21. yüzyılda Leninizm

 

Egemenler, iki isimden çok korkuyorlar: Marks ve Lenin! Bu iki isim hakkındaki karalamalar toparlansa ansiklopedi serisi elde edilir. Ama özellikle Lenin’i karalama, aşağılama, fikirlerini ve kişiliğini çarpıtarak anlatma kampanyası hiç sona ermiyor. Marks’ı, arada sırada göz ardı edilemez fikirler geliştirmiş olsa da esas olarak gerçekleştirilmesi olanaksız düşünceler üreten bir hayalperest olarak tanıtmayı kendileri için elverişli görüyorlar. Sistemin ekonomik krizleri derinleştiğinde dönüp bu krizleri nasıl açıkladığına bakılmasında fayda olan bir yazara indirgemeye çalışıyorlar.

1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi, Paris’te 1871 yılında işçilerin 72 günlüğüne burjuva sınıfını iktidardan kovması ve ilk işçi iktidarı deneyiminin yaşanmasından sonra, zafer kazanan ilk işçi devrimiydi. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında, Rus işçileri, “ekmek, barış ve özgürlük” için her adımda genişleyen bir kitle gücüyle mücadeleye giriştiler ve devrilmesi olanaksız sanılan Çarlık yönetimini 5 günde yıktılar. Altı ay sonra ise, burjuvazi daha güçlenmiş, daha örgütlü ve silahlanmış işçiler tarafından devrildi. İktidar işçi ve yoksul köylülerin eline geçti. Savaşa son verildi. Kapitalistlerin o günlerde düşünü bile kuramayacakları özgürlükler, ezilen uluslar, kadınlar, eşcinseller, çocuklar için işçi devriminin ayrılmaz parçaları olarak bir bir yaşama geçirilmeye başlandı. Ekim Devrimi burjuva sınıfının egemenliğinin bir kader olmadığını, kapitalist sistemin devrilmesinin olanaklı olduğunu gösterdi. 1917 yılı, Marks’ın bir hayalperest, sosyalizmin ise imkansız bir düş olmadığının ezilenlerin doğrudan eylemiyle kanıtlanması oldu.

1830’larda, İngiltere’deki Çartist hareketin sözcülerinden Bronterre O’Brian şöyle demişti: “Zenginler, daha önce ne idilerse, bugün de öyleler... acımasız ve yola gelmez... Böyle bir düşmana karşı, ahlaki üstünlükten söz etmek saçmalıktır. Bunları insanlığa teslim olmaya zorlayacak yegane şey, başa çıkılamaz bir toplumsal güç karşısında duyacakları dehşetli korkudur.” (1) İşte, Rus devrimi, işçiler cesaret, kendine güven ve örgütlülüklerini birleştirdiğinde, burjuvaların asla “başa çıkamayacağı toplumsal güç haline gelmeleri ve bunun karşısında duydukları dehşetli korku” demek. Yüzyıllardır kan dökerek, kitlesel imhalarla sürdürdüğü egemenliğinin, iktidarının elinden alınması demek. Lenin hakkındaki bütün karalamaların nedeni de bu: Çünkü Lenin, Troçki’yle birlikte Rus devriminin simgesi olmuştu. Lenin burjuvazinin bütün korkularının simgesi olduğu için “diktatör”, “hastalıklı”, “iktidar düşkünü”, “gözünü kırpmadan ölüm emri veren bir cani”, “Rus despotizminin devamcısı”, “beynindeki hastalık nedeniyle kötülüklerini gemleyemeyen bir lider”(2), “örgüt anlayışı diktatörlükle son bulmak zorunda yer alan bir konspiratif” olarak anlatılıyor.

Lenin haklı çıktı

Lenin, sık sık, savaşlar ve devrimler çağında yaşadığımızı söyledi. 20 yüzyıl, tam bir savaşlar ve devrimler çağı oldu. Birinci ve ikinci Dünya Savaşları, Japonya’nın Çin’e saldırısı, İtalya’nın Habeşistan’daki savaşı, İran ile Irak arasında sekiz yıl süren savaş, ABD’nin Vietnam’daki savaşı, Hindistan ve Pakistan arasındaki iki savaş, ABD’nin 1990’ların başında Irak’a, sonunda ise Sırbistan’a açtığı savaş. Ve bugün yine ABD’nin dünyaya meydan okuyarak Afganistan’da gerçekleştirdiği katliam.

Ama 20. yüzyıl devrimler çağıydı da aynı zamanda.1905-17 Rus devrimi, 1918-23 Alman, 1936 İspanya, 1919 ve 1956’da Macaristan, 1925-27 Çin, 1974 Portekiz, 1979 İran’da Şah’ın devrilişi, 1989-91 Doğu Bloku rejimlerinin devrilmesi, 1998 Endonezya, 1999 Sırbistan ve Fildişi Sahili...

Lenin, Rosa Luksemburg, Hilferding ve Buharin gibi çağdaşı marksistlerle, kapitalist sistemin, Marks’ın gözlediği dönemde az gelişmiş olan bir yanını tespit etti: Şirketlerin dev tekeller halinde birleşmeleri ve devletlerle yoğunlaşan ilişkileri. Sanayi sermayesini denetleyen dev şirketlerle mali sermayedarların birliği, tüm siyasal demokrasiyi gerileterek, Lenin’in mali oligarşi olarak adlandırdığı nitelikleriyle, dünya pazarlarının denetimi ve yeniden paylaşımı için bitmek bilmez bir askeri ve siyasi rekabetin şiddetlenmesiyle sonuçlandı.(3) Askeri rekabet, toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan ama hükmettikleri sermaye hacmi dev boyutlara varan şirketlerin, sermaye birikimi yarışında öne geçmek ve dünya hegemonyasını elde etmek için, ulus-devletleri kullanarak, sürekli savaş ekonomisinin gelişmesine ve tahrip araçlarının kitlesel üretimine neden oldu.

Emperyalizmin maskeleri: Neo liberalizm ve küreselleşme

1968 hareketlerinin yenilgisiyle birlikte emperyalizm kendisine yeni maskeler buldu. 1970’li yıllardan sonlarına doğru, işçi sınıfının kazanılmış tüm haklarını ayaklar altına almak için tüm dünyada vahşi bir saldırı başlattı. Saldırının adı neo liberalizm oldu.

Neo liberalizmin üç başlığı vardı: Kamu harcamalarının sıfırlanması, ücretlerin aşağı çekilmesi ve işsizliğin tırmandırılması. 1968 hareketinden bekledikleri umut, hareketin yenilgisiyle yerini çözümsüz bir hayal kırıklığına bırakan dönemin aydınları, neo liberal saldırının da teorisyenliği işini üstlerine aldılar. Karşı çıkmanın delilik olarak adlandırıldığı neo liberal argümanlar her yeri kuşatan sert bir akıntı haline geldi. Devlet küçültülmeli, girişim özgürlüğü sınırsız hale gelmeli, bireycilik kutsanmalıydı.

1989-91 yıllarında Doğu Bloku’nda stalinist rejimlerin devrilmesiyle birlikte, liberalizm şaha kalktı. Birinci Bush’un yeni dünya düzenini ilan etmesiyle birlikte, bir de tüm sivri zekalıların bundan böyle sakız gibi çiğneyecekleri bir kavram, bir süreci nitelemek için kullanılmaya başlandı: Küreselleşme!

Neo liberalizmin bütün devletin küçültülmesi ve bireysel özgürlük çığlıklarının altında, dev şirketlerin sömürü özgürlüğünü biraz olsun denetleyen tüm kurum, yasa ve örgütlenmelerin ortadan kaldırılması arzusu yatıyordu. Küreselleşme teorisi ise, artık sınıflar mücadelesinin, ulusal sorunların, ulus devletlerin, kimlik bölünmüşlüklerinin öneminin kalmadığı ve bilgi ve teknoloji alanındaki devrimlerle birlikte insanlığın gezegen çapında mutluluğu yakaladığı bir dönemin, halihazırda geri dönüşü olmayan bir biçimde kurulduğunu savunuyordu. Küreselleşme teorileri, neo liberal saldırılara direnci kırmak, öncü işçileri, sosyalistleri ve sendikacıları çaresiz ilan etmek için üretilen bir ideoloji işlevi gördü.

Yeni hareket, yeni sol

1990’lı yıların ilk yarısı boyunca bu neo liberal cadı avı boyunca, sosyalistler de işçi kitleleri gibi savunma mücadelesi, ayakta kalma mücadelesi verdiler.

Tony Cliff, “Devrimci parti, işçilerin mücadelesine güven verebilmek için, teorik netliğe sahip olmalıdır. Aksi durum, yani teorik şüphecilik devrimci eylemle uyuşmaz. Lenin’in dediği gibi, ‘Önemli olan, seçilmiş olan yolun doğru olduğuna güvenmektir, bu güven mucizeler yaratabilecek devrimci gayreti ve devrimci enerjiyi yüz kat artıracaktır.’ Yorgunluk ve hayal kırıklığı ... ve acı yıllarında, eylemlerinin tarihsel ilerlemenin gerekliliklerine uygun olduğuna inanmayan devrimciler ayakta kalamazlar. Uzun yolun dolambaçlı dönemeç ve virajlarında kaybolmamak için ideolojik olarak sağlam durmak gerekir.”(4 )diyor. Aslında, 1990’lı yıllar devrimci marksistler açısından “yenilgi ya da yalnızlık” yılları değildi. Tersine, Marks, Engels, Lenin, Rosa Luksemburg ve Troçki’nin fikirleri ve mücadelelerinin üzerinde yükselenler açısından 1989-91 yıllarında Doğu Bloku’ndaki sahte sosyalizmlerin, stalinist rejimlerin devrilmesi marksist teorinin Doğu Bloku’ndaki işçi kitlelerinin eylemleriyle doğrulanması demekti. Troçki ve Sol Muhalefet’in omuzlarında yükselen uluslararası sosyalistler, 50 yıldan beri Rusya’nın sosyalist değil bürokratik bir devlet kapitalizmi rejim olduğunu ve kendi yarattığı mezar kazıcısı tarafından, Rus işçileri tarafından yıkılacağını savunuyordu. Yine de, teorinin gerçek tarafından doğrulanması, dünyada neo liberal sağ dalganın hakimiyet sürmesini ve bu sağ dalganın solu da büyük ölçüde etkisi altına aldığı gerçeğini değiştirmiyordu.

1995 yılında Fransa’da posta işçilerinin başını çektiği ve öğretmen, öğrenci ve diğer ezilenlerle birlikte 5 milyon kişinin katıldığı büyük grev hareketi, neo liberalizme, küreselleşmecilere ve umutsuzluğa karşı ilk darbeyi indirdi. Hareket fikrilerden değil, fikirler hareketten doğar. Fransa 1995, geniş emekçi kitlelerin neo liberal fikirleri sorguladığı ve dayanışma ve kolektif eylemin gücünün bir alternatif olarak, savunmadan saldırıya geçmesinin yeni başlangıcı oldu. Fransa’da kazanma umudu tırmanışa geçti ve 1995’te yüzde 15 oy alan faşist Le Pen’in partisini bugün unufak edecek işçi hareketi ve sol toparlanmaya başladı.

Fransa’dan sonra, 1996 yılında Arnavutluk’ta, 1998 yılında ise Endonezya’da devrim gerçekleşti. Özellikle Endonezya’da 1 milyon kişinin katili Suharto’yu devrine halk hareketi, dünya ölçekte dengelerin değiştiğinin göstergesiydi.

Ama hiçbir sarsıntı, ezilenlere dünya çapında verdiği ilham kıyaslandığında Seattle’ın yerini tutamaz! Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) toplantısını basan ve engelleyen yaklaşık 100 bin kişinin, 1968 devrimci dalgasından beri görülmeyen dünya çapında bir protesto dalgasının başlangıcı oldu. Seattle’ı, Okinawa, Washington, Nice, Millau, Melbourne, Barselona, Prag ve Cenova takip etti. Cenova’da G8 toplantısı 300 bin kişinin katılımıyla protesto edildi. İtalya savaş alanına döndü. Carlo Gullianı, anti kapitalist bir protestocu, İtalyan polisince kafasından vurularak öldürüldü. Carlo’nun öldürülmesini protesto etmek için 140 şehir merkezinde on binlerce protestocunun katılımıyla gerçekleşen gösteriler örgütlendi.

Seattle, neo liberal kuşatmayı paramparça etti. Bu kuşatma, gezegenin imhasına, üç kişinin servetinin 800 milyon insanınkinden ya da 48 ülkenin zenginliğinden daha fazla olmasına, kar için oksijenin yok edilmesine, kıtlık, kuraklık nedeniyle milyonlarca insanın ölüm sınırında yaşamasına, sadece 1995 yılında dünyanın 25 bölgesinde 30 büyük çaplı savaşa, kitle imha silahlarının üretilip kullanılmasına, milyonlarca emekçiyi ve çocukları öldüren IMF politikalarına, 1997 yılının rakamlarıyla sadece Brezilya’da 200 bin çocuğun sokaklarda yaşamasına(5), özelleştirmelerin getirdiği yıkıma ve işsizliğe boyun eğmek için gerçekleştirildi. Patron örgütleri, medya ve akademisyenler bu kuşatmayı meşrulaştırdılar. İşte Seattle, bu kuşatmayı yıktığı için servet sahipleri tarafından müthiş bir terslik olarak görüldü.

“Seattle, birbirinden farklı kampanyalar yürüten ve DTÖ’yü ortak düşmanları olarak gören aktivistlerin birbirleriyle koordineli faaliyetlerinin sonucuydu.”(6) Eylem, kendi lokal sorunlarının kaynağını bir bütün olarak sistemde gören ve bundan bir kaç yıl önce bir araya gelebilecekleri tahmin edilemeyen sayısız kampanya ve grubun mücadele birliğinin ürünü oldu. Örgütlü işçiler, sosyalistler, sivil toplum örgütleri, yerli halklar savunucuları, dünyanın bir çok bölgesinden sendikacılar, hayvan hakları savunucuları, çevrenin tahribatını engellemek isteyenler... Liste çok daha uzun.

Sokağa taşmak isteyen militanca bir enerji, güçlü bir inisiyatif isteği, özgürlükleri bütünüyle savunmak, doğrudan demokrasiyi vaz geçilmez örgütlenme ilkesi yapmak, hiyerarşiye duyulan nefret ve sistemin bütününe, yani dünya çapında kapitalizme karşıtlık bu yeni aktivist kuşağının bazı belirgin özellikleri.

Hareketin sözcüleri, neo liberalizme çoğu kez devrimci marksistlerden daha keskin neşter darbeleri vurarak ve hareketin inşasından aktivistler olarak yer alarak, gezegenin tahribatının boyutlarının gösterilmesinde çok önemli bir işlev görüyorlar.

Bugün, Birinci Dünya Savaşı’nda kendi ülkelerinin egemen sınıflarıyla uzlaşan sosyalistlerle kıyaslanamayacak bir keskinlikle ABD’nin Afganistan’ı bombalamasına karşı kampanya etrafında örgütlenen anti kapitalistler, köhnemiş, milliyetçi, içe kapalı ve uzlaşmacı, eskide kalmış sosyalist örgüt ve partiler karşısında yeniyi temsil ediyor. Yeni ve özgürlükçü, birleşik mücadelenin değiştirici gücüne inanan, sıradan insanların kendi kaderleri hakkında kararı kendilerinin vermesi prensibine sonuna kadar bağlı genç anti kapitalist hareket, sadece eski solu silkelemekle kalmıyor, yepyeni bir sol bu hareket içinde şekilleniyor.

Anti kapitalist hareket, bilinç ve mücadelenin aygıtı

Dünya çapında politik atmosferde radikal bir değişiklik yaratan “anti kapitalist hareketle devrimci solun kaynaşması yaşanması kaçınılmaz olan bir şey değil.” (7 ) Ama bu kaynaşmanın yaşanması, hem anti kapitalist hareketin güçlenmesi ve kazanması hem de devrimci sosyalistlerin güçlenmesi için bir zorunluluk.

Anti kapitalist hareket, tüm heyecan verici niteliğine rağmen, karmaşık bir bütün. Marks’ın, “Ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerinde bir kabus gibi asılı durur” sözü anti kapitalist hareket için de geçerli.  Şimdiden anti kapitalist hareket içerisinde bir dizi tartışma var ve ölü kuşakların geleneği bu tartışmalarda kendisini gösteriyor. Hareketin geleceği, bu tartışmalara derli toplu yanıt verilmesine bağlı.

Hareket, gerçekte, üç temel tartışmayı yaşıyor. Birinci soru, Seattle’dan beri, küresel sermayenin kurumları yıkılacak mı, yoksa yanından mı geçilecek? Hareket içinde reformları, küresel sermayenin kurumları ve hükümetler üzerinde baskı yaratarak elde etmek isteyen önemli bir kanat var. İş yasalarına işçileri koruyan maddeler eklenmesini, DTÖ’nün aldığı kararlarda çevrenin tahrip edilmemesine dikkat etmesini sağlayacak düzenlemelerin hükümetlerce denetlenmesini hedefleyenler açısından leninizm gerçekten çok önemli bir miras. Leninizm, reformlar için mücadelenin işçi sınıfı ve ezilenlerin günlük yaşamlarını biraz daha çekilir kılmak için verilen bir mücadele olduğunu ve reformlar için en önde mücadeleyi sosyalistlerin vermek zorunda olduğunu savunur.Hareketin tartıştığı ikinci sorun, örgüt sorunu. Anti kapitalist harekette kendiliğindenlik ve örgütlülük bir arada. Devrimci gelenekte, örgüt sorunu üzerine en çok kafa yoran devrimci Lenin’dir. Lenin, mücadele eden unsurların bilinç ve deneyim derecelerinin eşitsizliğinden yola çıktı. Zaten böyle bir sorun olmasaydı, örgüt kurmaya gerek kalmazdı. Sistemin bir parçasına karşı sistemi reforme etmekle yetinenlerle, sistemin bütününe karşı onu devirme isteyenler aynı mücadele alanında hep bir aradadırlar. Merkezileşmiş bir düşmana karşı (Seattle polisi de, Cenova polisi de, ABD ordusu da gereğinden çok merkezidir) mücadele, “herkes eylem alanında canının istediğini yapsın”a bırakılamaz.(8)

Eylem, tüm katılımcıların inisiyatiflerini sonuna kadar kullandıkları tartışmadan sonra alınan merkezi karara uygun eylem birliği gerçekleşirse, kazanma şansına sahip olabilir. Bunun için, hareketin öncü, sistemin bütünün devirmek için mücadele eden aktivistleri, demokratik ilişkilerin üzerinde yükselen ama merkezi hareket eden devrimci bir parti etrafında birleşmiş olmalıdır. Bütün üyelerini bilimsel tartışmalara çeken aktivistlerin partisi, hareketin bütünün birleştirebilir. Lenin’in adından ayrı düşünülemeyecek olan Bolşevik Partisi, Lenin gibi despotik olmakla suçlandı. Oysa, demokrasinin son sınırına kadar işlediği ve sert tartışma ve bölünmelerin bir istisna değil bir kural olduğu başka hiçbir parti örgütlenmesi deneyimi yoktur. Üstelik, 20 yüzyılın bütün devrimci dönemlerinde bir tek Ekim Devrimi’nde işçi sınıfı ve ezilenler zafer kazanabildiler. Diğerleriyle Ekim Devrimi arasındaki fark, Rusya’da Bolşevik Partisi varken, diğerlerinde yoktu.

Anti kapitalistlerin diğer önemli tartışması ise, mücadelenin esas potansiyel gücünün ve alternatifin ne olduğudur. Bu bireysel şiddet mi, kitlesel mücadele mi, protesto eylemleri mi, sistemi kilitleyecek mücadeleler mi sorusunu da kapsayan bir tartışma. İşçi sınıfının kapitalist sistem içindeki çoğunluk ve kolektif üreten konumu, ona, kapitalistleri rahatsız edecek ama imha edemeyecek protesto eylemlerinin dışında, sistemi kilitleyebilecek ve çökertebilecek bir yeteneği de kazandırmaktadır. Küresel sermayenin şiddeti, ancak kitle hareketiyle durdurulabilir. Kapitalist sistem, özel çıkarlar için değil, bir azınlığın çıkarları için değil, toplumun büyük çoğunluğu için harekete geçme yeteneği taşıyan dev bir işçi ordusu yarattı. Anti kapitalist hareketin geleceği, tıpkı bugünkü savaş karşıtı kampanyanın kazanmasının bağlı olduğu gibi, tümüyle, örgütlü işçi sınıfının bu hareketin kopmaz bir parçası olmasına bağlıdır.

Alternatifin ne olduğu sorusunun yanıtı ise, bir kez daha Ekim Devrimi’dir. “Ekim Devrimi sadece geçmişimiz değil, geleceğimizdir de.” Anti kapitalist hareket, sekter olmayan, birleşik, enternasyonalist, doğrudan demokrasiye yaslanması ve militan nitelikleriyle, aşağıdan sosyalizm geleneğine çok uyumlu. Fakat hareketin bir çok militanı kendisine ne marksist ne de sosyalist demekte. Önyargılardan bağımsız bir bakış, küresel sermayenin barbarlığının çözümünün aşağıdan sosyalizm olduğunu gösterecek. Fakat, bunu göstermek, sosyalistlerin görevi. Sıradan insanların kapitalizme karşı eşitlik ve özgürlük mücadelesinin, sıradan insanların sosyalizm mücadelesinin Ekim Devrimi’nde cisimleşmiş ifadesi olarak leninizmin 21. yüzyıldaki gelişimi, anti kapitalist hareket içerisinde, yeni sol içerisinde kitlesel bir güce ulaşıp ulaşmayacağı tarafından belirlenecektir. Ama Rosa Lüksemburg gibi, geleceğin her yerde Bolşevizmin olacağından kuşku duymuyoruz.

• Şenol KARAKAŞ

1-Küreselleşme ve Direniş, sf 99’da aktaran Chris Harman, Z Yayınları, Nisan 2001

2- Özellikle bu sonuncusu televizyonlarda yeni gösterilen bir Lenin Belgeselinin temel motifiydi.

3- Bkz. Kapitalizmin en yüksek aşaması, Emperyalizm, Lenin, Sol Yayınları

4 -Tony Cliff, Endonezya Devrimi, sf 63, Z Yayınları, Nisan 2001

5 -Ya paranı, ya canını, Eric Toussaint, sf.14, Yazın Yayıncılık, Ekim 1999.

6 -Chris Harman, age. Sf 7.

7 -Alecs Callinicos, Anti kapitalist hareket ve devrimci sol, 7 Mart 2001 tarihli makale.

8- Seattle’da bir dizi tartışmadan sonra alınan karar. Bkz. Chris Harman, age.

Sosyalist İşçi Anti Kapitalist Kadın Özgürlüğü Troçkizm
DSİP Tartışma Forumu
IMF'ye Hayır! e-Grup