CUMHURİYET EDEBİYATINA TOPLU BAKIŞ -Hikaye, Roman ve Şiir Çevresinde- Hakan Yaman İÇİNDEKİLER |
Hikâye,
roman ve şiir çevresinde "Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına
Toplu Bakış"... Ve "bakış"ın sözkonusu olduğu her
yerde "bakılan"dan başka, "bakan göz" ve "ışık
unsuru"nun mevcut olması, bütün Büyük Doğu-İBDA'cıların
haberdar olduğu bir malûm... Bunun yanında bir malûm daha var ki, şu:
"Bakmak başka, görmek başka, anlamak yine başka!..." Demek
ki, bakmanın gâyesi görmek ve görmenin muradı da anlamakta düğümlü
olunca, bahsi geçen üç unsuru yerli yerine oturtmanın zarureti
bedahet hâlinde meydana çıkıyor. "Bakan
göz", Büyük Doğu-İBDA Fikriyatına nisbet kurma iddiasında ve
şairlik hevesinde bir edebiyat aşığı; "bakılan"
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı; "ışık" ise elbette dünya
görüşümüzün mevzu ile ilgili terkibî hükümleri... İBDA'nın
tarih muhasebesinden ilhâmla ve seçtiğimiz alan çerçevesinde, adı
geçen dönemle bir hesaplaşmanın peşinde olduğumuzu belirtmeye hâcet
var mı? (...) Güneşin
alevler yağdırdığı ve toprağın yanaklarını çatlattığı 98
yazının o bunaltılı günlerinde Selim
Gürselgil'den gelen mektuplardan birisi yağmur damlası gibi düşmüş
ve serinletmişti yüreğimi... Şu birkaç cümle o mektuptan: "Bence
sanatkârlığın ölçüsü, sanatkârın hür olmayı hissedip
kavrayabildiği kadardır. Eğer
bir adam hür olmayı bilmiyorsa, bence sanatkârlık yoluna ölümcül
bir yara ile çıkıyor demektir. Genel olarak Cumhuriyet edebiyatını
handiyse bütünüyle reddetme temâyülünde oluşum, buradan kaynaklanıyor." (...) Bu
satırların hakkını teslim edebilmek için hürriyet bahsi üzerinde
iyi düşünmek gerekiyor. Hürriyetin Hakk'a esaret dâvası oluşunun
yanında ve onun açılımı hâlinde eşya ve hâdiselerin
kontrolünden kurtulan şuuru onların ilerisine sıçratma hamlesinin
bir sonucu oluşu... Demek ki, hürriyet bahsi aynı zamanda şuur gelişimi
süreciyle ilişkili ve şuur seviyemiz eşya ve hâdiseler zeminini
fethedebildiği kadar ideal hürriyete yaklaşıyoruz. Mutlak mânâda hür
olan Allah Resûlü idi; çünkü mutlak mânâda Hakk'a esâretin
hakikati onun şahsında tecellî etmişti. Böylece eşya ve hâdiseler
plânının en ilerisindeki fethedici şuurun Gaye İnsan-Ufuk
Peygamber'de olduğu anlaşılıyor. Bu arada hâdiseler derken günlük
basit vak'a plânının ötesinde ve kendi içimizde yaşanan
hareketliliği de kastettiğimizi belirtmek durumundayız. Bu iç âlemin
fethi sonucunda ise, "Kişi kendini bildiğince Rabbini bildi"
ölçüsüne sarkar mevzu... Bu da bir başka yönden ideal hürriyete yönelik
hamle... Eşya
ve hâdiselere hapis olan sözde İslâmi edebiyatçıların(!) aksine
bunların ilerisinde yol arayabilen ve adeta istidraç bahsini hatırlatan
birtakım kâfir yazarlar da ters tarafından hürriyet hamlesini yürüten
ve bir noktadan sonra tıkanıp kalanlar... Fethedebildikleri alan kadar
da ilgiye lâyık... İşte
toplu bakışımızın pencerelerinden birisi: Cumhuriyet edebiyatçıları
eşya ve hâdiselerin tahakkümünden kurtulmayı ne ölçüde başarmışlardır?
İçlerinde bunun tasasını çeken, en azından böyle bir bahisten
haberi olan var mıdır? (...) "Allah'ın
doğrudan doğruya kurtardığı, içtimaî tesirden ferd ferd
kurtulmaları için ruhlarına idrak nûru ve ellerine vasıta manivelâsı
verdiği seçkinler müstesna... Bu nesilleri eskilerden ayırt eden
keskin bir sınır çizgisi vardır; o da yanlışların yanlışı
olarak Arab harfleri diye isimlendirilen İslâm harflerinin atılması
ve yine kaba yanlış hâlinde Türk harfleri dedikleri Lâtin
alfabesinin alınması..." Cumhuriyet
dönemi edebiyatına bakışımızın pencerelerinden birisini daha
aralayan bu satırların Büyük Doğu Mimarı Necib
Fazıl'ın "KAFA KAĞIDI" isimli eserinden alınma...
Burada dikkat edilmesi gereken, sadece bir harf ayırımı değil; o
harflerin şahsında iki ayrı kültür ve medeniyetin, bambaşka
kaynaklardan beslenen farklı iki dünyanın mukayesesidir. Son hükümde
daha aşikâr olacağı üzere şimdiden belirtelim ki; Cumhuriyet dönemi
edebiyatı içinde az-buçuk bir keyfiyeti temsil eden herkesin öyle
veya böyle kaynağını İslâmî dünya görüşünden alan eski
medeniyetimizle ve onun içinde filizlenip boy salan edebiyatımızla
bir şekilde teması sözkonusudur; o medeniyet ve edebiyat karşısında
takındığı tavır ne olursa olsun... Hattâ bunlardan bazıları doğrudan
doğruya şahsiyet olgunluklarına önceki dönemde kavuşmuşlar ve
yeni dönemi kendi çaplarında bir usta olarak karşılamışlardır.
Ki Cumhuriyet dönemi edebiyatının en dikkate değer isimleri de
bunlardır. (...) Buraya
kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacaktır ki, meseleye içi boş
bir "tarafsızlık" iddiası ile yaklaşmıyor ve peşinen ölçülerimizi
ilân ediyoruz. Bu elbette "taassub" değil, fikir namusudur.
Eğer "tarafsızlık" diye birşey olsaydı, aynı esere yine
aynı iddia ile, yâni "tarafsızlık" ve
"objektiflik" lâflarıyla yaklaşan herkesin ulaşacağı
tesbitler birbirinin tekrarı olurdu. Bu ise mümkün değil... Demek ki
"obje"yi değerlendirirken kendi anlayışımıza,
hassasiyetimize yâni şuur ve zevk seviyemize göre sujeleştiriyoruz. "İyi,
güzel, çirkin, kötü" gibi vasıflandırmaların başlıbaşına
hiçbir kıymeti yoktur; hele bunları kullanan münekkid tarafsılzık
iddiasındaysa, büsbütün gülünç olur. "Neye göre"
sorusuna bunların vereceği cevab "kendi zevkime ve kendi anlayışıma
göre" olacaktır; yâni kendisinden tarafa olduğunu itiraf
edecektir. Hani tarafsızdı?.. Bu
"neye göre" sorusunun cevabı "benimsediğim; duygu, düşünce
ve şahsiyetimin renklerini devşirmeye çalıştığın filanca dünya
görüşüne göre" olursa
(ki fikir namusu budur) bizim tavrımızda anlaşılacaktır. "Neye
göre" sorusuna vereceğimiz cevabı defalarca tekrar etsek
yeridir: Olması gereken İslâm'a Muhatab Anlayış'ı sistemleştirdiğine
inandığımız Büyük Doğu-İBDA Fikriyatı'nın mevzu ile ilgili
terkibî hükümlerine göre... Daha doğrusu anlayıp, hissedip, idrâkimize
ve şahsiyetimize sindirebileceğimiz kadar o hükümlere göre. O
hükümlerden bir hükmü, İslâmî estetik ve sanat anlayışını parıldatıcı
bir ölçülendirmeyi, yeri gelmişken önemle hatırlatalım: «Doğrunun
olmadığı yerde güzel de yoktur.» Cumhuriyet
dönemi edebiyatının görünüşteki bazı şatafatlarına rağmen, öz
hüviyetinin ne kadar çapsız ve asliyetsiz olduğunu bu ölçünün
istikâmetinde ilerleyerek keşfettik: «Doğrunun
olmadığı yerde, güzel de yoktur.» (...) En
parlak yıldızların, karanlığın en kesif ânında zuhur edip, yaşadıkları
zamanın sefâletine şahitlik hüviyetleriyle aydınlığı müjdelemeleri
gibi, Cumhuriyet döneminin başıboşluk ve taklit edebiyatının boy
attığı ortamında da, dünya çapında bir fikir ve sanat mimarîsi
inşâ eden iki isim zuhur etmiştir: Büyük Doğu Mimarı Necib
Fazıl ile İbda Mimarı Salih
Mİrzabeyoğlu... Bunların yetişmesinde de yaşadıkları zamanın
fikir ve sanat ortamlarının hiçbir müsbet katkısı olmamıştır.
Demek ki, onlar diğerleriyle mukayeseden azâde... Bu eserdeki yerleri
de "bakılan" değil; "bakan göz"ün muhtaç olduğu
"ışık"... Bir
insanı, bir topluluğu ve bir dönemi "olmadığı mânâ ile vasıflandırmak",
dolaylı olarak o vasıflandırılanın gerçek hâline hakeret etmek ve
dudak bükmektir. Bu çerçevede Necib
Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu'nu
Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarından saymak, o dönemi "olmadığı
mânâ" ile vasıflandırmaktan başka birşey değildir. Aynı
şekilde Büyük Doğu ve İbda Mimarları da meydan yerindeki cilt cilt
eserleriyle ve bataklık yerindeki elmas keyfiyetleriyle bahsi geçen dönemin
herhangi bir yazar ve şairi olmadıklarını fazlasıyla göstermişlerdir.
Zevâl nisbetinde tecellî eden kemâldir onlar... (...) Bu
eserde "olması gereken"den ziyâde olamayışların üzerinde
duracağız ve çoğu sonradan kavrulup giden, piyasanın seviyesine düşen
ve tükenen kimi istidatların başlangıçtaki "oluş çabalarını"da
hatırlatmadan geçmeyeceğiz. Elbette kendi dünya görüşümüz çerçevesinde,
"Sezar'ın hakkını Sezar'a"
vermeyi de ihmâl etmeyeceğiz. Pek tabiî olarak, kendi şuur
seviyemizin yakaladığı gerçeklik seviyesinden... Yoksa bizim kıymet
vehmettiğimiz bir eser, Büyük Doğu ve İBDA Mimarları'nın şuur
seviyesine göre "bayağı" bir mevkîde olabilir. Önemli
olan ölçülere doğru ve sağlam NİSBET kurabilmek... Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarını çok meşgul eden "sanat sanat için mi, toplum için mi" sorusu çevresindeki bir tesbitimizi, eser boyunca hatırlatacağımızı belirterek, "toplu bakış"ımızın sonuna çivilemekte fayda var: İBDA'dan öğrendiğimize göre şuurun biri ferde, diğeri ise topluma dönük iki ritmi vardır ve sürekli bu iki ritim arasında hâlden hâle geçeriz. Ve yine biliyoruz ki, insan derinliğine ferd, genişliğine de toplumdur. İşte bu noktada sanat iki kanatlı bir kuştur ki; bir kanadı toplumken, diğer kanadı da ferddir. "Toplum" ve "ferd" kanatlarını takınan bu sanat kuşu, uçuşundaki ahenkle, görünüşündeki ihtişamla itibarlansa da, ona asıl kıymetini uçtuğu yön verir. Ve bu kuş, bilerek veya bilmeyerek MUTLAK YÖNü arar. Lâkin o "yön"e, o "yön"ün istediği zerafetle uçması da zaruridir. Vesselâm!.. |
II.
BÖLÜM
HİKÂYE VE ROMAN ÇEVRESİNDE
BİR
KAÇ ÇİZGİ Hikâye
ve romanı ayrı ayrı değil de, tek bir başlık çevresinde
incelememizin temel sebebi, bu iki edebî türün birbiri ile olan sıkı
münasebetidir. Öyle ki, hikâye ile romanın kardeş olduğunu ileri sürenlerin
sayısı oldukça fazla... Buna rağmen biz, hikâyenin yalnızca romanın
küçültülmüşü sanılmasını veya romanın, hikâyelerin birbirine
zincirlenişi gibi anlaşılmasını doğru bulmuyor, dışyüzden bir
yaklaşım kabul ediyoruz. Bunları
tek başlıkta toplamamızın bir diğer sebebi de, tanınmış veya tanınmamış
neredeyse bütün romancıların, önce hikâyeciliğe el atmaları ve
bu sahayı romancılığa sıçramak için adeta bir basamak kabul
etmeleridir. Denilebilir ki, hikâyecilikte at oynatmayan romancı yok
denecek kadar az... Yakub Kadri'den
Peyami Safa'ya, Reşat
Nuri'den Kemâl Tahir'e
ve Tanpınar'a kadar birçok
tanınmış roman yazarı önce hikâye toprağına tohum atmış ve bu
zeminde eser filizlendirmeye çalışmışlardır. Peyami
Safa ve Kemâl Tahir gibi
roman bahçelerinde ameleliğe başladıktan sonra, hikâye tarlalarından
uzaklaşanların aksine, bu iki zeminde de eser vermeye talib olanların
sayısı epey boldur. Haldun
Taner gibi birkaç istisna ise hikâyeciliklerini romancılığa bir
basamak yapmamış ve roman yazmayan hikâyeci olarak kalmışlardır. Bunların
yanında "roman yazan hikâyeci" ile "hikâye yazan
romancı" arasındaki farkı da gözardı etmemek gerekiyor. Sait
Faik kendi tarzında çok güçlü bir hikâyeci sayılabilir ama
romana yakın uzun hikâyelerinde ve hele tek romanı olan "Medarı
Maişet Motoru"nda aynı canlılığı gösterdiğini söylemek mümkün
değildir. Yine farklı bir tarzda usta sayılanlardan Sabahattin
Ali de roman arenasında fazla birşey söyleyememiş, hikâyeleri dışında
ciddiye alınacak eser verememiştir. Peyami
Safa
gibi işe hikâyelerle başlayan bazı edibler de, asıl yeteneklerini
roman sahnesinde sergilemişler; tâbiri caizse, dar alanda başarısız
olan oyuncular, daha geniş başka bir sahada üstün bir tempo tutturmuşlardır
kendi çaplarında... Tarık
Buğra, Ahmet Hamdi Tanpınar
gibi hem hikâye, hem roman zemininde ciddiye alınacak meyvalar yetiştiren
muharrirleri de unutmamak gerekiyor. (...) HİKÂYE
ÜZERİNE Bizim
cemiyetimizde hikâyenin mazîsi manzum olarak ve kıssadan hisse biçiminde
çok eskilere dayanmaktadır. Mesnevîlerimizde, kasîdelerimizde,
siyasetnâmelerimizde şiirin içinde rakseden bir hikâye ediş vardır.
Ancak bu çalışmanın mevzuunu teşkil eden "hikâye" kavramı,
formunu batıda bulan ve memleketimize ilk olarak 19. yy.ın ortalarında
girmeye başlayan sanat türüdür. Bir taklid edebiyatı olarak gelişen
bu türün, Cumhuriyet dönemine kadar hangi safhalardan geçtiği, bu
çalışmamızı fazla ilgilendirmiyor. Lâkin, edebiyatımızda hikâyenin
formunu bulma yolundaki ilk önemli hamlelerini, usta bir taklidçi
olan, Edebiyat-ı Cedide yazarlarından Halid
Ziya'nın kalemiyle gerçekleştirildiğini; Ömer
Seyfettin'in ise sağlam sayılabilecek bir yapı inşâ ederek,
Cumhuriyet dönemi yazarlarına kendi çapında önemli sayılabilecek
bir miras bıraktığını hatırlamakta fayda var. HİKÂYE
TÜRLERİ "Hacmine",
"mevzuuna", "tekniğine", ve bunlar gibi birçok
unsura ve akıma göre değişik hikâye türleri sıralanabilir. Meselâ
hacmine göre "uzun hikâyeler" ve "kısa hikâyeler"
vardır edebiyatımızda. Ahmet
Hamdi Tanpınar ve Kemâl
Tahir gibi yazarların hikâyeleri oldukça uzundur ve sanki bunları
romancılığa ısınmak için yazmışlardır. Genellikle
Refik Halit Karay, Sait Faik,
Halikarnas Balıkçısı ve Tarık
Buğra gibi yazarların tercih ettikleri kısa hikâyeler ise zâhirdeki
kolaylığının aksine, gerçekte zor bir türdür. Bir kere romandaki
gibi geniş bir alan yoktur yazarın karşısında... Zamanı ve mekânı
sınırlamak, dağılmamak, tek bir noktada toplanmak ve adeta duygu ve
muhtevayı tabletleştirmek memuriyeti... Zor ve çetin olan kısa hikâye
budur. Bu anlamda, Cumhuriyet dönemi öncesinde ve sonrasında (Büyük
Doğu ve İBDA Mimarları'nın hikâyeleri dışında) ciddiye alınacak
çok az hikâye vardır. Zorluğun, çetinliğin ve tecridin misâli
olması gereken kısa hikâye, Türk edebiyatında uzun hikâye ve romanın
kendine hâs zorluklarından kaçışın sığınağı hâline gelmiş
ve ucuzluğun misâli olmuştur. Romanın istediği geniş senteze gücü
yetmeyenler, kısa hikâyeciliğe kaçmışlardır. Üstelik kaçtıkları
yerin kendilerinden istediği tecrid bünyesinden de mahrum oldukları
meydandadır. Kısa hikâyeciliğin en başarılı isimlerinden olan Sait
Faik bile bu misâlin çerçevesindedir. Uzun hikâyeleri ile tek
romanı olan Medarı Maişet Motoru adındaki eseri bütünlükten oldukça
uzaktır. "Medarı
Maişet Motoru", bir romandan ziyade, birbirinden kopuk duyguların
hikâyeleştirilmesi ve bunların birbirine zincirlenmesi ile oluşan
hikâyeler bütünüdür. Bu durumun, ilk bakışta sanılabileceği
gibi, İbda Mimarı'nın
"Gölgeler" romanıyla veya Marcel
Proust'un "Geçmiş Zaman Peşinde"siyle ciddi bir
benzerliği yoktur. "Gölgeler" ve "Geçmiş Zaman Peşinde"
gibi eserlerin zâhirdeki dağınıklığının ötesinde sağlam ve ruhî
bir bütünlük, geniş bir sentez vardır. "Medarı Maişet
Motoru"nun muharriri ise bütünlemeye çalıştıkça dağıtmıştır.
Öyle ki, bir roman yerine aynı malzemeden hikâyeler serisi çıkarmayı
deneseydi, Türk edebiyatı en az on tane güzel hikâyeye sahib olur ve
Sait
Faik de başarısız bir romana imza atmaktan kurtulurdu. Hikâye
serisini birbirine zincirlemekle roman olmayacağının bir misâli de
burada saklı... Kezâ
şöhreti keyfiyetinden çok üstün olan Adalet
Ağaoğlu da ciddiye alınacak bir romana imza atamamış, daha
ziyade hikâyeleriyle ilgi çekmiştir. Romanlarına verilen ödüller
ise münekkid yokluğunun vesikası sayılabilirler. Yeri
gelmişken önemle belirtelim: Bugün münekkid mefhumu, tamamen aslî mânâsının
dışında bir ifâde kalıbına bürünmüştür. Münekkid denince,
bir eseri kuyumcu hassasiyetiyle tartan ve onu yazanın bile farkedemediği
noktaları keşfeden kişi yerine, işine geleni basit tekerlemelerle öven,
işine gelmeyeni ise bir takım içi boş kelimelerle gûya tenkid eden
maskaralar canlanmaktadır hafızamızın aynalarında... "Doğru dürüst
bir edebiyatımız var mı ki, münekkidi olsun" sorusu da, üzerinde
ciddiyetle durulması gereken bir mesele... Bu çalışmanın cevabını
vermeye çalıştığı sorulardan biri de bu zâten!.. (...) Tekniğine
göre bir ayırım yapacak olursak, klâsik ve modern tarz olmak üzere
iki genel akımla karşılaşırız. Hem bunları izâh etmek, hem
idealimizdeki hikâyeyi vuzûha kavuşturmak, hem de Cumhuriyet dönemi
hikâyeciliğinin çapını ortaya çıkaracak mihenk noktasını işaretlemek
için, şahsımıza âit bir yazıyı aynen aktarıyoruz. Büyük Doğu
Mimarı Necib Fazıl'ın
"Ölmek İstiyorum" isimli hikâyesinin şahsında "ideal
hikâye"yi ve "ideal hikâye anlayışı"nı göstermeye
çalışırken, diğer Türk hikâyecilerinin bu anlayışın neresinde
olduğunu da hissettireceğimizi umuyoruz. İDEAL
HİKÂYE VE "ÖLMEK İSTİYORUM" Genellikle
romancılığa geçiş için bir basamak kabul edilen ve bu sebeble
"yetim evlat" muamelesine tâbi tutulan hikâye sanatı, ister
müstakil bir kıymet olarak değerlendirilsin, isterse romanın küçültülmüşü
gibi dış yüzden izafî bir yaklaşımla ele alınsın, asıl mustarib
olması gerektiği nokta "mânâsına mutabık" olarak işlenmeyişidir. Klâsik
kabul edilen "giriş-gelişme-sonuç" çerçeveli vak'a
anlatma tarzı ile modern tarz; yâni vak'a kronolojisini bir kenara atıp
duyguları öne çıkaran tarz arasındaki çatışmalar da meselenin
bam teline basamamıştır. "Hâdiseler ve hareketlilik mi önce
olsun, yoksa duygular mı ağırlıklı olsun" minvalinde yapılan
tartışmalar asıldan habersiz teferruata dalınan her alanda olduğu
gibi, demogoji ve kuru inatlaşmanın ötesine geçememiştir. Hikâyede
hareketliliği esas alanlar insanın iç âleminde yaşanan hâdiselerden,
yâni hayatın görünmeyen yüzünden habersiz oldukları gibi, (Mopasant
tesirindeki Ömer Seyfettin
geleneği) bu klasik türde eser verenlerin bir bölümü de, sanatı
basit bir ideolojik propoganda âleti olarak görmüş, (Zola
natüralizminin tesirindeki Sabahaddin
Ali geleneği) "her
mevzuun kendi esas ve usûlüyle ele alınması gerektiğini"
anlayamamışlar, anlamak istememişlerdir. Modernciler
ise, (Çehov tesirindeki Sait
Faik geleneği) duygudan ibaret kalan "küçük
şiir heveslileri"dir. Her ne kadar bu tarzın belki en başarılı
imzası olan Tarık Buğra, çok
basit görünen eşya ve hâdiselerin arkasını nüktedan bir dille
kurcalayarak, hikâyeleriyle renkli bir hayat iklimi kurmak istediyse
de, başıboşluğun pazarında kendi kendisini harcamış, takdire şâyan
kalitesine rağmen "mihraksız
tümevarım" vasıflandırmasından ileriye geçememiştir.
Bedeni zaptedemeyen ve hareketlere nefesini üfleyemeyen duygunun insanı
ne çapta kuşatması beklenir ki?.. Zâten bu sebepten, modern tarzda
yazanların birçoğunun "hikâye" diye neşrettikleri çalışmalar
"deneme" türüne daha yakındır. ... Asıl
önemli olan ise, -ister hareketler ön plânda olsun, ister duygu ağırlıklı
olsun- vak'aların ve hislerin üstüne sıçrayarak yukarı âlemlerdeki
düşünce iklimlerinin kapısını aralayabilen ve onlar ile muhatabı
arasında bir köprü kurabilen hikâyeler yazabilmektir. "Düşünce"
derken elbette davul-zurna nevînden kaba bir siyasî propagandayı değil,
varlık ve hayat karşısında ruhumuzla şuurumuzun takındığı tavır
ve bunun neticelerini kastediyoruz. Bir esere, işin siyasî boyutu, "pancarın
içinde görünmeden mevcut olan şeker gibi" veya farkında
olunmadan bünyemize karışan oksijen gibi sindirilirse makbûl olur;
manav gibi "gel vatandaş
gel" diye bağırarak değil. İşte Büyük Doğu Mimarı ile İbda Mimarı'nın hikâyelerini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu,"bir paranın iki yüzü"nün birbirini tamamlaması gibi, ideal hikâyenin klasik ve modern tarzlarını bütünleştirirler. Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl'ın hikâyeleri klâsik tarzın ulaşabileceği son noktayı temsil eder ve özellikle biraz sonra bahsedeceğimiz "Ölmek İstiyorum" başlıklı hikâyesi olayların hangi üst düşüncelere merdivenlik yapabileceğini göstermesi açısından iddiamız için numûne kabul edilebilir. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu ise daha ziyâde modern tarzın formlarında görünse de, hâdiseleri ruha bağlı bir keyfiyet olarak zaptedebilmesiyle bu anlayışın -modern tarzın- ilerisindedir. Bu
yazıda ideal olarak nasıl bir hikâyeyi işaretlediğimiz, Üstad'ın
"Ölmek İstiyorum"u hakkındaki yorumlarımızla pıhtılaşacaktır.
Yeri gelmişken dış şekil açısından bile Üstad Necib
Fazıl'ın birçok klasik hikâye yazarının çok üzerinde olduğunu
vurgulamalıyız. Çünkü, genellikle klasik tarzda yazılan hikâyelerde
sanki, bir romandan antolojilere yahut ders kitablarına alınmış bir
pasaj havası mevcuttur ki, bu durum hikâyecilik adına büyük bir
zaaf... (Modern hikâyelerde ise tabiî olarak böyle bir zaaf sözkonusu
değil.) Klâsik bir hikâyenin sonu da meçhûl bitebilir ama, o
"sır" bile, hikâyenin bitişini haber vermelidir okuyucuya.
Birçok usta bilinen yerli ve yabancı muharririn dahi anlayamadığı
bu durumun, fazlasıyla şuurundadır Büyük
Doğu Mimarı... İşte "Ölü
Saklayan Mezarcı" isimli hikâyesi aklmıza gelen ilk misâl... ... Hikâyecilikte
duygu ve hâdiseler ile üst seviyedeki fikirler arasında bir sanat köprüsü
kurulması gerketiğini hatırlatarak, "Ölmek
İstiyorum"dan bahsedelim. Bugüne kadar Büyük
Doğu Mimarı hakkında kaleme alınan çoğu sudan ucuz yüzlerce
yazıda, bir fikir ve sanat harikası olan bu hikâyenin üzerinde
durulmaması, Üstad'ın aşıldığını(!)
iddia edenlerin onu ne kadar anladığına(!) ayrı bir vesika... Ne
anlamışlar ki, ne anlatacaklar? Bir
İdeolocya mimarı olan Necib Fazıl'ın
eserlerini "herbiri ayrı bir unsur" olarak değil de; İbda'dan
öğrendiğimiz şekilde "bir bütünü temsil eden parçalar"
şeklinde ele alırsak meseleyi daha derinlemesine idrak ederiz. Hem bu
vesileyle İbda'nın biricikliğini izhar etmek gerekirse, Büyük Doğu'nun
tüm bir eser ve aksiyon yekûnu hâlinde misyon olarak ne ifâde ettiğini,
Büyük Doğu Mimarı'nın sağlığında
ve onun yüzüne berrak bir ayna tutarcasına göstermiş; ve bu aşk ve
fikir aksiyonu Büyük Doğu
Mimarı'nca tasdik ve taltif edilmiş tek, "son ve som"
mihraktır İbda! Yâni, onun mimarı Salih
Mirzabeyoğlu!.. Üstad
Necib Fazıl'ın
bir çok eserinde üzerinde durduğu mevzu, "RUH İLE MADDE ÇEKİŞMESİ"dir.
Bu muammayı şiir sahasında en berrak olarak "Çile"
şiirinde; tiyatro sahasında ise "Bir
Adam Yaratmak" adlı muhteşem dramında işlemiştir. İşte, "Ölmek
İstiyorum" adlı, bir yönüyle "bilim kurguyu" andıran
ilginç hikâyesi de, bu meselenin değişik bir edebiyat türünde
tecellisidir. Yine Büyük Doğu
Mimarı bu hikâyesinde, bellibaşlı birkaç tezini efsunlu bir
telkinle bizlere aktarmıştır. O;
ömrü boyunca, "teknolojiye köle olmakla" insanlığın
mesut olamayacağını, makina ve diğer maddi keşiflerin ruhun emrine
verilmesi gerektiğini, aksi takdirde insanların kendi icatlarına esir
düşeceğini, Batı dünyasının madde plânındaki bütün harikalarına
rağmen ruh plânında öksüz kaldığı için çıkılmaz bir girdapta
yuvarlandığını, ters tarafından da olsa muhtaç olduğu ideal ruhu
(inancı) aradığını yazmış, çizmiş; bıkmadan, yorulmadan anlatmıştır.
Bunun
şuurundaki bir okuyucu, Haziran 1969 tarihinde kaleme alınan "Ölmek
İstiyorum" başlıklı hikâyeden de aynı tesbitleri süzebilir.
... Necib
Fazıl
bu hikâyesinde, bizdeki gözü kapalı Avrupa âşıklarının rüyâsında
bile göremeyeceği kadar, madde plânında gelişmiş, yükselmiş bir
Batı medeniyeti tasavvur eder. Bu medeniyetin hayâlî merkez şehri de
(İpsilon) adını taşır. Bu
medeniyet merkezinde maddî keşifler zirveye ulaşmış, herşey
makinanın emrine verilmiştir. Hattâ ve hattâ alkış bile makinalar
vasıtasıyla yapılmakta; insanlar sevinçlerini, coşkularını ifâde
edebilmek için makinaya başvurmak zorunda kalmaktadırlar. O
kadar ileri gidilir ki -hâşâ- ölümsüz bir insan yaratma derdine düşerler.
Bu niyetle, (A)'nın kalbi, (B)'nin akciğeri, (C)'nin böbreği,
(D)'nin midesi ve (E)'nin erkeklik uzvuyla, ölmek üzere olan birisini
hayata döndürürler. 44 yaşında kalb kifâyetsizliğinden ölümün
sınırına yaklaşan ve ilk gençliğinden beri cinsî akâmet içinde
bulunan bu adam, 99 katı rahatça çıkabilecek ve 99 kadınlı bir
haremi idare edebilecek hâle gelir. Fakat
dinleyiciler arasında bulunan bir asabiyeci doktorun soruları sonucu,
materyalist profesör (Alfa)'nın
eseri olan ve (Gama) adını
taşıyan bu kobay kişinin ruhî hayatında değişiklikler olduğu,
kendisine takılan kalb sahibinin karakterine büründüğü ortaya çıkar.
(Gama)'nın şuuraltında
bambaşka bir şahsiyet saklıdır. Yeni hâliyle bir robota benzeyen bu
adam, hikâyenin sonlarına doğru yırtıcı bir çığlık atar: -"Ölmek
istiyorum! Ben, ben olarak ölmek istiyorum! Bana beni verin! Beni
benden aldıktan sonra ne verseniz benim olabilir mi? Bu, yaşamak değil,
dirilişi olmayan bir ölümle ölmek. Ben ölmek istiyorum, ben olmanın
saadeti içinde ölmek istiyorum!" (Necib
Fazıl Kısakürek, Hikâyelerim, Büyük Doğu Yay., İstanbul,
s. 250) ... İşte
makinanın esiri olan, ruhu ihmal edip, kendi icâdı teknolojiye
kulluk-kölelik yapan insanlığın dramı... Ruh-madde muvazenesini
kuramayan insanoğlunun ıstırabı... Büyük
Doğu Mimarı'nın "Çile"
adını taşıyan şiirinde de, "Ölmek
İstiyorum" başlıklı hikâyesinde de, ismi bu hikâyenin
mevzuuna benzemesine rağmen çok daha farklı olaylar zincirinden oluşan
"Bir Adam Yaratmak"
adlı piyesinde de ifâde edilen ıstırab budur. Okuyucu
"Allah", "Kader" ve "Ölüm" düşüncesiyle
karşı karşıya getirilir ve istidadınca, muharrirle birlikte kıvranır. Bahsi
geçen hikâyenin fikrî tedaîsi olarak, İbda
Mimarı'nın iktisat vesilesiyle ve varoluş çabasıyla ilgili
kaleme aldığı şu satırları önemle hatırlatmakta fayda var: "İster
iktisadî, ister siyasî, ister sosyal olarak nitelensin, bütün insan
meseleleri, ancak âit oldukları "bütün" içinde derinliğine
ve genişliğine bağlantılarıyla ele alınabildiği zamandır ki,
hakiki yerine, değerine ve izâhına kavuşur; insan zihninin
mahiyetini bile sosyal ilişkilerle açıklayan yaklaşımın tersine,
öncelik kurum ve kuruluşlarda değil, insanda... Canlılık...
Halk âleminde bedenle birleşen ruhun, bedendeki fenomeni... İnsanda
canlılık "iradesi", beş hasse plânı içinde izâh
edilemeyeceğine göre, iktisadî ilişkilerin ve buna bağlı bütün
oluş ve kuruluşların "temelini" ruhî çaba-şuurda gördüğümüz
açıktır."
(Salih Mirzabeyoğlu, Parakutâ, İBDA Yay., İstanbul 1997, s. 11-12) ... Hâdiseler
ve fikirler arasında nasıl bir sanat köprüsü kuruluyormuş; anlaşıldı
mı? "Ruhun bedendeki
fenomeni"nin, canlılık iradesinin niçin beş hasse plânı içinde
izâh edilemeyeceğinin izâhını isteyenlere "Ölmek
İstiyorum" adres gösterilebileceği gibi, bu hikâyeden de
yukarıdaki tesbitlere sıçramak mümkündür. Zâten Büyük Doğu-İBDA,
fikir, sanat ve hayatı birbiriyle meczeden biricik anlayış mihrakı
değil midir? ... Son
bir hatırlatma: "Çile"
şiirinde de, "Bir Adam
Yaratmak"ta da, "Ölmek
İstiyorum"da da mevcut olmayan, fakat özlenen, hasreti fısıldanan
dünya, "Aynadaki
Yalan" adlı romanın sonunda kavuşulan dünyadan başkası değildir.
"Yokluk" için değil, "ölümsüzlük için ölüm"
hasreti de o dünyada; vesselâm!.. TEBLİĞ,
TELKİN, ÜSTÜN TELKİN Yukarıdaki
yazımızdan da anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet dönemi hikâyeciliğinin
karşısında hesaba vurulacağı hikâye anlayışı şudur: Mevzuu ne
olursa olsun; ister ferdî bir bunalımı, ister içtimaî bir yarayı,
ister basit, isterse unutulmaz bir hâdiseyi veya çok canlı bir
duyguyu, kadını, aşkı, hasreti, sevgiyi, öfkeyi, haksızlığı,
kahramanlığı, kimi ve neyi anlatırsa anlatsın ama anlatılanın ötesinde
ve üstünde bir iklimin kapısını aralayabilirsin... Bu
tür bir hikâye anlayışının, günümüzde ucuz anlamıyla mevcut
olan ideolojik hikâyecilikle ilgisi de yoktur. Bir hâdiseyi bahane
ederek herhangi bir siyasî anlayışın tebliğini yapmak, propogandacılığına
soyunmak başka; nereye el atarsan at, oradan bir dünya görüşünün
kalbine uzanan anlayış hattı tesis etmek başka... "Tebliğ"
ve "Telkin" arasındaki fark... Şöyle misâllendirelim: -Elma
güzeldir, armut ise çirkin... Elma yemeyi ihmal etmeyin; armuta ise hiç
yaklaşmayın!.. Hikâyesinde
böyle bir iddiayı işleyen yazar, kuru bir tebliğciden başka birşey
değildir. Birde şu: -Hiçbir
iddiaya yanaşmaksızın, anlattığı hâdise ve duygulara muhatab olan
okuyucuya elmanın güzel ve armutun çirkin olduğunu hissettiren
yazar... İşte bu "telkinci" bir tavırdır ve böyle bir
yazarın ayrıca "elma güzel, armut çirkin" demeye ihtiyacı
yoktur. Zâten onu okuyan ne demek istediğini hisseder; yâni onun
iddiasız satırlarının arkasında en ciddî iddialar saklıdır. Fakat
biz "telkinci" ile "üstün telkinci" arasında da
bir ayırım yapmak mecburiyetindeyiz. Yâni "telkinci" bir üslûb
kullanan her yazar, bizim bahsini ettiğimiz BİR DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN
KALBİNE uzanan anlayış hattını tesis ediyor değildir. "Üstün
telkin" mi? İşte: -Elmanın
güzel ve armutun çirkin olduğunu hissettirir ve düşündürürken,
bunu sadece "elma" ve "armut" için yapmaz; belki bu
meyvaların şahsında okuyucuyu tabiat muhasebesine davet eder, belki
kendi hayat anlayışının varlıklar karşısındaki mevkiini fısıldar.
Yâni meyvayı meyva olduğu için değil, kendi dünya görüşünün
kalbine uzanan bir anlayış hattı tesis etmek için bir vasıta olarak
kullanır. Bazen kendisi bile bunun farkında olmayabilir; lâkin
soluklandığı tahassüs iklimi öylesine bereketli ve yükseklerdedir
ki, el attığı her mevzu, daha yükseklerdeki başka mevzuların kapısını
aralar ve nihayet bir dünya görüşünün kalbine uzanır.
İBDA Mimarı "kadın" vesilesiyle şu müthiş hikmeti ifâde
eder: "Kadında kâinat muhasebesini hülâsalandırmak... "
Doğrusu Büyük Doğu ve İbda
Mimarları sadece kadın bahsinde değil, el attıkları her
mevzuuda "kâinat muhasebesini hülâsalandırmaya" talib olmuşlardır.
"Üstün
telkinci"nin hususiyeti anlaşılıyor mu? Eserin
"telkin" ettikleri, muhtevayla sınırlı değildir. Muhtevanın
ardında perde perde açılan yeni muhtevalar vardır. Üstadımız'ın,
"Perde perde verâlar, ışık başka, nur başka" diye mısrâlaştırdığı
hâl gibi... Önemle
belirtelim ki; Bu "TEBLİĞCİ", "TELKİNCİ" ve
"ÜSTÜN TELKİNCİ" AYIRIMI
SADECE HİKÂYECİLİK İÇİN DEĞİL, BÜTÜN SANAT ŞUBELERİ İÇİN
GEÇERLİ BİR SINIFLANDIRMADIR VE BÜYÜK
DOĞU MİMARI İLE İBDA MİMARI
DIŞINDA, CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI İÇERİSİNDE
"ÜSTÜN TELKİNCİ" OLABİLMİŞ BAŞKA BİR YAZAR VE ŞAİR
YOKTUR. "Yıldızlar kuşağı" olmaya talib olan İbdacı
sanatçıların izini sürdüğü ve hedeflediği de "Üstün
Telkinci" sanattır.
HİKÂYE DÜNYAMIZDAN MİSÂLLER SABAHADDİN
ALİ'DEN "KAĞNI": Hikâye,
"Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşında
Sarı Mehmet'i vurdu" cümlesiyle başlar; yâni tam bir gazeteci
üslûbu... Hüseyin'in
babası Mevlüt Ağa'dır, Sarı Mehmet'in ise bir tek anası vardır.
Mevlüt Ağa'nın yakınları bu ihtiyar kadını "davacı"
olmaması, olayı "candarma"ya iletmemesi ve oğlunu eceliyle
ölmüş gibi gömmesi için baskı altına alıp, iknâ ederler. Çünkü
onu "bundan sonra Mevlüt Ağa" kollayacaktır. Hâdise kapatılır,
eceliyle ölmüş gibi sükûnetle ölü yıkanır ve gömülür. Bunun
karşılığında Mevlüt Ağa, Sarı Mehmet'in anasına iki tane sütlü
keçi ile bir torba un ve bir kese kâğıdı şeker yollar. Savrukların
Hüseyin'le kavgalı olan ve kasabada pabuççuluk yapan Garip Mehmet, köylülerden
duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirir ve bir ay kadar sonra
köye vilayetten iki süvari candarma gelir. İkindi
üstü candarmalar mezarlığa gidip köylülerle birlikte Mehmet'in ölüsünü
çıkartırlar. Ancak aradan bir ay geçtiği için ölü şiddetle
kokmaktadır, herkes beş-on adım geri çekilir. Mehmet'in anasını çağırarak:
"Koş bakalım kağnıyı! Oğlunu kasabaya götüreceksin...
Doktor muayene edecek!" derler. Kadın
kağnısını koşar, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça
olmuş bir yorgana sarıp, gece olduktan sonra yalnız başına yola
koyulur. Kağnıdan
yayılan koku ile sersemleyen, sendeleye sendeleye yürüyen altmışlık
kadın, bazen birdenbire hızlanan öküzlere yetişmeye çabalarken, ağlamaktan
daralan göğsü nefes alamamaya başlar ve düşer. "Yüzü yolun
beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömülür." Kağnı
ise, "taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa
fırlatarak ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkartarak
ve ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında
hafif bir toz bulutu bırakarak ağır ağır" ilerler. (Sabahaddin
Ali, Kağnı-Ses, Cem Yay., 6. Basım, 1994, s. 7-12) Farkedileceği
gibi, "toplumsal gerçekçi" diye adlandırılan bir yazar zümresinin
hikâyecilik dalındaki belki en önemli imzası olan Sabahaddin
Ali'nin en tanınmış hikâyelerinden birisi olan bu "Kağnı"
başlıklı hikâye, "elma iyi, armut çirkin" demekten
ileriye geçemeyen kuru tebliğci bir yazarı misâllendirmektedir. Ki Sabahaddin
Ali'nin bu tarz hikâyelerin en kaliteli imzalarından birisi olduğunu
hatırlayınca, Türk hikâyeciliğinin sefaletini büyük bir ürpertiyle
farkederiz. Gerçekten de Sabahaddin
Ali hikâyecilikte bir yapı ustasıdır ama bu yapı çıplak bir
inşaattan fazlası değildir. İskeleti sağlam da olsa, bir inşaatın
iç dekorasyonu zengin bir estetik zevkle işlenmeli, nakışlandırılmalı
ki, güzel bir ev olsun. Hattâ bu da yetmez; evin içi en uyumlu eşyalarla
donatıldıktan sonra gönül rahatlığı ile "evim var"
diyebilesin. Buraya
kadar izâhını yapmaya çalıştığımız iç dekorasyon kuru bir
ideolojik propagandanın ilerisinde ruhî bir derinlik belirten, estetik
ifâdecisi bir muhtevadır. Sabahaddin
Ali'deki
iç dekorasyon mu? Düzgün cümle kuran, gramer bilgisi yerinde bir
gazetecinin günlük havadisinden ileri geçmeyen bir muhteva... İçtimaî
bir yaraya mı parmak basıyormuş? Bazı gazete havadisleri de içtimaî
yaralara parmak basıyor. Hikâyelerdeki vak'alar çok mu heyecanlı ve
etkileyiciymiş? Öylesi vak'alar gazetelerde de var. Bu hikâyeler sürükleyici
olduğu için mi tutuluyor? Gazete haberleri de bir çırpıda okunur. Cumhuriyet
dönemi hikâyeciliğinin önemli bir bölümünü işgâl eden bu tür
"tebliğci-kaba propagandacı" hikâye anlayışı hakkındaki
genel tesbitimiz, Üstad Necib
Fazıl'ın Sabahaddin Ali
hakkındaki şu satırlarından süzülebilir: "Sabahaddin Ali, hikâyenin
bina, yapı işinde ustaca, vâkıalara bağlı, İÇ KUMAŞI KABA ÇUVAL
BEZİNDEN İLERİYE GEÇMEZ ve şiirden zerrece nasibi olmayan kupkuru
bir amele..." (Necib Fazıl, Bâbıâli, Büyük Doğu Yay., 4. Basım,
İstanbul 1990, s. 242-243)
Bu
tarzın en ustalarından Sabahaddin
Ali'nin bile "iç kumaşının kaba çuval bezinden ileriye geçmez"
olduğunu düşünürsek, onun taklidçilerini ve taklidçilerinin
taklidçilerini hesaba katmaya değmez. Zaten bu çalışmamız
boyunca, şahıs isimlerinden ziyade "anlayışlar"ın
üzerinde durmaya gayret ettiğimiz hissedilecektir. Bir
yazar ve şairin NE yazdığı kadar NASIL yazdığının da önemli
olduğunu bize İBDA öğretti. İşte kendilerine "toplumsal gerçekçi"
diyen hikâyecilerin (ve elbette romancılar ve şairlerin) anlamadıkları,
anlayamadıkları veya anlamak istemedikleri yanlışları buradadır.
Onlar bir hâdisenin sadece fotoğrafını çekerler; tabiî işlerine
geldiği ve görmek istedikleri açıdan... Ama sonuçta bu sadece bir
fotoğraftır ve bir insan yüz şekillerinden ne kadar tanınabilirse,
hâdiselerin gerçek sebebi de fotoğraf çeker gibi bir kurgulamayla o
kadar anlaşılabilir. Bir hâdisenin sebeb-netice ilişkilerini mantıkî
bir kurguya yerleştirmekle, o hâdisenin sırrının yakalanamayacağını
hatırlamak lâzım... Köy ağalarının haksızlıklarını ve köylülerin
çaresizliklerini anlatmak, iyi bir SANAT ESERİ için yeterli olmadığı
gibi, anlatılan hâdisenin içyüz izahını yapmaya da yetmeyecektir. (...) SAİT
FAİK'TEN "SON KUŞLAR" Sabahaddin
Ali
hikâyeciliğinden farklı olarak, klâsik vak'a tarzını bir kenara bırakıp,
"durum hikâyeciliği" diye adlandırılabilecek olan duygu ve
düşüncelerin ön plânda yer aldığı, modern tarzın öncüsü sayılabileceğini
daha önce ifâde ettiğimiz Sait
Faik'in "Son Kuşlar" isimli oldukça tanınmış hikâyesi
mevzuumuza numûne olarak alınabilecek bir çalışma... Bu "tarz
öncülüğü"nün Türk edebiyatı için geçerli olduğunu ve Sait
Faik'in bundaki payının, dünya edebiyatında daha önce keşfedilen
ve yaygınlaşan bir usûlü başkasından önce (haydi
"taklid" demeyelim) tatbik etmekten ibaret olduğunu da önemle
belirtmeliyiz. Sabahaddin
Ali'deki
gibi başı ve sonu belli bir olaydan ziyade, çevre karşısında yazarın
içinde belirginleşen duyguların ifâde edildiği bu hikâyenin özetini
vermek elbette çok zor ve hattâ hikâyeyi tanımamız için çok
yetersiz... Çünkü bu tür hikâyelerin lezzeti bütününde... Lâkin
bu çalışmanın bir edebiyat antolojisi görünümünde olmaması için
sayfalarımızı iktibaslarla doldurmak istemiyoruz. İlgilenenler hikâyenin
tamamını hemen her kütübhâneden veya kitabçılardan elde edip
okuyabilirler. İşte hikâyenin özeti: "Kış,
Ada'nın her tarafına yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız
poyraz, maystro, dramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel hâlinde
seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını
toplamamış, bir kenara, oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur."
Yazar, "gitmekle gitmemek arasında sallanır bir hâlde, elinde
bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bir güzel yüzlü göçmen
taze"ye benzettiği bu mevsimi, Ada'da kendisinden başka hemen hiç
kimsenin sevmediğini ifâde eder. "Herkesin
yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden
alıştırmak ve hazırlamak için birşeyler yapmaya çalıştığı öyle
günlerde" yazar, "tembelliği, hep kaçanı kovalayan huyuyla
yazın, o güzel göçmenin peşine düşmüştür." "Nerede
yakalarsa orada kucaklar onu." "Kimi bir çamın gölgesinde
durgun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte
bütün eski ihtişamıyla daha yeni başlamıştır." Bu
arada yazar, yaz günlerinin gitmek için fazla telaş etmediği Ada'nın
bu yakasında hiçbir evin olmadığını, yalnızca bir kır kahvesinin
olduğunu belirtir. "Bir apartman terası kadar ufak bu kır
kahvesinin tahta masaları üstünde, hâlâ karıncalar gezer. Hâlâ
sinekler kahve fincanının etrafına konarlar." Yazar
bu yazıyı yazarken uçak homurtularından Yeşilköy'e inecek yolcuları
düşünür. Daha evvel de uçaklar gelmiştir ama "hiç içindeki
yolcuların Yeşilköy'e neredeyse ineceklerini, daha şu iki satırın
sonunda inmiş bile olduklarını" düşünmemiştir. "Kahvecinin
kendisi sevimsiz bir adamdır." "Bu kedi tahta masanın üstüne
çıkmış, köpeğime durmadan homurdanıp duracak mı?" diye
sorar kendi kendine yazar ve daha ânlık nice görüntünün içinde bıraktığı
intibâları anlatır. Derken vaktiyle bu adaya bu zamanda uğrayan ve
"cıvıl cıvıl öten", "bir ağaçtan ötekine
konan" kuşları hatırlar. "İki senedir gelmiyorlar"
diye hayıflanır. Düşünürken aklına "sonbahara doğru bir takım
insanların çoluk çocuk, ellerinde bir kafes, Ada'nın tek tepesine doğru
gittikleri ve içinin cız ettiği" gelir. Büyüklerin
ellerinde birbirine yapışmış acayip çomaklar vardır.
"Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları ufacık ağacın
altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri
bağlarlar." "Hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun
feryadına, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık sesine doğru bir küme
gelirler. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu
çocuklu kocaman herifler, bir müddet bekleşirler. Sonra kuşların ötüştüğü
ağaca doğru yavaş yavaş yürürler." "Ökselerden kurtulmuş
dört beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken,
birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları
toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlar." Yazarın
ilk aklına gelenler bunlardır. Hele bir tanesi vardır. "Çocukları
bu işe seferber eden" odur. "Ökseleri cumartesi gecesinden
hazırlayan da..." Bundan sonraki satırlarda Konstantin isimli bu
herife âit bilgiler vardır. İnsanlarla ilişkilerinde mütevazi bir
adam olan bu kişi "güz mevsiminde böyle birdenbire bir canavar
kesilir" ve "bir tanesi 250 gram et vermeyen sakaları,
isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri, gökyüzünden
birer birer toplar." Yazar
bunları düşünürken, "geçen gün" rastladığı bir hâdiseyi
daha hatırlar. "Kuşlar yoktur havada ama yolun kenarında yeşillikler"
vardır. Bu yeşilliklerin bazılarının çocuklar tarafından söküldüğünü
görür ve onlardan bu çimenleri "Mühendis Ahmet Bey"in,
deri tüccarı Hollandalı'nın bahçesi için söktürdüğünü öğrenir.
Yetkililerle temas kurar fakat hiç kimse ilgilenmez. Hikâye şu satırlarla
biter: "Kuşları
boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya
değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde
artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında,
toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için
değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri
çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi." (Sait
Faik Abasıyanık, Havuz Başı-Son Kuşlar, Bilgi Yay., 13. Basım,
1992, s. 121-126) (...) Çeşitli
duygu ve görüntülerin ânı ânına zaptedilmesiyle yazılan ve
sistemli bir olaydan oluşmayan bu hikâyeyi, Sabahaddin
Ali'ninkini, bir gazete muhabirinin herhangi bir köydeki candarmalık
hâdiseyi oturmuş bir üslûpla aktarması kabul ederseniz, aynı
gazetedeki bir köşe yazarının "tabiatın bozulmasından duyduğu
kaygıyı" anlattığı, bu mevzuda gördüklerini ve intibâlarını
şiirimsi bir dille ifâdelendirdiği makalesi gibi düşünebilirsiniz.
Sanki insanın aklından geçenleri ve duygularını çeken bir fotoğraf
makinası icat edilmiş de, onu kullanıyor muharrir. Tamamen bir sentez
keyfiyetinden uzak... Sabahaddin
Ali'ninki hâdiselerin fotoğrafını çekiyordu; bununki duyguların
ve akla gelenlerin... "Elmanın güzel, armutun çirkin olduğunu"
telkin ediyor ama hepsi bundan ibaret... KEYFİYET, ESERİN İÇİNDE GÖRÜNENDEN
İBARET... Tarık Buğra
vesilesiyle yazdığımız gibi "bedeni zaptedemeyen ve hareketlere
nefesini üfleyemeyen duygunun, insanı ne çapta kuşatması
beklenir?" Yanlış
anlaşılmamalı: Bedenî hareketi hikâyenin "olmazsa olmaz"
şartı kabul etmiyoruz. Tasavvufta "insan kalbinin bir âlem olduğu"
anlayışı vardır ve asıl hareketler ruhta yaşananlardır. Bedenî
hareketlerimiz ise içimizdeki hareketliliğin kimbilir yüzde bilmem kaç
fenomeni-yansımasıdır sadece... Kendi içimizde hergün yüzlerce
deprem olur; coşar, ağlar, sevinir, hiddetlenir, özler, en akla
gelmedik şeyleri umut ederiz farkında olmadan. İnsanın görünen
davranışları, kendi içinde farkında olmadan yaşadığı hayatın
belki sadece yüzde biri... İşte bir yazarın, hayatın bu görünmeyen
yüzünü, insanın iç hesaplaşmasını hergün karşılaştığımız,
duyduğumuz basit vak'alar zincirinden sıyrılarak hikâyeleştirmesi
pek tabiîdir. Ki hikâye bir tarafa, birçok meşhur romanda bile
(bahsi gelince tekrar hatırlayacağımız gibi) durum böyledir. Peyami
Safa'nın "Matmazel Noraliya'nın koltuğu"nda hareketler
ne kadar kısıtlıdır? Kezâ "Bir Tereddüdün Romanı"nda...
Adı üzerinde, vak'aların değil, "tereddüdün romanı"...
Veya Marcel Proust'u alalım
ele... "Geçmiş zamanın peşine" düşen kahraman, bir
bardak çayı yudumlarken sayfalar akıp gider. Bunlar yazarın ve
kahramanlığın tembelliğinden değil, onların iç hayatlarının
zenginliğindendir. Fakat buna rağmen okuyucunun bir romanda, birinci
dereceden olmasa da, vak'a arama hakkı vardır; çünkü romanda, yazarın
önünde geniş bir hareketlilik imkânı mevcut... Deniz gibi geniş; gücün
miktarınca, istediğin kadar doldurabilirsin. Lâkin hikâye
ansiklobediye nisbet broşür çapında olduğu için hareketlerle,
diyaloglarla sayfaları doldurmaktansa, onu belli bir noktaya yoğunlaştırmak
daha tutarlı bir tavırdır. O
hâlde "bedeni zapteden ve hareketlere nefesini üfleyen
duygu" nasıldır? Elbette hissedilidiği gibi tasvir edilen değil;
tâbir ve tefsir edildiği yerde fikirleşebilen, peşinden sürükleyeceği
hâdiseleri fısıldayan, yâni tâbir ve tefsire açık olan duygudur.
Yâni Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında boy gösteren hikâyecilerimizin
mahrum olduğu duygu... İşte bu modern tarzın öncüsü ve en önemli
birkaç imzasından birisi olan Sait
Faik'in yine en önemli birkaç hikâyesinden birisi olan "Son
Kuşlar"ında okuduk: Adam anlatacağının hepsini anlatmış zâten;
neyini tâbir ve tefsir edecek, neresine şerh düşüreceksin? Bizce hâdiselerin
hâdise olarak kalması nasıl başlıbaşına onlara edebî bir kıymet
kazandırmaya yetmezse; duyguların da duygu olarak kalması aynı şekildedir. Necib
Fazıl'ın
Sait Faik'i değerlendirirken
yazdığı, "O, (klâsik) mânâda bir hikâyeci değildir. Sadece
tek tonlu bir dünyadan, hususî renkler, çizgiler, sesler ve kokular
devşirici bir şiir meraklısı" şeklindeki ifâdelerin bir
sebebi de "duyguların duygudan ibâret kalması" olabilir.
(Necip Fazıl'ın satırları için, Bâbıâli'nin 4.Basımının 240.
sayfasına bakınız) Sait
Faik bahanesiyle
yine Büyük Doğu Mimarı'na
kulak verelim: "Sait Faik mücerret
şekiller, tipler ve mizaçlar üzerinde oldukça tesirli bir şiir dökümü
yapabilen bir san'atkâr iken, ondan sonra iş, mektep çocuğu
karalamasında bile aşağıya düştü." (Necib Fazıl, Allah
Kulundan Dinlediklerim, 4.Basım, Mayıs 1993, s. 207) Aynı
eserin bir önceki sayfasında, hikâyelerin zaman ve mekân hülâsaları
hakkında; "onlara, bütün fezâyı aydınlatabilecek özde bir şimşek
de sığabilir, bir kibrit ışıkcığı da..." diye yazan Üstadımız
"hiçbiri yok" diye hayıflanır. Kısacası, Türk edebiyatında
derinliğine ferdî ve genişliğine toplumu aynı ânda
kucaklayabilecek çapta bir hikâye çalışmasına (B.D. ve İBDA Mİmarları
hariç) henüz rastlanamamıştır. Sait
Faik bahsini
geçmeden önce, hikâyecilikte (ve elbette bütün edebî türlerde) asıl
farklılığın mevzuda değil, altyapıda aranması gerektiğine misâl
teşkil etsin diye, onunla Halikarnas
Balıkçısı arasındaki (görünüşteki benzerliğin aksine) bazı
farklılıkları sıralayacağımız bir başlık açmak istiyoruz. SAİT
FAİK VE HALİKARNAS BALIKÇISI Sait
Faik'in
Bilgi yayınevi tarafından neşredilen ve 3. Basımını Aralık
1993'te yapan, hikâye-deneme ve mektuplarının derlemesinden oluşmuş
"SEVGİLİYE MEKTUP" adlı kitabının 125. sayfasındaki
"Yeditepe Üzerine" başlıklı yazısından anlıyoruz ki,
bir zamanlar O'nun, Halikarnas Balıkçısı imzasıyla yazan Cevad
Şakir Kabaağaç'ı taklid ettiği dedikodusu yayılmış ve Sait
Faik de bahsi geçen yazısında bu dedikoduya ateş püskürüyor. Ahmed
Kabaklı da, "Türk Edebiyatı" adlı eserinin 3. cildinde
Halikarnas Balıkçısı'nı
incelerken, denizi ve denizcilerin hayatını anlatma noktasında, O'nun
ilhâm verdiği yazarlar arasında Sait
Faik'in adını da sayar. Büyük
Doğu'nun "yeni olan terkiptir" hükmü gereği, bizler Sait
Faik'in, Halikarnas Balıkçısı'nın
yolundan gittiği şeklindeki bir iddiayı her iki yazara karşı haksızlık
olarak kabul ediyor ve onların sanatlarını inşâ ettikleri altyapıyı
yeterince tanımamaya bağlıyoruz. Önce bu iki yazar hakkında kısa
bilgiler: SAİT
FAİK: Varlıklı
bir ailenin çocuğudur. Ömrü boyunca yazı yazmak dışında hiçbir
iş yapmamış, başıboş, avâre bir hayat sürmüştür. Kâh
insanlardan kaçmış, kâh en bayağı insanlarla dostluk kurmuş, gününü
gün etmek için fırsat aramıştır. Denize, balıkçılığa ve
alkole düşkündür. Bir hikâye yazabilmek için, bazen bir sokak çocuğunun
arkasında saatlerce yol yürüdüğü söylenir. İstanbul'da yaşadığı
başıboş günlerinde karşılaştıklarını, hissettiklerini, görüp
duyduklarını ve hayâlini kurduğu şeyleri yazmıştır. Yazılarında
merkez kendisidir ama özellikle Adalardaki insanlar, balıkçılıkla uğraşanlar,
işsiz güçsüz insanlar, sarhoşlar ve hırsızlar, kimsesiz çocuklar,
tabiatın ruhunda uyandırdığı güzellikler belli başlı kahramanları
ve mevzularıdır. HALİKARNAS
BALIKÇISI: Asıl
adı Cevad Şakir Kabaağaç'tır.
Baba katili olduğu bilinmektedir. Ayrıca istiklâl mahkemeleriyle
ilgili bir yazısından da ceza almıştır ve yaşadığı sürgün
hayatında günümüzün meşhur Bodrum'unu keşfetmiş ve o zamanlar hiç
tanınmayan bu yerleşim yerini bütün Türkiye'ye tanıtmıştır.
Mitoloji uzmanıdır. Beşbin yıllık Anadolu kültürünün bir bütün
olduğuna inanır ve eski Anadolu uygarlıklarının Yunanlılara değil,
biz Anadolu'lulara âit olduğunu şiddetle müdafaa eder. "Anadolu
Efsaneleri" adlı kitabının önsözünde şunları yazar: "Göç
eden insan yığınları ve istilâ için yürüyen fetih orduları, hep
Anadolu'nun üzerinden geçtiler. Buldukları halkı öldürmediler ama
hep onlara karıştılar. Son olarak biz Türkler geldik ve onlara karıştık.
Öyle ki, biz Amerikalılardan bile daha melez olduk, bundan ötürü
vakit vakit Anadolu'ya gelmiş ve bu yurda kısa ya da uzun bir süre
sahip olmuş ne kadar insan varsa damarlarımızda hepsinin de kanı
vardır. Her ne kadar kültür sorunu bir kan sorunu değilse de, yabancımız
sayarak yadırgadığımız şeylerin biz hem fiilen, hem de hukuken
mirasçıyız." (Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri,
Bilgi Yayınevi, 7.Basım, s. 14) Bu
iddiaları, birçok tarihçiyi dayanak alarak elbette reddediyoruz ama
buraya aktarmamızın gayesi, doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmak
değil; Halikarnas Balıkçısı'nın
sanatına yön veren altyapıyı ortaya çıkarmak ve Sait
Faik'le kıyaslama imkânı bulabilmektir. Yine
bu Cevad Şakir'e göre,
Anadolu'nun üstündeki binlerce yıllık bu mirası biz Türkler
sahiblenmediğimiz için, hiç hakları olmadığı hâlde Yunanlılar
sahiplenmişlerdir. Hâlbuki Homeros
ile Sokrates aynı kültürün
adamı değildir; Sokrat onlarındır
ama Homer bizim... Mitoloji
ve eski Anadolu uygarlıkları konusunda bir kütübhâne kadar geniş
bir bilgisi olan Halikarnas Balıkçısı'nın
bu ilgisi, Salih Zeki Altay'ınki
gibi budalaca bir hayranlıktan ibaret değildir. Balıkçı'nın
eserleri birazcık dikkatlice incelenirse, adeta mitolojinin ideolocyasını
inşâ gayretinde olduğu farkedilecektir. Böyle bir adamın hikâyelerinin
altyapısı elbette buralara kadar uzanacaktır. Sait
Faik'le Halikarnas Balıkçısı'nın Benzerlikleri: -İkisi
de deniz hayatına düşkündür. Denizi, denizcilerin yaşantısını
delice severler. Hikâye ve romanlarının ana mevzuları genellikle
denizciliktir. Balıklarıyla, işçileriyle, sahil köyleriyle deniz
hayatı ve tabiat onların eserlerinde zahirî bir benzerlik
vehmettirir. Farklılıkları: -Öncelikle
mekân... Sait Faik İstanbul'un
kıyı köylerinden, Boğaz'dan, Ada'lardan, kısacası Marmara'nın
hemde sadece bir kısmından seyreder deniz hayatını... Halikarnas
Balıkçısı ise, Marmarayı dar ve tek boyutlu bulur, sevmez...
Ege'nin masal gibi ilginç ve bereketli suları, Akdeniz'in enginliğidir
onu cezbeden ve kendisine çeken deniz... -Sait
Faik iskelelerde dolaşır, denizcilerin arkadaşıdır. Cevad
Şakir ise, engin denizlerde ve kaptanın kendisi gibidir. Sait
Faik'te avâre bir mizacın sığınağı olan deniz, diğerinde
hayatın tâ kendisidir. -En
önemli farkı: Sait Faik'in
hikâyelerinde kendi mizacı ön plândadır, herşey kendi duygularına
göre şekillenir. Üzüntüler, sevinçler, özlemler, ümitsizlik ve
ümitler tamamen kendi içinde ifâdeye bürünür. Sosyal hayatın acıları
da onun şahsî hisleri üzerinde iz bırakabildiği kadar mevcuttur.
İşte onun hikâyelerinin altyapısı!.. Halikarnas
Başlıkçısı'nın hikâyelerinde
ise binlerce yıllık bir yaşantının, bir kültürün, hayata karşı
takınılan tavrın, bu tavrın içinde şekillenen efsanelerin, inanışların
içinde yoğrulan bir muhteva vardır. Onun hikâyelerinin altyapısı,
bir ömür üzerinde çalıştığı "mit"lerdir. Çeşitli aşamalardan
geçen, damıtıla damıtıla günümüze gelen bir hayat tarzının,
Ege sahillerinde yaşayan ve ekmeğini denizden çıkaran köylüler üzerindeki
tesiri sözkonusudur onda... Öyle ki, ünlü denizci Turgut
Reis dahi, denizlere olan tutkusu sebebiyle, Cevad
Şakir'in eser kahramanları arasına girmiştir. -Bir
diğer fark ise, Sait Faik'in
defalarca bahsettiğimiz modern tarzın kalıplarında yazması; Halikarnas
Balıkçısı'nın ise, daha çok klâsik tarza yakın olmasıdır.
Bu arada Balıkçı'nın da
zaman zaman (meselâ "Çiçeklerin Düğünü" adlı hikâyesinde)
modern tarzdan faydalandığını, kimi zaman ise klâsik ve modern kalıpların
ortasında bir yer tuttuğunu belirtelim. Sonuç
olarak; Sait Faik'in hikâyeleri
ifâde ve estetik kıymeti açısından gerçekten daha başarılıdır
ve ruh üzerinde bıraktığı tesir daha dikkate değer... Hikâye peteğine
şiir balını kendi çapında başarıyla doldurmuştur. Halikarnas
Balıkçısı'nınkiler ise, muhtevasındaki kültürel izlerin
zenginliği açısından Sait
Faik'ten daha ileri... Demek ki, ikisi tek bir kişi olsaydı, iç
zenginlik ile kültürel zenginlik birleşir ve Cumhuriyet dönemi hikâyeciliği
içinde daha fazla ciddiye alınabilecek bir imza ile karşılaşırdık.
Zâten Türk edebiyatının en önemli eksiği burada; yâni üstün
sentezin olmayışındadır. Hep birisinde olmayan diğerinde mevcut ve Necib
Fazıl ile Salih Mirzabeyoğlu
dışında "zıt kutublar arası muvazene"yi kurabilen hiç
kimse yok. Bu
iki yazarı kıyaslamamızın sebebi, sanat eserlerinde altyapı
meselesini işaretlemek içindi. Aynı yoldan gitmek demek, aynı şeylerden,
meselâ denizden, kadından, savaştan veya daha başka mevzulardan
bahsetmek değil, bahsettiklerini temellendirdiği alt yapının benzer
olması demektir. Türk edebiyatında bunu anlayacak kaç münekkid var
acaba? TANPINAR'DAN
"ABDULLAH EFENDİNİN RÜYÂLARI" : Şu
âna kadar yer verdiğimiz misâller kısa hikâye sınıfındandı. 50
sayfa civarındaki bu "Abdullah Efendi'nin Rüyâları" ise
hem uzun hikâye, hem de "telkinci" bir üslûbla kaleme alınmış
önemli bir çalışma... Hikâye
adı üzerinde "Abdullah Efendi'nin Rüyâları"ndan oluşur.
Yazarın rüyâlara Freud'cu
bir gözle yaklaştığı farkedilmektedir. Çünkü rüyânın şuur
altına hapsedilen başka bir şahsiyetin uyku sırasında açığa çıkmasından
ibaret bir görüntü oyunu olduğunu ima etmektedir hikâye içindeki
bazı satırlar... Bu yaklaşımın "Hikemiyat" okuyucuları için
ne kadar bayağı olduğu malûm... Abdullah
Efendi'nin rüyâsı, beş arkadaşıyla birlikte içkili bir lokanta
masasında başlar. "Gece çok
güzel"dir. Abdullah Efendi'ye, "bir nevî hafiflik
gelmiş. Denilebilir ki, dört tarafını böyle vaziyetlerde bir demir
kuşak gibi çeviren ve ona nefes aldırmayan boğucu, dar havalı şahsiyetinden
kurtulmuştur." Rüyânın
ilerleyen bölümlerinde fahişeler, dile gelen ve tebessümü mutluluk
saçan kadının yalan söylediğini ifâde eden bacaklar, yer değiştiren
ve konuşan eşyalar, "takma göğüslü kadınlar" filân
vardır. Hikâyenin özetini vermiyor, fakat rüyâların, kabusların
ustalıkla yazıya nakşedildiğini belirtmek istiyoruz. (bkz. Ahmed
Hamdi Tanpınar, Hikâyeler, Dergâh Yayınları, 3.Basım, s. 160-208) Peki
bu hikâyenin bizim için önemli olmasının asıl sebebi nedir?
Abdullah Efendi bazı korkunç rüyâlar görmüş ve uyanmıştır. Bu
kadar mı?.. Hayır tabiî... Tanpınar'ın
şiirini değerlendirirken özellikle üzerinde duracağımız gibi önemli
olan "rüyâ"yı anlatmak değil, onu tâbir etmektir ve Tanpınar'ın
yapamadığı da budur. Zâten Freud'cu
bir yaklaşımla böyle bir işi başarmak da mümkün olmaz... Roman ve
şiir bahislerinde de ele alacağımız Tanpınar'ın
hikâyeciliğini burada noktalarken, son hükmümüz şudur: Anlatılan
rüyâlar ne kadar ilginç olursa olsun, tâbir edilmeyince hiçbir
ehemmiyeti yoktur ve Tanpınar'ın
hikâyesi bu yönüyle besin değeri olmayan, lezzetten ibâret bir
pastadır. Rüyâ
nasıl tâbir edilir ve böylece kıymet üstüne kıymet kazanır;
merak edenler, İbda Mimarı Salih
Mirzabeyoğlu'nun altı ciltlik dev romanı Tilki
Günlüğü'nü okumaya buyursun. Şiir bahsinde de bunlara temas
edeceğiz. SON
ÇİZGİLER Murat
Küçük
gönüldaşımızın mektublarından birinde, şu minvalde bir tesbiti
olduğunu hatırlıyorum: "Bir hikâyede mevzu basitleştikçe üslûp
çetrefilleşmeli..." Bu nefis tesbitin tersi de geçerli:
"bir hikâyede mevzu çetrefilleştikçe üslûb basitleşmeli." Cumhuriyet
dönemi Türk edebiyatı içinde, kitablık çapa ulaşmayan birkaç
istisna dışında, ne bu teknik inceliği anlayan çıkmış, ne de
ferdi ve toplumu aynı ânda kucaklayacak, en basit meselelerin arkasındaki
mücerredi işaretleyecek, ulvî muammalarla okuyucuyu karşı karşıya
getirecek hikâyeci yetişmiştir. Batı
hikâyeciliğini yakalamak için çırpınanlar, oradaki bazı örnekler
gibi mesele kucaklayabilecek çapa erişmemiştir. Meselâ (Mopasan)ın
"Korku" isimli bir hikâyesi vardır ki; bilindiği sanılan
bir ruh hâlinin ardındaki bilinmeyeni karşımıza çıkarması açısından
çok önemlidir ve Türk hikâyeciliğinde bu çaptaki hikâyelerin sayısı
ancak bir elin parmakları kadardır. İşte bu hikâyenin özeti: "İri
bir Ay'ın ayna gibi pırıl pırıl parıldattığı Akdeniz sularındaki"
büyük bir geminin güvertesinde yedi-sekiz kişi toplanıp, gitmekte
oldukları o uzak Afrika'ya doğru gözlerini çevirmiş, sessizce
denizi seyrederken, aralarında purosunu içmekte olan kaptan daha önce
gemisinin, denizaltı kayası üstünde tam altı saat kaldığını ve
bu hâdisenin onu çok korkuttuğunu anlatır. "O
sırada güneşten yanmış yüzü, vakur hâliyle pek heybetli görünen,
bitmek tükenmek bilmez tehlikelerle karşılaşmak suretiyle meçhul
diyarlarda uzun seyahatler yapmış olduğu anlaşılan, görmüş olduğu
o garip manzaralardan bazılarını hâlâ gözlerinin derinliğinde
muhafaza ediyormuş gibi etrafına sükûnetle bakan ve nihayet çok
cesur bir kimse olduğu tahmin edilen bir adam" konuşmaya başlar: -"Enerjik
bir insan, çabuk gelip geçen bir tehlike karşısında hiçbir vakit
korkmaz. Belki biraz heyecanlanır, sinirlenir. İşte o kadar. Fakat
korku bambaşka şeydir." Bu
adam, "başından birçok şeyler geçtiğini, öldürücü gibi görünen
birçok maceralar yaşadığını, çok hırpalandığını, eşkıyalar
tarafından ölü bırakıldığını, Amerika'da âsi muamelesi görerek
asılmak sûretiyle îdama mahkum edildiğini ve Çin sahillerinde, bir
geminin güvertesinden denize atıldığını, bütün bu olayların her
defasında mahvolduğunu sandığını; fakat, hiç çekinmeden, hattâ
hiç bir pişmanlık hissi duymadan yine bildiği gibi hareket ettiğini,
çünkü korkunun bu anlattıkları olmadığını" belirtir. O,
korkunun ne olduğunu iki kere hissetmiştir. On
yıl önce Afrika toprakları üzerinde başına bir hâdise gelmiştir:
Büyük kum tepelerinin olduğu bir yerden geçiyordur. Dünyanın en
acayip bölgelerinden birisi olan bu yer, sanki bir okyanusun bir fırtınada
kuma dönüştüğü intıbâını uyandırır. Okyanusun kabarmış
suları gibi yükselen dağ büyüklüğündeki kumlar... "Altındamış
gibi görünen bu kum dağlarını tırmanmak, o dalgalardan tekrar aşağı
inmek lâzımdır." "Atlar hırıltı çıkarırlar: dizlerine
kadar kumlara batarlar ve o şaşırtıcı tepelerin diğer yamaçlarından
aşağı inerlerken kayarlar." Bu
yolculukta iki arkadaşlardır. Peşlerinde de sekiz sipahi ve
devecilerle birlikte dört deve vardır. Bitkin bir vaziyette
ilerlerken, adamlardan biri birdenbire bir haykırış sesi çıkarır,
şakın bir vaziyette hareketsiz kalırlar. Biraz
ötede, pek belli olmayan bir istikamette, kum tepelerinin esrarlı
davulu çalmaktadır. Bu davulun sesi kâh zarif, kâh kesik kesik
gelir; sonra gökgürültüsünü andırır gibi kuvvetlenir. Korkmuş
olan Arablar, "ölüm üzerimizde" diye birbirlerine
bakarlarken, arkadaşı olan adam, güneş çarpmasıyla atından başaşağı
düşer. İki saat, onu kurtarmak için boşu boşuna uğraşırken, bir
türlü kesilmeyen o davul sesi, mahiyeti bilinmeyen gökgürültüsü
ile kulaklarını doldurur ve hakikî korkunun o ânda, arkadaşının
cesedi karşısında ve dört bir tarafı kumlarla çevrili çöl ortasında
kemiklerine kadar nüfûz ettiğini hisseder. Hâlbuki
sonradan öğrenmiştir ki, o acayip sesler, kum tepeleri arasında teşekkül
etmiş olan vâdilerde, kumların rüzgârla uçmalarından ve kuru
otlara çarpmalarından hâsıl olmaktadır. Yâni o davul sesi bir nevî
ses serabıdır ama o ânda
korkmuştur işte. İkinci
korkusunu ise "geçen kış" Fransa'nın bir kuzeydoğu ormanı
içinde yaşamıştır. Gökyüzü çok kapalı olduğundan gece erken
bastırmıştır. Bir orman bekçisinin misafiri olacaktır ve bir köylü
onlara kılavuzluk etmektedir. Nihayet
zifiri karanlıkta evli ve iki oğlu da onunla beraber bulunan orman bekçisinin
evine gelirler. İçeridekiler onları bir panik havası içinde karşılarlar.
Çünkü orman bekçisi tam iki yıl önce bir adam öldürmüştür. Ölenin
ruhu geçen yıl gelmiş ve seslenmiştir, bu yıl yine beklemektedir.
Bu sebeble elinde bir tüfek vardır, oğlanların elinde ise birer
balta... Hikâyenin
kahramanı ise "tam o akşam gelmiş olmaktan memnun kalarak,
elinden geldiği kadar adamı teskine çalışır." Dışarıda şiddetle
devam eden bir fırtına, evin her tarafından ıslık sesleri çıkarır;
ağaçlar çok sert rüzgârla eğilmektedir. Gecenin
ilerleyen saatlerinde, ihtiyar bekçi, birden bire iskemlesinden sıçrar,
tüfeğini tekrar eline alarak "işte, işte o, duyuyorum
onu!" diye kekeler. Oğullar baltaları ellerine alırlar, onları
yatıştıracağı sırada, uyumakta olan köpek birden bire uyanır ve
sönmüş ateşe bakarak, herkesi titretecek kadar fenâ uluma sesleri
çıkarmaya başlar. Köpek birşey görüyormuş gibi, ayakları üzerinde
dikilerek hareketsiz bir hâlde durup, meçhul bir şeye karşı havlar.
Perişan bir vaziyette olan bekçi: "Birşeyler seziyor! Onu
seziyor! Onu öldürdüğüm vakit o da oralarda idi" diye bağırır. O
ân dehşet verici bir manzaradır, hikâyenin kahramanı da titremeye
başlar; kendini kaybetmiş bu insanlar arasında, hayvanın birşey görmüş
olması dehşet verici bir manzaradır. Köpek
hiç durmadan bir saat kadar ulur. Bu müthiş korkunun ortasında, hikâye
kahramanını oraya getiren köylü, bir nevî öfke buhranı içinde
hayvanı dışarı salıverir. Köpek
derhal susar. O sessizlik içinde dalgın bir vaziyette kalırlar.
Derken bir ân hepsi yerlerinden sıçrayarak ayağa kalkar. Dışarıda
biri evin duvarına sürtünerek ilerliyordur. Biraz sonra kapı önüne
gelir, kapıyı yoklar gibi yapar. Daha sonra, kapı üzerindeki
pencerenin camından bir baş görünür. Bu başın ağzından mırıltı
kabilinden bir ses çıkar. Ve
o ânda mutfak içinde bir patlama olur. İhtiyar orman bekçisi ateş
etmiştir. Hikâyenin kahramanı, tüfeğin ateş ettiği sırada hiçbir
şey düşünemez olmuş, bayılacak vaziyete gelmiştir korkudan... Oradakilerden
hiçbiri kıpırdayamaz, şafak sökünceye kadar uyuşuk bir hâlde kalırlar
ve pencereden dışarı nihayet cesaret edip baktıklarında, dışarı
saldıkları köpeği öldürmüş olduklarını görürler. Adam
bunları anlattıktan sonra, güvertede konuştuğu kişilere şunları
söyler: "-Bununla
beraber, o gece hiçbir tehlike ile karşılaşmış değilim. Fakat,
ateş edip
köpeği öldüren o tüfeğin sesini bir ân için duymaktansa, geçmiş
zamanlarımda göğüs germiş olduğum o müthiş tehlikelerle tekrar
karşılaşmayı tercih ederim." (Guy De Moupassant, Seçilmiş Hikâyeler,
çev: Ferit Namık Hansoy, İnkılab ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1970,
s. 17-25) Çalışmamızın
mevzuu "Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı" olduğu hâlde,
bu yabancı yazarın hikâyesinden niçin bahsediyoruz? Farkedileceği
gibi, özetini verdiğimiz bu hikâyede yazar, "en cesur insanların
dahi korkabileceğini, korkunun ruhun dağılışı gibi menfur bir his
olduğunu; fakat bir insan cesur oldu mu, ölüm de dahil, tehlikenin bütün
şekilleri karşısında korkunun lâfının olmayacağını"
anlatmıştır. "Korku ancak belirsiz tehlikeler karşısında, bazı
esrarlı tesirlere tâbi olarak anormal vaziyetlerle husule gelir. Hakikî
korku, eski zamanın o inanılmayacak derecedeki hayâlî dehşetleri
gibi birşeydir." Anlaşılıyor
mu? Yazar, bilindiği sanılan ruh hâlinin ardındaki bilinmeyen
incelikleri karşımıza çıkarıyor. İnsan fıtratının bir parçası
olan "korku"nun sırrını ve asıl kaynağını işaretlemeye
çalışıyor kendisince... Anlıyoruz ki korku, meçhulün verdiği bir
ürpertidir. "Korku"nun sırrını öğrenmek insanî
hakikatimizi keşif, "kendimizi bilme" yolunda atılmış bir
adımdır. Çünkü, "korku" yaradılışımızın bir parçasıdır.
Yazar doğrudan bunları anlatmamıştır ama bir okuyucu olarak biz
bunları görebiliyoruz hikâyenin akışında... "İdeal Hikâye
ve Ölmek İstiyorum" başlıklı yazımızda ifâde ettiğimiz
"duygu ve hâdiseler ile üst seviyedeki fikirler arasında bir
sanat köprüsü kurulması gerektiği" şeklindeki tesbitimizin
pratiğe dökülmüş misâlini görüyoruz. Ve yine anlıyoruz ki, Batı
edebiyatının bu tür hikâyeleriyle, Büyük doğu ve İbda Mimarları
dışında mukayese edilebilecek eserler yoktur Türk edebiyatında...
"Hikâye Dünyamızdan Misâller" bölümünde özetlerini
verdiğimiz Sabahaddin Ali ve
Sait Faik'in hikâyeleri, (Mopasan)ınkine
göre ne kadar çiğ ve ucuz... Birisi ideolojik birkaç slogan dışında
sanat kaygısı taşımayan sendika yöneticisi ve emekçiyi; diğeri de
şiir heveslisi liseli genci doyurur ancak. Öbür Türk hikâyecilerinin
arasında da (Mopasan)ın
"Korku"su gibi mesele kurcalayan ve bilindiği sanılanın ardındaki
bilinmeyeni işaretleyen bir hikâye sahibi çıkmayacaktır. Büyük Doğu-İbda
mensupları ise gönül rahatlığı ile (Mopasan)ı
ezecek çapta bir hikâyeyi, meselâ Üstadımız'dan bahsi geçen
"Ölmek İstiyorum"u gösterebilirler. Türk
hikâyecileri büyük meselelere yanaşmamışlar, mesele diye işaretledikleri
hâdiselerin arkasındaki sırrı arama ihtiyacı hissetmemişler, hattâ
böyle bir mükellefiyetten dahi habersiz yaşamışlar ve kendi
kendilerini avutmaktan öteye geçememişlerdir. Ele
aldığı çerden çöpten mevzuları nüktedan bir anlatımla
renklendiren Haldun Taner,
"On İkiye Bir Var" hikâyesinde "zaman" gibi insanı
kıvrandıracak bir muamma ile adeta alay etmiş ve onun iç yüzünü işaretleyememiş;
tıpkı romanları gibi hikâyelerinde de marazî bir ruh hâlinin ifâdecisi
olan Oğuz Atay da zaman
zaman burun buruna geldiği ulvî meseleleri nüktelerle geçiştirmiş
ve Türk hikâyeciliğini orijinal bir zemine oturtamamışlardır. Oğuz
Atay, "korkuyu beklerken", (Mopasan)
gibi beklediğinin ardındaki sırrı göremez; fakat o göremediği sırla
alay eder. Okuyucuyu hastalandıracak kadar marazî ruh hâllerini ustalıkla
anlatırken de o sırrı görüyor değildir. Diğer
taraftan, hikâyelerini muhteva ile ilgisiz tasvirlerle dolduranlar, gördüklerini
yazmaktan başka hüneri olmayanlar, orijinal görünmek için ıkınıp-sıkınanlar
vs... Hesabımız isimlerden ziyade anlayışlarla... Onun için tek tek
misâllendirmeye hâcet yok. Kabul
ediyoruz: Türk hikâyeciliğinde bazı güzel örnekler vardır ama
bunlar kesinlikle kitablık çapa ulaşamamıştır. İşin özü ise,
ulvî mesele yoktur. Hikâyenin ne muhtevası, ne tekniği bir çetinliğin
ifâdecisi olmuştur. Aksine kolayca yazar sayılmak isteyenlerin sığınağıdır
Türk hikâyeciliği!.. BÜYÜK
DOĞU MİMARI'NDAN TÜRK ROMANI ÜZERİNE "BENİM
malûm fikrim; Türk romanı yoktur. Çünkü Türk romanı denilen,
evvelâ Batı örneklerine nisbetle ilkokul yazı emeklemelerinden daha
iptidaî eserler son yüzyıl içinde ola ola, meselesiz, çilesiz ve
ukdesiz, kartondan adamların gidip geldiği, yollarında eğlencelik
yemişler satılan bir panayır yerinden başka birşey olamamıştır.
Tanzimat devrinin, çocuklara giydirilen paşa elbiselerine benzer biçare
romanı, "Edebiyat-ı Cedide" çığırında gûya ilerileye
ilerileye, nihayet zavalılıktan ahmaklığa terakki edebilmiş; Halid
Ziya başta olmak üzere bu çığırın romancıları, yeni moda
Batı taklidçiliği enayilerinin âdi sokak zamparası ve "onbaşı
kültürü"yle techizatlı tiplerinden öteye geçememiştir. Düşünün
ki, bu roman, Garp edebiyat ve felsefesinin en olgun demlerini kadrolaştıran
ve kördüğüm hâlinde giriftleştiren 19 uncu Asır sonları ve 20
nci Asır başlarında, fransız romanı bir taraftan cihana hâkimiyetini
sürdürür, bir taraftan da rus romanı fransız romanını ezmeye başlarken,
Batının her türlü ukdesinden gafil, seri malı roman temsilcisi (Gonkur
Biraderler)i model diye ele almış, ne (Zola)yı,
ne (Mopasan)ı, ne (Prust)u,
ne (Dostoyevski)yi, ne (Tolstoy)u,
ne (Gorki)yi, ne (Goethe)yi,
ne (Oscar Vayld)ı, ne de son
Batı fikir cereyanlarını görebilmiştir.
Ondan sonraki "Fecr-i Âti" zemininde ve biraz ilerisinde
romana ilk defa mesele getirir gibi olan bir Yakub
Kadri varsa da, onun fert ve cemiyet üzerine açabildiği,
derinlik, "Edebiyat-ı Cedide"nin açtığı, küçük su
birikintilerine mahsus oyuklara nisbetle ancak diz kapağına gelen çamurları
aşmaz. Ömer Seyfeddin ve Refik
Halid birer usta satıhçı; Halide
Edib ise zâten en büyük mesele ve idrake istidadsız; başta işe
zarif bir kadın mizaç ve üslûbuyla girişip sonda işi, fecî bir
ukalâlıkta bitiren ve -dönmeliği icâbı- içinde yaşadığı
cemiyetin bütün ananelerine karşı nefretini kusan, sanatta hiçbir
zaman küçük çapın üstüne çıkamayan kişi veya dişi... Türk
romanında mesele ve ukde ilk defa Peyami
ile kımıldamaya başlıyor denilebilir. Fakat bu kımıldama, yürüyüş
ve çığ hâlinde gelemiyor, bu gelemeyişte Türk cemiyetine ait duygu
kütlüğünün de elbette tesiri bulunuyor. Peyami
Safa da o nazik zarı delemiyor. Onun nesli, Batı'da en nâdide çiçeklerin
yetiştirildiği limonluklar yanında çürümüş gübre karışımı
çerçöpten başka birşey olamıyor ve Türk romanı, Cumhuriyetle
beraber artık devâ kabul etmez bir akamet bataklığında çırınıp
duruyor. Bu fecî manzaranın verdiği tepkiyle, çirkini hissedip de güzeli
bulamayan ve roman gibi büyük cehd isteyici mimarî yükünün altına
giremeyen bazı dehâ özentisi tiplerde, gelmeyecek bir istikbalde
yazacağı eserin yalnız adını ve ilk cümlesini kâğıda dökmüş
ıkınıp duruyorlar." (Necib Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, 4.Basım,
Aralık 1990, Büyük Doğu Yay., s. 196-198) Büyük
Doğu Mimarı'ndan
aktardığımız ve üzerine tezimizi inşâ edeceğimiz bu nefis ifâdeler,
Bâbıâli'nin akışı içinde takib edebildiğimiz kadarıyla "Ağaç"
mecmuasından önce, 1935'li yıllarda söylenmiş. Şüphesiz, o
tarihten sonra, yâni zamanın tabiî akışı içinde, Türk romanında
da bazı -müsbet ve menfî- değişmeler yaşanmış, fakat bunların müsbet
olanları peşinden yeni hamleleri sürükleyememiş, ferdî başarılar
içtimaîleşmemiş, su dökülmeyen bir fidan gibi kendi başlarına
kurumaya terkedilmişlerdir. Şöhreti yaşamış; mânâsı tekâmül
edemedikten sonra neye yarar? Mevzuu müşahhaslaştıracak kadar bunların
da üzerinde duracağız. "Zamanın tabiî akışı içindeki değişmelere,
gelişmelere" misâl olarak Peyami
Safa'dan -şimdilik- birkaç cümleyle bahsedelim: Sevgili
üstadımız Necib Fazıl, Bâbıâli
adlı eserinin akışı içinde 1935'te söylediğini tahmin ettiğimiz
yukarıdaki iktibâsta o yılların Peyami
Safa'sını takdir etmekle birlikte "nazik bir zarı"
delemediğinden bahsediyor; yâni ümit vâdeden yumruğunun beklenilen
ve ihtiyaç duyulan sertlikte olmadığını imâ ediyordu. 1940'lara doğru
yazmış olduğu bir yazısında Peyami
Safa'da değişik bir çerçeveden benzer şeyleri söyler: "Benim
kitablarım üç merhale geçirmiştir. Sözde Kızlar, Mahşer ve Canan
çocukluk kitaplarımdır. Hepsini, bilhassa Canan'ı ele alınamayacak
kadar kusurlu bulurum. İkinci devre kitablarım Şimşek ve Bir Akşam'dı...
Bunlarda teknikten ziyâde, insan ruhuna âit endişeler itibariyle bir
fark görülür. Üçüncü kitablarım, 9. Hariciye Koğuşu,
Fatih-Harbiye ve Bir Tereddüdün Romanı'dır. Bunlarda çalışma
hedefime daha çok yaklaştığımı sanıyorum." (Toker Yayınları
Edebî Heyeti'nce hazırlanan Peyami Safa adlı kitab, 1984, s. 63) Üstad
Necib Fazıl, Peyami hakkındaki
bu hükmünü, O'nun, kendi ifâdesiyle "üçüncü
devresinin" içinde olduğu yıllarda vermiştir. Lâkin, Peyami
yukarıdaki yazısını yazdıktan on küsür yıl sonra en ciddî
iki romanıyla görünecektir: 1949'da yayınlanan "Matmazel
Noraliya'nın Koltuğu" ve 1951'de çıkan "Yalnızız",
O'nun sanatının dördüncü devresini teşkil eder ve bu iki romanda,
belki de Üstad'ın imâ ettiği nazik noktanın ilerisine bir adım atmıştır.
Üçüncü devre romanları için "çalışma hedefime daha çok
yaklaştığımı sanıyorum" diyen Peyami
Safa'nın, bizim tasnifimiz olan bu dördüncü devre romanlarından
sonra, ömrünün son on yılında ciddiye alınacak bir roman yazmayışı,
ister-istemez "çalışma hedefine ulaştığına mı karar vermiş?"
diye sordurtuyor. Bu on yıl içinde doyuma ulaşmayıp, beşinci bir
devrin kapısını açabilseydi, Türk edebiyatı için çok daha hayırlı
olabilirdi. Bu arada 1939 yılında tefrika edilip, 1959 yılında
kitablaşan "Biz İnsanlar" adındaki romanı da, muhtevasındaki
derin felsefî bahisler sebebiyle, üçüncü devre ile dördüncünün
arasında bir köprü vazifesi görüyor, kanaatimizce... (...) Doğrudan
bahsine girdiğimiz yukarıdaki Peyami
Safa ile ilgili satırlarımızdan da anlaşılacaktır ki, Büyük
Doğu ve İbda Mimarları'nın
ifâdelerini, gücümüz yettiğince "terkibî hükümleri" ölçü
alarak yorumlamaya çabalıyoruz; şahıs isimlerini değil... Yâni
Büyük Doğu ve İBDA Mimarları tarafından konuşulmuş bir terkibî
hükmün, bugün müsbet mesafesinde olan birisi; yarın aynı terkibî
hükmün menfî bir istikâmetine düşebilir. Tabii tersi de sözkonusu...
Demek ki, kişiden önce ölçü alınması gereken, o kişiyi değerlendirmemize
mihenk olan hüküm... Fakat bu Mimarların (sonu başta hissedercesine)
şahıslar üzerinde yaptıkları değerlendirmelerin de (tenkidlerin) hâlâ
canlılığını muhafaza ettiğini belirtmek mecburiyetindeyiz. TÜRK
ROMANI VAR MIDIR? Büyük
Doğu Mimarı,
"yoktur" diyor. Niçin yok?.. Şüphesiz, memleketimizde yüzlerce
romancı doğdu, binlerce roman yazıldı... Bir Türk romanının
olabilmesi için, yazarın Türk olması, romandaki kahramanların Türk
ismi taşıması, mekânın Türkiye olması ve bu ülkenin
meselelerinden bahsedilmesi yeterliyse elbette bir Türk romanı vardır;
hem de kemmiyet itibariyle oldukça hacimli bir Türk romanı... Ama
bir Türk romanının olabilmesi için, onu dünya romanından ayıran
bazı çizgilerin, dünya romanında mevcut olmayan orijinal
hususiyetlerin, dünya edebiyatına teklif ettiği yeni anlayışların
olması gerekirse, elbette bir Türk romanı yoktur. Sözkonusu olan, dünyadaki
anlayış ve tekniklerinin, bu ülke insanına montajıdır. Batı'da
modeli çizilmiş ve imâl edilmiş bir otomobil düşünelim. Bu
otomobilin şeklinden motoruna ve diğer malzemelerine kadar aynısı Türkiye'de,
Türk insanı tarafından üretilse ve kullanılan parçalar dahi yerli
olsa, ona Türk otomobili demek için saf denecek kadar iyimser olmak
gerekir. Örnek aldığı modele ciddî bir takım teknikler ilâve eder
ve böylece karşıya teklif edebileceği yenilikler olursa o zaman iş
değişir. Yeşilçam
filmlerini hatırlayalım: Artistler
Türk, yönetmen de öyle... Kezâ filmler bu ülkede çekiliyor ve
genellikle işlenen mevzuular da bu ülkenin hastalıkları... Ama buna
rağmen bir "Türk Sineması"ndan sözedilemiyor; çünkü dünya
sinemasına vereceği birşeyi yok bu filmlerin... Türk
romanı denilen eserler bütünü de böyle... Aralarında gerçekten başarılı
çıkışları ifâde eden ve okunmaya değer eserler olsa da, bunlar
"kendi kendinden ibârettir" ve genel hükmümüzü değiştirecek
bir "sürekliliği" doğuramamışlardır. İBDA Mimarı Salih
Mirzabeyoğlu, "Çağdaşlık, eğer dünya çapında geçerli bir
kültür ölçeğinin adı ise, hâlihazırda geçerli ve hâkîm olan
ne ise ona tâbi pasif bir rol kabullenmiş olmayan her kültür tavrı
için, kendini teklif edeceği bir mevzudur" diyor "Adımlar"
adlı eserinde ve şunları da ilâve ediyor: "Biz,
hâkimiyet kavgası veren bir kültür
olarak, «çağdaş uygalık»a kendimizi teklif edeniz..."
(Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar, İBDA Yay., İstambul 1997, s. 189-190) İşte
Türk romanı, "hâlihazırda geçerli ve hâkim olana tâbi pasif
rol kabullenmiş" ve "hâkimiyet kavgası veren" bir
mahiyete bürünemediği için dünya romanına "kendisini
teklif" edememiştir. Meselâ bir Rus romanı vardır; Fransız
romanının en güçlü saltanat yıllarında, ona alternatif olarak
"kendisini teklif edebilen" ve "hâkimiyet kavgası"
yapabilen bir Rus romanı... Anlaşılacağı
üzere, bu çerçevede Türk romanından bahsetmek mümkün değildir.
Ama biz tahkik etmek için kemmiyet plânında bir Türk romanından
bahsedeceğiz; bundan kastımız Cumhuriyet dönemi Türkiyesi'nde (ve
öncesinde) roman yazmaya soyunan isimler topluluğu ve bunların
kaleminden çıkan eserlerdir. "Türk romanı yoktur" hükmümüze,
Türkiye dışında yaşayan ve Türkiye'li olmayan Cengiz
Aytmatov gibi romancıların dahil olmadığını önemle hatırlatalım.
Ve tabii Türkiye edebiyatında da, Tanpınar'ın
"Huzur"u, Peyami'nin
"Yalnızız"ı, Tarık
Buğra'nın "Küçük Ağa"sı ve Sepetçioğlu'nun
tarihî romanları gibi bazı başarılı çıkışların olduğunu...
Ama zamanın çürüklüğünden olsa gerek, bu çıkışlar bir çığ
hâline gelememiştir. "Huzur"da Osmanlı musıkîsi gibi ağır
ve o nisbette tatlı bir üslûbla okuyucuyu iç âlem düzeni peşinde
sürükleyen Tanpınar, "dış"ı
kuşatamamış; özellikle son romanlarında RUH ile AKLI barıştırmaya
çalışan Peyami Safa ise
"sistem çapında bir anlayış"a ulaşamamıştır. Fakat Peyami'nin
"Türk romanı vardır" hükmünü verdirtecek kadar olmasa
da, dünya romanına teklif edeceğimiz en önemli isimlerden olduğunu
şahsım adına iddia edebilirim. (Önemli Not: Her ne kadar içinde Türk
romanına yer olmasa da, dünya romanı 1930'lardan bugüne buhran içinde
ve 21. yüzyıla yaklaşırken can çekişmekte, yeni bir soluk
aramakta... "Simyacı" gibi basit bir eserin, sırf mevzuundan
dolayı bu kadar ilgi görmesi de bu buhranın işaretlerinden... İşte
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun
6 ciltlik ruhî romanı "Tilki Günlüğü" sadece Türk
edebiyatının kurtuluşu değil, çıkış kapısı arayan dünya romanının
da sığınacağı bir keyfiyet ve bu eserin üstünde bir bahis...) (...) Bu
arada, bir eserin Türk romanı olabilmesi için illâ Türk insanından
bahsetme mecburiyeti olmadığı bilinmeli... Gürsel
Avcı gönüldaşımız AKDEMYA dergisinin 7. sayısında yer alan
bir yazısında, bize lâzım olanın "Batılı bir mevzuu bile, Türk'e
âit tekniklerle, Türk hassasiyet ve ruhuyla ele
alacak romancı" olduğunu ifâdelendiriyordu. (Akademya,
Sayı 7, s. 19) İşin
sırrının keyfiyette ve tahassüs ikliminde olduğu anlaşılmalı...
Meselâ Mehmet Selimoviç isimli
solcu bir Yugoslav yazarın, konusunu 150-200 yıl öncenin mevlevîhânelerinden
alan "Derviş ve Ölüm" isimli, ince tahlillerle dolu, üslûbun
zaman zaman Tanpınar'ı kıskandıracak
kadar mükemmeliyet sınırına yaklaştığı nefis bir romanı vardır.
Bu "Derviş ve Ölüm"de istediği kadar "İslâm"
kelimesi geçsin, sanat değerine rağmen bambaşka bir ruh ikliminde
yazıldığını hissettirmektedir ve İslâmî bir eser sayılamaz.
Meselâ Necib Fazıl, Avrupalı
bir Hrıstiyanın hayatını anlatan bir eser yazsa bile, bu çalışmanın
taşıdığı keyfiyet, İslâm sanatının baş örnekleri arasına
girer. İşin sırrı keyfiyette ve tahassüs ikliminde diyoruz ya... (...)
Batılı
mevzuları olmasa da, Türk'ü kendisine âit bir teknik ve
hassasiyetle, yabancı teknikleri taklid etmeden anlatmaya çırpınan
bir romancımızı hatırlamamak insafsızlık olur: Mustafa
Necati Sepetçioğlu... Edebiyat otoritelerinin(!) görmezden geldiği
ve kimisinin de "romanında teknik yok" diye suçladığı bu
yazar, destan anlatımından faydalanarak ve iyi bildiği Batı ve Rus
romanının kalıplarını taklid etmeden de yazılabileceğini göstermiş,
kendine hâs bir tarzla, Türk tarihinin dönüm noktalarını sanatın
aynasına yerleştirmiştir. Ama bütün romanlarında ("Osmancık,
Konak Çatı ve Devlet Ana" başlıklı yazıda bahsedeceğimiz)
belirli şahsiyet modellerini kullanmış ve bu noktada kendisini
yenileyememiştir. Bunun bir sebebi çok fazla roman yazması olabileceği
gibi, diğer sebebi de (bu aynı zamanda ilk "sebeb"inde
"sebeb"idir) asıl gâyesinin romandan ziyâde, Türk
tarihinin en önemli noktalarını "roman" vasıtasıyla aydınlatmak
arzusu oluşudur. Tabiî ki bu tarihin "önemli dönüm noktaları"
pek çok ve bunların -en azından- en önemlilerini romanlaştırmak için,
yeni şahsiyet modelleri aramaya ve ulaşılan tarzı tekânmül
ettirmeye zaman yok. Buna rağmen, şahsiyet ifâde ettiği için Sepetçioğlu'nu
takdir ediyor ama anlayışını tekâmül ettirerek bünyeleştiremediği
için "dünya edebiyatında bir Türk romanı da vardır" hükmünü
veremiyoruz. NİÇİN
TÜRK ROMANI YOKTUR? Bu
başlıkta "sorulan"ın cevâbını, bir önceki yazımızda
vermiştik ama birkaç yazarın da bu husustaki fikirlerini sıralamak
istiyoruz. Ahmed
Hamdi Tanpınar'a
göre bir Türk romanının olmayışının sebebi, "Türk romancısının
cemiyetimizle, hayatımızla alâkadar olmayışı" değildir. Çünkü,
içindeki isimler "Türk"tür; yaşayış bu memlekette mevcut
bir yaşayış... Manzara; Anadolu ve İstanbul manzaraları... Mevzu:
Kendi hayatımızdan seçilmiş. "Üstelik halledimeye çalışılan
meseleler varsa, onlar da cemiyetin meseleleri..." Tanpınar
bunları belirttikten sonra ilâve eder: "Hülâsa,
yaşayışındaki tezatlarla dahi olsa, bu memleketin insanı, bu
memleketin peyzajında, bu memleketin halkının diliyle kendi hazin
veya mesut macerasını yaşıyor. Şimdi bu romanın cemiyetimizle alâkasız
olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Daha ileri giderek söyleyelim,
gazetelerimizde ve hayatımızda yer tutan meselelerin hemen hepsi Türk
romanına geçmiştir. Türk romancısı, başka memleketlerde yeni yeni
tecrübe edilen köylü romanı bile yapmaya kalkmıştır. Kadın-Erkek
meselesi, cehâlet meselesi, yenilik meselesi, münevverin sermaye
meselesi... daha realistlerin elinde köylünün hayatı, cehâlet,
tembellik. Bütün bunlar bizim romanlarda var. O hâlde Türk romanı günü
gününe yaşayışımızla alâkadar. Fakat bütün bunlara rağmen, bu
romanı çok defa sun'î bılmamak, okurken cansızlığına isyan
etmemek, hattâ realite ile arasında bir münasebet tesis etmemek de
pek az mümkün." (Ahmed Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine
Makaleler, Dergah Yay., 4. Basım, İstanbul 1995, s. 46) Tanpınar'a
göre romancıların "garbdan okuduklarının tesiri altında"
kalmaları da "Türk romanının olmayışının" sebebi sayılamaz.
Çok büyük bir romancı olan Dostoyevski'nin
"eserlerinin asıl büyük temi, üzerinde o hepimizi kavrayan
kahramanların mulajını yaptığı büyük model hariçten
geliyor"dur. "Dünyanın hangi sanat hareketi, başka bir
sanatın, başka bir dil âlemin tesiriyle başlamamıştır?" "Tolstoy,
uzun zaman bir Fransız muharririnden her sabah tercüme yaparmış; sırf
onun sanatını kavrayabilsin diye. O hâlde bizim romancıları, garblıları
okumak ve onların tesiri altında kalmakla neye itham ediyoruz? Tesir
etmeyen, iz bırakmayan okumak neye yarar? İnsan kendisine ilâve etmek
için okur, unutayım diye değil."
(A.g.e., s. 47) Tanpınar,
tesir
altında kalmakla, taklid arasında büyük farklar olduğunu hatırlatacak
olanlara, bunun sadece "muvaffak olmak veya olmamaktan ibaret bir
fark" olduğunu söyler: "Meselâ Dostoyevski gibi, Balzac veya Stendhal'ı okumuş fakat onun dehasına mâlik olmayan bir muharririn aynı temleri kullanmasını tasavvur ediniz. Onun yazacağını veya yazdığını tasavvur ettiğimiz eserler karşısında elbette ki büyük romancının eseri için duyduğumuz hayranlığı duymayız ve ondan Dostoyevski'den bahseder gibi bahsedemeyiz. Halbuki
tem aynı tem, şema aynı şemadır. Arada mevcut fark, küçük bir
fert farkıdır; Dostoyevski'nin hüviyetidir, sanatıdır,
muvazenesizliğidir, hastalıklarıdır ve hilkatin o erişilmez sırrı,
dehâsıdır. Mesele, tesir ve taklid meselesinden çok uzaktır. Biz
bir Dostoyevski'yi tanıyoruz, uzaktan sedece, muvaffak olmuş hamleyi,
en yüksek tepeyi görüyoruz; yarı yolda kalmış olanları hiç düşünmüyoruz. Fakat
burası bize lâzım değil, asıl lâzım olan fikre dönelim; MAKSADIM
SAMAN KAĞIDI İLE KOPYE EDİLMİŞ ESERLE BÜYÜK, ORİJİNAL ESER
ARASINDAKİ FARKIN ÇOK DEFA BASİT BİR MUVAFFAKİYET MESELESİ OLDUĞUNU
SÖYLEMEKTİR. Binaenaleyh sanatkârlarımızın garblıların tesiri
altında kalması onların muvaffakiyetsizliğinin sebebi değildir.
Belki muvaffak olmamaları yüzündendir ki, garblı muharrirlerle münasebetleri
bu kadar göze çarpıyor. Burada
bir nokta daha var: Hakikaten biz okuyor muyuz, şikâyet edilecek
derecede garb sanatının tesiri altında mıyız? Ben buna kolay kolay
inanamam. Bizde okuyan adam o kadar azdır ki, hattâ tanınır bile.
Bizde dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir elit zümre teşekkül
etmiştir; okuyanlar zümresi. Tek bir satır yazmadığı, tek bir söz
söylemediği hâlde sırf okuduğu için hürmet gören adamların
bulunduğu memlekette pek fazla okuyan adam olmasa gerek." (A.g.e.,
s. 47-48) Yine
Tanpınar'a göre, bir Türk
romanının olmayışının sebebi, deterministlerin iddia ettiği gibi,
hayatımızın dar ve kuvvetsiz oluşu değildir. Çünkü, "bu
hayat nihayet vardır ve yaşıyoruz, nefret ediyor, ızdırab çekiyor,
ölüyoruz. Bir romancı için bu kadarı yetmez mi? BİR TEK İNSANIN
IZDIRAB ÇEKTİĞİ YERDE İNSANLARA SÖYLENEBİLECEK HERŞEY
VARDIR." (A.g.e., s. 48) Ahmed
Hamdi Tanpınar'ın
bu üzerinde durduğumuz yazısının ilk olarak 1936 yılında neşredildiğini
ve muharririn o tarihte henüz bir roman yazarı olmadığını
belirtmekte fayda var. Peki,
Tanpınar'ın bahsettiği
"muvaffakiyetsizliğin" sebebi nedir? Cevâbını yine Tanpınar'dan
okuyalım: "Bir
memlekette, bir sanat nev'înin tek başına inkişafını yapabilmesi
imkânı yoktur. Ona müsâit vasatı verecek bütün bir edebiyat hayatının
bulunması lâzımdır. Türk romanı münferit eserler şeklinde kaldıkça
ilerlemesi güç bir şeydir. Bizde belki bir roman yazmak için herşey
vardır. Fakat romancıyı beslemek için bütün bir memleket hayatını
birden kavrayan o elektrikli edebiyat havası yoktur. Sanat hayatımız
evvelâ dağınık, sonra fakirdir."
(A.g.e., s. 50) Romanın
gelişiminin bütün bir edebiyat hayatının havasına bağlı olduğunu
anlamak, "bütün bir edebiyat hayatının"da başlıbaşına
değil, içinde yaşanılan kültür ve sanat ikliminin canlılığına,
içtimaî bünyenin hususiyetlerine göre şekilleneceğini kabullenmeyi
gerektirir. Bahsi geçen dönemin kültürel bünyesi cılız olduğu için,
o bünyenin içinde şekillenen edebiyat da; edebiyatın bir şubesi
olan roman da cılız ve siliktir. Bir
çöküşün ardından gelen ve hayatı tezatlarla dolduran yeni bir yaşayış
tarzı, kültürel bünyesi sağlam bir sanatçı topluluğu için bilâkis
sıçrama tahtası vazifesi görmeli ve durgun havayı umulmadık şiddette
elektriklendirmelidir. 18. ve 19. yüzyıl Fransa'sı, bunun en güzel
misâllerinden... Bizde ise "mütefekkir eksikliği" sebebiyle
olsa gerek, güçlü bir kültürel bünye olmadığı için en büyük
sanat eserlerinin besleyicisi olabilecek
kaoslar, hâlihazırda mevcut olanı da silip götürüyor. Çünkü Tanpınar'ın
ifâdesiyle, "fikir hayatımız gündelik gazetelerin elindedir. Bu
biraz da yok demektir." (...) Cemil
Meriç ise,
Cumhuriyet dönemi romanından önce, geçmişimizde niye roman olmadığı
ile ilgilenir. "Divan
Edebiyatı'nda roman yok. Niçin olsun? Batı'nın
ilk romanlarında biri Topal Şeytan. Kahraman evlerin damını açar,
bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır.
Osmanlı'nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teşhir etmek için
hastalığı. Hikâyeleri ya bir cengâveri edebîleştirir, ya
"hisse alınacak bir kıssa"dır. Roman'ın
burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa'nın imtiyazı,
daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın,
başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya,
daha dişi bir manevî iklim, daha geveze bir toplum. Başka
bir tâbirle, bu edebî nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle
ideal arasındaki bir nisbetsizliğin çocuğu. İçtimaî bir sıhhatsizlik,
hiç değilse bir tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı
bundan. İnanan bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya ihtiyaç
duymayan bir toplumda romanın ne işi var? Osmanlı,
Osmanlı kaldıkça, Batı romanını anlayamazdı."
(Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay., 8. Basım, İstanbul 1993, s.
119-120) Cemil
Meriç'in
bu yaklaşımı realite açısından doğruluk taşısa bile meseleye
tek yönlü bir izâh getirmekten ileri geçemiyor ve "bütün"ü
kucaklayamıyor. Realite
açısından doğruluk taşıyor: Roman bizde de -tıpkı Avrupa gibi- büyük
tezatlarla ve buhranlarla karşı karşıya gelince doğdu ve yaygınlaştı.
Tanzimat'la birlikte başlayan "doğululuk-batılılık,
eskilik-yenilik, gerilik-ilerilik" çekişmeleriyle aynı zaman
diliminde edebiyatımıza giren romanın, malzemelerini genellikle bu
tezatlardan tedârik etmesi, zahirî bir bakışla Cemil
Meriç'in haklılığını sergilemektedir. Cumhuriyet'in
arefesinde ve ilk yıllarında yazılan romanların genel mevzuu,
"batılılaşma" meselesi ve bunun getirdikleri ile götürdükleridir.
Yakub Kadri'nin 1922'de yayınlanan
ilk romanı "Kiralık Konak"ta, batılılaşma ile birlikte,
nesiller arasında meydana gelen çatışmayı, bir konağın dağılışı
vesilesiyle anlatmaktadır. (Bu romandan ilerleyen sayfalarda birkaç cümle
ile bahsedeceğiz.) Peyami
Safa, "Sözde
Kızlar"da batılılaşma ile bozulan aile yaşantısı ve ahlakî
çöküntüyü sergiler; Fatih-Harbiye romanında ise basit ve müşahhas
sembollerle de olsa bir doğu-batı muhasebesinin kapısını aralar. Ahmed
Hamdi Tanpınar'ın "Huzur"u mazi ile batılılaşmanın
getirdiği yeni hayat tarzının arasında sıkışan Türk aydınının
iç sıkıntılarına göndermeler yapar; Reşad
Nuri bile bu yenilik rüzgârının aile ağacındaki "Yaprak Dökümü"ne
nasıl sebeb olduğunu fotoğraflaştırır. Anlaşılıyor
ki, Avrupa'da olduğu gibi bizde de cemiyetin burun buruna geldiği büyük
tezatlarla birlikte doğmuştur roman... Tarihin eşini-benzerini görmediği
kültür ve medeniyet değiştirme hamlelerinin ortasında, nemli
havalardaki mantarlar gibi yayılmış, lâkin bu yaygınlık Batı'daki
gibi keyfiyet plânına aksedememiştir. Batı'nın tezatlarından en azından
güçlü bir roman doğdu; keşke bizim tezatlarımız bu kadarcık
olsun bir işe yaraybilseydi!.. Batı'nınkinden kat kat daha çetin bir
tercihin doğurduğu bu tezatlar, eskiye âit bütün güzellikleri yıktığı
gibi, yerine yenisini de inşâ edemedi. Cemil
Meriç, Osmanlı'da
romanın olmayışını tezatsız bir cemiyet oluşuna bağlıyor. Gerçekten
de Osmanlı'nın kültür ve medeniyetini besleyen değerler sistemi
tezatsızdı ve cemiyet -özellikle ilk iki buçuk asrında- bir makinanın
dişlileri gibi uyum içinde çalışıyordu. Şair, bir divan, yâni
bir şâheser oluşturup hattata verir, hattat bu şiirlerden ikinci bir
şâheser çıkarırdı. Bestekârlarımız ise bunları besteliyerek,
aynı eser üstüne üçüncü bir kıymet inşâ ederlerdi. Sonra bu şiirler,
düşmanlarımızın bile gıpta ettiği mimarî eserlerimize dördüncü
bir başarı olarak nakşedilirdi. Halk ozanlarımız, omuzlarında
sazlar, ülkenin dört bir yanını dolaşarak müşterek inanç köprülerini
temellendirir, his ve düşünce ırmaklarını doğudan batıya, batıdan
doğuya akıtırlardı. İşte Cemil
Meriç'in "romana ihtiyacı yoktu" dediği cemiyet, böylesine
birbirini tamamlayan kültür ve medeniyet iklimi kurmuştu. Tezatsızlık
yerini uyuşukluğa bıraktı; çünkü bu ikisinin arası bir bıçağın
ağzı ile sırtı gibi yakındır birbirine ve öylesine uzak...
Nihayet Tanzimat'la birlikte, "tezat" öc almak istercesine,
menfî taraftan da olsa, bu uyuşukluğun üstüne kamçı üstüne kamçı
indirdi. İşte, bahsini ettiğimiz romanlar, bu kamçılarla birlikte
yazlımaya başladı. Yâni "realite" açısında Cemil
Meriç haklı!.. Ama
bunalımın ve sosyal çelişkilerin olmadığı bir toplumda gerçekten
roman yazılamaz mı? İllâ kaosun olması şart mı? Bizce hayır... Bütün
edebî sanatların özü şiirdir ve ŞİİRİN GÜÇLÜ OLDUĞU BİR
TOPLUMDA, BÜTÜN EDEBÎ SANATLARIN YOLU AÇIKTIR. Sonra, Tanpınar'ın
ifâdesiyle "bir tek insanın ızdırab çektiği yerde insanlara söylenebilecek
herşey vardır" ve ızdırab çeken insanın olmadığı bir yer
de yoktur. Kaldı ki, Cumhuriyet döneminin en fazla ciddiye alınacak
romanlarının önemli bir bölümü, mevzuunu bu "tezatsız"
cemiyetten alır. Kemal Tahir'den
Orhan Pamuk'a, Tarık
Buğra'dan Mustafa Necati
Sepetçioğlu'na kadar birçok romancı, Osmanlı tarihinden malzeme
olarak faydalamışlardır. Kısacası: Roman bizde tezatlarla birlikte
doğmuştur ama tezatsız bie cemiyetin de romanı yazılabilir. Çünkü,
Büyük Doğu Mimarı'ndan öğrendiğimize
göre "olurların, olabilirlerin, olamazların, olması özlenenlerin,
hattâ olmuş olanların, mutlaka (dinamik) vakıalar zinciri içinde
demeti, dizisi, sergisi" olan roman, "yerle göğü birleştirici
mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvî ve
münezzeh mânâya kadar ulaştırılabilir." (Necib Fazıl Kısakürek,
Kafa Kâğıdı, Büyük Doğu Yay., 3. Basım, İstanbul 1989, s. 9-12) Cemil
Meriç'in
"olmuş olanı" doğru gördüğünü, fakat, "olabilecek
olanı" anlayamadığını daka fazla izâha ne hâcet? İnsanın
olduğu her yerde roman olabilir. Hattâ Cengiz
Aytmatov gibi yazarlar, hayvanların yaşantısından faydalanarak,
günümüz dünya edebiyatını sarsan romanlar çıkarmışlardır. Türkiye
edebiyatında mı? Bırakın tezatsızlığı, en büyük tezatlardan ve
tarihin benzerini görmediği buhranlardan bile beklenen roman doğmamıştır.
Peyami Safa, 1936 yılında
yazdığı bir yazıda, "romanımız
insan ruhunun kapısı önündedir. Ve içerden gelen gizli sesleri
duyabilmek için henüz eşiğini aşmış değildir. Kaba haykırışlardan
ziyâde, derûnî mırıltılarda gizlenen dramı keşfedinceye kadar
tek bir insanın hayatı ne onu, ne de okuyucularını alâkadar
edecektir. "Türk
romanı insanlara baktığı hâlde insanı göremiyor." derken
ne kadar haklı?.. (Peyami Safa, Sanat-Edebiyat-Tenkit, Ötüken Yay.,
5. Basım, 1990, s. 227) Ve
Büyük Doğu Mimarı'nın sıraladığı
şekilde: "Bizde roman
Tanzimat'tan bu yana, temel dâvâsı olan hayat taklitçiliği şöyle
dursun, âlet ve inşâ mimarîsi olarak dahi taklidin taklidi
seviyesini aşamamış ve önce bön ve sersem; sonra züppe ve şımarık,
en sonra da yobaz ve küstah kalemler elinde korkunç bir özenti ve
yeltenme sığlığını geçememiştir." (Kafa Kâğıdı, s.
10) Bütün
bunlardan sonra, "niçin bir Türk romanı olmadığı" etrafındaki
tesbitimizi yeniden hatırlatabiliriz: Bir Türk romanının olabilmesi
için, yazarın Türk olması, roman kahramanlarının Türk ismi taşıması,
memleket manzaralarından ve meselelerinden bahsedilmesi yeterli değildir;
onu dünya romanından ayıran bazı çizgilerin, dünya romanında
mevcut olmayan orijinal hususiyetlerin, dünya edebiyatına teklif edeceği
yeni anlayışların olması gerekir ve ("Tilki Günlüğü"
haricinde) böyle bir roman Türk edebiyatında yoktur. Bundan
sonra romancıların nelere dikkat etmesi gerektiğini, Necib
Fazıl'ın adeta Tilki Günlüğü'nün bazı hususiyetlerini
sergiler gibi yazdığı şu satırlardan süzelim: "Roman
toprağa bağlı keyfiyetiyle ihtimaller âlemi boyunca ya tasavvurî
bir icâd, yahut muhaller dünyasında maveraî bir hayal veya olmuş ve
olabilirlerin nakline mahsus, fakat hepsinde harekiyet seyyaliyet ve
teessüriyet değerlerini şart koşucu bir vasıtadır. Romanın roman
olması için bu üç kıymetin mutlaka posa ve tasavvurlarından arındırılması
ve MADDEYİ GERİDE BIRAKICI BİR RUH SEVİYESİNE YÜKSELTİLMESİ
GEREKİR."
(Kafa Kâğıdı, s. 13) KİRALIK
KONAK, TAKLİD VE MÂLEDİŞ... Özellikle
Turgunyev'in "Babalar ve
Oğullar"ından sonra, nesiller arası çatışmaların ele alındığı
birçok eser yazılmıştır. Türk edebiyatında bu hususta yazılan
ciddî sayılabilecek ilk eser, Yakub
Kadri'nin, Cumhuriyet'in arefesinde (1922 yılında) yayınlanan
"Kiralık Konak" adlı romanıdır. Bu kitabda, batılılaşma
cereyanının şiddetiyle sarsılan toplumda, nesillerin, duygu, düşünce,
hassasiyet ve tabiî ki yaşayış tarzı olarak birbirlerinden kopuşunu,
bir konağın dağılışı etrafında canlandırmıştır yazar. Konak
satılığa çıkarılır ve ailenin ferdleri farklı yerlere, yaşantılara
savrulur. Konağın sahibi olan ve "eski"yi temsil eden Naim
Efendi yalnızlığa terkedilir. Tıpkı dağılan konak gibi cemiyet de
gün geçtikçe çürümekte ve özüne yabancılaşmaktadır. Kısacası,
bu roman, bir toplumun, üç neslin şahsında çöküşünün ifâdecisidir.
"Kiralık
Konak"la ilgili bu çizgileri görünce, hemen sevgili üstadımız
Necib Fazıl'ın "Ahşap
Konak"ını hatırlayabiliriz. Üstadın bu tiyatro eserinde de
yine bir konak çevresinde yaşanan üç neslin birbiriyle olan savaşı,
Türk tiyatrosunun en önemli eserlerinden birisi olarak sanat semâlarına
nakşedilmiştir. Fakat bu malzeme benzerliğinin aksine (Sait
Faik ile Halikarnas Balıkçısı'nı
kıyaslarken bahsettiğimiz) altyapı bahsinde çok büyük farklılıklar
vardır. "Becerikli veya
beceriksiz, herhangi bir kopyacı da, binbir şairin aynı zaman ve mekânda
sahib olduğu kaba ayniyetlerden hepsini bulursunuz da, öz bünyeden
katılacak esrarlı cevher diye tarif ettiğimiz şahsiyet hamurundan
tek zerre bulamazsınız. Çünkü kaba unsurların taklidi mümkün, İNCE
TERKÎB SIRLARININ TAKLİDİ İMKÂNSIZ... Herhangi bir terkîb sırrı
taklid edilebildiği ânda, artık o bir taklid değil, aslî örnek
olur." (Necib Fazıl Kısakürek, Şahsı, Eseri ve Tesiriyle
Namık Kemal, Büyük Doğu Yay., 3. Basım, İstanbul 1992, s. 202) Üstad'ın
tiyatrosunda "Kiralık Konak"tan farklı olan sadece altyapı
değil, onunla ilişkili olarak "İNCE TERKÎB SIRRI"dır
da!.. Altyapı
farklıdır; çünkü Yakub
Kadri, batılılaşmayı inceden inceye hicvederken, hiçbir dünya
görüşünü temel almaksızın, sadece hâdiseyi görüntülemiş ve o
yıllardaki his ve yaşayış alışkanlığının penceresinden bakmıştır
meseleye. Nitekim aynı Yakub
Kadri, Cumhuriyet'in ilânından sonra, yeni rotası Batı olan resmî
ideolojinin, "Kadro" faaliyetlerine öncülük ederek,
"Kiralık Konak"taki hicivlerin, zâten çilesi çekilmeden ve
izâhı yapılmadan, plastik bir özenti çerçevesinde yazıldığını
bizzat şahsiyetiyle ispatlamıştır. Belki de romandaki "seven
bir ihtirasken âdi bir aşüfte" olan Seniha ile "birşey
olacakken gammaz bir serseriye dönüşen" Faik'in, Yakub
Kadri'nin şahsiyetiyle bir benzerliği var... Tıpkı bu roman
kahramanları gibi, yazar da "olabilecekken olamamış"tır.
Bizim zâviyemizden: "Özenti" plânında yazan, yarım kalmış,
nasibsiz bir istidaddır o; ve eserlerindeki zâhirî olgunluğun
aksine, muhtevasını deşeledikçe makyajının altındaki gerçek çehresi
ortaya çıkan -yâni altyapısı çürük- yapmacık bir güzellğin
sahibi... Altyapının
dışında, "terkîb sırrı" açısından da pek övünülecek
bir roman değildir "Kiralık Konak"... Mevzu ile ilgili
olmayan romanlardan bile, kopyalamalar vardır cümlelerin arasında...
Bu romanı yayına hazırlayan (İletişim Yayınları tarafından 14.
baskısını 1996 yılında yapmış) Atilla
Özkırımlı, aynı eserin sonuna koyduğu "Türk Edebiyatı'nda
Kiralık Konak" yazısında, Niyazi
Akı'dan alıntılarla "Madam Bovary"den aparılan birçok
noktayı işaretler. Yine bu romandaki bir sonbahar tasvirinin, Mehmet
Rauf'un Eylül'ündeki meşhur pasajla benzeşmesine dikkat
edilmeli... Eğer aldığını
bünyeleştiremiyor ve kendi malın yapamıyorsan, "taklidçi"
yaftasında kurtulamazsın. "Mâlediş Çetinliği" ile
taklidin arasındaki fark bundan ibarettir. Bir taş yığınından,
gecekondu yapılabileceği gibi, Selimiye çapında bir câmi de inşâ
edilebilir. Önemli olan aynı malzemeyi kullanmak değil; o malzemeyi sûretlendirip,
orijinalite kazandırabilmek... İşte
Büyük Doğu Mimarı'nın
farkı: Yakub Kadri ile aynı
taş yığınını kullansa da, o taşlara kafasına göre şekil vermek
yerine İslâmî bir zemine oturtmuş, bu sağlam zeminin verdiği
rahatlık ve mükellefiyet şuuru ile dehâsını konuşturmuştur.
Altyapı farklı olduğu gibi; hayâl gücü, üslûb, kurgulama ile
hissedilen "terkip"de de farklılıklar vardır. Bir kere, öfkeleri,
sevgileri, özlemleri, tiksintileri ile baştan sona Necib
Fazıl ve ideolocyası konuşmaktadır "Ahşap Konak"ta...
Yakub Kadri'ninkinin aksine,
bu eserin sonunda "konağın yakılarak" intikama talib olunuşu,
tesadüfî bir farklılık değil, şahsiyet ve dünya görüşü ayrılığının
neticesidir. Sözün özü şu: "Ahşap Konak" "Kiralık
Konak"ın bir benzeri değil; "Kiralık Konak" yolun çeyreğinde
tıkanan ve pisti terkeden bir "Ahşap Konak"tır. Yine de Yakub
Kadri'nin bu romanı, Üstad'ın eserinin yanında ne kadar cüce
olursa olsun, diğer birçok meşhur romanın yanında, dikkate değer
bir görünüş arzeder. Çünkü özenti plânında dahi olsa, romana
bir mesele sokma ve estetik kazandırma hamlesi mevcuttur. (...) Aynı
malzemeden farklı eserlerin çıkabileceğini ifâde etmiştik. Buna
misâl olarak (ve eser ile sahiblerinin şahsiyeti arasındaki ilgilerin
görülmesi açısından), üstelik muhteva bakımından da olsa
"yerlilik" hamlelerini takdir edişimizin farkedilmesi için,
iyimser bir ânımızda, şahsımız tarafından kaleme alınan bir yazıyı
aynen aktarıyoruz: OSMANCIK,
KONAK- ÇATI VE DEVLET ANA
Dünyanın
akışına yön veren en önemli hâdiselerden birisi olan Devlet-i
Âliye-i Osmaniye'nin (Yüce Osmanlı Devleti'nin) kuruluşu birçok
edebiyatçımıza ilhâm vermiş; saklı bir hazine gibi, nice kalemlere
mevzu olmuş, nice roman ve şiirlerin muhtevasını teşkil etmiştir. Bu
kaynağa eğilen romancılarımızdan üç tanesinin üzerinde duracağız:
"Osmancık" isimli romanıyla Tarık
Buğra'nın; "Konak" ve onun devamı "Çatı"
isimli romanlarıyla Mustafa
Necati Sepetçioğlu'nun ve "Devlet Ana" isimli romanıyla
Kemal Tahir'in... Eserlerin
tahliline geçmeden önce, yazımıza temel teşkil etmesi bakımından
önemli gördüğümüz, Prof.
Dr. Erol Güngör'e âit "TARİHİN ROMANI" isimli bir
makaleden bazı pasajları aktarmak faydalı olacaktır. Rahmetli Erol
Güngör bu yazısını, Mustafa
Necati Sepetçioğlu'nun "Kilit" ve "Anahtar"
isimli eserleri vesilesiyle yazmış olsa da, aynı hükümler,
"Konak" ve "Çatı" da dahil, yazarın diğer
tarihî romanları için de geçerlidir. İşte Erol
Güngör'ün tesbitlerinden bazıları: "Tarihî
roman yazmak, hele tarihteki büyük adamların hayat macerasını roman
hâline getirmek çok çetin bir iştir. Romancı böyle bir teşebbüse
giriştiği zaman, yüksek bir ipin etrafında denge kurarak yürümeye
çalışan bir canbaza benzer. Bir tarafta işlediği konunun tarihî
realitesi, öbür tarafta kendisinin bir yığın malzemeden seçerek inşâ
edeceği yeni bir realite vardır. Bu taraflardan birine fazla eğilmek,
romancıyı çürük bir sakızı yeniden geveleme basitliğine düşürür,
öbür tarafa ağırlık verdiği zaman da, yazdığı şey tarih
olmaktan çıkar. Tolstoy "Harp ve Sulh"u yazarken, yarattığı
şahsiyetlerin yanısıra harp vakıasının teknik yönlerini de
vermeye çalışmış, fakat başarılı olamamıştı. Son günlerde
onun ve Dostoyevski'nin edebiyat geleneğini devam ettiren Soljenitsin,
"Ağustos 1914" adlı romanıyla harbin strateji ve taktikle
ilgili taraflarını mükemmel bir şekilde işlemeye çalışıyor, ama
onun da henüz ilk cildi neşredilen eserinde Tolstoy'un yarattığı
unutulmaz tiplerden eser görmüyoruz. M. Necati Sepetçioğlu'nun "Kilit"
ve "Anahtar" adlı romanları Harp ve Sulh'ten çok, Ağustos
1914 tipine giriyor." (Prof.
Dr. Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Yay., 2. Baskı,
s. 143) Biraz
önce de bahsedildiği gibi, Erol
Güngör'ün "Kilit" ve "Anahtar" hakkında
verdiği bu net hüküm, aynı roman zincirinin halkalarını teşkil
eden ve bizim şu ân üzerinde durcağımız "Konak" ve
"Çatı" için de geçerlidir. (Bu arada, edebiyatımıza
unutulmaz bir "Osmancık" tiplemesi kazandıran Tarık
Buğra'nın, daha çok Tolstoy
ve eseri hakkında verilen hükmün kapsamına girdiğine dikkat
çekelim.) (...) Sepetçioğlu'nun
Konak ve Çatı'sında, Osmanlı'nın kuruluşuna yön veren şahsiyetlerin
ferdî özelliklerinden ziyâde, o şanlı devletin mayasını yoğuran
içtimaî ruha ağırlık verilmiş ve inanç sistemi ustalıkla yansıtılmıştır.
Bu eserlerde esas olan Müslüman-Türk toplumunu inşâ eden değer
yargılarıdır; şahıslar ise bu değer yargılarını ifâde
edebilmek için birer vesiledir. Osmanlı'yı kuran hasletler,
"alp"lik ve "eren"liktir. Erenlikten kastedilen
mânâ zâhiri ve bâtınıyla dinin bütünüdür. Yâni hem şeriat,
hem tarikat... Alplik ise malûm olduğu üzere yiğitlik, savaşçılık,
gözükaralık gibi erdemlerdir. İşte Sepetçioğlu
romanlarında bu inancı işler. Roman kahramanları bunları yansıtabilmek
için birer vasıtadır. Meselâ Şeyh Edebali o zamanki toplumun
tarikat bünyesini; Dursun Fakih ise Şeriat ilmini temsil eder. Akça
Koca gibiler ise alplik ruhunu taşıyan kahramanlardır. Bunlar
birbirleriyle çatışmaz; sadece misyonları farklıdır. Onların
temsil ettiği hususiyetler, toplumumuzu ayakta tutan temel direklerdir. Osman
Gazi ise bu özelliklerin hepsinden çeşitli mikyasta paylar almıştır.
İdeal bir devlet reisi de öyle olmalı; yâni tek renkli değil,
"gerekeni gerektiği yerde yapacak" kadar çok yönlü bir
karakter taşımalı. Bir
de Sepetçioğlu'nun romanlarında
"fitne"yi temsil eden kişiler vardır. Bu fitne Anahtar ile
Kapı'da Hasan Sabah'ın şahsiyetine bürünmüş; Konak ile Çatı'da
ise, onun tohumu mahiyetindeki Pir Cabbarın Ali ve o seciyedeki
zümreye temsil ettirilmiştir. Yazarın
gâyesi bu özellikleri anlatmaktır; şahısları değil... Bunu başarmıştır
da. Diyebiliriz ki, Sepetçioğlu'nun
tarihî romanlarının baş kahramanları "şu" veya
"bu" kişiler değil de, bazı kavramlardır. Sıralarsak: a)
Şeriat; yâni kitab... b)Tasavvuf;
yâni gönül... c)Alplik;
yâni silâh... d)Din
gayretinde devlet; yâni Selçuklu ve Osmanlı sultanları... e)Fitne;
yâni sapıklık... Diğer
kahramanlar da, o günkü toplum için önemli bir yeri olan herhangi
bir mesleği veya zümreyi temsil eden vasıtalardan ibarettir. Kılıç
ustaları, taş yontucuları vesaire... Bunlar şahıslarıyla değil;
misyonlarıyla önemlidir. Sepetçioğlu'nu
okurken, bu husus mutlaka göz önünde tutulmalı... (...) Yazımızın
başında, rahmetli Erol
Güngör'den aktardığımız satırlara göre,
Tarık Buğra'nın "Osmancık" adlı eserini, Sepetçioğlu'nun
aksine, şahsiyetlerin canlılığından dolayı Tolstoy'a
yakın bulduğumuzu birkez daha hatırlatalım. Tahmin ediyoruz ki yaşasaydı
rahmetli Erol Güngör de
böyle düşünürdü. "Osmancık"
isminden de anlaşılacağı üzere, toplumdan ziyade ferde dayalı bir
roman... Tarık Buğra bu
eserinde, öylesine canlı, öylesine nefis bir Osman Gazi ve Malhun
Hatun tiplemesi oluşturmuştur ki; sanki onları sayfaların arasında
görebilir, okuduğumuz cümlelerde onları duyar, yaşar, hissederiz.
Destansı ve romantik bir üslûpla da olsa; oturuşuyla, kalkışıyla,
gülümseyişiyle, öfkesiyle, aşklarıyla, nefretleriyle, gençliği,
olgunluğu ve ihtiyarlığı ile berrak bir Osman Gazi vardır
Buğra'nın eserinde... Başta Malhun Hatun olmak üzere, şeyh
Edebali de, Ertuğrul Gazi de, Akça Koca da, Dursun Fakih de (bu eserde
Dursun Fakı olarak bahsedilir), Köse
Mihal de oldukça canlıdır. Bahsettiğimiz eserler arasında en
unutulmaz ve en kolay hatırlanan Osman Bey; portresini Tarık
Buğra'nın çizdiği Osman Bey'dir. Çünkü bu eserde şahsiyetleri
anlamamız için hâdiseler birer vesiledir. (Konak ile Çatı'da ise
bunun tam tersi...) Her hâdisede "Osmancık"ın bir
hususiyeti ortaya çıkar. Kısacası; yazar tarafından, çeşitli vakıalar
bahanesiyle, Osmancık'tan Osman Bey'e ve oradan da Osman Gazi Han'a ulaşan
yolda, bir kahramanın bünyesinde barındırdığı hususiyetler ustaca
ve romantik bir üslûpla yansıtılmıştır. Tarık
Buğra
bunu yaparken Necati Sepetçioğlu'nun
çok büyük ehemmiyet verdiği değer yargılarını da gözardı
etmemiştir. Zaten o değer yargılarının dışında bir Osman Gazi
tasavvur edilemezdi. Lâkin bu romanın öncelikli gâyesi "Osmancık"ı
anlatmak olduğu için; "alp"lik ve "eren"lik, eser
kahramanlarının şahsiyet çizgileri olarak yerleşmiştir sayfalara.
Bazen de bu kavramlar, Osmancık'ın demeçlerinde ve nasihatlerinde
ortaya çıkar. Bütün bunlar, Osman Gazi Han'ı daha iyi
anlayabilmemiz içindir. Sözün
özü yazar bu eserde, edebiyatımıza unutulmaz bir "Osmancık"
tiplemesi kazandırmıştır. Bu romana "gerçekçi değil"
diye bazı haksız saldırılar yapılmıştır. Rahmetli Buğra
sağlığında gereken cevabı vermiştir ama birkaç cümle de biz
ilâve etmek istiyoruz: Daha önce bahsettiğimiz yazısının ilerleyen
bölümlerinde, Erol Güngör
şöyle der: "Romancının hayâlî şahsiyetler ve vakalar
kullanması onu hakikatin dışına çıkarmaz, sadece hakikatin bir başka
yüzünü gösterir." (A.g.e., s. 145) Yâni önemli olan, yazarın
hakikat kabul ettiği ve vermek istediği; bunu da ne kadar başardığıdır.
Tarık Buğra hayâlindeki
"Osmancık"ı ve onun şahsında "ideal bir kahramanı"
başarılı bir biçimde romanlaştırmıştır. Farklı tarzlarda ve
farklı gâyelerde de olsa, M.
Necati Sepetçioğlu'nun da, Kemâl
Tahir'in de yaptığı aynısıdır. Üstelik
hangi hâdisenin gerçek, hangisinin "gerçek dışı" olduğu
da tartışılır. Meselâ üç romancı da Osman Bey'in amcası olan
Dündar Bey'in öldürülüşünü çok farklı biçimlerde ve çok değişik
olaylar icat ederek anlatırlar. Acaba hangisi doğru? Bu olayların
farklı biçimlerde anlatılması (öyle hâdiseler hiç olmamışsa
bile) eserlere edebî değerinden ne kaybettirir? Doğru olan şudur:
Beylikte gözü olan Ertuğrul'un kardeşi Dündar, şahsî hırslarına
kapılıp, aşiret içinde huzursuzluk çıkarınca öldürülmüştür;
öyle veya böyle... Bunun ötesinde bir doğru daha var: Bir edebiyat
eserinde ele alınan konunun doğruluğu kadar, nasıl işlendiği de
önemlidir. İbda Mimarı'nın
ifâdesiyle, "NE anlatıldığı kadar NASIL anlatıldığı
da..." Farklılıklara
bir misâl daha: "Osmancık"ta Orhan Gazi'nin annesi Malhun
Hatun, Edebali'nin kızıdır. Kemâl
Tahir'in "Devlet Ana"sında ise Malhun Hatun, Şeyh
Edebali'nin kızı değildir. Onun kızı Balkız adını taşır ve
Malhun Hatun'un üstüne ikinci eş olarak gelir. Yâni Şeyh Edebali,
Osmancık'taki gibi Orhan Gazi'nin dedesi değildir. Fakat iki romancı
da konuya hâkimdirler ve vermek istediklerini ustaca yansıtırlar. O
zaman bu eserlere "gerçekçilik" hususunda hangi hakla
ithamda bulunabiliriz? İyi anlatılamayan, başarıyla yazılmayan bir
roman -tarihî gerçeklere tıpatıp uysa bile- edebî olarak hangi değere
sahibtir? Önce bunlara cevab verilmeli... Kaldı ki Buğra'nın
şiir gibi bir üslûpla yazdığı bu roman, 15.yy tarihçilerinden Aşık
Paşaoğlu Tarihi'ndeki hâdiselerle çelişmemektedir. Sadece Malhun
Hatun'un canlılığının kaybolmaması için, Osman Bey tek eşli
olarak anlatılmıştır. (Aşık Paşaoğlu Tarihi'nin günümüz
Türkçesine ATSIZ tarafından
kazandırıldığını hatırlatalım) "Osmancık"ın
Türk romanının oluşması yolunda, önemli sayılabilecek bir hamle
olduğunu iddia edersek, mübalağa etmiş sayılmayız. Ayrıca bu
eserdeki Osman Gazi portresinin, aynı mevzuya eğilen diğer romancılardan
daha berrak olduğunun bir kez daha hatırlatalım. (...) Gelelim
Kemâl Tahir'in "Devlet
Ana"sına... Eserin müellifi sosyalist akımın bağrında yeşermiş,
fakat meyhâne köşelerinde çağdaşlık(!) edebiyatı yapıp, Osmanlı'ya
söven sözde solcuların aksine, durmadan okumuş, araştırmış,
hakikati aramış ve uzun araştırmalardan sonra; Devlet-i Âliye-i
Osmaniye'nin Marks'ın özlemini çektiği "sosyal adalet"i,
hem de ondan yüzyıllar önce tesis ettiği neticesine varmıştır. Kemâl
Tahir'in bu noktaya ulaşmasında büyük bir pay sahibi olan Cemil
Meriç, "Devlet Ana" muharriri hakkında şu hükmü
veriyor: "Her kitabı bir bombaydı Kemâl
Tahir'in; hiyanet kalesinde kapanmaz gedikler açan bir bomba. Her
sözü bir tokattı; hamakatin çehresinde şaklayan bir tokat..."
( Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay., 8. Baskı, s. 250)
"Devlet Ana" da böyle bir tokattır. Bizim Türk solunda
umumiyetle şu ezberci iddia tekrarlanır: "Anadolu'daki beylikler
dönemi, batıda yaşanan feodalitenin aynısıdır." Hâlbuki Kemâl
Tahir hiç de öyle düşünmez ve bahsi geçen romanıyla, Türk
toplumunun, hele hele Osmanlı'nın feodalitel bir yapı taşımadığını
belirtir; bizim beylerimiz, batıdaki gibi insanları hayvan sürüsü
olarak görmez; onların bey olmaktan gelen imtiyazı halka hizmettir.
Muhtaçların sıkıntılarına en evvel onlar koşar; halk Hakk'ın bir
emanetidir. Yoksul insanları aşağılayan batı ise bizden kat kat
geridir. Onlar önce kendi insanını sömürmüş, doymayınca doğuya
yönelmişler, onların da kanını emmeye teşebbüs etmişlerdir. Kemâl
Tahir bahsettiğimiz eserinde, Osmanlı'nın kuruluş aşaması
vesilesiyle bu tezi işlemiş ve o beyliğin bir ana şefkatiyle halkı
kucakladığını dosta-düşmana ilân etmiştir. Çünkü Osmanlı
toplumunda devlet; şiddeti temsil eden "baba" değil de,
"şefkat"i temsil eden "ana" gibidir. Kemâl
Tahir'in
romanı ne Sepetçioğlu'nun
ne de Buğra'nın eserine
benzer. Hâdiselere yaklaşımı tamamen kendine özgü olduğu gibi,
üslûbu da diğerleri gibi sanat kaygısı taşımaz; röportaj havasındadır
ama bunu yaparken hiç bayağılaşmaz; karşılıklı konuşmalar vasıtasıyla,
vermek istediğini açıkça söyletir roman kahramanlarına. O, omuzlarına
büyük ve destanlık bir yük binmiş sahici bir kahramanın dramını
anlatan Tarık Buğra'dan da,
Moğol istilâsının acılarını yaşayan ve yeni bir dirilişe
muhtaç olan Anadolu'nun o yıllardaki İÇTİMAÎ RUHUNU yazan Sepetçioğlu'ndan
da farklıdır. Cemil Meriç'e
dönecek olursak: "Kemâl
Tahir daha çok dışa dönüktür." Tıpkı
diğer romanları gibi "Devlet Ana"da da karşılıklı
diyaloglar ağırlıklı olmak üzere, hâdiseler ön plândadır. Yazar
romandaki olay ve kahramanları yansıtan bir aynadır; olaylara
müdahale etmez. Onun anlatmak istediğini, roman kahramanları zaten
söylemektedir. "Roman
sadece hâdiseleri aksettiren ayna mı olmalıdır?" Bu ayrı bir
tartışma bahsi... Ama Kemâl
Tahir'in 600 küsür sayfalık eseri boyunca bu tekniği ustalıkla,
bayağılaşmadan kullanması bir başarı sayılmalı ve onun mevzuuna
hâkim olduğuna bir delil kabul edilmelidir. "Devlet
Ana"nın bir özelliği de, şimdiye kadar yazılan tarihî
romanların aksine, çok fazla realist bir anlatımla yazılmasıdır.
Sanki bir tarihî roman değil; üç beş yıl önce yaşanan bir
hâdiseyi yazmış romancı. Kahramanların davranışları o kadar
tabiî... Veya miladî 1290'lı yılları anlatan bu roman, 1967 yılında
değil de, adeta 1300'lü yılların hemen başında kaleme alınmış
gibi... Eserin önemli bir farklılığı da bu olsa gerek. "Devlet
Ana"nın tenkid edilecek en önemli yönü ise, cinselliği çok
fazla ön plâna çıkarmasıdır. (Bu zaaf Kemâl
Tahir'in diğer romanları için de geçerli) Bunda yazarın içinde
yetiştiği ideolojinin payı bulunabileceği gibi, 12 yıl kadar
hapishânede yatmasının da önemli etkisi vardır. (...) Bir
de kahramanları, Sepetçioğluve
Tarık Buğra'nın
kahramanları kadar dinlerine bağlı değildir. (Selim
Gürselgil bu durumu "hakikat adına hakikati reddetmiş"
diye formüllendirir.) "Devlet Ana"da daha ziyade şamanist
geleneklerle yoğurulmuş garib bir müslümanlık(!) vardır. Tıpkı
ırkçı Nihal Atsız'ın
"Deli Kurt" adlı romanında olduğu gibi... "Devlet
Ana"nın kahramanları İslâmiyete inanır, saygı gösterir,
hattâ bazıları namaz kılar ama hiç birisi şuurlu bir müslüman değildir.
Tarık Buğra'da ve
özellikle Sepetçioğlu'nda
ise İslâmî ruh ve şuur daha belirgindir. Bu da yazarların hayata
bakışı ile ilgili bir tutum olsa gerek... Şunu
da unutmamalı ki, Kemâl Tahir,
İBDA Fikriyatı'nın kurucusu Salih
Mirzabeyoğlu'nun ifâdesiyle: "İslâm'a dönüşün kavşak
noktasında" ölmüştür. Ayrıca seciyesi malûm bir ideolojinin
içinde yetişen birisinin Osmanlı'ya bu kadar hayran olabilmesi ayrı
bir takdir mevzuu... (...) Üç
romancının da bahsini ettiğimiz eserlerinde ibretle üzerinde
durulması gereken bir nokta var: Bir devlet kurulurken ne gibi
zorluklarla karşılaşılır, hangi musibete karşı nasıl davranılmalı,
dostu-düşmanı seçerken neyi ölçü almalı, yeni bir devlet kurmaya
talib olan bir liderde ne gibi hususiyetler bulunmalı, nelere dikkat
edilmeli?.. Evet, Anadolu'ya yeni bir nizâm verme ve mevcut kokuşmuş
düzene alternatif olma iddiasındaki nesiller, bu eserleri, yukarıdaki
soruların cevabını arayarak okumalı... Birkaç
çizgiyle resmetmeye çalıştığımız bu romanlar, birer
"bilgelik-nasihat" kitabı gibidir. Fakat bunu ucuz ve kuru
kelimelerle değil; sanatın ve hâdiselerin içinde terkib ederek başarmışlardır.
Eserler bu gözle okunmazsa, muhatabına kabak çekirdeği gibi, vakit
öldürme eğlencelerinden farksız gelir ve "ne arıyorsun ki ne
bulacaksın?" diye sorarlar adama... (...) Şunu
da ilâve etmek mecburiyetindeyiz: Büyük Doğu-İbda bağlılarının
idealindeki roman, bu üç ayrı tarzı da hasrına alacak; en katı
realizmle en ince romantizmin terkibini misâllendirerek, şahısları
hâdiseler, hâdiseleri şahıslar için kullanıp, üst seviyedeki
fikirlere vasıta kılacak ve bunu yaparken en orijinal estetik
çizgilerini sergileyebilecek bambaşka bir romandır. Bu vesileyle,
Türk edebiyatının en önemli eksiklerinden birisinin, "üstün
sentez" olmayışı şeklindeki tesbitimizi tekrar hatırlatalım.
Hep birisinde olmayan diğerinde mevcut ve Necib
Fazıl ile Salih Mirzabeyoğlu
dışında "zıt kutuplar arası muvazeneyi kurabilen hiç kimse
yok" demiştik ya!.. "Osmancık, Konak, Çatı ve Devlet
Ana"nın parça nevinden bazı hususiyetlerini takdir edişimiz,
"bütün"e yönelik bir "bakış" sanılmasın. TARİHÎ
ROMAN VE ZAMAN ŞUURU ETRAFINDA NİHAL ATSIZ Irkçı-turancı
hissiyatını ideolocyalaştırmak için bir ömür çırpınan, posa
Türkçülüğü'nün ahmak inanmışı
Hüseyin Nihal ATSIZ'ın romanları, beslendiği altyapının
çürüklüğü bir tarafa, bu eserin değerlendirme çerçevesine
girmeliydi; biz de öyle yaptık. Kısa bir roman kabul edilen, fakat
uzun bir hikâye de sayılabilecek olan ve bizce önemli bir sanat
keyfiyeti taşımayan "Dalkavuklar Gecesi" adlı eserinden
dolayı ademe mahkum edilen ve resmî ideolojinin hışmına uğrayan bu
yazar, ismi geçen eserinde "Hattuşaş" adlı bir ülkede yaşayan
ve etrafındaki dalkavukları gördükçe mest olan sarhoş bir kraldan
bahseder. Kimilerine göre bu kral resmî ideolojinin kurucusudur ve bu
sebeble orijinallikten hiçbir nasibi olmayan bahse değmez yazarcıklar,
edebiyat antolojilerinde "romancı" diye takdim edilir de; pek
Nihal Atsız'dan bahseden
olmaz. 1941 yılında yazılan ve ilk roman çalışması olan
"Dalkavuklar Gecesi" bir yana, Türk edebiyatının en alışılmadık
roman hamlelerinden birkaçına imza atan bu yazardan, iyi veya kötü
bahsedilmeliydi aslında. Bu vesileyle en ünlü romanı
"Bozkurtların Ölümü" ile, bizce en kalitelisi olan
"Ruh Adam"ı değerlendireceğiz ve kendi bakış açımızı
ortaya koyacağız. BOZKURTLARIN
ÖLÜMÜ Sayfalarında
baştan sona tarihî bir romantizm uçuşan bu eserin konusu, 7. yy.'ın
ilk yarısında, Göktürk Devleti'nin topraklarında ve Çin'de geçer.
Roman, üniversite öğrenci yurdunda, yaz tatilinde oradan ayrılmayan
gençlerin sohbeti ile başlar. Gökte muazzam güzellikte bir ay vardır
ve öğrenciler samimi bir havada sohbet ederken, "Tonyukuk"
diye adlandırdıkları bir tarih talebesinden, yazmakta olduğu romanı
okumasını isterler ve işte o ânda "621 Yılında Bir Yaz
Gecesi" başlığı ile "Bozkurtların Ölümü" başlar. Bu
romanı okuyan ve hele ilk gençlik çağında, körpe bir heyecanla
sayfalarına dalan birisi 1400 yıl önceye kanatlanır ve kâh
Göktürk hakanı Çulluk Kağan'ın Çinli hatunu tarafından
zehirlenerek öldürülüşüne kızar; kâh Göktürkler'in dağılıp,
Çin esaretine düşüşüne ve Ötüken'den sürülüşlerine
üzülür; kâh SİGANFU adlı Çin şehrinde Kürşad'la birlikte
ihtilâl hazırlığı plânlar. Kürşad
ve kırk arkadaşı her gece sokakları dolaşan Çin hükümdarını
esir alacak ve Ötüken'i geri isteyeceklerdir. Yoksa on yıllık esaret
sonucu ezilen Türkler, zamanla kimliklerini kaybetme noktasına
gelecekler ve tarih sahnesinden silinip gideceklerdir, göz göre
göre... Güzel bir plân yapılır; lâkin ihtilâl yapılacağı gün
müthiş bir yağmur yağar ve Çin hükümdarı o gece sokağa çıkmaktan
vazgeçer. Bu durumda plânın ertelenmesi gerekir ama, Çinli
hatunlardan birisiyle düşüp kalkan Yüzbaşı Üç Oğul, aynı
sebebten gecikir. "Ya ihanet ettiyse" korkusu plânı
ertelemelerine izin vermez; çünkü milletlerinin son kurtuluş
hamlesidir bu. "Büsbütün yok olmaktansa, son bir umut"
diyerek, Çin Sarayı'nı basma kararı alırlar. Ve on yıl boyunca
sarayın bütün gizli yerlerini öğrenen Kürşad, arkadaşlarıyla
birlikte bu çılgın kararı uygulamak üzere oraya yönelir. Saray basılırken
geciken Üç Oğul da yetişir arkadaşlarına; bir kısmı ölür;
kalanlar atları ele geçirerek kaçar. Kürşad'ın niyeti Vey Irmağı
kıyısından dolaşarak Ötüken'e ulaşmak ve diğer Türkleri
toplayarak yeni bir savaş başlatmaktır. Kocaman bir Çin ordusu peşlerinde
iken; tam Vey Irmağı'nın kıyısına vardıklarında, yağmurla
birlikte kabaran sular köprüyü götürür. "Bir yanda Çin
ordusu, bir yanda Vey..." Kürşad ve arkadaşları son nefeslerine
kadar çarpışır ve ölürler. (Bu eserin devamı mahiyetindeki
Bozkurtlar Diriliyor'dan öğrendiğimize göre, bu hâdiseden sonra
büyük bir "Kürşad ihtilâli" efsânesi yayılır; Çin
hükümdarı kırk kişinin bu işe teşebbüs edeceğine inanmadığı
ve daha binlerce ihtilâlci olduğunu sandığı için, çareyi
yüzbinlerce Türk'ü Ötüken'e göndermekte bulur.) Hemen belirtelim
ki, bir zamanlar hayâllerinde Kürşad'la birlikte Vey Irmağına doğru
at koşturmayı yaşatanlardan birisi de bu satırlarln yazarıdır. Bu
romandaki uçsuz bucaksız Orta Asya bozkırlarını anlatan tasvirler
de ayrı bir güzellik taşır. Ayrıca folklör açısından oldukça
zengindir. Gelelim
hükmümüze: Bütün cazibesine rağmen bu eser, roman kalıplarıyla
yazılan bir efsâne, bir destan kitabı olmaktan ileriye geçemez. İBDA
Mimarı'nın Tilki Günlüğü
adlı eserinde, romanın karşılıklarından birisinin
"tamamlanmayan, eksik kalan iş" oluşu, olduça mânidardır.
İdeal bir roman, yazılıp, okunduktan sonra bir köşeye atılmaz;
hayatımızın bir parçası olur. BOZKUTLAR'IN ÖLÜMÜ BİZİ 1400 YIL
ÖNCEYE DEGİL DE; 1400 YIL ÖNCEYİ BUGÜNE TAŞIYABİLSEYDİ, o zaman
apayrı bir takdiri hakederdi. İBDA Mimarı sayın Salih
Mirzabeyoğlu'nun "BİTMEMİŞ ŞİİR" başlıklı şiiri,
belki de aynı zamanda "bitmemiş roman"ın ifâdecisi olarak
aydınlatır gönül ve kafamızı: «Hâtıra...
ne antika ne mumyalar
Zaman değişse de elbisesini
Yeni çekirdekte eski dünyalar
Tarih bende yaşar hikayesini.»
(Salih Mirzabeyoğlu, Kayan Yıldız Sırrı, İBDA Yay., 4. Basım,
İstanbul 1996, s. 111) Atsız
ise, bu nefis mısrâlardaki ifâdenin tersine, "eski çekirdeğe
yeni bir dünya" sığdırmak istemiş ve "tarih bende yaşar
hikâyesini" anlayışındaki hürriyet hamlesi yerine, "ben
tarihte yaşarım hikâyemi" gibi bir zıtlığa hapsolmuştur. RUH
ADAM Hüseyin
Nihal Atsız'ın
son ve -bizce- en önemli eseridir. Geniş bir hayâl ve yine genişlemesine
bir kültür, orijinal bir mevzu, sağlam bir kurgulama ve herhangi bir
özelliği olmayan sade bir üslûpla ilginç mesajları olan bu romanda
yazar, bir nefs muhasebesi çerçevesinde "dün"ü bugüne taşıyor
ve yarına yönelik bir dövüş sanatı kılmaya gayret ediyor. Bu
arada efsanelerden, tarih ilminden, çeşitli kültürel motiflerden de
faydalanıyor. Tıpkı Goethe'nin
Faust ve Mefisto'su gibi; şamanist kültürün kötülüğü-şeytanı
temsil eden YEK'i ile iyiliği-meleği temsil eden KEY'i de eserin
kahramanları arasında... Çeşitli şiirlerden bazı mısrâlar da sık
sık tekrar edilerek, onların çevresinde hâdiseler geliştirerek, bu
mısrâlara romanın birer kahramanıymışcasına hüviyet kazandırılması,
eseri daha renkli bir hâle sokmuş. Başkahraman
Selim Pusat yazarın kendisidir. 20. yüzyıl Cumhuriyet Türkiyesi'nde
yüzbaşı olan bu kişinin ruhu, romanda Mete'nin ordusundaki bir
yüzbaşıya âittir. O zamanlar bu yüzbaşı, Mete'nin sadakâtlerini
ölçmek için evdeşlerine ok sıkmaları emrini dinlememiş ve bu
sebeble cezalandırılmıştır. O zamanki sevgilisi ise şu ânki
edebiyat öğretmeni olan eşinin talebesidir. Kralcılığa özlem
duyan ve Cumhuriyet'e inanmayan Selim Pusat ordudan atılmıştır ve eşinin
talebesi olan "Güntülü" adlı kızı daha önce bir yerde
gördüğüne emindir ama bir türlü çıkartamaz. Selim Pusat bu genç
ve güzel kıza âşık olunca, kendisiyle birlikte "kralcı"
fikirlerinden dolayı ordudan atılan ve intihar eden Şeref'in hayâli
ile vicdan azabına düşer. Bu arada YEK kendisine sürekli musallat
olmaktadır. Bir boşluğa ve arayışa düşen roman kahramanı, gelişen
hâdiseler sonucu, tarihin tanınmış simaları önünde mahkeme
edilir. Görüleceği
gibi, mevzuu çok ilginç olan bu eserde eksik olan en önemli
unsurlardan birisi, böyle bir muhtevanın ihtiyaç duyduğu felsefî
derinliktir. Bu konuyu, Batı'nın büyük romancılarından birisi
yakalasaydı, hangi ıstırabları doldurmazdı ki içine ?.. "Geniş
hayâl", derinlemesine fikirleşememiş ve his plânını aşamamıştır.
Bunun bir sebebi de, Üstadımız Necib
Fazıl'ın ırkçılık duygusu hakkındaki "ideolocya değil,
histir" minvâlindeki muazzam tesbitinin, Atsız'ın
eserinde bir tecellisi olabilir. Hâdiselerin
bir nefs muhasebesi etrafında gelişmesi takdir edilebilir ama
"RUH"un aklî kalıplar içine sıkıştığı bahis konusu
eserde bu muhasebe tamamen yüzeysel sembollerden ibarettir.
Hâdiselerin akışındaki zevk, muhasebede çetrefilleşip, kıvrandıracak
hâle gelememiş ve derinleşilecek muammâlar birkaç nükteyle geçiştirilmiştir.
Esere ismini veren "RUH" mefhumuyla ilgili en geniş bahisleri
içinde barındıran İslâm tasavvufu da, birkaç kuru mantık oyunu ve
sathî yaklaşımla "miskinlik" olarak yaftalanmış; kitabın
adının uyandıracağı tedâilere aykırı bir istikamete yuvarlanmıştır
yazar... Nefs muhakemesinin yapıldığı mahkeme de, "göstermelik" imajı uyandırmaktadır. Şöyle misâllendirelim: Mahkemeler, hukuk devletinin gereğidir ama sadece mahkemelerin mevcudiyeti "hukuk devleti"ne delil teşkil etmez; ancak pratikteki uygulamalarla ispatlanabilir devletin hukuka bağlılığı... İşte, "Ruh Adam"daki mahkemenin mevcut oluşunu takdir etmekle birlikte, onun göstermelik olduğunu ve göz boyamak için kurulduğunu düşündüğümüzden, verdiği kararın ciddiyetine inanmıyoruz. İÇ’E
VE DIŞ’A YÖNELİŞTE KEMÂL TAHİR VE TANPINAR Önemli hâdiseleri otopsiye yatıran ve yeni bakış açıları getiren "tez"li romancılığın en önemli isimlerinden Kemâl Tahir ile muhatablarını iç âlemlerinde yolculuğa davet eden ve bu yolculuğu zengin bir kültürle besleyen Tanpınar,edebiyatımızın birbirini tamamlayan iki yarım elmasıdır. Meselâ
Kemâl Tahir'in "Yol Ayrımı"
adlı romanında, 1930'lu yılların Ankarası'na bir projektör tutulur
ve "Serbest Fırka" meselesi, şahsî duygular bir tarafa atılarak,
didik didik incelenir. Memleketin üzerinde gezinen bir ayna gibidir Kemâl
Tahir'in romanları... Hatıralar bile karşılıklı konuşmaların
içinde verilir. Ahmet
Hamdi Tanpınar'ın
en önemli romanı olan "Huzur" hakkında ise, önceki
sayfalarımızda "mâzi ile batılılaşmanın getirdiği yeni
hayat tarzının arasında sıkışan Türk aydınının iç sıkıntılarına
göndermeler yapar" demiştik. Gerçekte Tanpınar
için mâzi, şahsî zevklerin ihtiyaç duyduğu bir nostaljiden
ibarettir. "Nuran"la bir yaz aşkı yaşayan
"Huzur"un Mümtaz'ı da, tıpkı Tanpınar
gibi hem batıyı kabul eder, hem de doğulu zevklerinden vazgeçemez.
İç dünyasında bir denge arayan aydınların "huzur" arayışlarının
ve tabiî ki huzursuzluklarının romanıdır Ahmet
Hamdi'nin bu meşhur eseri... Gizli duyguları ifâdede çok başarılıdır
yazar. İBDA
Fikriyatı'nın kurucusu Salih
Mirzabeyoğlu,şöyle bir formül çıkarır karşımıza: «"İç"in
dışta bulunuşu şuuruyla dış'a ve iç'e, "dış"ın içte
bulunuşu şuuruyla da iç'e ve dış'a bakış...» (Salih Mirzabeyoğlu,
Kayan Yıldız Sırrı, s. 7) Kemâl
Tahir
ve Tanpınar'ı bu
formüldeki yerlerine koyarsak: -Kemâl
Tahir,"iç"in dışta bulunuşu şuuruyla "dış"a
bakmış ama iç'e dönememiş... -Ahmet
Hamdi Tanpınar, "dış"ın iç'te bulunuşu şuuruyla
"iç"e bakmış ama dışa dönememiş... Kısacası,
birbirini tamamlar mahiyette olan bu yazarların ikisi de bir noktada
takılmış ve virajdan dönüş yapamamışlardır. Cemil
Meriç'in bunları mukayese eden bazı cümlelerini aktarmak
istiyoruz: "Ahmet
Hamdi kitabla yaşayan, kitab için yaşayan, yâni düşünce için
yaşayan bir adamdı ve romantikti. Hayâlleri vardı. Gerçekleştiremediği
hayâller, herkesinki gibi. Bunu tamir edecek bir yakınlıktan, bir kadının
yakınlığından da mahrumdu. Hocalık yaptığı çeşitli yerlerde
talebelerini gördüm. Hepsi de sadece yiyen içen, belli bir elbise
giyen, belli davranışları olan fizik insanı görmüşler. Hiçbiri Hamdi'nin
iç dünyasının derinliğini, ıstırabını anlayamamışlardır.
Muamma değildir bu, sadece geri kalmış ülkelerde, diyelim sanayileşmiş
ülkelerde olur." (Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve
Konferanslar, İletişim Yay., İstanbul 1993, s. 385) "...Kemâl
Tahir gerçekle güreşmek zorunda kaldı. Ve hayat da onu doğrudan doğruya
yakasından yakalayıp cehenneme attı. Bu ülkenin insanlarını bir
hayâl adesesinin arkasından değil, doğrudan doğruya zindanın
içinden gördü. Bütün levisleri, bütün zaafları, bütün
gücüyle Anadolu insanını hapishânelerde tanıdı. Doğrudan doğruya
maddenin kendisiyle temas etti. Kafasındaki bir hayâlle değil. Bu
itibarla istese de kopamazdı Türk insanından. Hâlbuki Ahmet Hamdi
ister istemez fazla yalan bulmak için hayâline sığınıyordu. Fazla
yalan bulmak için gizliyordu kendisini. Yâni o, masada poker oynarken,
o pokercilerden herhangi biri olarak görünüyordu. İç dünyasını,
mahremiyetini açmıyordu hiç. Belki konuşmaya lâyık görmüyordu.
Belki anlamayacaklarından emindi. Bu itibarla hem herkesle beraberdi,
hem herkesten ayrıydı. Hâlbuki Kemâl Tahir için böyle bir
mecburiyet yoktu. Daha doğrusu tersi mecburî idi. Hapishânede son
derece keskin bir dikkate ihtiyaç vardır. Ölmemek için,
parçalanmamak için, yok olmamak için. Bu itibarla Kemâl Tahir daha dışa
dönüktü. Kemâl Tahir'in iç dünyası fazla zengin değildi. İç
dünya anlaşılmamaktan, kendini gizlemekten ve bir liman gibi sığınmaktan
daha çok genişler. Kemâl bu ihtiyacı duymadı hiç. Hapishânede
kaldı gençliğinde. Yazdı, fakat gördüğü insanları yazdı.
Gördüğü insanları tanımaya çalıştı. Hapishâneden çıktıktan
sonra yine belli bir dünyaya hitab etti ve dediğim gibi Kemâl'de dış
dünya daha objektif, iç dünya daha fakirdir."
(A.g.e., s. 386-387) Cemil
Meriç'in
aynı konuşmasında Kemâl
Tahir'i dışa dönük olduğu için "gerçekle güreşti"
diye vasıflandırıp,Tanpınar'ı
"iç dünyaya kaçtı" diye itham etmesine fazla bir anlam
veremiyoruz; çünkü "gerçek" dışardan ibaret olmayıp,
hem içimizde, hem de dışımızdadır. "İç dünyaya
kaçmak" tâbirine de tereddütle yaklaşıyoruz; ilk hamlenin
iç'ten dış'a olduğunu düşünerek... Bu anlamda "iç dünyaya
kaçmak" yerine; "iç dünyasından çıkamadı" gibi bir
ifâde daha makbûl olurdu. Bahsi
kesmeden önce, "toplu bakış"ımızdaki; sanatın, biri
"genişliğine toplumu", diğeri de "derinliğine
ferdi" temsil eden iki kanatlı bir kuş oluşu minvâlindeki teşbihimizi
hatırlatarak; gerek Kemâl
Tahir'in, gerek Ahmet Hamdi
Tanpınar'ın karşılıklı bir yanlarının zayıf olduğunu ve bu
sebeble tek kanatlarıyla çırpındıklarını belirtmekte fayda var.
KÖY
ROMANCILIĞI VE YAŞAR KEMAL Cumhuriyet'in
ilk yıllarında, romancıların bir kısmının İstanbul'dan sıyrılarak,
Anadolu muhtevalı eserler karalamaya başladıkları biliniyor. Bu
Anadolu'ya yöneliş, sadece Yakup
Kadri'nin "Yaban"ı, Reşat
Nuri'nin "Çalıkuşu" ile sınırlı olmayıp, birçok
romancı ve hikâyeciden başka, geniş bir şair kitlesini de içine
almıştır. Öyle ki "Han Duvarları" şairi Faruk
Nafiz'in de aralarında bulunduğu beş hececilerin öncülüğündeki
"Ayşe'm, Ali'm, köyüm" gibi içi boş şiirler kabak tadı
vermeye başlayınca, bu yozlaşmaya tepki gösteren bir kısım -o
devrin- genç edebiyatçısı "Yedi Meşale" dergisi etrafında
toplanarak tavırlarını koymuşlardır. Şiire Necib
Fazıl Üstadımız ile birlikte başlayan ve "heceye ilk
keyfiyeti kazandıranlardan" birisi olan Ahmet
Kutsi Tecer de Anadolu folkloruna sığınacak ve "orda bir
köy var uzakta" diye sanatının yeni istikâmetini mısrâlaştıracaktır. Buraya
kadar bahsedilen "köy edebiyatçıları" muhalif olarak değil,
aksine resmî ideolojinin emrinde ve denetiminde bu işe soyunmuşlardır.
Yeni rejimin Anadolu'da yaygınlaşması için, "asırlarca geri ve
cahil bırakılmışlığın", ama artık "o yobaz zihniyetten
kurtulduklarının ve çağdaşlığa doğru yol aldıklarının"
edebiyatı yapılmalı ve "ilke"ler halka sevdirilmeliydi. Bu
ilk dönem köy edebiyatçıları, "köy enstitülerinin" şiir-hikâye-roman
şubesi gibiydi. "İkinci
dönem köy edebiyatı" diyebileceğimiz akım ise 1930'lardan
itibaren, sosyalizmin yaygınlaşmasıyla, "muhalif" bir
edebiyat olarak başladı. Bunlar, halkın mukaddesatına
"yobaz-gerici" diye saldırma noktasında diğerlerinden farksız
da olsalar, Ankara'nın emrinde değillerdi ve yeni yönetimin "çağdaşlık"
hamleleri Anadolu'yu kalkındırmak için yeterli değildi. Toprak
reformu yapılmalı, ağalık düzenine son verilmeli, feodal
kültürden "toplum bilincine" ulaşılmalı ve iktisadî
hayat sosyalistleştirilmeliydi. Bu anlayışla Nazım
Hikmet "memleketinden insan manzaraları" çiziyor; Sabahattin
Ali, Anadolu köylerindeki haksızlıkları hikâyeleştiriyordu. Kemâl
Tahir'in ilk romanları, Orhan
Kemâl'in eserlerinin önemli bir bölümü, Yaşar
Kemâl ve Fakir Baykut
gibilerin kitabları bu ikinci çizgide yazılmıştır. Bu
romancılardan Kemâl Tahir'de
koyu bir realizm vardır. Zaman zaman köyden çıkmış; bir takım
karanlık hâdiselere ışık tutmaya çalışmıştır. "Yorgun
Savaşçı"da Türk-Yunan harbinin gerçek kahramanlarının
ordunun alt tabakasında olduğunu işaretleyen; "Kurt
Kanunu"nda İzmir süikastinin iç yüzünü deşeleyen; "Bozkırdaki
Çekirdek"te, köy enstitülerinin övünülecek müesseseler olmadığını
sergileyen; "Devlet Ana"da üstü kapalı olarak, Asya halkları
için batıdakinden daha farklı bir sosyalist modeli izâh etmeye çalışan
(ve Osmanlı'yı buna âlet eden) Kemâl
Tahir'in eserlerini, iddialarının bir kısmına katılmasak bile,
ROMAN KEYFİYETİNDEN ZİYADE, VESİKA HÜVİYETLERİYLE takdir ediyor,
diğerleriyle arasına bir sınır koyuyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla,
Kemâl Tahir hem aydındır, hem dürüst; yâni fikir namusu vardır.
Yaşadığımız sahtelikler panayırında bu iki vasfı biraraya
getirebilmesiyle, ayrıca önemli... Biz, "sosyal gerçekçi"
romanı savunmuyor ve bu tarzı idealimizdeki romanın çok gerisinde
görüyoruz ama Kemâl Tahir'i
bu akımın en güçlü imzası kabul ediyor ve ele aldığı
meselelerin üzerine ciddiyetle eğildiğini hatırlatmak istiyoruz.
Meseleleri gerçekten "mesele" edinmiş ve gözardı
edilemeyecek "tez"lerle yaklaşmıştır onlara. Kemâl
Tahir'de
(edebiyata şiirle başlamış olsa da) ŞİİRİMSİ bir üslûp
aranmasın! Hâdise plânında "mesele"si vardır, kurgulaması
sağlamdır ve "sosyal gerçekçi"ye yakışacak kadar canlı,
içine girilebilir romanlara imza atmıştır; "üstün
sentezci" bir sanat keyfiyeti olmasa da... Edebî bir hususiyeti
olmayan üslûbu "üslûpsuzluk" diye de yaftalanabilir. Köy
romancılığının önde gelen diğer bir romancısı Orhan
Kemâl'de bazı çizgileriyle Kemâl
Tahir'i hatırlatır. Tıpkı onun gibi; gençliğinin bir
bölümünü (N.Hikmet'in yanında)
hapislerde geçiren, orada yazmaya başlayan ve ilk olarak
hikâyeleriyle görünen Orhan
Kemâl'in romanlarında da koyu bir realizm, sağlam bir kurgu, canlı
bir muhteva vardır. Üslûbu da -tıpkı K.Tahir
gibi- şiirimsilikten uzak, gayet sadedir. Sayfaların önemli bir
bölümünü karşılıklı konuşmalarla doldurduğu ve şive
taklidlerine ağırlık verdiği de bilinmeli... 72.
Koğuş adlı meşhur eserinde, 40'lı yılların cezaevlerindeki yaşantıyı
-bir kamera canlılığı ile- sergileyen, bütün çıplaklığı ile
gösteren Orhan Kemâl'de
eksik olan ve onu Kemâl Tahir'den
geri bırakan birşey vardır: "Mesele"... Yukarıda,
-hâdiseler plânıyla sınırlı olsa da- Kemâl
Tahir'in önemli meseleleri kurcaladığını fısıldamıştık. Orhan
Kemâl ise bilinen, duyulan, görünen ve yaşananları canlandırmaktan
ileri geçememiş; tarihî bir vesika olacak şekilde önemli
hâdiselerin sebeb-netice ilişkilerine sarkamamış ve dolayısıyla
yeni bakış açıları getirememiştir onlara. Sanat keyfiyeti sınırlı
olan ve zaten böyle bir gâye de gütmeyen "sosyal
gerçekçi" romanlar, kıymetini olsa olsa "mesele"sinden
alabilirdi; yâni Orhan Kemâl'de
olmayan hususiyetten... Gelelim
başlığımızın ana mevzuu olan, bazı çevrelerin "en büyük
Türk romancısı" kabul ettiği, nobel adayı(!) Yaşar
Kemâl'e!.. "İnce Memet" muharriri, bir romancıdan çok
efsâne yazarı gibidir; heyhât, efsânelerin hayâl gücünü
çiçeklendiren cazibesini de bulamadık onda. "Toplum
gerçeklerini" romanlaştıracak bu yazarın eserindeki
"gerçek", yapma bir gül gibi sırıtır okuyucuya. Aslında
anlattıkları olmayacak şeyler değildir; köy ağalarına karşı bir
insan elbette dağa çıkabilir, nitekim çıkmıştır da... Fakat bu
en basit "mümkün"ü bile Yaşar
Kemâl'in kaleminden okuyunca, onun ihtimal dışı birşey; bir
masal, bir destan anlattığını düşünmemek elde değil. Nerede en
olmazı bile "olur"casına anlatan yazar; nerede en mümkün
"olur"u bile "olmaz"casına romanlaştıran Yaşar
Kemâl?.. Meselâ
yazın Çukurova'da yeterince pamuk toplayamadıkları ve kasabanın
tüccarlarından Adil Efendi'ye borcunu ödeyemedikleri için korkulu
bir kış geçiren Yalak köylülerinin bu durumlarını anlatan
"Yer Demir-Gök Bakır" romanını hatırlayalım. Bir köylü
topluluğu, esnafa borçlanabilir, o esnaf kötü birisi de olabilir ve
hattâ köylülerin ellerinden kış erzaklarını alma ihtimâli de
vardır. Ama bu köylünün "Adil Efendi" korkusu ve ondan
kurtulmak için aldıkları tedbirler, Yaşar
Kemâl'in anlattığı gibiyse, inandırıcılığının büyük çoğunluğunu
yitirir. Muhtar Sefer'in düşündüğü tedbirlerin de, hiç namaz kılmayan
Taşbaşoğlu'nun evliya sanılması ve buna kendisinin dahi inandırılması
da, ("Yer Demir-Gök Bakır" da anlatıldığı şekilde)
ihtimâl dışıdır. Hattâ "doğru olsa bile" ihtimâl dışı...
Bu,Yaşar adına, kendi bakış
açısından, yâni sosyal gerçekçilik açısından bir ayıptır. Edebiyat
açısından çok mu düzgündür sanki sicili? 400 küsür sayfalık bu
romanı okurken, yarısına yaklaşmıştık da, hâlâ içine girememiş,
Yalak Köyü'nü dışarıdan seyretmiştik. O köyün içinde bize
göre bir yer yoktu. Sakın Yaşar
Kemâl'i köy romanı yazdığı için küçümsediğimiz düşünülmesin:
400 sayfa boyunca, bir köyden değil, sadece küçük bir odanın
içinden bile bahsedilebilir; yeter ki o daracık odanın içine büyük
bir dünya sığdırılsın; okuyucu bambaşka bir hayat iklimine
kanatlanma imkânı bulsun!.. Yaşar
Kemâl bizi köyün içinde dolaştıramıyor; denize dalmak yerine,
akvaryumdaki bir balığı seyrediyoruz âdeta. Yaşar'ın
romanlarındaki en cazip bölümler, şairliğinin üstün geldiği
ŞİİRİMSİ pasajlar... Üslûp zaman zaman nefes kesici bir hıza ulaşıyor;
ama genellikle hep aynı kelimeler... Bazılarını ilk kez duyduğumuz
çiçek ve böcek isimleri, tabiat tasvirleriyle akıp gidiyor sayfalar.
Cemil Meriç'in ifâdesiyle;
"her yontulmamış zekâ gibi somutu anlatırken usta, kamışları,
ağaçları, kelebekleri anlatırken kendisi; yâni tanıdığı,
gördüğü bir dünya bu. Romancılığa özendi mi, hezeyan başlamaktadır."
(Cemil Meriç, Kırk Ambar, Ötüken Yay., İstanbul 1980, s. 209) Yaşar
Kemâl'in
tabiat tasvirlerini başlı başına başarılı kabul etsek bile,
romanlarının akışı içerisinde, muhteva ile bu tasvirler arasında
bir ilgi kurulamamaktadır. Gelişen hâdiselerden genellikle "bağımsız"
olan ve kahramanların iç dünyasını aksettirmeyen aynı tasvirlerin
sayfalarca uzatılmasını, "gevezelik" vesikası sayabiliriz.
Cemil hocanın "Demirciler Çarşısı Cinayeti" için
söylediği, nobel adayı yazarımızın bütün romanlarını ihtiva
ediyor sanki: "bu garip romanda insandan çok hayvan, hayvandan
çok nebat var." (A.g.e.) Hem
hüner tabiat tasvirlerindeyse; Çukurova romancısı, Knut
Hamsun ve Cengiz Aytmatov
gibi romancıların dizkapağı seviyesindedir ancak. 20. yy.'ın
ortalarına kadar yaşayan Norveç'li Knut
Hamsun'da tabiatın güzellikleri, roman kahramanlarının
insanlardan ve sorumluluktan kaçmak için sığındıkları bir ana
kucağı olarak, eserlerindeki muhtevanın âdeta temelidir. "Açlık"
bir tarafa; "Pan", "Victoria", "Toprak Yeşerince"
gibi romanları bu çerçevededir. (Keşke ferdî duyguların nefis
ifâde edildiği ve manzaralarla ilişkilendirildiği bu romanlarda
tabiat, bir sığınak değil de; insanî hakikati çözmeye yarayacak
şifreler manzumesi olabilseydi.) Cengiz
Aytmatov
ise biraz daha farklı olarak ("mihraksız tümevarım"
tesbitinden ileriye geçmese de) insanın sırlarını tabiattan
süzmeye ve içtimaî meseleleri bu malzemeyle sembolleştirerek
ifâdeye çalışmıştır. Gerek Hamsun'da
gerek Aytmatov'da tabiat,
sayfaların arasına yerleştirilen tasvirlerden ibaret olmayıp, eserin
kahramanlarından birisidir. Hattâ Aytmatov'un
"Dişi Kurdun Rüyâları" ile "Elveda Gülsarı"nın
başkahramanları; ilkinde "Akbar" ile "Taşçaynar"
adlı iki kurt; diğerinde ise "Gülsarı" adındaki attır.
Meşhur "Gün Olur Asra Bedel"in kahramanları arasında da
bir devenin olduğunu unutmamak gerek... Kezâ
Hamsun'un "Pan"ındaki
Teğmen Gleth de, "Victoria"daki sonradan ünlü bir şair
olan "Değirmencinin Oğlu" da tabiatla iç içe yaşar. Onun
bir parçası gibidir. "Toprak Yeşerince" tek başına
tabiatla boğuşan ve yabanî toprağı ehilleştiren bir adamın romanıdır. Nobele
aday(!) gösterilen Yaşar
Kemâl'in hangi romanında, o çok methedilen tasvirleri, yukarıda
bahsettiğimiz eserler gibi kaynaşmıştır muhtevayla. "Köy
Romancısı" Yaşar Kemâl'de,
Kemâl Tahir ve Orhan
Kemâl'in aksine, ne kurgulama, ne canlılık ve ne de
"vesika" kıymetinde bir mesele vardır; olan tek şey, diğer
ikisinde olmayan ŞİİRİYET... Yalnız onun mevcudiyeti de, roman
yazmaya yetmiyor; hele muhteva ile kaynaşamadıktan sonra... Bahsi
geçen türde "mesele"nin Orhan
Kemâl'de de olmadığını hatırlattıktan sonra, rahmetli Cemil
Meriç'in, "İnce Memet" yazarına yönelik bir tavsiyesi
ile bahsimizi noktalayalım: "Mütevazi kabiliyetleri olan bu
arkadaş, Nobel peşinde koşacağına daha çok okusa, daha az yazsa,
hem kendisi hem de edebiyatımız için hayırlı olurdu." (A.g.e.,
s. 211) "KURTLAR
SOFRASI" VE CİNSEL SAPLANTI Bu
eser, Türk sol edebiyatı içerisinde bizce bir dönüm noktasıdır. Attila
İlhan'a âit bu romanın mekânı, "köy" değil,
bilâkis İstanbul'un en yoğun, karmaşık yerleridir. "Toplum
Gerçeğini" kalabalıklarda, şehirlerin uğultusunda aramıştır
yazar. Kahramanları birkaç kişiyle sınırlı olmayan, oldukça kabarık
olan bu "Kurtlar Sofrası",
zaman olarak da çok boyutludur. Bunun yanında muhtevası bir
noktaya takılıp kalmaz; üç beş hâdiseden kuruludur roman. Savruk,
şiirimsi bir üslûpla yazılan sayfalar boyunca bazen polisiye, bazen
psikolojik, bazen toplumcu bir roman okuduğunu hisseder okuyucu.
Gerçekten yazar sık sık ferdlerin şuur altını kurcalayarak,
"toplumsal gerçeği" orada aramıştır. Romanın başkahramanı
gazeteci Mahmut, alışılmadık bir biçimde, 500 küsür sayfalık
romanın daha ilk yüz
sayfasında öldürülür ve birtakım hâdiseler bu cinayetin etrafında
gelişir. Hepsinden önemlisi Attila
İlhan kendi "meselesi"ni işlemiştir bu romanda ve (bir
noktadan sonra tamamına yakınını reddetsekte) yıllardır müdafaa
ettiği tezlerini sanatın ve hâdiselerin içine serpiştirmiştir.
Bunlara bir göz atalım: Attila
İlhan'a
göre âlemşümûl olan sosyalizm, her ülkenin tarihî gelişim
süreci ve mevcut statükosuna göre farklı bir yapı arzeder. Diğer
yerlerdeki sosyalist modelleri ve liderleri aynen benimseyemeyiz; bize
yerli bir ölçek lâzımdır. Buraya kadarına -dışarıdan bir
gözle- "tamam" deriz. Peki modeli şekillendirecek bu yerli
ölçek nedir? İşte, Attila İlhan'ın
buna verdiği cevab, onunla aramızda kapanması mümkün olmayan bir
uçurumun habercisi: Attila'ya
göre "bu yerli ölçeğin adı "kemalizm"dir ve bu
ülkenin sosyalizmi Mustafa
Kemâl ve kemalizmin etrafında şekillenecektir. Zaten M.Kemâl'in
hamleleri bu yöndeydi ama 1938'den sonra İsmet
İnönü onun yolunda gidemedi ve bir demokrasi diktatörlüğü
kurdu." Tuhaf şairimizin temel fikirleri bu minvâl çerçevesinde
olup; "Kurtlar Sofrası"nda, yukarıdaki
"komiklik"lerin roman kalıplarından yansıyışını
seyrederiz. (Birtakım Türk-İslâm sentezcileri ve islâmcılık
iddiacılarının da -tıpkı Attila
İlhan gibi- 1938'e kadar geçen zamanı aklayıp, suçu İsmet
İnönü'ye yüklemeleri ilginç olmalı...) Bu
roman aynı zamanda, muharririnin bakış açısıyla, 27 mayıs 1960
öncesi Türk toplumunun bunalımlarını ele alan bir çalışmadır. Attila
İlhan, bu önemli çıkışına rağmen "toplu bakışımızda"
ifâde ettiğimiz "hürriyet hamlesinden" mahrumdur. Eserin
önemli bir bölümünde cinsel saplantılardan kurtulamayan, bunun
çilesini dahi çekmeyen bir yazar vardır karşımızda ve sürekli
olarak, mide bulandırıcı pasajlarla insanın zayıf tarafını
istismar eder. Hâlbuki, batının büyük romancılarında bu tür
saplantılar çok az!.. Meselâ, eşcinsel olduğu bilinen Marcel
Proust dev romanını yazarken, şuur altındaki bu rezil hastalığa
takılıp kalmamış ve içindeki sapıklığa sanatını esir etmekten
kaçınmıştır. Demek istemiyoruz ki; yazarlar böyle konularda yazmasın.
"Bilâkis, insanoğlunu en fazla ilgilendiren mevzuların üzerine
eğilmek, sanatçının temel vazifelerinden..." Ama kalem şuur
altının âdi bir oyuncağı olmamalı... İBDA'nın
üzerinde önemle durduğu bir bahis: "İnsanın, iradenin zaptına
muhatap oluşu..." Peyami
Safa'nın "Bir Tereddütün Romanı" adlı eserindeki şu
satırlar bu bahse ışık tutacaktır: "Şüphesiz,
vicdanımızın vahşi ormanlarına sinen ejderhaları, canavarları tanımalıyız;
içimizde gizlenen ve pusu kuran müthiş ihtimâllere cesaretle bakmalıyız;
bunları şuurumuzun aynasında pervasızca seyrederek hem kendimize hem
başkalarına göstermeliyiz.(...) Şüphesiz insan, bütün hayvan
nevilerinin seciyelerini kendinde toplamış bir mahluktur, bir behime
yekûnudur: Kaplan gibi yırtıcı, tilki gibi kurnaz, arslan gibi
cesur, köpek gibi sadık ve kedi gibi nankörüz, ilh... Fakat bu vahşet
imkânlarını beşerî seciyemizin çelikten kafesleri içine hapsettiğimiz
için insanız ve boğa yılanından farkımız budur." (Peyami
Safa, Bir Tereddütün Romanı, Ötüken Yay.) Attila
İlhan'ın
niçin hür olamadığının cevabını verdiğimize göre, Ahmet
Altan gibi birçok ünlü romancıyı da aynı değerlendirme
dahilinde gördüğümüzü belirtelim. Kafalarının içinde bütün haşmetiyle(!)
bir cinsellik putu var ve kedinin kuyruğu etrafında döndüğü gibi,
romanları boyunca yerli-yersiz dönüp dolaşarak oraya geliyorlar;
mevzu ile ilgisi olmasa dahi, illâ birkaç cinsel ifâde olacak; yoksa
sanat(!) olmaz... Bu saplantının adı putperestlikten başka ne
olabilir ki?.. (...) Geniş
bir kurgulama ile yazılan "Kurtlar Sofrası"nda işçiliğin
zaman zaman sekteye uğradığını ve bazı müsvettelerin, zaman zaman
romana aynen aktarıldığını görür gibi oluyoruz. İşte bir
paragrafın içinden bazı satırlar: "O
kadar çok oturmuştu ki, dışarıda akşam olduğunu ışıkların
yandığını sanıyordu. Hâlbuki vitrinlerde, hâlâ daha, gri beyaz
bir kadife aydınlığı parlamaktaydı. Günler kısalıyor, diye düşündü."
(Attila İlhan, Kurtlar Sofrası, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, İstanbul
1995, s. 297) Sanırız
anlaşıldı: Madem dışarıda akşamın olduğunu ve ışıkların
yandığını sanıyor; hâlbuki öyle olmamış... O zaman,
"GÜNLER KISALIYOR" yerine "GÜNLER UZUYOR"
denilmesi gerekmez miydi? Bu
yanlışlık, Attila'nın
romanlarındaki işçiliğin yetersiz olduğunu işaretleyen ufak bir
sivilcedir sadece ve üzerine dikkatle eğilince onun çok iyi bir amele
olmadığını gösteren birçok belirtiye rastlanabilir. Bahsini
ettiğimiz romanın arka kapağında, Emre
Kongar imzası ile ifâde edilen birkaç satır: "Gerek
tarihin yeniden değerlendirilişi, gerek toplumsal ve ekonomik olayların
kapitalistleşme süreci çevresinde verilmesi, teknik olarak her
türlü bireysel etkileşim ve hattâ sapıklıkları kapsayacak bir
örüntü içinde, adeta bir Marx ile Freud bireşiminin arayışını
andırır biçimde işlenir." Marx
ile Freud'un yanında M.Kemâl
ismi de geçseydi, bu satırları eksiksiz olarak kabul ederdik. Şunu
da belirtelim ki; Attila İlhan'ın
romancılıktaki yeri, Türk şiirinde ki yerinden daha ileridir. Ama
bunun sebebi, romancılık keyfiyetinin şairliğinden yüksek olmasından
ziyâde, Türk romanında boy ölçüşeceği modellerin daha sınırlı
olmasında aranmalı... (Bu modellerden, "yeni şiiri" değil,
köklü bir şiir kültürünün remz şahsiyetlerini kastediyoruz.) "YENİ
HAYAT", YAHUT YENİ MASAL Orhan
Pamuk'un
bu romanı üzerinde büyük yaygaralar koparılmış, onun "çağdaş
dünya edebiyatının en özgün yaratıcılarından biri" olduğuna
"kanıt" sayılmıştır. Bu doğruysa, alt-üst olan değerlerle
birlikte, çağdaş dünya romanının da büyük bir yıkıma uğradığı
ve usta mimarlar elinde baştan sona yepyeni bir inşâya hasret duyduğu
birkez daha delillenmiş olur. "Birgün
bir kitap okuyarak bütün hayatının değiştiğini" iddia eden
kahramanın, o kitabın vadettiği "yeni hayatı" bulmak için
aralıksız otobüs yolculuklarına çıkması, ummadığı maceraların
içine düşmesi, hayâlleri, aşkları, hüznü ve arayışı ile yılların
birbirini kovalaması... Bu romanın içinde, üslûptaki -zaman zaman
kabaran- lirizme rağmen, okuyucuya yer yoktur: Kahramanın, Anadolu'yu
otobüs camlarından seyredişi gibi, biz de onun yolculuğunu, evimizin
buğulanmış camlarından sokağı seyredercesine takib ederiz. Tıpkı
Yaşar Kemâl'in "Yer
Demir Gök Bakır"ındaki "Yalak Köyü"nün içine
giremediğimiz gibi. Orhan Pamuk'un
"yeni hayat" arayışına da ortak olamayız; sanki
televizyondaki bir reklamdır o; yahut bir magazin programı... İlginçliği
bir sanat keyfiyetinden ziyade, bu çerçevededir. Orhan
Pamuk "birey"i anlatan bir Yaşar
Kemâl'dir sadece... Hayâl gücü belki daha geniş; ama insanları
daha yabancı, daha cansız bir Yaşar
Kemâl... Eserin
sonundaki "hüzünlü" sayfaları okurken, Goethe'nin
Werther'indeki hüznün, bambaşka kurgularla cilâlanmış âdî bir
taklidi karşısında olduğumuzu düşünmeden geçemedik.
Çehov'un eserlerine âşina olanlar için de yeni değildir bu
"duygusallık" elbette. Birkaç nükte ve mantık oyunu ile
bunlara orijinallik kazandırmak isteyen Pamuk,
kendi hüznüyle de alay etmiştir "tuhaflık" uğruna... "Yeni
Hayat"ta "ölümün", "kaderin",
"kaza"nın adından bahsedilir ama hiçbirisi meselenin istediği
derinlikte ele alınmaz; fantaziyi zenginleştirmek için birer
figürandır sanki, bu espirilerle geçiştirilen muammalar. Orhan
Pamuk'taki
-gerçekten var olan- hayâl gücü; Cengiz
Aytmatov'un "Kasandra Damgası"ndaki hayâl gücü ile
mukayese bile edilemez. Aytmatov
bilim-kurgudan da faydalandığı bu romanda -tıpkı "Gün Olur
Asra Bedel"de ki gibi- eski bir efsâneyi, mitolojideki
"Kasandra" efsânesini uzay çağı insanı için yeniden
yazar ve "balinaları, baykuşları" bile kullanarak insanlığın
buhranlarına göndermeler yapar. Onun yanında Pamuk'un
hayâl gücü ne kadar cılız ve sönük... Bırakalım
dünya edebiyatını, Türk edebiyatı için bile pek yeni değildir Orhan
Pamuk... "İnsanın hayattan kaçışı" mı? Oğuz
Atay'ın romanlarında, hem de okuyucuyu kıvrandıracak kadar
marazî bir anlatımla bunun âlâsı var! Bir önceki yazımızda
bahsini ettiğimiz "Kurtlar Sofrası" kadar olsun yeni değildir
bu roman. Attila, "birey"in
şuur altından toplumun meselelerini çıkarmaya çalışıyordu; hem
de "pembe diziler"dekinden daha geniş ve heyecanlı
hâdiseler zincirinin ortasında... Orhan
Pamuk'un "şuur altı" sayıklıyor; ne içinde yaşadığı
toplumun ifâdecisi, ne derinliğine psikolojik bir tahlil... Romandaki,
ölen "Mehmet"in babası "Dr. Narin'in" kurduğu
saat bayii örgütü bile Tanpınar'ın
"Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü hatırlayanlar için çok
övünülecek orijinal bir buluş değil. Bir yazar, aldığının daha
fazlasını iâde edebilirse bu tür iddiaların önünü kesebilir; Orhan
Pamuk, roman adına büyük bir verime imza atmamıştır. Eserin
felsefî derinlik açısından olsun, edebî yenilik çerçevesinden
olsun, tenkidlerimizi bir kenara bıraksak bile, kurgulama açısından
dahi teknik hatalarla dolu olduğunu göstermeden geçemeyiz! Roman
akışı içinde yirmi yıllık bir zaman dilimi mevcut ve onun 1994 yılında
yazıldığını düşününce, başlardaki otobüs yolculuklarının
70'li yılların ortalarında yapıldığı anlaşılıyor. Anadolu'nun
en ücra köşelerine kadar uzanan bu yolculukların en önemli ve
belirleyici hususiyetlerinden birisi ise otobüslerin televizyonunda
izlenen fimler... Şu günlerde bile (2000'e bir adım kala) Anadolu'da
çalışan otobüslerin televizyonsuz oluşunu hatırlarsak, hem yazarın
Anadolu'yu hiç bilmediği, hem de yalan söylemeyi beceremediğini ve
hayâlî kurgulamaların bütün çürüklüğü ile sırıttığını
farkederiz. Yanlış
anlaşılmaya meydan vermemek üzere, romancının hayâlî senaryolar
kurabileceğini, hattâ kurması gerektiğini, ama onun hayâlinin,
sokaktaki insanın gerçeğinden daha canlı bir "gerçek"
olması gerektiğini belirtmek mecburiyetindeyiz. Romancının
üstünlüğünün önemli işaretlerinden birisi burada, en olmazı
bile "olur"casına canlandırabilmesindedir. Yalanı, sayfaların
arasından "ben buradayım" diye sırıtan bir yazarın romancılığı
su götürür. "Yeni
Hayat"ın 12. bölümünde, kahraman, Mehmet'i bulmak üzere
"gene yollara düşer." Önce Alacaelli'ne varır. Orada kitabı
okuyanlardan P.T.T. çalışanı bir "Mehmet"i bulur ve bir
süre bu yerde vakit geçirir. Alacaelli'nden ayrıldıktan otuzaltı
saat sonra "gerçekliğin kendisinden çok hayâllerden çıkmış
gibi gözüken" bir kasabanın garajında, geceyarısı
otobüsünü bekler. Sonra Afyon yakınlarında "adını unuttuğu
huzursuz bir kasabada" bir şekerci dükkanına gider, orada bir
müddet zaman geçirir. Derken Çorum'a ulaşır, "Hürses"
gazetesinin sahibi ile buluşur, altı saatlik bir vakit harcadıktan
sonra Amasya'ya gider ve Orhan
Pamuk'un romanında bütün bunlar "beş gün" içinde yaşanır.
En basit bir "olabilir"in bile acemice kurgulanışıdır bu
ve "teferruatçılık şuuru" ile "Yeni Hayat"ı
inceleyenler, makyajın altındaki kırışıklıkları kaskatı bir vakıa
hâlinde görürler. Felsefî derinliği olmayan ve SATHÎ bir
romantizmden ibaret bu roman, bir fantazi, daha doğrusu "çağdaş
bir masal" keyfiyetindedir. Realizm açısından değerlendirenlerin
zaten birşey bulamayacağı bu "yeni masal"ın, satır aralarına
serpiştirilen bazı kitab isimleri de, pek
tabii olarak fikrî bir zenginliğin ifâdecisi sayılamaz. PEYAMİ
SAFA "Türk
Romanı Üzerine" başlıklı yazımızda, Peyami
Safa'ya bakışımızın önemli ipuçlarını vermiştik. Birkaç
cümle daha ilâve edecek olursak, onun Türk romanını, "biraz
keyfiyetlendirmeye ve mesele sahibi insanın hayat zemini hâline
getirmeye çabaladığını" hatırlatmadan geçemeyiz. (Necib Fazıl,
Allah Kulundan Dinlediklerim, Büyük Doğu Yay., 4. Basım, İstanbul
1993, s. 188) "Romana,
meseleyi ve beşerî ukdeyi getirmiş veya getirmeyi vaadetmiş olan
eski örnekler, kendi acizlerinden ziyade içtimaî alâkanın felci
yüzünden, köşelerinde pörsüyüp gitmektedir." (A.g.e., s.
205) Bu eski örneklerin en önemlisi, eserlerinde
ruhçu bir sanat anlayışını tüttürmeye çalışan, "İslâm
harfleri" kültüründen gelme, "biliş ve bildiriş tarzına
sahib" Peyami Safa'dır.
Gözden kaçırmadan ifâde edelim ki, bu "eserlerinde ruhçu bir
sanat anlayışını tüttürme" bahsi, romancılığı için
geçerlidir ve aynı çizgisini bazı fikrî eserlerinde bulamayız.
"Duygu ile düşünce" arasında kopukluk sayılabilecek olan
bu durum, Peyami Safa'nın en
büyük zaaflarından birisidir. Peyami'nin
"oluş"unu yarım bırakan saiklerden birisinin içtimaî
alâkasızlık olarak işaretlenmesindeki en önemli delillerden bir
tanesi hiçbir sanat kaygısı taşımadan, sadece para kazanmak için "Server
Bedi" imzasıyla kaleme aldığı, çoğu
Şarlok Holmes taklidi
Cingöz Recai serilerinden müştekil kitablarının kapış kapışa
gitmesine mukabil, saf sanatın meyvalarını verme yolunda "kendi
imzasıyla" neşrettiği romanlarının -birkaçı istisnâ- sağlığında
ancak bir baskı yapmasıdır. "Babıali"de Üstad'ın bu
mevzuyla ilgili bir nüktesi vardır. Ona sorarlar: "-Nerede
kalıyorsun?.. -Peyami'de... -O
nerede oturuyor? -Server
Bedi'nin evinde..."(Necib Fazıl, Babıali, Büyük Doğu Yay., 4.
Basım, s. 98) Dikkat
edilirse bu ince nüktede Türk cemiyetinin bediî zevkinin çürümüşlüğünü
bütün dehşetiyle seyretmek mümkün... Yine aynı eserden, Üstadımız'ın
ifâdeleri: -"Dostum
Peyami Safa çeşitli
mahsuller veren bir tarladır. Onda, sadece adi ve beylik çiçekler
yetiştiren küçük bahçelerin dar sınırları dışında birşey
var. Onda hem katırların yemesine mahsus yabanî otlar, hem de
ceylanların emmesi için baharlı filizler birarada..." (A.g.e.,
s. 97) Anlaşılacaktır
ki, içtimaî hayat "katırların yemesine mahsus yabanî
otlar"a talib olmuş ve "ceylanların emmesi için hazırlanan
baharlı filizlere" müşteri çıkmadığından, Peyami
de ağırlığı "yabani otlar" tarafına vermiştir.
Böyle bir hengâmede üstün sanayçıya düşen vazife, zevk seviyesi
"katır" keyfiyetinden ibaret olanlara uymak değil, ömrünü
ceylan keyfiyetindekileri aramaya adamak olmalıydı ve Peyami
Safa'nın göze alamadığı da budur. Hem,
Dostoyevski ve Balzac
gibi dünyanın en büyük romancılarının neredeyse eserlerinin tamamını
"para kazanmak ve borç ödemek" için yazdıklarını hatırlatırsak
-ki meşhur "Suç Ve Ceza" bu gâyeyle yazılan romanlardandır-
usta bir sanatçının verimlerinin bütünü içinde keskin sınır
çizgileri olmaması gerektiğini kabulleniriz. Peyami
Safa'daki
bu tür parçalanışlar, sadece eserlerinin yazılış gâyasinde değil,
ruh ile akıl gibi kavramlar karşısında da aynı noktadadır. Ama
özellikle "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" ile "Yalnızız"da
RUH ile AKLI barıştırmaya çalışan bu yazar, idealizimdeki Türk
romanının işaret taşlarını nûmunelendirmiş olsa bile, bu çırpınışını
belirli bir zeminin üzerinde yeşertememiş ve zekâsının mihraksız
gayretine teslim etmiştir. Peyami'nin
gönül ve aklının, derinlemesine bir bakışta farklı istikametlerde
olduğu görülecektir. "Türk İnkîlâbına Bakışlar" adlı,
resmî ideolojiye "ideolog" olma hevesiyle yazdığı
eserinde, ruhçu birisine hiç yakışmayacak şekilde, Türk düşüncesinin
geri kalışının sebebini İmam-ı
Gazalî ve Muhiddin-i Arabî
çizgisinin takib edilmesi olarak gösterir ve onların yerine "akılcı"
olan İbn-i Sina ve Farabi
yolunda gidilseydi rönesansla birlikte yaşadığımız tıkanıklığı
tatmamış olacağımızı iddia eder. Hâlbuki "Yalnızız"ın
kahramanı Samim'in özlemini çektiği "Simeranya" ülkesi
ruhun akla baskın olduğu ve aklı yönlendirdiği bir yerdir. "Sözde
Kızlar"da cemiyetin ahlâkî çöküntüsünü,
"Canan"da "kendisini damla damla satan ve erkekleri kıvrandıran"
bir kaltağın mizacını, "Mahşer"de 1. Dünya Harbi yıllarındaki
sosyete züppelerinin ruhî sefâletini ve halkla olan aykırılıklarını,
"Şimşek"te ihanet eden kadın psikolojisini, "Bir Akşamdı"da
Don Juan yaşantısını otopsiye yatıran; "Fatih-Harbiye"de
doğu-batı muhasebesinin kapısını aralayıp, "Bir Tereddüdün
Romanı"nda kadın ve erkeğin iç dünyasıyla birlikte ruh-madde
çekişmesini de ele alan; meşhur "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu"nda
hasta ve âşık bir çocuğun ruhî durumunu sergileyen; "Biz İnsanlar"da
diyalektik materyalizme ağır bir darbe indirip, "Matmazel
Noraliya'nın Koltuğu"nda ruhçuluğun maddecilik karşısındaki
zaferini ilân eden ve "Yalnızız"da özüne yabancılaşan
insanlara ve çözülme noktasına sürüklenen hayat tarzına karşı,
özlemini çektiği dünyayı "Simerenya" adlı bir ütopya
ile canlandıran Peyami
Safa, fikirlerindeki bütün zikzaklara ve bunları belirli bir
ideolocya zeminine oturtamamasına rağmen (ki bu ikisi birbiriyle ilişkili)
romancı olarak, Türk Edebiyatı'nın dünya romancılığına teklif
edebileceği en önemli isimdir; elbette onunla mukâyeseden azâde olan
Tilki Günlüğü muharririni saymazsak... "Türk
Edebiyatında Hikâye ve Roman" adlı eserinde, Cevdet
Kudret Solok'un Peyami Safa'yı
"bir zamanlar Türk İnkılabına Bakışlar'ı yazmış birisi
olduğu hâlde, 1950'lerden sonra "Türk Düşüncesi"
dergisini çıkararak gerici fikirleri savundu" minvâlinde tenkid
etmesi, bu usta romancının özellikle son yıllarında gönül ile aklını
birbirine yaklaştırdığına işaret sayılabilir. TARIK
BUĞRA VE KÜÇÜK AĞA Altı
yüzyıllık bir devlet geleneği ile sonu meçhul olan yeni bir kurtuluş
umudu arasında tercih yapma noktasında kalan ve benzeri az görülen
bir ıstırabı yaşayan "İstanbullu Hoca"nın,
"Küçük Ağa" olma yolundaki müthiş dramı... T.V.'de dizi
hâline getirilmiş şeklinde "dram" tarafı geri plâna
itilen ve macera yönü öne çıkarılan Tarık
Buğra'nın bu meşhur eseri, özellikle İstanbullu Hocanın iç
hayatındaki tezatları yansıtan bölümleriyle, Üstad Necib
Fazıl'ın özlemini çektiği "mesele sahibi insanın romanı"
olma yolunda önemli bir işaret ve Türk romanına bir keyfiyet kazandırma
kavgasında güçlü bir hamledir. Tarık
Buğra bu
dev hacimli eserinde, mevzuya göre bir dil ve üslûbu başarıyla
kullanmış, sağlam bir kurgulama ile teknik hataların önünü
keserek, romanın istediği çetin sentezden pay sahibi olduğunu
ispatlamıştır. Şunu da peşinen belirtelim ki; daha sonra yazdığı
romanlarından bazılarında, özellikle son romanı "Dünyanın En
Pis Sokağı"nda kendisinden beklenilen "sentez"i aynı
genişlik ve çetinlikte bulamayız. "Küçük
Ağa"nın bir diğer hususiyeti ise romantizm ile realizmin kesiştiği
noktada yazılmış gibi bir izlenim uyandırmasıdır. İlk bakışta,
Türk-Yunan harbi yıllarının Anadolu'su kaskatı bir realizm halinde
karşımıza çıkar; biraz deşeleyince kahramanların iç âlemlerinde
ince bir romantizm görülür. Tarık
Buğra'nın
dikkate değer taraflarından birisi de, tiplemelerin çok canlı,
neredeyse "elle tutulur-gözle görülür" derecesinde
belirgin olmasıdır. Ne "Küçük Ağa"yı okuyan Çolak
Salih'i unutubilir; ne "Gençliğim Eyvah"ı okuyan "İhtiyar,
Delikanlı ve Güzin" gibi kahramanları aklından silebilir.
Öyleki, bu "İhtiyar"ın şahsında, ülkenin son yüzyıllık
gidişatının bütün sorumluları birleştirilmiş ve ortaya muazzam
derecede bir "kötülük" tiplemesi çıkmıştır. Okuyucu,
romanı okuduktan yıllar sonra bile "ihtiyar"ın kıs kıs
gülüşünü, hattâ mandalina yiyişini bile unutamaz; müthiş bir
pragmatist ve bâtıl tarafından dehâ çapında bir aksiyoncudur o.
Kezâ "Yağmur Beklerken"in "Rahmi"si ve
"Dönemeçte"nin "Doktor Şerif"i de hayatımızın
birer parçası hâline geliverirler. Tarık
Buğra
romanlarında "hüküm" vermekten kaçınır fakat muhatabına
hüküm vermenin yolunu açar. Bazen okuyucu, yazarın bile farketmediği
tesbitlere ulaşabilir bu romanlarda. Meselâ Anadolu halkı ile
Küçük Ağa'nın sonu arasındaki bir benzerlik dikkat çekicidir:
Türk-Yunan harbinde din uğruna savaşan Anadolu insanı, "zafere
kavuştum" derken ondan mahrum kalmış ve madde plânındaki
kurtuluş, mânâya aksettirilmemiştir. Tıpkı din gayreti uğruna
genç eşi "Emine"yi İstanbullu Hoca olarak bırakıp dağa
çıkan ve romanın sonunda kavuşacağı sırada kaybeden
"Küçük Ağa"nın dramı gibi... "Yağmur
Beklerken"de 1930'lu yılların bir Anadolu kasabasını canlandırır
ve sayfalardan o kasabayı seyreden okuyucu, "Serbest Fırka"nın
ne büyük bir aldatmaca olduğunu farkeder. (Aynı dönemi Kemâl
Tahir,Ankara ve İstanbul'u merkez alarak otopsiye yatırmış ve
kesin hükümler vermiştir "Yol Ayrımı" romanında...) Tarık
Buğra'nın
romanlarının en önemli eksiği ise kafasının içinde fikrî ve
felsefî bir temel olmayışıdır ki; kendisi de bunun ıstırabını
yaşar. Hattâ aldığı bir ödülü "İslâmî dünya görüşüne
sahib bir yazara verildi" diye tenkid eden Fethi
Naci'ye şu cümlelerle cevap verir: "Bana
bu görüşün yoruluşunu gerçek bir iltifat sayarım. KEŞKE TAM BİR
İSLÂMÎ GÖRÜŞÜM OLSAYDI! O zaman -hiçbir romanımı
küçümseyemem- eserlerim daha sağlam ve övüldüklerinden daha değerli
bir yapı kazanırlardı. Ne yazık ki, eğitimimiz ve toplumumuz bir
felsefe edinebilmemize yardımcı olmuyor." (Tarık Buğra,
Politika Dışı, Ötüken Yay., İstanbul 1992, s. 232) Tarık
Buğra'nın
samimi olarak itiraf ettiği bu "dünya görüşü" eksiği,
esasta birçok Türk yazar ve şairini kuşatıcı bir zaaftır. İslâmi(!)
edebiyat yaptığını sanan ve kendi kalemiyle kâfirlere mizâh
malzemesi veren birçok İslâmcı(!) yazar da, bu "dünya görüşü
eksikliği" kapsamı dahilindedir. Arabesk keyfiyetini aşmaz
kabiliyetleriyle eser karalayan ve genellikle
önce hayatın kötü yola ittiği, sonra başından geçen
önemli bir olay sonucu yolunu değiştiren ve irşâd(!) olan, bunun
sonucu toplum tarafından dışlanan kişilerin maceralarının gazete
havadisi tarzında gûyâ romanlaştırmış olan bu yazarcıkların İslâmî
edebiyattan anladıkları, ayıp sahnelerden uzak durmak ve kahramanların
bir kısmına namaz kıldırtmaktan ibarettir. "Ruhun eşya ve
hâdiseler karşısında takındığı tavır, dünyalar arası nefs
muhasebesi" filân hak getire!.. Bu sözde İslâmî romancılar,
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının sefâletine, bazen en âdi
dereceleriyle bile ortak olmuşlar; sayfalar boyu gazete haberi
yazmaktan ileri geçememişlerdir. Gazete haberlerindeki inandırıcı
ve iknâ edici hava bâri mevcut olsa!.. İslâmî dünya görüşü
mensubu olduğunu sanan bu yazar taslaklarının yanında, "keşke
tam bir İslâmî görüşüm olsaydı" diye sızlanan rahmetli Tarık
Buğra "ideolog" gibidir. Meselâ
"Küçük Ağa"nın devamı sayılan ve müstakil bir eser
hüviyetinde olan "Firavun İmanı"nda, Cumhuriyetin ilân
edilişini ve hemen sonrasını bütün objektifliği ile romanlaştırmış,
diğer İslâmcı(!) yazarların yapamadığı şekilde, Hüseyin Avni
Bey'in yargılanışını anlatırken, o dönemin hukuk anlayışındaki
çarpıklıklarla okuyucuyu burun buruna getirmiş, ülkenin nasıl yağmalandığını
resmetmiştir. Ama kendisinin de farkettiği gibi, ustalıkla ele aldığı
bu tür mevzuları, bir dünya görüşü, en azından bir felsefe
zemininde filizlendirememiştir. "Dönemeçte"
de, 50'lerden sonraki Demokrat Parti iktidarının getirdiği
"demokrasi ve hürriyetin" palavradan ibaret olduğunu ve
abartıldığı kadar önemsenmemesi gerektiğini -yine doğrudan
hüküm vermeden- okuyucuya fısıldamıştır ama bahsini ettiğimiz
"dünya görüşü" noksanlığından dolayı topyekûn bir
demokrasi muhasebesinin yolunu açamamıştır. Marksist
diyalektiği kıyısından köşesinden yalamış olan bazı solcu
yazarlarda, felsefî temellendirmeler kısmen mevcut olsa da; onlarda Tarık
Buğra'daki sanat kaygısı yoktur ve Türk edebiyatında roman,
bütün ümit verici fışkırışlara rağmen, bir türlü "yarım
oluş"ları aşamaz. DIŞARIDAN
BİR SES: CENGİZ DAĞCI Tıpkı
Kırgız'ların ünlü yazarı Cengiz
Aytmatov gibi Türkiyeli olmayan "Cengiz"lerden birisi de
Kırımlı Cengiz Dağcı'dır.
Fakat Cengiz Aytmatov'un
aksine, romanlarını Türkiye Türkçesiyle yazan ve asıl okuyucu
kitlesi burada olan Dağcı'nın
bu çalışmada yeri olmalıydı; ömrü boyunca bir kez Türkiye'ye
gelmemiş olsa da... Eseri
hayatının üstüne çıkan değil, daha ziyade hayatı eserini
yönlendiren yazarlardandır Cengiz
Dağcı. Küçük yaşında ülkesi Rus işgâline uğramış,
birçok yakınını kaybetmiş, II. Dünya Savaşı'nda asker olarak
bulunmuş ve savaşı bütün dehşetiyle yaşadıktan sonra -Türkiye sığınma
talebini geri çevirdiği için- İngiltere'ye yerleşmiş ve ömrünün
50 yıldan fazlasını, hatıralarının arasında ve Kırım'ın
hasretiyle yanarak, hayâliyle tutuşarak bu ülkede, Londra'da geçirmiştir.
30 yaş civarında, İngiltere'de öğrenmeye başladığı Türkiye
Türkçesiyle yazmaya başladığı romanlarında hayatının ve
ülkesinin macerasının önemli bir bölümünü görmek mümkündür;
öyle ki romanlarının isimlerine bakmak bile yeter: "Korkunç Yıllar",
"Yurdunu Kaybeden Adam", "Onlarda İnsandı",
"O Topraklar Bizimdi", "Ölüm Ve Korku Günleri"
vesaire... Bu hayatın acı sahneleri, şahsımıza bir zamanlar şu
beyiti ilhâm etmişti:
-CENGİZ DAGCI- "Yurdunu
kaybeden adam, yarımdır senin dünyan! Gurbet
ellerde bile Kırım'dır senin dünyan!"
Anlaşılacaktır
ki; Cengiz Dağcı bir
"misyon" romancısıdır ve Türkiye toprakları üzerindeki
"Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarından" hiçbirisi onun
kadar bir "misyonun" sahibi olmayı başaramamışlardır. Şüphesiz,
belirli bir misyonun etrafında dönüp durmak ve benzer sahneleri yeni
baştan yazmak bir yazarı menfî yönde etkiler ama Türkiye'de böyle
yapanlar çok olduğu hâlde, hiçbirisi bu işin, yüklenmek istediği
misyonun hakkını, 30 yaşından sonra Türkiye Türkçesi öğrenen Cengiz
Dağcı kadar verememiştir. Ne Yaşar
Kemâl'in köyleri o kadar canlı ve anlattıkları birer tarihî
belge mahiyetindedir; ne Fakir
Baykurt'unkiler... Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının kısırlığına
bir vesika daha!.. Dağcı,
sınırlı sanat keyfiyeti ve sonradan öğrendiği bir şive ile,
üstelik daha başka bir dilin konuşulduğu ve sanatını paylaşacak
insanların olmadığı bir ülkede romanlar yazmış ve sayfaları
mazlum bir milletin haykırışlarıyla, feryatlarıyla, II. Dünya
Harbinin insanlığa kan kusturan dehşetiyle doldurmuştur. Onuru
ayaklar altına alınan insanlığın soylu bir çığlığı, yiğit
bir direnişidir bu romanlar; emperyalizmin suratında patlayan bir
tokat gibidir. Tolstoy'un
akıcı roman tekniği ile ancak Dostoyevski'de
rastlanabilecek trajik manzaraları ustaca yansıtan ve bu trajedinin
içine bütün bir Kırım halkıyla birlikte, birçok Dünya savaşı
mazlumunu da sığdıran Dağcı,
yine hayatının bir uzantısı olarak Rus ve Avrupa romanının arasında
kendi tarzını yakalamıştır ve oralar için yeni olmasa da, Türkiye
edebiyatı için "alışılmadık"tır. Her ne kadar dünya
edebiyatına söyleyecek fazla bir sözü olmasa bile, Türkiye'deki
birçok ünlünün cılızlığına ölçü teşkil etmesi bakımından
mühimdir. Kırım'ın hak arama savaşındaki yeri ayrı bir bahis!.. ROMANIN
SON ÇİZGİLERİ Bu
kitabta bütün romancıları tek tek değerlendirmek gibi bir gâyemiz
yok; çünkü şahıslardan ziyade tarz ve anlayışlarla ilgileniyoruz
ve bu noktada ele aldığımız romancılar laboratuvarımızdaki
herhangi bir numûneden ibaret... Sayfalar
boyunca yaptığımız izâhlardan anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet
dönemi Türk edebiyatının dünya edebiyatına teklif ettiği hiçbir
orijinallik mevcut değil; yâni ortada gerçek mânâsıyla bir Türk
romanı yok. Bunun yanında zaman zaman umut vaadedici çıkışlar
olmamış değil; ama bunlar da kültür tarlasının kısırlığı
yüzünden bir müddet sonra kavrulmaya mahkûm olmuşlar. Bütün
müsbet hamlelere rağmen, Türk romanı zamanın hakkını verip, onun
üstüne sıçrayamamış; sadece peşinden koşmuştur zamanın... Hem
teknik, hem muhteva olarak bu böyledir. "Küçük hassasiyet esnafı"
Reşat Nuri, köy
kahvelerinin masalcısı olmaktan ileriye geçemeyecek Yaşar
Kemâl ve benzerleri bir tarafa, orijinal çizgiler taşıyan Peyami
Safa'lar, Tanpınar'lar, Attila
İlhan'lar, ve Kemâl Tahir'ler
de bu tesbit dahilinde değerlendirilmeli... Romanı millî bir zemine
oturtmak için çırpınan Mustafa
Necati Sepetçioğlu ise bu müsbet anlayışını tarz olarak
tekâmül ettirememiş ve zamanın üstüne sıçrayamamıştır. Türk
romanında zıtları birleştirici üstün sentez yoktur ve hep
birisinde olmayan, diğerlerinde mevcuttur. İBDA
Mimarı'nın yüzyılımızı kuşatıcı romanı "Tilki
Günlüğü"nün üçüncü cildindeki tablolardan birisinde,
bahsini ettiğimiz "roman" mefhumu ile aynı mânâ hizasına
denk düşen kelimelerden birisinin "üzüm" olması oldukça
düşündürücü... Sadece sezgimizi konuşturursak, bunun hikmeti
"zıt kutuplar arası muvazene" ölçüsü olabilir.
Üzüm'ün bünyesinde hem sirkenin, hem pekmezin hammaddesi mevcuttur
ama bunlar kendi kimliklerini bir üst hüviyette eritmişler ve
birbirini tamamlayan dengeyi kurmuşlardır. Aynı bünyedeki "şarap"
ise, Mevlâna hazretlerinin bahsettiği "bastırılmış-gizli kalmış
küfür" olabilir. İşte romancı, cemiyetin ve zamanın nabzını
tutarak bu muvazeneyi kurmak, herbirinin hakkını vermek ve böylece
zamanın üstüne doğru kanat çırpmak mecburiyetindedir. Bu aradığımız
romanı ise İBDA Mimarı'nın
eserlerinden başka hiçbir yerde bulamadık. Zamanı tasarrufu altına
alan "EL", elbette romanı başıboş bırakamazdı. |