vesikası olduğunu düşünüyorum ama, kendim için bu kadar tatlı bir mânâsı olduğunu söyleyemeyeceğim. Onlar, şu gençlik şiirimdeki hasretin hedefi olarak, küfrün işkencehâne ve zındanlarında arınırken, ben içimde cinler envâi makamdan şarkılar söyler bir hâlde, bahsedeğmez bir solucan gibi yatağımda kıvranıyordum.
Nasıl ki uçsuz okyanusun ortasında günlerce azgın dalgalarla boğuşan bir adam, son bir takat getirerek gökten düşmüş bir sal parçasına tutunur, o ân bütün yorgunluğu gitmiş ve yeniden can bulmuş gibi olur, ama daha bu hâlin üzerinden dakika geçmeden, kalasları birbirine bağlayan iplerin kuvveti kesiliverir... (Madem ki ağlamak günü değil, zevk tab'ınıza arzederim!)
İşte böyle, bir nefes payı huzuru müteakib, "İri Hikmet"le tanıştım. Bir karış endamiyle, pek iri göstermiyor; dahası, baba tarafından eski bir dost olarak görünüyordu. Yılan gibi sızdı ocağımıza ve ilk fırsatta boynumuza dolandı. Ekmeğimizi çalıp, suyumuza pisledi. Feryâd figân ayağa kalkıp cevap vermeğe çalıştım. Hıncımı görünce korktu ve benimle mutabakata vardı. Babamı şu kadar senedir tanıdığını söyledi. Tam ona inanıyordum ki , üzerine gölgemin düşmesinin verdiği korkuyla, ortadan kayboldu. Bu da benim için ayrı bir zulüm vechi oldu. Neticede bambaşka bir keyfiyete geçtik. Artık yapabileceğim bir tek şey kalmıştı: Son bir gayretle çatı katına kadar zahmet edip, gerisini zahmetsizce hâlledivermek; zîrâ bu beşinci mevsimin rengi, "yok mu yok"tu.
Merdivenler ayaklarımın altında inleyerek kıvrıldı ve boylum boylum uzadı. Tam son kata gelmiştim ve gözümü yeisle çıkacağım son yüksekliğe dikmiştim ki, çat, kapı açıldı. Küçük yeğenim Nâci:
- Altundan bir kalbiniz olmalı, ben de tam size geliyordum.
Vücudumun elektriği o ân gitti ve tek kelime söyleyemedim. Fonda "Innuendo" vardı.
a. Khaos: Halamın Hânesi
"Gel, gel" diye içeri çekti beni yeğenim. Bana evimizin benim yokluğumda çıkılan en üst katını gezdirmek istiyordu. Orada, gözlerimi bir kademe açan dayanılmaz bir müzik oldu. Sordum:
- Mühendis zevki mi bu?
- Merâgî; mûsikîmizin ideler âlemi...
Güldüm:
- Birisi bana makamları öğretse diye heveslenirdim hep.
- Önce "hiç" vardı, "hep" bundan doğdu. Tıpkı boş bir arsada bir binâ bitmesi gibi...
- Nedir şu mühendislerden bu milletin çektiği!.. "Hiç"ten "hep" doğduğunu iddia etmek, "hiç"in "hep" imkânını içinde barındırdığını kabul etmekle mümkündür. Tıpkı bir "idea"nın "yapmak" keyfiyetini içinde barındırması ve bu keyfiyeti doğurması gibi... Sokrat'ın, mütefekkiri bir "ebe" gibi tasvir etmesi, bu yüzdendir. Eğer her şeyden önce "idea" olmasaydı, her şey ne kadar mânâsız olurdu; yâni olmazdı.
"Güzel" dedi Nâci ve bomboş olan hânede beni daha fazla dolaştırmadan, şunu okudu:
"El yordamına gerçi alıştım denebilir
Elimle hayâlini kurmaktan yüzünüzün
Fakat akşam olunca o ne yaman bir hüzün
Körebe oynuyorum gölgemle ve birdirbir"
Halamın hânesinden çıktık ve bir kat aşağıya indik.
b. Gaia: Büyük Amcamın Hânesi
Girdiğimiz dairede, olması gereken herkes vardı. Herkes ayrı bir dünyada kendi işini yapıyordu. Sanki hiç kimse yekdiğerinden haberdar değildi. Üstelik hiçbiri, bizim geldiğimizi farketmemiş ve selâmımızı almamıştı. Odadan odaya cennet kokusu gibi dolaşan Itrî müstesnâ... O ki, bana, başıma yediğim büyük darbenin, bir büyük hikmetten mütevellid olduğunu düşündürtmüştü bir ân... Şu sözümona "herkes"in perişanlığında...
Yeğenim şuradan başladı:
- Toprak, anadır. Daima dişi ve doğurgandır o. Bir mühendis, varoluşunu ancak toprağa yönelerek gerçekleştirebilir.
- Evet, ilk müşahhas, ilk prensip... Itrî'nin "musikîmizin pîri" addedilmesi gibi, "arkhe"de "kevniyatın esası"dır. Tefekkürün demiyorum, dikkat et, kevniyatın diyorum. İlk filozoflar, deli danalar gibi "ilk felsefe"yi aradılar; "ilk felsefe"nin "arkhe"nin olduğu yerde olacağını düşündüler. Ama "arkhe" neredeydi? Doğrusu bunun tefekkür bakımından çok fazla önemi yoktur; tefekkür için "arkhe", "arkhe" dediğimiz yerdedir. Bu da bizi şu düşünceye götürür: Din, tefekkürün anasıdır. Başka bir deyişle, "nakl", "akl"dan öncedir. (Mâturidî itikad)...
"Gece geçmez karanlık Leylâ bir hiç gecede
Hiç diyorum hiçbir şey ne bir şekil ne ışık
Bir karanlık sadece karanlığa dolaşık
Yokluğunsa yok mu yok sureti düşüncede"
"Hârika" diye el çırptım. Moralim giderek düzeliyordu. Zira yeğenim, Üstad'ın "yok bir var" dediği, yokluğun Allah'ın mahlûku olarak var olduğuna işaret olduğunu sandığım noktanın idraki safhasındaydı; aksi takdirde "bütün menfîliklerin nisbet noktası" olan sevgiliyi dile getirmezdi.
Bir kat daha indik.
c. Eros: Babamın Hânesi
Hesiodos, "Khaos"un yanına "Gaia" ve "Eros"u ilâve etmiş, böylece oluşu üç unsura ircâ etmişti. Herşeyden önce olan yokluğun yanında, Arz ve Aşk adında iki uydurma ilâh, iki put... Gelişigüzel serdedilmiş ve unsurları ruhta ve akılda asla biraraya gelmeyen bir yaratılış telâkkisi... Oysa sadece Arz ve Aşk'ın izdivâcından bahsetseydi, bu bize daha mânidar gelecekti...
Yeni girdiğimiz dairede, böyle düşünüyordum. Bunu, Dede Efendi'nin aşkın kendisi kadar lâtif bestesi, "Yine Bir Gülnihâl"in tahrik ettiğini itirafa mecburum. Sanki benim yokluğumda bekâya karışmış olan rahmetli anneannem evden hiç çıkmamıştı; öylece Kur'an okuyor, namaz kılıyor, ağlıyor ve hayattan tek öğrendiği olan bu üç şeyi, beni düşünmeğe sevketmek için yapıyordu. Bu sırada yeğenim, şöyle bir fetbazlık yaptı:
- Mühendisin kendisini düşünün; nedir?.. Kurulmuş saat, terbiye edilmiş köpek, programlanmış robot... Affınıza sığınırım, aşk ve onun ürettikleri de böyle geliyor bana...
O zaman tepemin tası attı:
- Sanıyorlar ki, "demiurgus" adını verdikleri "Mübdî", gayrışahsî bir ilk illettir, bir ilk muharriktir, gerisini bilmez... Felsefeciler bu noktada, Homeros'dan çok daha geri bir irfan dalındadırlar. Zeus, itin tekidir ama, hiç olmazsa dinamik bir kavramdır. Mâmâfih "demiurgus" mefhumunun, felsefî kavramlardan bir kavram olmaktan çıkarılıp, tefekküre ciddi ve aslî bir zemin açılması elzemdir. Aksi takdirde "hiçbir şey" olarak başlayıp zaman içinde "çok şey" olmuş, ama "her şey" diye âh ettikçe, başlangıcındaki nasibinden başka bir şey bulamamış olan felsefe, aklı büsbütün iptâl etmeğe kadar varacaktır. Belki de "ekzistansiyalizm" adı altında vardığı yer, burasıdır. Bence, gündüzün geceye muhtaç olması gibi, tefekkür bu dipsizliğe muhtaçtı.
- Bana da o zaman şöyle demek düşüyor:
"Aşk nasıl yazılır ve nasıl verilir selâm
Nasıl tarif edilir sonsuz kere perdeler
Ya güzel ne demektir - güzel şey midir kader
Noktalar üç olunca niçin susuyor kelâm?"
- Susar, dedim, susması gerekiyor.
Bir kat daha indik.
d. Erebos: Küçük Amcamın Hânesi
Bu kat, zifiri karanlıktı. Hiçbir şey görülmüyor ve seçilmiyordu. Dedem bırakıp gittikten sonra, orada bir hoş sadâ kalmıştı sadece: Musikîmizin zifiri karanlığı Hacı Ârif Bey... Şöyle düşündüm:
"Burası terkedilmiş olmalı. Tıpkı benim gibi. Baştan ayağa bir âfet bölgesi."
O sırada yeğenim şunları söyledi:
- Burası terkedilmiş. Tıpkı Hacı Ârif Bey gibi. Oysa ne muhteşem bir hafızadır o. Kendisinde musikî adına herşey bulunurken, kendisi baştan ayağa gece olan dev bestekâr... Mevlevîlik kapanınca gelmişti ve zihninde Allah Kelâmı'nın ışığı yoktu; nasibi "dergâh" değil, "harem" oldu...
- Senin zanaatinden neye benzetirsin onu?
- Bir mezar taşı, bir türbe...
- İyi ya, ben de "nous" diyeyim o zaman... Gece ile gündüzün birlikte var olması gibi, "nous" da "logos" ile beraber ortaya çıktı. Nous ile logos, prensipte bir ve aynıdır; ikisi de "akıl"dır. Fakat nous "madde" iken "logos" ruh, nous "ifade" iken logos "mânâ"dır. Nous'un, varlığın içinde olan ve oluşu meydana getiren prensip olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre de nous, "intizam hâlinde hareket"tir. Günümüzde ne oldukları iyice muammâ hâline getirilen bu kavramlardan nous'u, "ayın karanlık yüzü" olan "var bir yok" mahiyetinde ele almak, onun bütün bir düşünce tarihindeki seyrini de kucaklayıcıdır. Velhâsıl logos "söz" ise, nous'u da "söyleme" olarak anlamak, bana mâkul geliyor.
"Karanlıklar ülkesi âb-ı hayat çeşmesi
Ölümsüzlük içinse mermerini kırınız
Yoksa dalında kalsın beyaz gülden sırrınız
Sussun ölümsüz sussun kabirlerin nefesi"
Bir kat daha indik.
e. Aitheros: Herkesin Hânesi
Zemin kata gelir gelmez, Nâci konuşmağa başladı:
- Siz burayı benden daha iyi hatırlarsınız. Ben o yıllarda yeni doğmuştum. Aile Reisinin itinâ ile arayıp seçtiği toprağın üzerine bu temel atılmıştı. Obamızı teşkil eden aileler, cümbür cemaat burada toplanmıştı. Dışa karşı ne kadar mânâsız olursak olalım, bizim için bütün mânâ burasıydı. Evimiz yükseldikçe ailelerin birer birer rahata ereceğini hayâl etmek için, mekânın başladığı yere getirdim sizi. Nihayet başa döndük ve burası yine herkesin hayâline mekân. Ama şimdi zarûret yok, hürriyet var; zarûretin tayin ettiği hürriyet. Bu mekân, içine ne koyarsan odur ve bu hak, herkesin paşa keyfine göredir. Niçin içini Tanburî Cemil Bey ile doldurdum, anlatabildim mi?
- Sus, sus, dedim, sen anlattıkça çocukluğuma döndüm adetâ. Benim için hayat bu mekânda başlamıştı. Şehir ve memleket burada doğmuştu. Şimdi daha iyi görüyorum. Ben siyâsî zulmü izâle etmek için, "gizli şiir" ile meşgul olurdum. Askerî zulmün izalesi içinse, "açık fiil"e attım yüreğimi. Nihayet halk zulmü karşısında "gizli ve açık fikir"i seçtim. Ama bütün bunlar benim irâdem dışında oldu. Yaptığım yaptırandan geldiyse eğer, böyle yaptırıldım ve bunların herbirinin sırasına kimbilir kaç defa muhatap olurum ömrümde. Belki de benim için her şeyin sonu geldi. Ah bu aydınlık içimi bayıltıyor! Logos hakkındaki sır açıklanmaz herkese/ O öküzün gözünün içinden geçen tren/ Göze gâib hüviyet dikkat edince sese:/ Odur elimden tutup beni size getiren/ Siz de onu getirip bana veriniz lûtfen!..
- "Esir" kelimesinin lûgat mânâsı şudur: Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve harâretin yayılmasına vasıtalık eden madde. Görülmeyen ve varlığı bütün ehl-i ilimce kabul edilen lâtif, rakîk, elastikiyeti hâiz seyyâl madde... Farkında mısınız ki, bugün o meşhur 3 Ağustos gecesi; ne olduğu başından belli olan doğum... Şimdi dilerseniz, çizgi âlimlerinden hiç görmediğim bir karikatür olup, "dünyayı yutmağa davranan muhteris"i oynayabilirsiniz... Haydi, şimdi vurun kendinizi çatı katına, "oyun bozan" Saddam trajedisi derim ben buna...
Demek çatı katına ve ne niyetle çıktığımı biliyordu. Bense şimdi ne olacağını gerçekten bilmiyordum. Gözlerimi bir projektörden korur gibi, kendimi yeğenimden korudum. Nâci'nin "esir" diye Yunanî bir kelimeyle izaha çalıştığı, varlığımı çevreleyen suya yeni bir taş attım. Gerisini biliyorsunuz:
"Mektubuma nihayet veriyorum burada
Selâm ve hürmet eder gözünüzden öperim
Bilmez miyim sevgilim Allah Azîz ve Kerîm
Hani çıkacak daha ne roller var sırada..."
 
Hâmiş: Allah-ü Teâlâ, En'âm Sûresi'nde, insanlardan bazılarını cinleri Allah'a ortak etmekle suçluyor. Eflâtun'un, Olimp Tepesi'ne mukabil "İdeler Âlemi-Kavramlar Tepesi"ni kurduğu söylenir. Ve İBDA Mimarı, putu, "irâdenin zaptına muhatapken, hükmü altına girmek" diye tarif eder. "Yunan ilâhları"ndan arındırılmış bir edebiyat altyapısı ve tarih kültürü için, bunlara dikkat edilmeli diye düşünüyorum. "Küfrün kaynağı"na dair mülâhaza!..

©Akademya Dergisi '98