Başka
bir dünya, başka bir yaşam mümkün
Küresel
kapitalizmin aşılması üzerine tezler
Piyasaların
kendi mantığı ve işleyişinin, hiçbir otoritenin müdahalesi olmadan ekonomiyi
ve sosyal yaşamı en etkin bir şekilde düzenleyebileceği şeklindeki neo-liberal
görüşler, özellikle SSCB ve Doğu Bloku'nun çöküşü sonrası uzun bir süre
hakimiyetini korudu ve hatta işçi sınıfının örgütlü güçleri ve sol içinde
bile ideolojik izlerini bıraktı. İnsanlığın tarihsel ilerlemesinde en
ileriyi temsil etme iddiasındaki bu görüşler, aslında her şeyi metalaştıran
(hatta yaşamın yapıtaşlarından olan genleri bile ticari bir meta haline
getirmeye çalışan) sermayenin çıkarları doğrultusunda, çok küçük bir azınlık
için ilerleme anlamına geldiği, geriye kalan milyarlar içinse açlık, yoksulluk
ve ölüm olduğu gerçeği, geçtiğimiz son 20 yılda somut olarak gözler önüne
serildi. Küreselleşme karşıtları arasında, küresel kapitalizmin bu vahşi
yüzü konusunda bir fikir birliği var.
Ancak
iş küresel kapitalizmin hakimiyetinin nasıl aşılacağı, yoksulluğun, açlığın
ve savaşların nasıl sona ereceği ve bunu başaracak güçlerin ne olduğu
konusuna geldiğinde durum farklılaşıyor. Bu konuda bir fikir birliği sağlamak
bir yana, düşmanı tanımlamak konusunda dahi ortaklaşma söz konusu olamıyor.
Düşman
kim?
Küreselleşme
çok boyutlu bir süreç. Bu sürecin kültürel, sosyal ve ekonomik boyutları
var. Küreselleşme, bir yandan gelişen iletişim ve elektronik teknolojileri
ve bu teknolojilerin ortaya çıkardığı olanaklar sayesinde dünyayı küçülterek
ve yakınlaştırarak (asimile ederek) ilerleyen doğal bir sürecin adı. Ama
bunun yanı sıra küreselleşme, tüm zenginlikleri ve kaynakları küçük bir
azınlığın çıkarları doğrultusunda adaletsiz bir şekilde yeniden dağıtıyor.
Bu kapitalizmin ilk yıllarından bu yana hızlanarak ilerleyen bir süreç.
Aslına bakılırsa, küreselleşme karşıtlarına yakıştırılan bu karşı duruş
iddiası tümüyle yanlış olup, durum bunun tam tersi denilebilir.
Küreselleşme
savunucusu sanayileşmiş ülkelerin devletleri ve çokuluslu şirketler, Schengen
veya FTAA gibi dünyanın geri kalan kısmını dışında tutan kaleler inşa
ederek, kendi coğrafyalarındaki insanlarla milyarlarca yoksul arasında
"ekonomik göçmenler" ve ilticacılar gibi ırkçı ve suni ayrımlar
oluşturuyor. Dünyanın geri kalanındaki tüm kaynakları kendi çıkarları
doğrultusunda yönlendiriyor ve kendi hakimiyet alanlarındaki kaynakları
dünyanın geri kalanından kıskançlıkla saklayarak, küreselleşmeyi sadece
sanayileşmiş ülkelerin topraklarına hapsediyor. Ancak, sanayileşmiş ülkelerin
içine hapsedilen küreselleşme, yaşanan küreselleşmenin neo-liberal mantığı
gereği bu ülkelerin hakim sınıflarıyla, işçileri ve bir bütün olarak yoksulları
arasında da derin bir çelişki ve bu oranda çatışmaya yol açmaktadır. Bu
anlamda küreselleşme, sanayileşmiş ülkelerin işçi sınıfını ve yoksullarını
da dışarıda bırakan bir süreç olarak karşımıza çıkmakta.
İşte
bu birbirini bütünleyen, ama aynı zamanda çelişen ikili süreç nedeniyle
solun geniş kesimleri düşmanı tanımlamakta zorluk çekiyor. Düşman, milliyetçi
duruşa sahip ve sorunları sadece yerel bir pencereden yorumlayanların
ileri sürdüğü gibi küreselleşme değil, küresel kapitalizmdir.
Ancak küresel kapitalizm bizim coğrafyamızın dışında ve soyut bir şey
değil. Adından da anlaşılacağı gibi Türkiye'yi de içine alan küresel bir
hakimiyete sahip ve çıkarlarını küresel sermaye ile birlikte hareket etmekte
gören yerel sermaye unsurlarını ve bu politikaların uygulayıcısı devlet
yönetimindeki kadroları da kapsamaktadır. Bu nedenle, anti kapitalist
aktivistlerin sık sık başvurdukları bir slogan anlamlıdır: “Küresel
düşün, yerel hareket et!”
Küreselleşmeyi
belirleyen ve onu şekillendirmekte hakim olan, ekonomik alandaki ilişkiler
ve gelişmelerdir. Diğer tüm alanlardaki ilişkiler, ekonomik alanın belirlediği
sınırlar içinde ilerliyor. Ekonomik alanda ilerlemenin yönü ise, muazzam
kaynakları kontrol eden çokuluslu tekellerin, sanayileşmiş ülkelerin devletlerinin
ve uluslararası finans kurumlarının mutlak hakim olduğu, giderek artan
küresel bir entegrasyondur.
Sermayenin
merkezileşmesi sürecinin aynı zamanda ortaya çıkardığı politik etkiler
ve sonuçlar var. Bunu özellikle Afganistan savaşında somut olarak gözlemleme
olanağı elde ettik.
ABD'nin
suni olarak ortaya çıkardığı Taliban öcüsü, bölgede hakimiyet kurmada
ve dünya ölçeğinde hegemonyasını pekiştirmede işlev gördü. 11 Eylül saldırısının
ertesinde artan ABD saldırganlığındaki belirleyici unsur, ABD'nin ekonomik
ve askeri hegemonyasının artması, küresel kapitalizmin patronu olduğunun
altının bir kez daha çizilmesiydi. ABD'nin yanında veya karşısında saflaşma
bu hegemonya çatışması temelinde olurken, küresel kapitalizmin uluslararası
mekanizmaları da zaman zaman devreye sokuldu. Örneğin, ABD'nin saldırganlığına
omuz veren Pakistan ve Türkiye gibi ülkeler, IMF kredileriyle ve borç
ertelemeleriyle, Çin Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyeliği ve Rusya da NATO
içinde etkin rol elde etmekle ödüllendirildi.
IMF
ve DTÖ gibi uluslararası kurumlar, elbette çok uluslu şirketlerin (ÇUŞ)
çıkarlarının doğrudan aleti gibi görülemez. Ancak şu da bir gerçek ki,
bu kurumlar ABD'nin patron olduğu, Batı Avrupa ve Japonya gibi en güçlülerinin
çıkarlarını savunan ve uluslararası ilişkileri bu hiyerarşiye göre düzenleyen
yapılardır. Bu anlamda, bazılarının iddia ettiği gibi, uluslararası arenada
ulus-devletler üstü bir hükümet gibi davranmaları söz konusu olamaz.
Sermaye
bir ilişkidir
Anti
kapitalistler arasında küresel kapitalizmi, Pentagon'dan yönetilen bir
komplo gibi görme eğilimi oldukça yaygın. Bu karanlık güçlerin denetimindeki
düzen, zapt edilmesi imkânsız, küresel düzeyde sınır tanımaz, istediği
gibi cirit atan ve gittiği her yeri tahrip eden mutlak güce sahip ÇUŞ'lerin
hakim olduğu bir dünya olarak tasarlanıyor.
Ancak
kapitalizm, ÇUŞ'ler de dahil, onun kurumsal yapılarının toplamına indirgenemez.
Marks'ın da altını çizdiği gibi, kapitalizm bir nesne veya şey değil,
bir ilişkidir. Bu, en büyükleri de dahil içinde hiçbir sermaye öznesinin
tek başına denetiminde olmayan, rekabetçi bir birikim sürecidir.
Uluslararası
düzeyde entegre olan finans piyasaları, ekonomik küreselleşme süreçlerinde
merkezi bir rol oynamaktadır. Küresel kapitalizm içinde finans piyasalarının
bu artan oranda önem kazanan rolü, önde gelen sanayileşmiş ülkelerin yöneticilerinin
uyguladıkları yeniden yapılanma politikalarının sonucu olarak ortaya çıktı.
Finans piyasaları, küresel kapitalizmin önde gelen bir çok aktörlerini,
maksimum kâr elde etmek için amansızca mücadele eden, ancak içinde yer
aldıkları mücadele alanının koşullarına tabi olan yatırım bankaları, yatırım
fonları, spekülatörler ve merkez bankalarını, bir araya getiren ilişki
kümeleridir.
Kapitalizmin
kendisini yeniden üretmesi için gerekli koşullar, aynı zamanda onun sınırlarını
da tayin eder. Bu, onun yapısal olarak düzenlenebilir veya reforme edilebilirliğinin
sınırlarıdır aynı zamanda. Sermayenin kâr etmesinin önündeki her türlü
engel ve istikrarsızlık, sermayenin kaçmasına neden olur. Bu öyle güçlü
bir basınç oluşturur ki, ulusal devletin yöneticileri kaçınılmaz olarak
sermayenin aleyhine olan her türlü uygulamadan geri adım atmak ve sermayenin
taleplerini dikkate almak zorunda kalır. Bunun için karanlık odalarda
komplo kuran sermayenin genel kurmaylarına gerek yoktur.
Bütün
bunların gerçekleşmesi için gerekli olan tek şey, uygulanan politikaların,
tek tek sermayeler açısından bulundukları coğrafyayı terk ederek bir başka
istikrarlı limana sığınmalarını rasyonel kılan, kâr etmenin önündeki engellerdir.
Ancak bireysel olarak atılan bu adımlar, bir bütün olarak verili koşulları
bütünüyle istikrarsızlığa iter. Bunun sonuçları bir finansal kriz gibi
ağır sonuçlar doğurur. Bu durum bir kez ortaya çıktı mı, tek tek sermayeler
asla tek başlarına bu duruma karşı koyamaz, bu durumu iradi olarak değiştiremezler.
Aksi davranmaya çalıştıkları takdirde rakip sermayelerle içine girdikleri
rekabette zayıf düşme tehlikesi vardır (ki bu onların daha güçlü sermayeler
tarafından yutulmaları anlamına gelebilir). Bir başka ifadeyle, sermaye
piyasayı değil, tek tek sermayelerden bağımsız olarak, piyasa sermayeyi
belirler. Finans piyasasında hakim olan, küresel sermayenin işleyişini
esprili bir şekilde özetleyen iki kural söz konusudur. Birinci kural:
Diğerlerinin paniklememesi için elinden gelen tüm çabayı harca. İkinci
kural: İlk panikleyen sen ol!
Kriz
sadece sermaye birikim sürecini istikrarsızlığa uğratmakla kalmaz, aynı
zamanda emek ve sermaye arasındaki çelişkileri de gerer ve istikrarsızlığı
sınıf çelişkisi ve siyasi alanda da derinleştirir. Bütün bunlar, bir başka
açıdan bakıldığında, düzenin sorunlarının "iyi" yöneticilerin
iradesiyle veya yasal çözümlerle aşılamayacağını da göstermektedir. Bir
anlamda bu küresel kapitalizmin yumuşak karnıdır denilebilir.
Sermaye
ilişkisi karşıtını barındırır
Kapitalizm
sermayeler arasında basit yapısal bir ilişki değildir. Sermaye, tüm farklılıklarına
ve aralarındaki çelişkilere rağmen, bir bütün olarak doğrudan ya da dolaylı
bir şekilde kârın kaynağını oluşturan ücretli emeğe dayanır. Bu, sermayenin
ücretli emek ile içine girdiği çelişkili bir ilişki olup, aynı zamanda
kapitalist üretim tarzının karakterini ve dinamizmini de belirler.
Andre
Gorz gibi sosyal kuramcılar, üretimin giderek bireyselleşmesi doğrultusunda
ücretli emeğin sosyal öneminin ve örgütlü emek güçlerinin rolünün radikal
biçimde azaldığını ileri sürmekte. Oysa gerçek durum bu kuramcıların ileri
sürdüklerinden oldukça farklı.
1970'lerin
sonlarından bu yana, küresel kapitalizmin yeniden yapılanması süreçlerinde,
bu süreçler karşısında direnmeye çalışan işçi sınıfının yaşadığı yenilgilerin,
özellikle sanayileşmiş Batı ülkelerinde örgütlü işçi sınıfı güçlerini
gerilettiği bir gerçek.
Ayrıca,
artan uluslararası rekabet, bu yapılanmanın sermaye açısından kaçınılmaz
olarak süreceğini ve üretici güçleri daha uzun bir süre baskı altında
tutacağını gösteriyor. Ancak bunların hiçbiri, işçi sınıfının örgütlü
güçlerinin tarihsel rolünün ve öneminin azaldığını göstermez.
Öncelikle,
ücret üzerindeki bu ağır baskı ve ekonomik liberalleşme doğrultusunda
ortaya çıkan yaygın işsizlik basıncı, karşı bir direnişi de körükleyebilmektedir.
Bunun örneklerini 1995'de Fransa'da kamu sektöründe gerçekleşen ve milyonlarca
emekçinin katıldığı genel grevde, 1 Aralık 2000'de Türkiye'de Emek Platformu'nun
gerçekleştirdiği ve 1,5 milyon işçinin katıldığı genel direnişlerde ve
son olarak Arjantin’deki genel grev ve sokağa taşan öfkede gördük.
Öte
yandan, örgütlü güçleri çökertmeye ve atomize etmeye çalışmalarına rağmen,
çokuluslu şirketler, üretim süreçlerinde stratejik olarak konumlanmış
örgütlü işçilerin üretimi durdurma yeteneklerini azaltamamış, hatta bir
çok örnekte görüldüğü gibi işçilerin bu yetenekleri, uluslararası üretim
mekanizmalarının entegrasyonu sayesinde daha da artmıştır. İşçi sınıfının
örgütlü güçlerinin en çok geriletildiği ABD’de bile 1990'lı yıllarda,
General Motors ve bir kargo şirketi olan UPS gibi bir dizi çokuluslu şirket,
militan ve kararlı işçi eylemleri karşısında dize geldi.
Bunun
yanı sıra, küresel kapitalizmin motoru denilen ve işçi sınıfının örgütlü
güçlerinin rolünü azalttığı öne sürülen "Yeni Ekonomi", iddia
edilenin tersine, gerçekte sermayenin daha etkin direnişlere açık hale
gelmesinin önünü açmıştır. 2000 yılının Eylül ayında Fransa, İngiltere
ve diğer Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen "kamyoncu direnişleri",
temel olarak örgütlü işçiler yerine küçük üreticilerin eylemleriydi, ancak
Avrupa ekonomisine büyük darbe vurdu. Bunun başlıca nedeni "just-in-time"
(tam zamanında) gibi stokları düşük tutmaya ve bu sayede üretim maliyetini
düşürmeye yönelik üretim tekniklerinde yatıyor. Benzeri bir örnek olarak
da General Motors'da gerçekleşen bir grev verilebilir. GM'nin ABD'deki
bir fabrikasında yedi bin işçinin başlattığı bir grev, bu dev tekelin
ondan fazla fabrikasında üretimin durmasına yol açmış ve 100 binden fazla
işçinin işi bırakmasına neden olmuştu. Bu eylem, dönemin ABD ekonomisine
dahi negatif etki yapacak boyuta ulaştı. Tüm bunları başlangıçta sadece
yedi bin işçinin kararlı eylemi gerçekleştirebildi. Bu örneklerden de
görüleceği gibi, işçi sınıfının üretim araçları karşısındaki rolü, nicel
gücünün yanı sıra nitel olarak da artmaktadır. Uluslararası düzeyde entegre
olan üretim bantlarının herhangi birindeki bir aksama, sermaye açısından
tüm üretim sürecinde, eskisine göre çok daha ağır sonuçlar doğurmaktadır.
Örgütlü
emek güçleri ve anti kapitalist hareket
İşçi
sınıfının örgütlü güçleri, uzun bir süre, büyük ölçüde stalinizm ve sosyal
demokrat reformizmin de etkisiyle, kendilerini ekonomizm (ekmek) mücadelesiyle
sınırladılar. Öte yandan kadınların, siyahların, lezbiyenlerin ve eşcinsellerin
özgürleşmesi ve çevrenin tahribatının durdurulması gibi sorunlarla ilgilenen
"yeni sosyal hareketler", bir ölçüde sendikal hareketin mücadelesinin
kısırlığı nedeniyle, işçi sınıfının mücadelesini küçümsedi ve çoğu kez
de onunla rekabet içinde oldu.
Ancak
işçi sınıfının örgütlü kesimleriyle diğer sosyal hareketlerin bu karşıtlığı
bir süredir aşılmakta. Bunun başlıca nedeni, her iki kesimin de kendilerini
sınırladıkları kolektif mücadelenin giderek onları ortak bir düşman karşısında
birleştirmesi: Küresel kapitalizm. Seattle'da 100 bin anti kapitalistin
mücadelesinin önemi sadece DTÖ’nün toplantısını başarısızlığa uğratması
değil, aynı zamanda, Amerikan işçi sınıfının örgütlü merkezi güçlerini;
Teamsters, mekanikerler, liman işçileri ve otomotiv işçilerini, Üçüncü
Dünya'nın borçları ve çevre sorunları gibi meselelerle ilgilenen aktivistlerle
bir araya getirmesidir.
Bu,
her iki tarafın bir yandan kendi duruşlarını, öte yandan diğerlerinin
konumlarını ve motiflerini yeniden tanımladıkları bir gelişmeye tekabül
etmektedir. Bu duruşların karşılıklı yeniden gözden geçirildiği süreçte
muhtemelen Kuzeydeki işçiler, Güney’deki işçilerin kendi ücretlerini ve
çalışma koşullarını olumsuz etkileyen rakipler olarak görmek yerine, kendilerinin
de içinde bulundukları vahşi bir sömürü düzeninin çok daha kötüsünü yaşayan
müttefikleri olduklarını, düşmanlarının ortak olduğunu görebilecektir.
Öte yandan aktivistler de, işçi sınıfının örgütlü güçlerini muhafazakar
ve gerici görmek yerine, bu kesimin korumacı ve ulusalcı politikalara
eğimli, ancak küresel kapitalizmin aşılmasında gerekli kolektif ekonomik
güç anlamında potansiyel bir müttefik olduğunun bilincine varacaktır.
Bu
karşılıklı ilişkileri yeniden tanımlama süreci çok boyutlu, kırılgan ve
kolay tersine çevrilebilir. Her iki taraf aynı zamanda, değişmesini talep
ettikleri kurumlarla ilişkilerini reformlarla sınırlama potansiyeline
de sahip. Sendika önderlikleri, içinde oldukları ilişkileri tehdit eden
adımları atmamakta direniyor. Hareketin içindeki bir dizi farklı grubun
önderliği ise küresel kapitalizmi aşmaya yönelik devrimci bir çözüm yerine,
düzenin sınırları içinde reformları yeğliyor.
Ancak
unutmamak gerekir ki, önderliklerin reformist ve temkinli adımlarıyla,
tabandaki işçilerin ve anti kapitalist aktivistlerin militanlığı ve mücadele
isteği arasında zaman zaman ciddi farklılık söz konusu olmakta ve bu,
potansiyel olarak, tabanın devrimci fikirlere açıklığına işaret etmektedir.
Bu
hareketin potansiyelleri sadece önderliğin reformizmi ve ufkuyla sınırlı
değil. Hareketi var eden nesnel bir başka olgu; kapitalizmin reformlar
yoluyla daha adaletli bir sistem haline getirilemeyeceği gerçeğinin her
geçen gün daha somut olarak gözler önüne serilmesi de, hareketin tabanındaki
yüz binlerce militan aktivisti radikal mücadeleye itiyor.
Günümüzde
kapitalizmin reforme edilebilme sınırları giderek daralıyor. Milyarlarca
insanın açlık sınırının altında yaşadığı, yüz binlerce yoksulun açlık
nedeniyle ya öldüğü ya da hastalandığı bir dünya bu. Kâr hırsının her
gün binlerce hektar ormanı yok ettiği, küresel ısınmanın gezegeni bir
bütün olarak yok olmaya sürüklediği bir düzen.
İşte
tüm bu çıplak gerçekler, yaşam tarzı ve kültürel kimlik üzerinden politika
yapanlar da dahil, daha iyi bir yaşam ve daha temiz bir doğa için mücadele
eden her türlü kesime, kapitalizm karşıtı olmaktan başka bir seçenek bırakmamakta.
Bu nedenle küreselleşme karşıtları, mücadelelerinin doğası gereği anti
kapitalist olmak durumunda.
Nitekim
hareketin içinde en reformcu olanlar bile kendilerini anti kapitalist
olarak tanımlıyor. Hareketin en çok kullandığı sloganlardan biri: “Kapitalizm
öldürür, kapitalizmi öldürelim!”
Anti
kapitalist hareket, ağırlıklı olarak sanayileşmiş ülkelerde var olmasına
rağmen ulusötesi bir karaktere sahip. José Bové'nin popülerleştirdiği
sloganla "Dünyamız satılık değil" diyen küreselleşme karşıtı
bu hareket, kendisini bulunduğu coğrafyanın sorunlarıyla sınırlamayıp,
temel olarak Üçüncü Dünya'nın sorunları olan "borçların silinmesi"
ve "sınırların kaldırılması" gibi sorunlar uğruna da mücadele
eden enternasyonalist örgütlenme ve mobilizasyon yeteneklerine de sahip.
Alternatif
anti kapitalist hareketten çıkacak
Kapitalizmin
alternatifi tartışmalarında solun geniş kesimlerinin yaklaşımı ciddi bir
handikapa sahip. Bu kesimler neo-liberal piyasa fetişizmine karşı, eski
Doğu Bloku'nun uyguladığı bürokratik merkezi planlamayı tozlu raflardan
çıkararak önümüze sürüyor. Bunun karşısında küreselleşme savunucuları,
piyasanın belirlediği koşullarda arz ve talebe dayalı ekonomik sistemin
tek alternatif olduğunu iddia ediyor. Bu durum bizi, kapitalizmin neo-liberal
vahşi yüzüyle, bürokratik merkezi planlama ve o oranda insanların gereksinimleri
yerine, birikime dayalı ekonomik bir sistem arasında seçime zorlamaktadır.
Yıkılan
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku'nda uygulanan ekonomik ve siyasi rejimlerin,
en az serbest piyasa kapitalizmi kadar çevreyi tahrip ettiği, insanları
yoksulluğa ittiği, eşitsiz ve adaletsiz olduğu gerçeği bütün çıplaklığıyla
ortada dururken, bu rejimleri alternatif olarak sunmak, anti kapitalist
hareketin tabanıyla sosyalist fikirler arasına bir set çekmekten başka
bir anlam taşımamaktadır.
Bu objektif gerçek, aynı zamanda stalinist sol ile anti kapitalist
aktivistler arasındaki mesafeyi de açıklamaktadır.
Oysa
hareketin önünde duran alternatif, küçük bir azınlığın geri kalan büyük
çoğunluğu ezdiği bu iki seçenekle sınırlı değil. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin
olmadığı, doğanın tahrip edilmediği bir dünya; başka bir dünya mümkün.
Hareketi oluşturan bileşenlerin çok farklı gelenek ve yapılardan olması,
sahip oldukları ideolojik çeşitlilik (Yeşiller, sosyalistler, Üçüncü Dünyacı
görüşler, anarşistler…) ve zengin deneyim birikimi, hareketin içinden
alternatif üzerine bir çok model önerilerinin çıkabileceğini göstermektedir.
Bu çeşitliliği ve zenginliği içinde barındıran bir senteze ulaşmak, küresel
kapitalizmi aşan alternatifleri üretmek için, elbette sadece tartışmak
yetmeyecek. Kuramsal tartışmaları, pratik içinde sınayarak alternatifi
yaratmak mümkün olacak.
Anti
kapitalist hareketin doğrudan demokrasi konusundaki hassaslığı ve doğrudan
eyleme verdiği önem, bu alternatif arayışlarında başarıya ulaşılabileceğinin
bizce en önemli göstergeleri.
Devrimci
bir dönüşüm gerekir
Anti
kapitalist hareketin yukarıda değinilen alternatif arayışlarında başarıya
ulaşması durumunda dahi, önümüzde duran sorunlar bütünüyle çözülmüş olmayacaktır.
Tartışma konusu edilen küresel kapitalizm, temel olarak Amerikan tarzı
bir sermaye birikim modeli olup, bu model neo- liberal politikalar aracılığıyla
küresel düzeyde yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu durum, alternatif
tartışmasında daha adaletli ve insancıl bir başka kapitalist modelin olanaklı
olup olmadığı sorusuna kapıyı aralık tutmaktadır.
Böyle
bir soruya, küresel kapitalizme karşı olup da "Evet" diyeceklerin
sayısı hiç de azımsanmayacak çoğunluktadır.
Ancak
sorun basit bir düzenlemenin ötesinde, daha derinde yatmaktadır. Sorunun
temeli, insanları ve gezegenin kaynaklarını yok olma tehdidi ile karşı
karşıya bırakan bir şekilde işleyen sermaye birikim süreçlerindedir. Dolayısıyla
ilk olarak sermayenin bu mantığından kopmak ve insanların gereksinimlerini
öncelikle dikkate alan ve kaynakları demokratik bir denetime açan bir
başka alternatif gerekmektedir. Kapitalizme karşı mücadele tarihinde,
böyle bir alternatif arayışı uğruna verilen mücadele geleneğinin adı 'sosyalizm'dir.
SSCB ve Doğu Bloku'nda bürokratik baskıcı rejimler, yıkılana kadar bu
kelimenin içini boşaltmaya çalışmış olsa da, günümüzde kapitalizmi aşmak
söz konusu olduğunda aşağıdan sosyalizm geleneği, anti kapitalist hareketin
taleplerini bütünüyle kapsayan bir alternatif anlamına gelmeye devam ediyor.
Küresel
kapitalizmi ve sermayenin mantığını aşacak böylesine radikal bir alternatifi
hayata geçirmenin oldukça çetin bir mücadele olacağı ortada.
Daha
somut söylersek bu, kelimenin gerçek anlamıyla bir devrimi, bir başka
deyişle, toplumun bütünüyle dönüştürülmesini, bir sosyal düzenin bir başkasıyla
değiştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Kapitalizmin
bir önceki yüzyılda insanlığa yaşattığı karabasanı bir kez daha yaşamamak
ve 21. yüzyılda bir başka dünya yaratmak ancak böyle mümkün olacaktır.
Unutma: “Kapitalizm öldürür, kapitalizmi öldürelim!”
•
F. Levent ŞENSEVER
|