COYOTTE VE SKİLİA - IX

(Sıkıntılı Eser)

 

Bolşevizm

Rusya’da, mamafih, olağanüstü sosyal şartlar 1880’lerde modern endüstrinin girişinden beri ilerlemişti. Çalışan sınıfın (işçi sınıfı) kendi arasındaki çatışma da yayıldı. Geniş şehir yoğunlaşmalarının dâhilinde tek bir nesilde, ve  konuşulamaz kabalıkta olan feodal bürokrasi, devrimciler nesline - Anabaptistler, tedhişçiler, Anarşistler ve Sosyalistler; köylü komitacılar, genç entellektüeller ve işçiler - hayat verdi.

Devrimci siyâsetler, teleskopik evrim üzerinden, dinî sektlerden Marksist partilere doğru ve 2 veyâ 3 dekadda (onyılda) yürüdü. İlk Marksist daireler Marks hayattayken şekillenmişti. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin ilk draft programı Plekhanov tarafından 1883’de yayınlandı (Çalışma Grubu’nun Özgürleşmesi- Emancipation of Labour Group). Bu Marksist daireler (çevreler) kısa bir zaman diliminde şekillendi ve dağıldı zira üzerlerinde yoğun polis baskısı vardı.

Lenin, Rus Devrimi’ni yapan Bolşevik partiyi bu olağanüstü hâllerin dışında kurdu. Bolşevik Parti, modern devrimci sosyalizmin kurucusudur.

II- Rus Devrimi

Rus Devrimi’nin başarısının kaynağı Rusya’nın olağanüstü tarihî konumunda ve Avrupa ile olan ilişkilerinde yatmaktadır.

Çarist otokrasinin, geniş doğu imparatorluğu üzerindeki egemenliğini  elinden bırakmamasının başarısı ona Avrupa güçlerini elinde tutmanın ve endüstrialize olmuş ve güçlenmiş Avrupa’nın sınırında Rusya’yı feodalite içinde hapsetmenin yolunu açtı.

Bu durum vahşîliğe varan baskıları berâberinde getirdi ve Avrupa başkentleri binlerce Rus göçmenle dolmaya başladı. Avrupa’nın bütün siyâsî theorileri bu göçmenlerle birlikte Doğu’ya aktı, oralarda denendi, gözden geçirildi ve bilâhare otokrasiye karşı devrimci mücâdelenin birikimini oluşturdu.

19. asrın sonlarında kapitalizm ve modern endüstri Rusya’ya girmeye başladı. Yeni endüstrialize olmuş Pasifik ülkeleri’ne girdiği yolla girmişti buraya da. Köy ve kasaba endüstrisi imhâ oldu, ticâret arttı ve sosyal yapı hızla değişti. Köylüler devâsa fabrikalarda çalışmak üzere şehirlere geldi ve aşırı yoksulluk ve güvensizlik şartlarında çok büyük proletar varoşlarda yaşamaya başladılar.

Çarist otokrasi kültürel olarak çok geride bulunan fakat modern endüstri koşullarında iyi organize ve disiplinli bir çalışan sınıfın üzerinde kaldı. Rusya işçi sınıfı, sâdece basit amaçlar (hak kazanımları ve burjuva toplumuna âid hayat standardları) çerçevesinde değil ve fakat Avrupa burjuvazisinin 17. ve 18. asırlarda feodalizme karşı kazandığı mücâdele paralelinde de çatıştı.

Klasik Marxism sosyalizmi, modern kapitalizmin alternatifi veya zıddı olarak öne sürdü. Netice itibarıyla bazı Rus marxistler, sosyalizme ulaşma ve işçi sınıfı iqtidarının kapılarına ulaşmak için Rusya’nın kapitalist demokrasi evresinden geçmeye mecbur olduğuna inandılar. Fakat, Rus burjuvazisi genç ve zayıftı. Çarist devlet Avrupa’yla yürüyen ticâri ve sınaî ilişkilere sürekli egemen olmuştu. Sonuç olarak, burjuvazi devletin tahakkümü altındaydı ve Çarizm’i alaşağı etme kabiliyetinden uzaktı. Büyük ölçüde toprak ağalarına bağlıydı ve köylü kitleleri toprak ağalarına karşı harekete geçirebilecek öncülük gücü yoktu.

Çarizmi alaşağı etme ve temel demokratik hakları tesis etme amacı yalnızca proletaryanın üzerine düşen bir yük oldu. Tek kapasite sahibi proletarya idi. Leon Trotsky bu dönemde sosyal devrime theorik temel sağlayan tek marxistti. Bu theori ‘kalıcı devrim’ veya ‘sürekli devrim’ olarak da bilinir.

Bolşevik Parti’nin kuruluşu çerçevesinde yürütülen siyâsî mücâdelelerin çerçevesi tarihî perspektifin bu mevcud sorunları etrafında yürütülüyordu: Burjuvazi ile proletarya arasındaki, köylülükle işçi sınıfı arasındaki, burjuva e proletar devrimin amaçları arasındaki ilişkiler.

19. asrın sonlarında Rus marxizmi sayılı devrimci döngülerden biri hâline geldi. Theori ve perspektif, güçlü üretebiliyor tartışmalar yürütebiliyor ve emeğin mücâdelesine katılıp ticârî birlikler, siyâsî kampanyalar ve gösteriler oluşturup örgütlemelere gidebiliyordu. Yani müdâhil ve aktif bir eksen olmuştu.

Anarşizm ve sosyalizme gelince? Profesyonel devrimci bir kadro veya kitlelerin kendiliğindenliği açısından? Köylülük veya işçi sınıfı devrime öncülük edebilir miydi? İşçilerin mücâdelesi iktisâdî mücâdeleyi aşabilir miydi? Rusya kapitalist gelişimi by-pass edebilir miydi?

Çarist Rusya’nın zındanlarında ve devrimci mahfillerde devrim stratejileri bu yukarıdaki sualler etrafında mütâlaa ediliyordu.  Ve, bu devrimci mahfillerden marxizm Rusya işçi sınıfına sokuldu. Devrimci nesiller buralarda yetiştirildi ve temel deneyimlerini buralarda kazandılar.

1901’den itibâren bu mücâdelenin temel ekseni, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Bolşevik kanadıyla Menşevik kanadı arasında çatışmadır. Bu mücâdele 1917 Kasım’ına, Bolşevik kanada mensub Rus işçilerin devlet iqtidarını ele geçirmelerine kadar devam etti.

Rusya Devrimi’nin tarihini anlatmanın yeri burası değil. En iyi devrim tarihini herhâlde Trotsky yazmış olmalı.

Soru şu olabilir: Stalinizm hakkında enfektif veya manyetik hiçbir şey görünmüyor. Buna rağmen, bazı siyâsî hastalıklar daha fazla sarsıcı veya etkileyici olabilir. İşçi hareketini, 1917’den sonra 2-3 senede dönüştüren kuvvet Stalinizm değil Rus Devrimi’ydi. Stalinizm aslında onun antiteziydi.  Stalinizm bu işçi hareketini çürüten bir yaklaşımdır ve devrimin etrafında kristalize olmuş yani devrimi dondurma ve süreç içinde bloke etme cihetine gitmiştir. Bu anlamda, Stalinizm devrimin çocuğu değil ve fakat sâdece infazcısı olmuştur. Komünist Enternasyonal’i ifsâd etmedeki başarısı kaydadeğerdir. 

Ve, 1923’de Komünist Enternasyonal’in liderlerinin kutsal değerlendirmelerine! kim meydan okuyabilirdi?  Kim, onu ele geçirenlerin ve dünya kapitalizmini defedenlerin hükümlerini sorgulayabilir ve alaşağı edebilirdi?

Bolşevik Parti

1895’de Lenin, Petrograd’daki bütün marxist mahfilleri birleştirerek işçi sınıfının özgürleşmesi için mücâdele ligini kurdu. O dönemde bu grup sosyalist fiqirler için mücâdeleyi kombine eden ilk gruptu.

Iskra’nın (Kıvılcım) editörü olarak, Lenin RSDLP’nin ilk ön programını yazdı. Sürgünde yazılan bu doküman Iskra’nın sayfaları arasında illegal olarak Rusya’da dolaşıma girdi ve RSDLP’nin 1903’te gerçekleşen  İkinci Kongresi’nin temelini teşkil etti. 

Bu Kongre’de RSDLP  Bolşevik ve Menşevik kanatlara ayrıldı. Lenin, Bolşevik (ekseriyet) delegelerinin oylarıyla Plehanov’un ve diğerlerinin etkisini kırmayı başardı. Onlar, Lenin’in ‘Demokratik Merkeziyetçilik’ prensibine çok ciddî eleştiriler getiriyordu. Buna göre; ‘demokrasi’ kavramı hâlâ tartışılır bir hâldeyken ‘merkeziyetçilik’ kavramı aksiyon hâlindeydi. Yani, kısacası demokratik merkeziyetçiliğin ‘demokrasi’ ayağı nâ-mevcud buna mukâbil ‘merkeziyetçilik’ ayağı ise çok somuttu.  Oysa, bu örgütün temel prensibi, işçi sınıfı örgütü olması hasebiyle ‘merkeziyetçi’ olmaktan ziyâde ‘demokratik’ olması gerekliliğiydi.

Bolşevik Parti illegal bir parti olarak iç işlerinde oldukça mücâdeleli bir süreç yaşadı. Siyâsî hataların bedeli genelde Sibirya sürgünü oluyordu. Bu illegal koşullarda Bolşevikler’in iç tartışmaları ağırlıklı olarak Paris, Londra veyâ Cenevre’ye taşınıyordu. Bu tartışmalr daha sonra Rusya’daki yayın organına yansıyordu. Sansüre rağmen özellikle varoşlarda ve fabrikalarda Rusya’da hatırı sayılır bir bir okur kitlesi bulunuyordu.

Lenin’in Bolşevik Parti’yi ‘döngü’ zihniyetine karşı mücâdele temelinde kurduğu bilinen bir şeydir. Iskra’nın (Kıvılcım) temel rolü bu ‘ayakbağı daireler’i, tek bir millî örgüt içinde aşmaktı.

Bolşevik Parti fiqri bu muhtelif devrimci grupların programlarına temel teşkil etti. Onlar birer Leninist partiye dönüştü, zaman içinde.

Mamafih, bu tarihî transplantasyonda, Bolşevik Parti’nin ne tür bir parti olduğu konusunda iki ortak yanlış anlayış mevcuddur.

İlk olarak; Bolşevik Parti’nin faaliyet gösterdiği baskıcı şartlar bu insanları büyük bir disiplin ve profesyonellik içinde çalışmaya icbâr etti. 19. asırda, devrimci dâireler (çevreler) polis tarafından çok kolaylıkla dezorganize edilebiliyordu zira çok disiplinsiz ve ilkeldiler.  Bu disiplinsizlik ve vurdumduymazlık ancak ve ancak ciddî ve disiplinli bir otorite eşdeyişle önderlikle aşılabilirdi. Bu nev’i sıkıntılar önceleri Bolşevik Parti’de de yaşandı. Fakat, zaman içinde Lenin’in güçlü ve disiplinli önderliğiyle büyük ölçüde aşıldı.

İkincisi; devrimci örgütün devletinin bazı anlamlarda 19. asrın sonundaki durumuyla 20. asrın başlarındaki durumunun ciddî farqlılıklar içerdiği sıklıkla ıskalanır. Günümüzde ise, ‘dâire’ partiler ve örgütler o dönemin ‘dâireler’ine epeyce benzemektedir. Onlar Bolşevik Parti öncesi dönemi temsil ederler. Yine, Bolşevikler’in ve Menşevikler’in 1912’nin sonları itibârıyla aynı partinin iki kanadı oldukları gözden kaçmaktadır. Bolşevikler’in Menşevikler’e karşı yürüttüğü mücâdelenin tarihi aynı zamanda ‘birlik’ için yürütülen temel mücâdelenin de tarihi olarak algılanabilir. Şubat Devrimi’nden sonra bile, taşrada bulunan Sosyal Demokrat örgütlerin ekseriyeti Bolşevik-Menşevik birlikteliğinden müteşekkildi. İç tartışmalar hâlâ sürmekteydi.

Ekim Devrimi’nin ilân edildiği güne kadar Bolşevikler tam olarak ekseriyet sayılmadı ve bu çok normaldi. Böylelikle denebilir ki, perspektifler mücâdelesi hem bir iç mücâdeleydi hem de haricte işçiler arasındaki muhtelif eğilimlerle mücâdelesiydi.   

Bolşevik Parti, işçi sınıfı içindeki temel sorunların perspektifleri üzerinde ve onun devrimci katmanlarıyla 30 yıllık mücâdele içinde kuruldu.  Bu, devrimci deneyimin zengin bir periyoduydu. Bu dönemin olağanüstü tabiatı devrimci partini kuruluşu için müsait şeraiti sağladı. Fakat Bolşevik Parti ve Rus İşçi Sınıfı devrimin bizzât kendi yoğun oluşum ve müdâfaa sürecinde sâdece devrimci proletar örgütü kazandı.

Rus Devriminde Köylülüğün Rolü

Rus Devrimci Hareketi’nin bazı kesimleri köylülüğün Rus Devrimi’nde öncü rolü oynayabileceğine inanmıştı. Bazıları (Narodnikler) Rus köylüsünün hayatındaki köy komününün Rusya’yı, kapitalizme uğramadan, direkt olarak feodalizmden sosyalizme geçirecek olan komünizm için bir model olduğuna inanmalarına rağmen çoğunluk bunu gerçekçi bulmuyordu.

Rus Marxistleri’nin hepsi Rusya’nın kapitalist hatta gelişmekte olduğunu düşünüyorlardı. Bolşevikler ve Menşevikler, kapitalizmi alaşağı edebilecek tek gücün işçi sınıfı olduğunu net bir biçimde ifâde ediyorlardı.

‘Legal Marxistler’ eşdeyişle kanunî Marxistler, Peter Struve gibi, İşçi Sınıfı’na hiçbir rol biçmiyordu. Ona göre, burjuvazi işi becerecek ve, işçi sınıfı kuvvet hâline gelemeden modern kapitalist demokrasiyi kuracaktı.

19. asrın son dönem İktisadçıları bağımsız işçi partisi ihtiyacını ve onların kendi menfaatlerini ifâde temelinde organize olmalarını kabul ettiler. Fakat, bu iktisadcılara nazaran, işçiler, ticârî birlik mücâdelesi nev’inden ‘ekonomik’ muhtevâlı bir örgütlenmeye gitmeliydi; onlar açısından siyâsî mücâdele entellektüellerin, talebelerin ve burjuvazinin işiydi. Yani işçiler siyâset yapmamalıydı.

Menşevikler Rusya’nın Avrupa’nın eski kapitalist ülkelerinin yolunu takib etmesi gerektiğine inandılar. Burada burjuvazi, çarı devirmek için gerçekleştirilecek devrimde lider rolünü oynayacaktı. İşçi Sınıfı'nın rolü ise burjuvaziyi demokratik devrimi gerçekleştirme sürecinde desteklemekti.

BİR GÖNÜLDAŞA CEVABÎ MEKTUB
 
               

            Merhabalar…

            Konuya geçmeden evvel bir tesbit yapma ihtiyâcındayım. Bir hafta evvel çeşitli ülkelerden sosyalist düşünceye mensub insanların sosyalizmin sorunlarını ve içinde bulunduğu sıkıntılı durumun nedenlerini tartıştıkları bir toplantıya katıldım. Farqlı görüşlerin tartışıldığı bu toplantıda katılımcılardan birinin bir tesbitini aktarmak isterim :

            Bir ideolojinin teknik, felsefî, bilimsel, prensipal dokusunu tartışmanın yeri siyâsî kurumlar değildir. Çünkü, bir insanın, örgütün veya hareketin sosyalist (veya başka bir ideoloji) olması, onun sempatizanı, taraftarı, profesyoneli, militanı veya idârecisi ve hattâ genel sekreteri olması ile onun sosyalizm ideolojisi haqqında nass, prensip veya ekol belirlemesi arasında bir bağlantı olamaz. Siyâset kurumları ve siyâset insanları, örgüt adamları, mensubları ve yahut bunun çeperlerinde biryerlerde duranlar ne ideologdur, ne filozoftur ne de mekteb kurucusudur. Somut misâl vermek gerekirse, Peru’da faaliyet gösteren Sandero Luminoso (Aydınlık Yol) isimli maoist örgütün lideri Abimeal Guzman (Gonzalo) 14 yıldır hâpistedir. Örgüt ise faaliyetlerine devâm etmektedir. Örgütün merkezi mücâdelelerini sürdürmekte, siyâsetini belirlemekte fakat ideolojiyi belirlemek veya değiştirmek gibi bir çabanın içine girmemektedir. Çünkü bizzât Gonzalo’nun kendisi ideolojik mekteb kurucusu veya ideolojik prensip yazıcısı olmadığını müteaddit defâlar dile getirmiştir. Şu ânda örgüt te bu anlayıştadır. Vu cümleden olarak, siyâsetçilerin veya örgütlerin ideoloji belirleme, ideolojik nasslar ile alâkalı değişikliğe gitme girişimleri sözkonusudur. Bahsi geçenler ideolojiyi uygulamakla mükelleftir. Maoist iseniz Mao’nun ideolojik prensiplerini benimsersiniz, Maoizmi kafama göre değiştiririm diyemezsiniz. Vazgeçebilirsiniz, buna haqqınız vardır ancak bu vazgeçiş ideolojinin kendisine halel getirmez.

            Marxist ideoloji, Karl Marx tarafından ortaya konmuştur ve onun adıyla tescillidir. Hiçbir Marxist şahsiyet veya kurum Marxizm’in prensiplerini değiştiremez. Değiştirmeye kalkarsa o marxizm olmaktan çıkar, onu belirleyenin adıyla anılabilir ve fazla dikkat de çekmez. Dialektik gereği ortaya çıkan değişim dönüşüm süreçleri ancak siyâset kurumunda ete kemiğe bürünür. Yoksa (Bilimsel) Sosyalizm’in theorik varlığında bir değişim olmaz, o temeldir.

            Demek ki, bu noktada bir düşünsel yanılsamayla karşı karşıyayız : İdeolojiler üzerine konuşulurken yeni bir mekteb oluşturma hevesi yerine mevcud gerçekliği ve doneleri değerlendirmek daha sağlıklıdır.

            Şimdi, materyalizm ve idealizm yüzyıllardır konuşuluyor. Birbirinin zıddı veya düşmanı veya muhalifi biçiminde ele alınıyor. Hep, iki ayrı kategorik anlayışla karşımıza çıkılıyor. Birincisi bu bilimsel değildir. Yani, ortada izole olmuş, çerçenin içine alınmış bir materyel evren var ve yine sanki, sanal, mânâ planında kalıp sıkışmış, ruhtan öte bir anlam ifâde etmeyen bir idealizm varmış gibi.

            2002 yılında Los Alamos’ta laboratuar ortamında bilimin en kesin ve keskin kriterlerinden biri olarak kabul edilen Işık Hızı aşıldı. Işık Hızı’nın aşılması theorik mânâda Işık Hızı’nın (300.000 km/sn) birkaç bin km. daha ileriye ötelenmesi anlamında değildir. Daha Işık Hızı’na varmadan onun çok ötesine bir hıza erişmek, diğer bir deyişle hem mekânda, hem zamanda mevcud materyel buuddan sanal bir buuda sıçramaktır. Bu buudda kilo, boy, göz, kulak, dokunma, işitme vs. Fizik temelli kategorilerden bahsedilemez. Bu buuda muhtelif adlar verilmektedir : Negatif Evren, Paralel Evren, Karşıt Evren veya Takionik Buud. Şuna dikkat çekmek gerekiyor ; Maddî Evren (İçinde bulunduğumuz evren) Materia (madde, özdek) ve Spirit (Mânâ, Ruh) birlikte oluşur. İzâfiyet (Relativite) theorisinin özünde bu içiçelik (birliktelik) vardır : Meşhur kriterimiz Işık olduğu için referansımız da ışıktır. Işık, hem maddî (particule, parçacık), hem de mânevî (Wave, dalga) bir varlıktır. Bu durum yeni mantıkla uyumludur. Fuzzy (Saçaklı) Mantık adını verdiğimiz modern mantık anlayışında ‘Hem O, Hem bu’ biçiminde formüle edilir olaylar. Aristotelien Mantık’ta ise ‘Ya O, Ya Bu’, ‘Ya Siyah, Ya Beyaz’ yaklaşımı sözkonusudur. Oysa dialektikte ya o, ya öteki diyemeyiz. Hem bu, hem şu yaklaşımı münâsibdir. Contraria Contrariis Curantur (Zıddlar Birbirlerini Tedâvî Ederler, birbirlerinin çözümlerini bağırlarında taşırlar) prensibi diyalektiğin temel ilkesidir. Zıddlar, birbirlerini sürekli zorlamak ve örgütlemek suretiyle bir senteze ulaşırlar ve bu durum böylece surer gider.

            İslâm tasavvufunda Âlemler (Evrenler) sınıflamasında aşağıdan ‘Ef’âl Âlemi’ (Fiiller Âlemi: Maddî Âlem, Somut Âlem) ile başlanır. Meselâ Peygamber aynı diğer insanlar gibi bu planda (madde planı) doğmuş, büyümüş, diğer insanlar gibi hayatını sürdürmüş ve ruhu kabzedilmiştir. Bu plan itibârıyla diğer insanlar da aynı şeyleri yaşarlar. Ancak, maddî plandaki müştereklik, bir üst planda ayrışmaktadır: Esmâ Âlemi (İsimler, Mânâlar Âlemi) dediğimizde artık, maddeden uzaklaştığımız ve latif bir âleme adım attığımız ortadadır. Peygamberle sıradan insanın ayrıldığı yerlerin başında bu plan gelir. Rasûl, hem maddî âlemde diğer insanların gözleri önünde onlar gibi hayatını sürdürürken, aynı zamanda esmâ âlemini de idrâk etmektedir. Sıradan insan (kâmil veya mutmain olmayan insan) hurucunu (yükseliş) başlatamadığı, nefsini geliştiremediği sürece madde planında kalır. Yine Rasûl bir sonraki evren (âlem) olan Sıfat Âlemi’ni eşzamanlı olarak idrâk ederken diğer insan yine ve hâlâ madde planında Rasûl’ü göz planıyla anlamakta ve algılayabilmektedir. Ve nihâyet Rasûl, bir ayağı yerde (madde planı) olduğu hâlde Zât maqamını idrâk edip bilinç düzeyini en üst sahada var kılarken yerdeki insanın madde planından öte bir idrâk düzeyi yoktur. Gördüğüyle hareket eder. Oysa, idrâk seviyesi yüksek, üst şuur-üst mânâ buudunda olsaydı, insan materia ile ideanın (ruh, mânâ anlamında kullanıyorum) bir ve aynı şey, biçim ve form gibi birbirinden ayrılamaz iki varlık, birbirlerini sürekli itip kakan fakat aynı ânda birbirlerini biteviyye kâim kılan iki ve aynı zamanda tek (ahâd) bir bütün varlık olduğunu farqedebilirdi.

            Bugün lâ-dînî (dîn dışı, seküler) ekollerin hepsi quantum fiziğinin, hologram teknolojisinin ve Nörofizyolojinin pür (saf) bilimsel verileri karşısında kabul konumundadır. Adlandırmalar değişik olmakla berâber ifâde edilmek istenen mânâ aynıdır. Kozmik Bilinç, Kozmik İrâde, Evrensel Şuur, Evren Zekâsı, Hologramik Evren gibi kavramlar kabul edilmiştir. Burada ne maddeye ne de mânâya halel gelir. Dialektik gereği birliktelik esâstır. Aynı biçimde idealist veya dînî ekoller ve öğretiler de, artık maddeyi inkâr veya hor görme yaklaşımlarından yavaş yavaş sıyrılmaktadır, sıyrılmalıdır. Birleşik Alanlar Theorisi (Unified Field Theory), Plasma-Gluon Theorisi, Super Strings (Super Sicimler) ve D-Membranes theorileri bunu zarurî kılmakta ve birer âmir hokum olmaktadır.

            Metafizik kavramı yunanîdir. Yanlış algılanagelmektedir ; hem materialistler hem de idealistler kavram oluşturucuya karşı haksızlık etmektedirler. Meta : Sonra, Öte, mâvera – Fisis : Doğa, tabiat, cisim, varlık, fizik, çevre. Metafisika : Fizik ötesi, Tabiat ötesi, doğa ötesi. Burada, dialektik ıskalanarak yaklaşıldığı için metafizik kavramı çıplak olarak ele alınmaktadır. Oysa, metafizik hep değişkendir. Dünyânın yuvarlaklığı, kendisi ve güneş etrafında dönüşleri, yer çekimi vs. Bir zamanlar metafisiko iken yani fizik biliminin veya genel anlamda bilimin kadrı içinde olmadıklarından bu sıfatın muhatabı olmuşlardır. Oysa, onlar hep fisiko idi yani tabiî idi ve fakat idrâk gücümüz kifâyetsiz olduğu için onları keşfetmekten uzaktık. Ancak, süreçler tıkır tıkır işliyordu. Bugün ise, düne kadar inkârcı yaklaştığımız paralel evrenleri, sanal âlemi, takionik düzeyi kabul etmek zorundayız. Bir materyalist için en zor şey herhâlde tamamen sanal, mânâdan oluşan bir âlemi kabul etmek olsa gerektir. Bu durum âdetâ materyalistin metafiziği gibidir. Karadeliklerdeki enerjiyi de yutan dinamiğin ne olduğunu bilemiyoruz ve thermodinamiğin 2. yasası yıkılıyor. Entropi gündeme oturuyor. Karadeliklerin Akdelikler’e açıldığı tezini 20 sene evvel reddeden Stephen Hawking, artık bunu kabul ediyor. Bir evrenden (maddî) diğerine (mânâ, takionik) geçişin iki kapısı olarak karadelik ve akdelik ve onların birbirine bağlandığı ‘Corn Tünelleri’. Hiçbir enerji belirtisi alınamıyor, klasik fiziğin bütün yasaları altüst oluyor. Metafisiko artık relativitenin ikinci ismi oluyor. Herşey göreli ve birbirine göre. Yegâne kriter olarak kabul edilen Işık Hızı da aşılınca, ölçüler birer birer düşüyor. Dialektiğin gereği ve özü de budur. Her ân her şeyin bir değişim-dönüşüm içinde olması. Allah her ân yeni bir şândadır esprisi.

            Bir diğer bilimsel sosyalist yaklaşım ve araştırma mevzuu;

            İnsanın hangi zihniyet aşamasında şekillendiği önemini hâlâ muhafaza eden bir konudur. Bununla ilintili olarak öncelik zihniyete mi, yoksa yapılanma ve âletlere mi verilmelidir? Bu suâlin yanıtı önemlidir. Tarih boyunca gelişen idealist ve materyalist felsefe anlayışlarının temelinde bu ikilem yatmaktadır. Bilimin en son vardığı sınırlar olarak quantum ve kosmos hayli ilginç yaklaşımlar sunmaktadır. Atomaltı parçacıklar (Sub-Atomic particles) ve dalga fiziği (wave physics) olarak quantum bambaşka alanlar açmaktadır. Kaba, cansız madde anlayışı tamâmen bir tarafa bırakılmaktadır. Son derece canlı, özgün bir evrenle karşı karşıyayız. Burada asıl muamma insanda, özellikle zihniyet durumunda yaşanmaktadır. Evrende bu kadar çeşitliliğe quantum sınırlarında yol açıldığı anlaşılmaktadır.

            Artık, atom parçacıklarının da ötesinde, dalga-parçacık evreninde olup bitenlerin başta ‘canlılık’ özelliği olmak üzere, varlıkların her çeşidini oluşturduğu görülmektedir. Quantum sezgiselliğinden bunu kasdediyoruz. Gerçekten bu kadar doğal çeşitlilik ancak büyük bir zekâ ve özgürlük tercihiyle mümkün olabilir. Kaba, cansız bir maddeden nasıl bu kadar bitki, çiçek, canlı ve insan zekâsı türeyebilir? Moleküllerin atom ve atomların parçacık, parçacıkların dalga parçacık düzeni ve onun ötesinde olup bitenler izâh edilmedikçe, doğal çeşitliliğin yetkin izâhı mümkün görünmemektedir.

            Aynı çözümleme tarzını kosmosa ilişkin de yürütebiliriz. Evrenin büyüklüğünün son sınırlarında (eğer varsa) olup bitenler de quantum quantum alanındaki olup bitenlere benzemektedir. Burada karşımıza canlı bir evren anlayışı çıkmaktadır. Evrenin kendisi, zihni ve maddesi ile bir canlı varlık olamaz mı? Kozmolojide gittikçe yoğun tartışılacak bir sorudur bu.

            Quantumla kosmosun orta yerinde duran insana da ‘mikro kosmos’ diyoruz. Çıkan sonuç şudur: Her iki evreni, quantumu ve kosmosu anlamak istiyorsan insanı çöz! Gerçekten de insan tüm algılamaların öznesidir. Quantumdan kosmosa kadar tüm alanlarınbilgisi insanlarca geliştirilmiştir. Esâs incelenmesi gereken, insanın algılama sürecidir. Bu, bir anlamda evrenin şimdiye kadar ölçülebilen yaklaşık 20 milyar yıllık tekâmül tarihidir. İnsan gerçekten bir mikrokosmos’tur çünkü onda quantum düzeni işlemektedir.

            Diyalektik ve Fiqir ;

            Ruhun eşyâ ve olaylar karşısındaki ‘nasıl’ tavrına mukabil, akıl ‘niçin’leri arar ve fiqir meydana gelir. Fiqrin içine işlemiş olan dinamikleştirici sıfat – ruhun merkezî fakültesi ahlâqtır ki – kendisinden ortaya çıkan fiqri ileriye doğru ortaya koyma temelinde harekete geçirir. Bu çerçeve içinde diyalektiğin ne olduğunu şöyle açıklıyoruz :

            Dialektik, fiqrin kendisi değil, düzenidir, nizâmıdır. Bir mes’eleyi anlatırken herkesin bir dialektiği vardır. Anne, kızını azarlarken bile bir dialektik sahibidir. Hangi sözü öne alır, hangisini sona bırakır ve ne taraftan iknâ eder, nasıl inandırır ? Onun için dialektik, ilmî bir tâbirle, sözde, kelâmın içinde, fiqrin tahkiyesi (anlatımı), sıralanışı ve düzeni olmaktadır.

            Her inanılan şey zıddıyla ilişkili olduğuna göre, fiqir kendi zıddını dışarıda bırakma hâdisesidir ki, mevzuundaki ‘esâs’a giden yolun düzeni olarak dialektik dışarıda bırakmanın da düzeni olur. Bu ‘düzen’, yerine ve mevzuuna göre, method, usûl, biçim, şekil ve nizâm ifâdesindedir.

Karşılaştırmalı Anatomi (Comparative Anatomy) bahsi;

Karşılaştırmalı Anatomi organizmaların anatomilerindeki benzerliklerin ve farqlılıkların incelenmesidir. Bu, evrimsel bioloji (evolutionary biology) ve türlerin kökeni-soyoluşla (philogeny) yaqından alâkalıdır.

Karşılaştırmalı Anatomi’nin iki majör konsepti:

1-        Homolog (Türdeş) yapılar (ομόλογες δομές – homologous structures):

 

Değişik türlerde vücûdun anatomisi / parçaların anatomik yapısı benzer olabilir zira türler ortak bir üst türden gelir. Bu yapılar aynı veya farqlı fonksiyonu görürler. Örnek olarak kediler ve balinalardaki ön eklemli organ yapısı verilebilir.

 

2-        Analog (benzer) yapılar (ανάλογες δομές – analogous structures):

Değişik organizmalardaki benzer yapılar. Bunlar, ortak atadan köken almalarına rağmen farqlı çevrelerde evrimleşirler. Genellikle aynı veya benzer amaçlara hizmet ederler. Örnek olarak, balinaların ve köpekbalıklarının torpido şeklindeki vücûdları verilebilir. Her ikisi de su ortamında tekâmül ederler fakat farqlı atalara sâhibdirler.

Bu mes’ele evrim theorisinin bir konusudur ve Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ isimli eserine refere olunur. Fakat aradan geçen 150 yıl, Darwinist theorinin eksik ve yanlış taraflarını ortaya koymuştur. Modern tıbb ve bioloji artık bu theoriyi direkt ve kesin referans olarak değil ‘bir’ yaklaşım olarak ele almaktadır. Ancak, aşırı anti-Darwinist veya anti-Evrimci yaklaşmak doğru değildir zira Bilim bir dialektik süreç olmakla yanlışlar kendi içlerinde doğruları barındırır ve tersi de geçerlidir. Bu olaya böyle bakmak gerekir.

Mukâyeseli Anatomi ayrıca Veteriner Hekimlik eğitiminde muhtelif hayvan gruplarının birbirleriyle ve insanla anatomik mânâda kıyaslanması anlamına gelir.

Bunları belirtebilirim, aslında daha kapsamlı bir konu kapitalizm ve sosyalizm mes’elesine de değinmek gerekiyor. Ancak çok yoğun bir gündemin içinde olduğum için özür beyân ediyorum. Allaha Emânet Olunuz.

 

Meleklerdir onlar;

Amaliel, Zaafiyet ve cezâlardan mes’ûl.
Amatiel,
İlkbahar meleği. Yeniden doğuşu, yeşermeyi ve pozitif beklentileri temsil eder.

Ambriel, İkizler burcunu ve Mayıs âyini yönetir, ilhâm verir.
Amitiel Barış, sevgi ve eşitlik meleği.
Anachiel Çekingenliği aşmakta yardımcı olan melek.
Anael Yaradılış’ın 7 meleğinden biri. Cuma meleklerinin reisi. 2. Cennet’in yöneticisi. Ay’ın hükümdârı, dünyadaki hükümdârlıkların denetleyicisi. Talebelerin, Öğretmenlerin ve Tâlim’in mes’ûlü.
Anafiel Merkava’nın hüküm meleklerinin tacının şefi.
Anahita Üst düzeyli bir melek (müennes bir sıfatla anılır). Mümbit sulardan ve topraklardan mes’ûldur.
Ananiel Güney rüzgârının bekçilerinden.
Anauel Ticâreti yöneten melek.
Anfial Gök geçişlerini (tünellerini) kontrol eden 64 melekten biri.
Arel:  Ateş meleklerinden biri.

Atuniel: Ateş meleklerinden biri.

Ardarel: Ateş meleklerinden biri.

Ariel: Para’dan mes’ûl.

Anael: Pazar gününün mes’ûl melâikesinden biri (Pazar gününün en üst seviyeden hâkimi Mikhail (A.S)dir).

Amabeal: Kış mevsiminden mes'ûl bir melek.

Angerecton Tütsülerden mes’ûl melek.

Aniel Batı rüzgârının kapılarında duran melâikelerden biri. Fizik kuvvet, sezgi ve hayâlgücü’ne de müdâhildir.

Anitor Yüksek dereceli bir melek. Vazifesi bilinmiyor.

Anixiel Allah’ın 28 sarayını yöneten 28 ayrı melekten biri.

 

Anthriel Denge ve armoniden mes’ûl melek.

 

Anunni Toprağın ruhunu temsil eder.

 

Abaddon (İmhâcı mânâsına) Okyanusların ve denizlerin derinliklerinden mes’ûl.

 

Apragsin Kılıçların ruhunu temsil eder.

 

Aquariel İdrâk kapılarını açan melek.

 

Aralim Evleri ve birbirlerini büyük bir aşkla sevenleri korur. Ego duygusunu arttırır.

Arariel Dünyadaki sulardan mes’ûl melaikeden biri.

 

Arathiel Gecenin ilk saatinin baş meleği.

 

Arauhia İhânetten ve iftirâdan korur.

 

Arbatel İfşaatlardan mes’ûl melek.

Sakmakiel: Aquarius burcunun mes’ûlü. 

Ardarel Ateş meleklerinden biri.

Ardouisur Doğum ve analık duygularından mes’ûl.
Ardousius Anne sütünü sağlayan melek.

Arehanah Mustakiym (Cennete götürücü) yolu gösteren melaikelerden biri.
Arel Ateş melaikesinden biri. İsminin guneşte yazılı olduğuna inanılır. Sağduyu’dan da mes’ûldur.
Arella Elçi meleklerden biri (İbranîce melek mânâsına).
Arial İnsanî ruhu sonsuza taşıyan melek.
Arias Hoş kokulu nebatatın meleği.
Ariel: Allah’ın arslanı mânâsına. Hava ve suların ruhunu temsil eder. Aynı zamanda Hayat’a başlamanın temsilcisi.

Armisael Ana rahminin meleklerinden biri. 
Arzal Allah’in gizli hikmetlerini salih kullara nakleden 4 melaikeden biri.

Asaf  İlâhîler okuyan melaikenin önderi.
Asasiel Perşembe gününün meleği. Jüpiter’in de ruhudur.
Aşriel Cehâleti engelleyen melaikeden biri.
Asron (Allah’ın Yemini veya Allah’ın adağı mânâsına) 7 cennetin muhafazakârı olan 63 meleğin başı.
Assiel yaraların kapanmasından mes’ûl.
Atafiel Cennet meleklerinden biri.
Atar Ateşin dehâsı (yakıcı üstünlüğü). 
Atel 4. cennetin meleklerinden biri. 
Atuesuel Kadir-i mutlak’ı temsil eden 8 melaikeden biri. Cehennem varlıklarının oradan çıkışını önlerler.
Auel güneş meleklerinden biri.
Auphanim Sihir öğretmeni bir melek.
Aufonim Çarklardan, dümenlerden ve tekerleklerden mes’ûl melek.
Auriel (Allah’ın Nûr’u mânâsına) Büyük bir melek.
Ausiul Aquarius burcundan mes’ûl meleklerden biri.
Ayib Venüs seyyâresinin ruhu. 
Azacachia Belâlardan sakınmayı sağlayan meleklerden biri.
Azael (Allah’ın güç verdiği mânâsına) İki melektirler; diğeri Ouza’dır (Aza). Bunların cennetten tard edildiği söylenir. Lameh’in kızkardeşi Naamah’la beraber olduğu ve Asurîler’in ruhu olduğu iddia edilir. Azael’in, işlediği bu suç nedeniyle Ruz-i Mahşer’e kadar çölde zincirlendiği belirtilir. Cornelius Agrippa, ‘Occult Philosophy’(Gizli Felsefe) isimli kitabında onu 4 ‘şeytân-melek’ten biri olarak tesbit etmiştir. Schwab da, ‘Vocabulaire de l'Angelologie’ (Melekbilim lugâtı) eserinde Shamhazai’yi (Semyaza), Azael ile beraber gizli hazinelerin bekçisi olarak tesbit eder.
Azariel Dünyadaki sulardan mes’ûl melaikeden biri.
Azbuga(h) Büyük cennet meleklerinden biri.
Azer Ateş unsuru meleklerinden biri.
Azliel İstimdad meleklerinden biri.

 

VARLIK-PANTHEİZM-VAHDET

İsus Theodoros (Fizik Felsefesi Uzmanı)

             Bu bölümde varlık-pantheizm ve haddime düşmeyerek İslâm tasavvufu çevresinde birşeyler söylemek istiyorum. İslâm tasavvufu çok derin bir mevzu, benim bu konuya ilgim bir yana, birikimimin çok yetersiz olduğu üstü örtülemez bir hakikat, o nedenle hatalarım Müslümanlar’ın affına tâbîdir.

             Pantheizm (Pan: Bütün -Theos: Allah. Yani bütün herşey Allah’tan bir parçadır eşdeyişle, herşeyin toplamı Allah’tır) fiqri Kadîm Yunan’ın ortaya koyduğu bir fiqir olup, bir taraftan yanlış anlaşılmış diğer yandan da, çok ince bir yanlışı içinde barındırmıştır. Yanlış anlaşılmıştır çünkü, düz ve dolayısıyla da yanlış mantık, Allah’ın bir sürü (sayısız) parçaya bölünerek, kâinatı kapsadığına ve dolayısıyla bütün parçaların birleşmesiyle Allah’ın oluşacağına hükmedilmiştir ki, İslâm bu tezi, "Allah âlemlerden berîdir" nassıyla boşa düşürür. Oysa, “Pantheon” (Bütün İlâhlar, İlâhlar Kültü) kavramı Mitholojik kökenlidir ve Olympos ilâhlarını kasden kullanılır, yani felsefî menşeinde mitholoji vardır, öte yandan son resûllerin gelmediği bir dönemde Kadîm Yunan’da ortaya atılan “Pantheizm” tezi ve fiqri, izâfî olarak ileri bir fiqir olarak kabul edilebilir. En nihâyetinde Platoniyen devrin de Olympos dîn-ideolojisinin etkisi altında olduğunu kabul edersek, Pantheizm’in aslında, Olimpik ilâhlar referans alınarak, Politheist (çok ilâhlı) bir safhadan, Monotheist (tek ilâhlı) bir safhaya sıçrama vasıtası olduğunu görürüz. Haq Dîn’in tüm insanlık tarihi boyunca ve başka başka peygamberlerin bayraktarlığında daima mevcudiyeti, bunun da “mitholojik” olsa bile her devrenin kâinat tasavvurunda bir payı olduğu unutulmamak kaydıyla tabiî. Nedense bu durum genelde es geçilmiş ve devrî “bağlam”ından kopuk ele alınmış ve durup dururken monotheist bir vetirenin başladığı intibâı verilmiştir / alınmıştır. Bütün zamanlarda içerdiği yanlış ise, bir sürü parçanın birleşmesiyle, tek “ideal” bütünün (Allah’ın) elde edilebileceği düşüncesidir. Evet, varlık Allah’tandır (mânâ buuduyla) ama, bu mânâların yekûnu Allah etmez. Çünkü, Meryem Sûresi, 31. Âyet’te de belirtildiği üzere, "Allah birşeyi halqetmek istediğinde ona yalnızca “Kün” der, o hemen oluverir". Bu bakımdan Allah her ân yeni bir “şe’n-iş”te, doğurmamış ve doğurulmamış iken, parçalar mahlûq, fânî ve “ikincil”dirler (secondary), bu sebeble çok kolay bir bakışla pantheizm çürür. Hadid sûresi de, “Hüve’l evvelü ve’l âhiru vezzâhiru ve’l bâtın” diyerek, mahlûq’u Hâlıq’tan mutlak-keskin çizgilerle tefrik eder. Teşbihte hata olmaz, Su’yun birçok formu vardır, örneğin donar ve buza dönüşür, oluşturduğu form (fizik) ve içinde bulunduğu hâl (kimya) itibâriyle su ve buz birbirlerinden farqlıdır ancak özde her ikisi de ‘su’dur, buzdan bir kule, ısı değişimiyle erir, su olur, aslına rücû eder. Yani, ‘Su’ hakikatine nisbetle ‘buz’, ‘sanal-hayâlî’dir. Kezâ, aslı olan ‘gaz’a nisbetle de ‘su’ ‘sanal-hayâlî’dir, buharlaşır ve uçar. Bu durum, tamamen aynı olmamakla birlikte, varlığın lâtif tekvin (genesis) katmanlaşmasına benzetilebilir, zira işin sırrına tam vâkıf olmak için herhâlde ‘Kader’ (Πεπρωμένα-Pepromêna) ve ‘Vahdet’ Ένότης (Ênôtis), ilimlerini bihaqqın bilmek lâzım gelir ki, bu devâsa bir fiqrî aksiyonu gerektirir.

Tasavvuf’un en kesif ve karmaşık (kompleks) mevzularından biri “Vahdet-i Vücûd” “Ένότης τον ύπάρχων" (Ênôtis ton Îpârhon) konusudur. Orthodoks hristiyanlığın bir cemaati olan “Eski Takvimciler” bu durumu “Allah’ın vahdeti” (Eνιαΐον τού Θεού - Ênieon tû Theû) biçiminde ifâde ediyorlar. Aslında onların bu kavramdan muradı, Tasavvuf’taki, “Fenâfillah”a (Allah’ın varlığında fânî olma - έξόντωςις εν τελει [Êksôndosis en teli - Nihaî fânî oluş]) benzer yani "Allah’ın vahdeti" yegâne hakikattir ve "ikincil" varlık (mahlûk), Mutlak Varlık’ın (Allah-Oν Εξάπαντος [On Eksâpandos]) vahdetinde fenâ bulur. Bir farqla ki, Eski Takvimciler, tâlî varlığı insan gözünün (algısının) bir illüzyonu (yanılsaması) olarak yani sanal olarak kabul ederler, görünür-görünmez haqiqat ise yalnızca "Allah’ın vahdeti"dir (Eνιαΐον τού Θεού - Ênieon tû Theû). Takvimciler, "Allah’ın Vahdeti"nin haqiqî mânâda anlaşılabilmesi için, “Έν Έτει Σωτηρίω”yu (Ên Êti Sotirîo - Kurtarıcı’nın - Hz. İyşâ’nın devri içinde, Mesih’in gelişinden sonra) beklerler.

             Vahdet-i Vücûd mektebine göre, Allah’ın varlığından başka “haqiqî” varlık yoktur, Tabiat ve eşyânın varlığı ancak Allah’ın varlığıyla kaim ve daimdir. Bu mânâda, Kâinat ve eşyâ (nesneler) Allah’ın bir tecellisinden ibârettir. Allah ile kâinat asla “aynî-özdeş” (Όμοιον-Ômion) değildir, kâinatın bidâyetinde (bidâyette - Άρχή [Ârhî]), formdan (morfos), maddeden (îli), nitelikten (keyfiyetten - ίδιότης [îdiôtis] - προσόν [prosôn]) ve nicelikten (kemiyetten - προσότης [prosôtis]), zamandan (χρόνος [hrônos]) ve uzaydan (mekândan - διάστημα [diâstima] münezzeh bir Gaib-i Mutlak (Εξάπαντος Аγνωστός - Eksâpandos Agnostôs veya Εξάπαντος Άόρατος [Eksâpandos Âôratos]) mevcuddur, Kadîm Yunan’ın bazı filozofları buna ‘Khaos’ da derler ki, bu mânâda ‘Khaos’ (Haos), kargaşa ve düzensizlik değil bilâkis düzen ve sistemdir. Khaos’u ‘kargaşa’ olarak niteleyenler modern ilmin (fiziğin) ‘Big Bang’ (Büyük patlama) teorisine gönderme yapmakta ve bu ‘denenemez’, ‘sınanamaz’ (ampirik-görgül olmayan) dönemi, bir kargaşa dönemi ilân etmektedirler ki, bu İslâmî verilerden bihaber olmanın bir tezâhürüdür. Aynı ‘hastalık’, bazı İslâmî çevrelere de sirâyet etmiş durumdadır. Tekrarda yarar var, khaos ‘sistem’dir, ‘sistemsizlik’ değil. Bu safha tedricen nesnelleşerek (görgülleşerek), Bâtın’dan (έσωτερικός - êsoterikôs) zâhir’e (προστάτης - prostâtis veya έξωτερικός - êksoterikôs), doğru muhtelif varlıklar biçiminde (örn. Ruhlar, melâike, cisimler vs…) doğru gelişir, yayılır. Yani, Allah ve tecellisi aynı değildir, Allah tecellisinden berîdir. İşte, bilerek yahut bilmeyerek Pantheizm’den bahsedenlerin yaklaşmak istedikleri (özellikle Platonas - Platon (Aristokles)) buydu, fakat çıkış noktası belki "vahdet-i vücûd" iken, başka bir noktaya, muhtemelen “Vahdet-i Mevcud" (Ένότης τον Όντα - Ênôtis ton Ônda) neticesine ulaşılmıştır. Buna göre, görünen herşey Allah’tır. Ebedî kâinat, ihtivâ ettiği eşyâyla birlikte Allah’tan ibârettir. Bu theoride, Allah ve kâinat “özdeş”tir ki, bu pantheizm’dir.

             İBDA fiqriyatının Batı’yı tahlil bakımından, “Yunan aklı - Roma nizâmı - Hristiyan ahlâqı” biçimindeki ifâdeye değinmek gerekir, zira buradan önemli bir yere varabiliriz. Roma nizâmından benim anladığım, Roma siyâsî-ideolojik-hukukî-felsefî-san'ât(sal)-edebî nizâmıdır ve bu nizâm %90 nisbetinde Kadîm Yunan nizâmıdır (Roma devleti, Athina ve Sparta devletinin, demokrasisi ise Kadîm Yunan demokrasisinin neredeyse tıpkısıdır. Dünya’da, dilinde cumhuriyet (res-publica) kelimesiyle demokrasi kelimesinin aynı anlama geldiği / aynı anlamda kullanıldığı yegâne devlet eski-yeni Yunan devletidir. Örn. Türkiye Cumhuriyeti’nin karşılığı Turkiki Dimokratia’dır. Bu anlayış Roma nizâmının yani devlet ideolojisinin nüvesini teşkil eder. Roma’nın edebiyat dehâsı Virgilius’un eserleri tamamen Kadîm Yunan edebiyatının kopyasıdır. Roma Pantheonu da, Olympos’un aynıdır; Artemis’in yerini Diana, Ares’in yerini Mars vs. almıştır. Hristiyan ahlâqının da altında Roma motifleri görülür. Neticede, Roma düzeni ve Hristiyan ahlâqının da büyük ölçüde temelinde Yunan aklı ve tüm bunların altında da kaçınılmaz olarak Yunan mitholojisi vardır. Bunun anlamı, Batı’nın aslında Kadîm Yunan’ın büyük oranda bir versiyonu olmasıdır. O nedenle bazı Yunan entelektüelleri, "Bizim yol göstericimiz (saidimiz) hem Dias yani Zeus, hem Theos (Allah), hem İsus (Hz. İyşâ) hem de Dionysos’tur derler. Bundan murad, biz hem mitholojiye, hem Hristiyanlığa, hem tek ilâha, hem çok ilâha, hem ısdıraba (çarmıhtan dolayı), hem de eğlenceye ve esrimeye (maniye) meyyâliz" derler. İşte bu kısa tarif, Batı’yı en yalın biçimde anlatıyor.

             İBDA’nın bu analizi çok mühim zira, felsefesini, ideolojisini, kültürünü, santını kısaca nizâmını Kadîm Yunan’dan alan Batı’nın, Pantheizm’den (kamutanrıcılık) öteye (onu aşan) başka bir varlık felsefesi geliştirememesi, zamanda ileriye giderken qalitede geriye düşerek, ‘existencialisme’ (varoluşçuluk), ‘matérialisme’ (maddecilik), sübjektif idealizm, Athéisme (Allahsızlık) vs. gibi ideolojilere ulaşması aslında onun köksüzlüğünü ve basiretsizliğini ve gelecek için insanlığın en temel problemi olan “varlık” problemine verecek hiçbir cevabı olmadığını teşhir etmesi gösteriyor ki, eğer Kadîm Yunan (varlık felsefesi açısından) İslâm tarafından çoktan aşıldıysa, Kadîm Yunan’ın 5. dereceden karikatürü olan Batı felsefesi haydi haydi aşılmıştır.

 

 

Güzellik fiqri, şiir, bediîyyat...

 

               Şiire biraz değinmiştik, dokunup geçmiştik demek daha doğru olabilir. Platonien zaviyeden bakılacak olursa, bir güzellik ideası vardır ve metafizik rabıtasıyla berâber anlamlıdır. Nesnelerle oluşturulan san'ât eserlerinin 'güzelliği'nden bahsedebilmek için bir 'güzellik idea'sına ihtiyaç vardır. Burada kısa bir parantez açarak, 'idea' kelimesinin 'düşünce' kelimesiyle değil 'fiqir' kelimesiyle mânâ paralelliği hattâ ayniyeti ifâde ettiğini belirtelim. Fiqir bir mahlûqtur yani yaradılmış, halq edilmiş bir varlık, bir değerdir ve her kavram için bir 'mahlûq fiqir'den sözedebiliriz. Fiqir boşlukta dolaşıp, kafası estiğinde bir yerlere uğrayan sonra kalkıp giden gâyesiz bir varlık değildir. Kendi içinde sayısız şubeye ayrılır. Güzellik fiqri bu şubelerden biridir. O hâlde san'ât eseri ve onu ete kemiğe büründüren her nesne, bir müessirin planladığı / yarattığı güzellik ideasına bağlıdır ve onunla hayatiyet bulup anlam kazanır. Varolan / Varlık (To On - To On) bir görüngü (Fainomeno - Fenomeno) olarak enkorpore (ete kemiğe bürünmüş, bedenlenmiş) iken, mânâ buuduyla 'fiqre' mütealliktir, bağlıdır. Bu bağlamda, fenomen / görüngü yansıyan olarak, fiqir ise yansımanın kaynağı, membâı olarak eseri teşkil ederler. Heykel, taşın içinde gizlidir, zâten mevcuddur. Heykeli yontan komisyoner - aracı, heykeli taşın içinden çıkarmak için yani mevcudu ortaya çıkarmak için güzellik fiqrinin etkisi altındadır ve el o fiqirle işler. Artık simsâr san'âtçı elini fiqre ve dolayısıyla Mutlaq Müessir'e teslim etmiştir. Keski, çekiç, el hepsi bütünleşmiş ve mihraklaşmış fiqirdir ve bu noktada huzura çıkmış âbidin huşuuna eş bir ibâdet aktıyla karşılaşırız. Aktın bittiği, yırtılan perdelerin yeniden eski görüntüsüne döndüğü yerde zâhirî tablo öne çıkar ve o şâh-eser'dir. Fransızlar Chef d'Oeuvre derler yani Eser'in Şefi, Şâhı. İngilizler Master Work diyorlar ki, zayıftır. İtalyanlar, 'Capolavoro', Almanlar, aynı ingilizler gibi 'Meisterwerk' kavramını kullanıyorlar. Biz 'Şâh Eser'i beğenmeyip 'Başyapıt' demişiz. San'ât diliyle hakâret edip hor görmenin doğru olmadığını düşündüğüm için avam ağzıyla tanımlıyorum; Bok yemenin Arabî'si! Kim bu kelimeyi uydurduysa, Gayyâ kuyusuna gitmesini diliyorum. Başyapıt kelimesi san'âttan ve güzellik fiqrinden uzaklığın cuk oturmuş bir göstergesi olmaktadır. Bu kelimeyi uyduran zât çok nasibsiz bir memur olmalıdır. En ufak bir fiqir çilesi çekmediği anlaşılmaktadır. İtalyanca'dan apardığı görülüyor ve en ufak bir incelik göremiyoruz; 'Capo'yu almış, açmış lugâtı bakmış karşılığına = Baş, kafa. Sonra, 'lavoro': iş, çalışma. Haydi, ikisini yanyana getir = Baş Yapıt. Keşke 'Kafa İşi' filân deseydi, hiç mi değil kafa patlatmış olurdu. San'ât, komplekslerden ârî olmayı değil çok büyük komplekslerin peşinde olmayı gerektirir. Aksi durumda, San'âtkâr kelimesini değil 'bokyiyen' kelimesini kullanıyoruz.

               Başka türlü düşünenler de var; Aristotelis güzellik ideasını kabul etmiyor. Ona göre, 'Görünen' varolanlar / varlıklar mevcudâttan sayılasıdır. O kaba mevcûdun arkasında mahlûq bir fiqir aramaz. San'ât eserleri 'varoldukları' içindir ki, güzellikten söz edebiliriz. Güzel nesneler olduğu için nesnelerin güzelliğinden bahsedildiğini söyler. Oysa, güzel nesneler kendi kendilerine mevcûd değildir, bir fiqrin neticesi olarak güzeldirler ve / veya güzel görünürler. Güzellik fiqri yoksa, güzel de yoktur ve güzeli hissetiren onun arkasındaki fiqirdir. O nedenle san'âtı ve san'ât eserini bir 'Morfh-ulh - Morfi ili' eşdeyişle 'forma-materia compositum' yani şekil-madde veya şeklî-maddî bir varlıkla izâh etmek yanlıştır. Öylece bırakırsak, bu şeklî varlık-eser'in ruhunu, canını ve mânâsını reddetmiş oluruz. San'ât Ontolojisi'ni buradan yürütmek yanlıştır. San'ât eseri, 'on, ontoV On, Ondos' (varlık), 'Kathgoria - Katigoria' (Kategori, şube) ve 'Pneuma - Pneuma'dan (Ruh, Nefes) müteşekkil bir esthetik veya poetik bütündür.

 

               Şiir veyâ edebiyat bir yönüyle ve önemli ölçüde bir mythos'tur. Bu mythos kavramını, öykü, masal, efsâne ve modern zamanlarda da daha ziyâde 'kurgu-fiction' kavramlarıyla eşanlamlı olarak kullanıyoruz. Bu cümleden yola çıkılarak şu da söylenebilir; EpoV (Epos - Destân), Tragedia (Tragedia - trajedi), Komodia (komodia - komedi), Diqirampiko Pihma (Dithirambos Şiri), Flouta (fluta - flût) ve Kitara (kitara) san'atlarının büyük bir bölümü takliddir (MimesiV - Mimesis). Yukarıda ziqredilen san'âtlar kullanılan vasıtalar, taklid edilen nesneler ve taklid tarzı bakımından birbirlerinden ayrılır. Taklid; rithm, söz veya harmoni (aheng) vasıtasıyla gerçekleştirilir. Bu üçü ayrı ayrı veya berâber kullanılabilir. Flût, kitara veya kaval (Syrinx) harmoni ve rithmi kullanır. Dans'ta harmoni yoktur veya ikincildir ve rithm kullanılır. Karakterler, tutkular ve hareketler vücûd diliyle sunulur. Dithirambos Şiiri, nomen şiiri, tragedya ve komedya ise taklid vasıtası olarak rithmi, melodiyi ve mısra veznini kullanılır. İlk ikisi bu taklid araçlarını baştan sona dek kullanır, son ikisi belli bölümlerde kullanırlar. Son tahlilde san'âtın taklid, san'âtçının da mukallid olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Sâdece bu yönüyle yani 'morfi - ili' (şekil - madde) boyutuyla ele alınacak olursa, san'âtın orijinal bir tarafı yoktur, şeklî bir taklidden ibârettir, kimi zaman tabiatı, kimi zaman nsanı, kimi zamanda herhangi bir objeyi taklid etmekten öte bir kıymet taşımaz. O nedenle, san'âtı özgün kılan gerçeğin onu besleyen ve ona hayat verenin güzellik ideası veya ruh olduğunu netleştiriyoruz.

               Taklid edilen eğer hareket hâlinde ve devinen - aksiyoner bir varlık ise bu eylemin iyiliği veya kötülüğü öne çıkar. Yani, iyi-kötü zıddiyeti merkeze oturur. Buna nazaran, san'âtçılar ortalma insandan ziyâde iyi veya kötü olanı taklid etme eğilimindedir ve bu çelişki kaydadeğer bulunmuştur. Meselâ komedia, ortalamanın altındaki karakterleri, tragedia ise ortalamanın üzerinde olan karakterleri konu edinip işler. Megara dialektinde 'Komai' (Kome) kelimesi 'Köyler' mânâsına gelir. Athina'da ise 'Komai'nin karşılığı olarak 'Dhmoi - Dimi' kelimesi. Bu kelime DhmoV - Dimos kelimesinin çoğulu olup kitle, ahâli, topluluk anlamına gelir ve Batı dillerine 'Demos' olarak geçer. Demokrasi, Ahâlinin idâresi anlamındadır. Megaralılar, Komai sözcüğünden 'Komoediant' sözcüğünün türediğini ve oyuncuların köyleri dolaşarak yaptıkları gösterilerden dolayı bu ismi aldıklarını söylerler. Bu mânâda 'Komoediant' kelimesi 'Köy Gösterisi, Köy Oyunu' olmaktadır. Bu oyuncuların köylere yönelmesinin sebebi şehirlerde ilgi görmemeleriyle bağlantılıdır. Diğer bir kök ise Komazein - Komazein fiili olup Dionysos şenliklerinde kendinden geçme, esrime anlamına gelir. 'Ode' ise 'Şarkı, türkü, Ir, şarkılı oyun' mânâlarına gelmektedir. Bu durumda 'Komedi' kelimesi 'Şarkılı Oyun, Şarkılı Gösteri' mânâsınadır.

               Şiir san'âtı şâirlerin karakterlerine göre iki yönde gelişmiştir; ağır başlı ve soylu ozanlar ahlâqen gelişkin ve - ruhen - asil kişilerin eylemlerini taklîden anlatırlar ve hikâye ederler. Hafif meşreb ozanlar ise, yaradılışları itibârıyla bayağı, sıradan ve niteliksiz insanları taklid ederler.  Birinci gruptakiler bunu önceleri UmnoV - İmnos olarak yaparlar. Batı dillerine 'Hymne' (İmn) biçiminde geçen bu kavram, 'İlâhların ve kahramanların onuruna yazılan şiir' mânâsını hâizdir. Zaman içinde anlam genişlemesiyle millî marş ve kiliselerde söylenen kutsal şarkı anlamını yüklenmiştir. İkinci grup şâirler ise alaycı şiirleri tercih etmişlerdir. Bu şiir türünde sonraları ona uygun bir mısra ölçüsü ortaya çıkar: İambik ölçü. Kelime, yunanca Iambizv - İambizo fiilinden gelir ve 'karşılıklı alay etmek' mânâsınadır. Buna göre, Antik Dönem'in birinci grup ozanlarına Epik (Destansı, Kahramanlıkları gündemleştiren) Ozan, ikinci grup ozanlarına ise İambik Ozan (Alaycı Ozan) diyoruz.

OmiroV - Omiros (Homeros, Omer) birinci tür şiirin en büyük temsilcilerinden biridir. Aynı Omiros, komedyanın temel biçimi olan gülünç şiirin de (alaycı değil) temellerini atmıştır. Birinci tür için İliada ve Odiseas, ikinci tür için Margitis örneklerini verebiliriz.

Zamanla Epik şiir Tragedya'ya, İambik şiir de Komedya'ya kaynaklık etti. TragoV - Tragos kelimesi yunanca 'Teke' anlamına gelir. Tragoudia - Tragudia ise 'Çoban türküsü, Teke türküsü' mânâsına. Tragedia - Tragedia kelimesi buradan mülhem. Bu nedenle özellikle Antalya yöresinde kullanılan 'Teke Zortlatması' deyimi Tragoudia kelimesinden ilhâm alınarak oluşturulmuştur. Tragedya'nın 'Dithirambos Korosu'ndan Komedya'nın ise 'Phallos Şiirleri'nden doğduğunu söylemek mümkündür. FalloV - Fallos yunanca erkek tenâsül uzvu anlamına gelir, penis, peos. Latince'ye Phallus olarak geçmiştir. Fallos müstehcen şiirlerdir ve ağırlıklı olarak cinsellik mes'elesini işlerler.

Tragedya'nın görevi, uyandırdığı acı ve korku hisleriyle ruhu tutkulardan arındırmak olarak tanımlanır; Katharsis. Karakter  ve fiqir, trajik eylemin iki etkenidir. Kişiler, eylemlerinde bu iki etkene uyarak amaçlarına ulaşırlar veya ulaşamazlar.

İster epik, ister iambik, ister trajik, ister dramatik (eylemsel, pratik), ister traji-komik isterse de komik olsun bütün bu türler bir tekste, bir öyküye (mythos veya paramithi) dayanırlar. Yani hâdiselerin bir örgüsü vardır. Bu olayda karakterler vardır. Bu karakterler fiqirleriyle olayda yer alırlar, çatışır veya uzlaşırlar. Bunların ortaya çıkışında bir ruh onlara hayat verir. Bunu güzellik ideası olarak da tanımlayabiliriz.

 

Fransız Şiir'inde Rithm;

1- Hece sayımı;

Diairhsh (Dièrese - Diêrez): Bir ses grubunu iki heceye ayırarak telaffuz etme. Meselâ 'Bruit' kelimesi.

Sunairhsh (Synérèse - Sinêrez): Bir kelimenin komşu (bitişik) iki sesli harfini tek bir hece olarak telaffuz etme. Misâl; Chien.

Hece (SullaboV - Sillavos - Syllabe) temel bir ses birimidir ve sessiz ve/veya sesli harflerin tek bir ses yayımıyla (bir çırpıda) telaffuz edilir.

Sorun, diftonglara gelindiğinde ortaya çıkmaktadır. Yani, iki seslinin yanyana gelmesi durumunda.

Burada, dierez ile sinerez arasında bir tercih yapmak gerekir; Bru-it (Brü-i), Chien (Şien).

Uzun süre bu seçim latin etimolojisine göre yapıldı fakat çok sayıda istisnâ da oldu. Burada karar şâirin veya okurundur. Böylece, Victor Hugo on hecelik (dekasillabik) olan şu dizeyi yazar:

Prussiens, Autrichiens

P-ru-s-si-en, O-t-ri-şi-en

Bu dizenin doğru olabilmesi için terimlerden biri dierez diğeri sinerez olarak telaffuz edilmelidir. Bu, herkese göre değişir;

2- Dilsiz 'e' (e muet) mes'elesi.        

'Dilsiz e' yani kelimenin son hecesinde bulunan 'e', eğer tâkib eden kelime sessiz harfle başlıyorsa, hece sayılır. Fakat, izleyen kelime sesli harfle başlıyorsa o takdirde 'e' hece sayılmaz.

La musique souvent me prend comm(e) une mer(Baudelaire).

(Müzik sıklıkla beni bir deniz gibi alır/götürür).

Burada, sesli bir harfin önünde kalan üç tane 'dilsiz e', 'dillenir, hecelenir'. 'Comme'un son harfi olan 'e' ise kendisinden sonra bir sesli harf  geldiği için 'dilsizliğini' muhafaza eder.

Bir diğer özel hâl 'h'dır. 'H' eğer okunursa (aspiré) bir sessiz harf olarak kabul edilir. Örnek; L'intraitable hasard (Tehlike kabul etmez tesâdüf). Burada, 'dilsiz e' hece sayılır. Yok eğer, 'h' dilsiz (muet) ise o zaman sesli harf sayılır ve 'dilsiz e' dizenin hece kabul edilmez. Örnek; L'Âpr(e) hiver: Şiddetli kış, sert kış, karakış.

               Buna muqâbil, 'dilsiz e' dizenin son hecesine dahilse telaffuz edilmez.

'Ayez pour la cadenc(e) un(e) oreille sévèr(e). (Boileau).

((Düzenli ve ölçülü tekrâr) rithm için, ciddî (tavizsiz, büyük) bir kulağa sahib olun).

Bu kural, eğer 'dilsiz e'yi sessiz bir sonek (s veya ent) tâkib ediyorsa, geçerliliğini sürdürür.

'Et les Muses de moi comm(e) étranges s'enfui(ent). (Du Bellay).

(Ve, benim Musalar'ım - güzel san'ât perîlerim - yabancılar gibi kaçıyorlar). 

 

3- Dize Ölçüsü. (Le Métrique).

Klasik Esthetik'e nazaran, aheng (Armonia) cüzler (parçalar) arasındaki simetri (bakışım) olayıdır. Bir mısraın eşit parçalara bölünebilmesi için bir mıqdâr çift hece gerekir. Başlangıçta, bu 'oktosillab - Octosullaboi'dir. (sekiz hece). Bu, François Villon'un ölçüsüdür. Eşdeyişle Villon'da çok belirgindir.

Fauve avec des tons écarlates,

Une aurore de fin d'été

Tempétueusement éclate

A l'horizon ensanglante

(Verlaine).

 

Al tonlarla kızıl,

Bir yaz sonu şafağı.

Fırtına gibi patlıyor

Kanlı ufukta.

 

'Dekasullaboi - Dekasillavi' ise on hecedir. La Chanson de Roland (Roland'ın Şarkısı) bu hece nizâmına iyi bir misâldir.

 

Nous aurons des lits pleins d'odeurs légères

Des divans profonds comme des tombeaux

Et d'étranges fleurs sur les étagères

Ecloses pour nous sous des cieux plus beaux.

                                                                            (Baudelaire)

Hafif (tatlı) kokularla dolu yataklarımız olacak

Mezârlar gibi derin divanlar

Ve tuhaf çiçekler, etajerlerin üzerinde

daha güzel göklerin altında bizim için açacaklar.

 

Bilâhare 'Alexandrin' gelir ve oniki hecedir. Orijinal ismi 'Dodekasullaboi - Dodekasillavi'dir. Alexandrin ismini 12. yüzyılda yazılan bir şiirden alır: Le Roman d'Alexandre. Alexandrin'in avantajı, 2, 3, 4 ve 6'ya bölünebilir olmasıdır ve yarısı da 2'ye ve 3'e bölünebilir. Böylece, küçük bir rithm çeşitliliği doğmaktadır.

Klasik şiirde simetri mühîmdir. Dizeler sıklıkla ortalarında bir 'pause' (duraklama, duraksama) yaşarlar. Bu durum 'césure' (dinlenme) olarak adlandırılır ve dizeyi iki eşit parçaya böler ve 'HmhstucoV - hémistiche' (yarım dize) adını alır.

Demek ki; san'ât (bediiyyat, şiir, theatro vs.) bir güzellik ideasıyla mânâ ve hayat kazanır, aksi durumda taklidden ibâret değersiz bir varlık olarak kalır. Bu durumda san'âtçı da mukallid olmaktan ibâret kalır. Yanısıra, ölçü (vezin), rithm ve aheng san'ât organizasyonu için temel unsurlardır. Daha da yoğunlaşmak için 'Münşeat'a bakılmalıdır.

'Münşeat', mektublar ve nesir yazılar demek...Benim kullandığım mânâ ise, eserin muhtevasında da görüleceği üzere - lûgat karşılığı olarak değil de - iştikakları çerçevesinde anlaşılması gereken, onlardan yön alır ve onlara can verir,  kendi muhtevasını temin edici bir kavram, bir ıstılahî mânâ... Husûsen bir tarz, bir usûl ismi; icâdımın ismi!

'İflâk', "şiir okurken fesahat üzere olmak, kelime ve mânâ icâd etmek" demek; uydurma değil, icâd. "Kelime", lûgattan mefhuma, mevhumdan kavrama, kategoriden sistem anlamlarına kadar, ister isim, ister sıfat, ister zarf vs. şeklinde, isterse kendine âid ilimlere mevzu olsun, kendini empoze eden ihtiyaçlara nisbetle icâda mevzudur; keza usûl, üslûb ve tarza isim olurken de!

...Münşeat, "münşee" kelimesinin çoğulu; "münşee" ise, müsvedde yazılan kâğıt ve "yelkeni çekilmiş gemi" anlamına geliyor. "Şi'r"den "şi'ra"ya kadar olan kelimelere bakmak gerek.

Şi'r: Şiir. Anlama, idrâk.

Şir: Aslan.

Şîr: Süt.

Şira': Yelken. Gemi Yelkeni.

Şira: Satın alma, satın alınma.

Şir'a: Şeria. Bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol.

 

Münşeat'tan bir örnek;

Sirkat-i şi'r edene

kat'î zeban lâzımdır

"şiir çalana kat'î

dil lâzımdır!"

ruhuna bir Fatiha

ismi nebatî - Sümbülzâde!

........

"Sirkat-i şi'r edene

kat'î zeban lâzımdır!"

ilim dilden dile gelir

ilhâm ise gaibden

kalbe - gaibin hırsızına

evvel gönül gerektir

çıktın madem meydana

o gönüle bir lisân

evvel "emr" şâire

şâir hırsız demektir!

 

Hayatın başladığı yerde 'Müslüman' majorite câhil, köylü kurnazı, düşkün, zavallı, mahkûm, lâkayd, vurdumduymaz, mübtelâ, mübtezel, coşkusuz, miskin, sefîh, sefîl, hesabsız, sümsük, hımbıl ve soytarıdır. Ve çoğu zaman bu sıfatları taşıdığının farqında değildir. Hürriyet'in köşe yazarlarından ve ilâhiyat mezunu, theoloji bildiğini umduğumuz Ahmed Hakan Coşkun 'dünyâya öyle geldiği için bir insanı, qawmini hor göremeyiz, ben bunu anlayamıyorum' meâlinde bir serzeniş ve hattâ soytarılık içindedir. Çok hümanist, demokrat ve hüsn-ü niyet sahibi olduğunu söyleyebiliriz! Anti-semit olanları mahkûm ediyor. Önce, kasdî olarak,  yanlış kavramlaştırılan 'Anti-Semit' deyimine bir bakmak gerkir: Semit: Sâmî ırkından, soyundan gelen anlamındadır. Semitik dller dediğimiz zaman 'Sâmî dilleri'ni kasdediyoruz. Bu ırkın içine, Arab, İbrânî (yahudî), Aramî, Asurî-Süryanî, Elamlı, Akadlı, Keldanî, Babilli vs. qawimler (milletler) dahildir. Demek ki, Semit=Yahudî (İbranî) olmamaktadır. Hattâ yahudî, Sâmîler'in içinde küçük bir gruptur. O hâlde, Anti-Semitizm = Sâmî Karşıtlığı ile Anti-Judaizm = Yahudî Karşıtlığı aynı şey değildir. Birinci durumda (antisemit) kişi Sâmî ırkının mensubu olan herkese karşıttır ve/veya düşmandır. Bunların arasında Arab, Süryanî, Keldanî vs. mevcuddur. Fakat, Anti-Semitler'in içinde hem yahudî hem de Arab düşmanı olanı ben görmedim, duymadım. Bilerek ve kasden Judaizm tarafından kavramlaştırılan 'Anti-Semitizm' deyimi pratik kullanımı itibârıyla falsifiedir, çarpıktır, sapmadır-deviation ve namussuzluk / ahlâqsızlık içermektedir. Yahudî'ye yakışır. Tam tersine, yahudî'yle derdi ve hesabı olan adamın, Arab veya başka bir Sâmî'yle çelişkisi yoktur, olamaz. Meselâ Türkiye'de yahudî düşmanlığı neredeyse hiç gelişkin ve tarihî değilken (tarihî olarak zıddı bir durum geçerlidir) Arab, Süryanî vs. düşmanlığı çok gelişkin ve tarihîdir. Demek ki; Türkiye insanları her iki mânâda da (yahudî veya Sâmî karşıtlığı) Anti-Semit olmamaktadır. Fakat belki Anti-Arablığından söz edilebilir. Bu da Anti-Semit olmak anlamına gelmiyor zira başka Sâmîler'e - meselâ Yahudîler - sıcaktır. Ancak, kasden ve yahudî marifetiyle bu kavram dünyâya dayatıldığı için yahudî karşıtlığıyla Anti-Semitizm aynı şeymiş gibi anlaşılmaktadır. Alçakça buluyorum. Buna göre, Sâmîler = Yahudîler denklemi kurulmak zorundadır ki, o zaman Arablar, Süryanîler vd. Sâmîliğin dışına atılmaktadır. Dahası hor ve hakîr görülmekte, aşağılanmaktadır. Dünyâ hâlâ bunun ayırdında olmadığı için emperyalist judaizmin önderleri bunu sürekli kullanıp kendi politikalarına âlet etmektedir. Ahmed Hakan Coşkun'un kalemi de buna teşnedir çünkü parasını Hürriyet isimli Simavî-Özkök gazetesi vermektedir. O da, 'His master voice' (Sahibinin / Efendisinin Sesi' olarak havlamakla mükelleftir. Artı, zâten meyyâl hattâ taraftır. Anti-Sâmîlik çok saçma ve bilimsellikle alâkası olmayan bir kavramdır. Bunun tersi de garibdir; Bir insan veya topluluk Filo-Semit de (Sâmî Sever, Sâmî Yanlısı) olamaz çünkü eşyânın tabiatına zıddır. Yani, hem Judeophyle (yahudî sever) hem de Arabophyle (arab sever) olmak, en azından son 60 hattâ 100 yıldır, mantıklı değildir. Böyle bir durum psikiyatrinin ve psikolojinin konusu olabilir: Ambivalence (İkili duygu, iki değerlikli duygu diyebiliriz, 'çiftli denge') bir çelişkinin bir kavrayış eksikliğinin işâretidir ve istisnâdan sayılır. Akıl kârı değildir, akıl hastalığı başlığı altında incelenebilir. Günümüzde ise Müsülüman majorite bu akıl hastalığına, bu bilgisizliğe ve hâliyle bilinçsizliğe, bu fiqirsizliğe, bu hastalığa yakalanmıştır, nâçardır, dengesi bozulmuştur. Ambivalent'dir ve ambivalent olan aynı zamanda gevşektir. Ekseriyete bu nedenle kolaylıkla darbe vurabiliyorlar. Suriyeli 'büyük uzman!!!' Tibi, Ankara'da konferans verip 'Müslümanlar'ın sâdece yedi milyonunun radikal olduğunu' söylüyor. Bu rakam tüm Müslümanlar gözönüne alındığında ihmâl edilebilir bir değere teqâbül eder. Demek ki, yahudî ideolojisinin hâkim olduğu dünyâda - Müslüman majorite dahil - Müslümanlar'ın 'AYMAZ' bir topluluk olduğu görüşü veya propagandası belirleyicidir. Hava Kuvvetleri komutanı da Müslümanlar'a Qur'ân okumalarını tavsiye ediyor, kendisinin de zaman zaman Qur'ân okuduğunu, faidelendiğini söylüyor. Türkçe okunması gerektiğini de ekliyor. O hâlde biraz berâber okuyalım, Ahmed Hakan, Yaşar Nûrî, generaller, Hürriyet yazarları vs. bakalım neler varmış;

 

Türkçe yazalım ki, general de anlasın;

Bakara sûresi 23. Âyet:

 

Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz (Qur'ân)dan şübhe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin; eğer dürüst iseniz, Allah'dan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın.

Allah, kendisinin rasûlüne inzâl ettiği bu kitâbın (Qur'ân) haq olduğunu ve ona inanılması gerektiğini, bunun dışında davrananların riyâkâr olduğunu söylüyor. O hâlde; Gerçek Müslümanlar hariç (yahudîler, hristiyanlar, münâfıqlar vs) Qur'ân'a imân ertmediklerine ve Allah rasûlünü kabul etmediklerine göre - ki, onlar açısından bu doğaldır - (bize göre) yanlış yoldadırlar ve haqiqatin üstünü örtmektedirler. Yanlış yolda oldukları konusunda hemfiqir olduğumuzu farzediyorum. Başka türlüsü de Ahmed Hakan vs. tarafından düşünülemez zira o takdirde Qu'rân'la çelişecektir. Hâsılı, yahudî, Qur'ân'a ve Allah rasûlüne inanmamakla yanlış yoldadır. Bu cümleyi başa yazıyoruz. Onun inandığı kitâb(lar) - Tevrat, Torah, Qabbalah, Zohar vs.- bizim açımızdan miâdı dolmuş, hükmü olmayan ve muharref kitâblardır ve Allah'ın gönderdiği kitâblardan saymıyoruz. O ise, buna imân ediyor ve bununla hüküm veriyor. Ehl-i Kitâblığı da düşmüştür. Ehl-i Kitâb olabilmesi için o kitâbın ilâhîliği tescil edilmelidir ki, edilemez, bu cihetten de sâkıttır, kadüktür. Yani, bugün itibârıyla ehl-i kitâb'dan anlaşılması gereken Qur'ân, İncil (Evangile), Tevrat, Zebur ve diğer suhuf değil sâdece Qur'ân'dır. O nedenle Ehl-i Kitâb mes'elesi artık bir safsata ve lafazanlıktan ibârettir. Üstüne konuşulacak bir şey olamaz. Tekrâren; Ortada haq olarak kalan tek bir Kitâb vardır, Qur'ân. Yahudî'nin, Hristiyan'ın, Budist'in kitabının Müslüman açısından hükmü yoktur. Tartışılacak - ilmî anlamda - bir tarafı da yoktur çünkü bilim mümkün üzerinden yürür, bu tartışma ise 'mümkünler arasında' sayılamaz. Şübhe içinde iseniz, Allah'dan gayrı bütün güvendiğiniz mihraqları çağırın ve onlara danışın. Müteâkib âyette meydan okuyucular için hazırlanan ateşten bahsediliyor.

Bakara 50:

Hani bir zamanlar sizin için denizi yarıp, sizi kurtardık da Fir'avn'ın adamlarını suda boğduk; siz de bakıp duruyordunuz.

Bu 'bakıp duran şaşkınlar grubu' Ben-i İsrael'di yani İsrailoğulları. Allah, bu 'şaşkınları' Fir'avn'ın gazabından kurtarmıştır. Ve Bakara 51;

Mûsâ'ya kırk gece vâde vermiştik. Sonra, onun arkasından kendinize yazık ederek buzağıyı ilâh edinmiştiniz.

Ben-i İsrael, 40 gün sabredemeden buzağıyı (eski ilâhlarını, putlarını) yeniden ilâh edinmiş Allah'ın rasûlü Mûsâ'yı dinlememiş ona ihânet etmişti. Yahudî'nin 'güvenilirliği' burada test edilmektedir ve güvenilir olmadığına işâret edilmektedir.

Bakara 54'de, Hz. Mûsâ qawminden, Yaradan'a tevbe etmelerini ve nefslerini öldürmelerini istiyor.

Bakara 55'de yahudî'nin kendi peygamberine verdiği cevabını okuyoruz;

'Ey Mûsâ, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız'. Sonra da şaşkın şaşkın bakınırken sâikanın onları çarptığı anlatılıyor.

Yahudî kendi peygamberine inanmayacak ve ondan Allah'ı gözleriyle görmek isteyecek kadar küstâh'tır, çok net.

Bakara 56;

Sonra, mevtinizini ardından şükredesiniz diye diriltmiştik.

Affediliyorlar ve şükretmeleri bekleniyor. Allah'ın sabrı sınırsızdır ve sınanmaktan münezzehtir, yahudî bunu zorluyor ve dayatıyor. Yüzsüz ve utanmazdır. AHC belki başka yorum getirecektir.

Bakara 57;

... Sâdece kendilerine kötülük ediyorlardı.

Kendi nefslerine zulmettikleri anlaşılıyor.

Bakara 59:

Bunun üzerine o zulme devam edenler (hıtta; Rabbim, bizi affet sözünü değiştirdiler) onu kendilerine söylendiğinden başka bir şekle soktular. Biz de kötülük yaptıkları için o zâlimlere murdar bir azâb indirdik.

Yahudî fütursuzdur, sahtekârlık yapmaya devam ediyor.

Bakara 61'de, 'Ey Mûsâ, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, yeter artık...' dediklerini okuyoruz.

Yahudî Allah'a isyân içindedir ve kanaatsızdır.

Yine Bakara 61'den, 'Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu ve Allah'dan bir gazaba uğradılar, evet öyle oldu; çünkü Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haqsız yere nebîlerini katlediyorlardı...', Katil ve isyânkâr olduklarını öğreniyoruz. Allah'ın nebîsini katleden bir qawimle karşı karşıyayız. Fecî bir durumdur.

Bakara 64:

Sonra, verdiğiniz sözün (misâk) arkasından yüz çevirdiniz...

Bakara 67:

'(Mûsâ'ya hitâben) "Sen bizimle alay mı ediyorsun?" dediler...

Peygamberle konuşurken kullanılan üslûba dikkat.

Bakara 74:

Kalbleriniz taştan beter hâle geldi...

Bakara 76:

İnananlarla karşılaştıkları zaman, "inandık" derlerdi. Birbirleriyle yalnız kaldıklarında "Rabbinizin katında size karşı delil göstersinler diye mi Allah'ın size açtığını onlara anlatıyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mu? derlerdi.

Bakara 78:

...Kitabı bilmezlerdi; bildikleri sâdece yalan ve birtakım kuruntulardı. Onlar ancak vehim içindedir.

Yalancı ve câhil oldukları yazılıyor.

Bakara 79'da, 'kitâbı elleriyle yazıp, bu Allah katındandır' dediklerini okuyoruz, sahtekârdır.

Bakara 83:

... "İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin" diye emretmiştik. Sonunda kalîl bir bölümünüz (çok az bir bölümünüz) müstesnâ, yüz çevirerek dönüp gittiniz".

Namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrediliyor, yüz çeviriyorlar.

Bakara 86:

Onlar âhiret karşılığında dünyâ hayatını satın alan kimselerdir; bu yüzden azâbları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.

Bakara 87:

Andolsun ki, Mûsâ'ya kitâb verdik, ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. İyşâ Ben-i Meryem'e beyyineler verdik, O'nu Ruh-ül Qus ile destekledik. Ne zaman ki, bir peygamber size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Peygamberlerden kimini yalanlayıp kimini de katlediyorsunuz.  

Bakara 88:

(Yahudîler peygamberlerle alay ederek) "Qalblerimiz perdelidir" dediler. Hayır, küfür ve isyânları nedeniyle Allah onlara lânet etmiştir...

Aslında sâdece bu âyet kâfî. Allah onlara lânet etmiştir! Orijinalini de yazalım: leanehümüllâhü bir küfrihim...

Bakara 89:

..Bildikleri gelince onu inkâr ettiler... Allah'ın lâneti münkîrlerin üzerine olsun. Allah'ın kitâbını inkâr ediyorlar.

Bakara 90:

Allah'ın indirdiğini inkâr etmek için ne kötü şeye değişip sattılar da gazab üstüne gazaba uğradılar.

Bakara 91:

...Qur'ân'ı inkâr ederler...

Bakara 93:

"İşittik ve karşı geldik" dediler..

Bakara 108:

Yoksa siz Peygamberinizi, bundan evvel Mûsâ'ya sorulduğu gibi, sorguya çekmek mi istiyorsunuz?

Bakara 114:

Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını yasak eden ve oraların yıkılmasına çalışan kimseden daha zâlim kim vardır?... Dünyâda rezillik onlarındır; Âhiret'te büyük azâb da onlarındır.

Şimdi, mugalatacılara sormak lâzım; Allah'ın lânet ettiği, rezillikle, sahtekârlıkla, düşkünlükle, kâtillikle, her türlü kötülükle andığı bir qawmi 'SEVMEK' nasıl mümkün olabilir? Eğer bu mümkünse, koşulları ve gerekleri nelerdir? Değilse, TSK - peygamber ocağı olduğu iddia edilir, hep - nasıl bir ocaktır ki, yukarıda nitelikleri sayılan bir qawmin devletiyle milyarlarca dolarlık askerî andlaşmalar yapar? Bu suallerin cevabları soruda mündemiç. Cevab vermeleri gerekmiyor. Cevabları Qur'ân veriyor zâten.

www.drhakkiacikalin.up.to

 

DİĞER YAZILARI

-Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- I

- Ma Alladzi Hadatha Fi Hadath 11/9  (11/09 'da Ne Oldu?)

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- II

- Aslında Nükte

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- III

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- IV

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - V

- Sholastik'ten Yola Çıkarak

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - VI

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - VII

- Coyotte ve Skilia (Sıkıntılı Eser) - VIII

www.yeniakademya.org

www.akademya.up.to