| ANA SAYFA | SON SAYI | ADRESLER | LİNKLER | ARŞİV |

>> Sayı 08 • Mart-Nisan 2002

 

 

Küreselleşme, kriz ve savaşlar

İmparatorun dönüşü

Dünyanın iki süper güç arasında bölünmüşlüğünün ifadesi olan Berlin Duvarı'nın çöküşü ve 'Soğuk Savaş' döneminin sona ermesiyle birlikte dile getirilmeye başlanan 'yeni dünya düzeni' söylemi, gerek sağ, gerekse sol entelektüel çevrelerde oldukça etkili oldu ve izler bıraktı. Sağdaki düşünürlerden Samuel Huntington yeni düzenin dinamiğini İslam, Hristiyanlık ve Doğu Avrupa Ortodoksluğu arasındaki 'medeniyetler çatışması' olarak tanımlıyor; küreselleşme savunucuları, serbest piyasanın insanlık için geri dönülmez bir şekilde ilerlemeyi ifade ettiği görüşünün yanı sıra, küresel sermayenin hakimiyeti ile savaşlar arasında bir karşıtlık olduğu tezini öne sürüyordu. Bu görüşler, marksist emperyalizm kuramının anti tezi niteliğindeydi adeta.

Solda, düşünceleri son yıllarda en çok tartışılır olan Negri, küreselleşmenin ulus-devletin önemini azalttığını, küresel, öznesiz, merkezi olmayan bir iktidar ağı; yeni bir 'imparatorluk' kurulduğunu ve sosyal değişimlerin aracı olarak sınıf mücadelesinin yerini bir dizi merkezi olmayan çoğulculuğa dayanan hareketlerin aldığını ileri sürüyordu.

Tüm bu düşünceler, içinde yaşadığımız savaşlar ve küresel krizle birlikte ele alındığında, emperyalizmin yeni bir evreye girip girmediği, küresel sermayenin krizlerinden kaçıp kaçamayacağı ve çağdaş dünyada ulusal güçler arasındaki gerilimlerin aşınıp aşınmadığı gibi bir dizi soruyu gündeme getiriyor.

Uluslararası işbölümü

Kapitalizm, sadece üretilen malların uluslararası piyasalarda satılmasından dolayı değil, aynı zamanda üretim bantlarının da ulusal sınırların ötesinde örgütlenmesinden dolayı uluslararası bir sistem olma özelliğini taşıyor.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Batı'da tekeller üretimlerini bir coğrafyada gerçekleştirirken, hammadeler ve piyasalar ise başka coğrafyalarda yer alıyordu. Oysa bugün durum çok farklı. Piyasalar, insanlık tarihinde hiç bu kadar entegre olmamıştı. Çok az sayıda tekel, hammadeleri, küresel piyasaları ve uluslararası düzeyde örgütlenmiş olan üretim bantlarını doğrudan kendi denetimleri altında tutuyor. 21. yüzyılın başında iki şirket, dünya kahve piyasasının %80'inini, dört şirket, dünya tütün piyasasının %87'sini ve iki şirket, dünya sivil uçak üretiminin %95'ini denetliyordu. Dünyanın en büyük 200 şirketi, dünya ekonomik faaliyetinin üçte birini kontrol ediyor. Dünyanın 100 büyük ekonomisi içinde 51 çokuluslu şirkete karşılık, sadece 49 tane ulus devlet ekonomisi yer alıyor.

Çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) yükselen bu ekonomik güçleri, gerek uluslararası alanda, gerekse ulusal düzeyde politik ve ekonomik etki alanlarını artırmalarını sağladı. ÇUŞ'lerin ekonomik ve politik etkinlik alanlarının genişlemesi, bu şirketlerin giderek ulusal devletlerin rollerini üstlendikleri, ulusal iktidarlardan daha güçlü bir 'iktidar ağı' oluşturdukları ve dünyaya hükmettikleri şeklinde yorumlanıyor. Oysa duruma yakından bakıldığında, özellikle son yıllarda bu görüşleri doğrular nitelikte gelişmelerin yaşanmadığı görülecektir.

Askeri küreselleşme

Kapitalizmi sadece para ilişkisi olarak görmek yanıltıcı. Kapitalist dünya aynı zamanda, birbirine rakip emperyalist güçlerin hammaddeler ve piyasalar üzerinde hegemonya kurmak için kıyasıya rekabet ettikleri bir alan. Bu nedenle askeri ve politik küreselleşme, ekonomik küreselleşmenin başarısının olmazsa olmaz önkoşulunu oluşturuyor.

Küreselleşme, ÇUŞ'lerin ve uluslararası finans kurumlarının gücünü olağanüstü artırırken, bu kurumların politikalarının hakimiyeti, arkalarındaki çok güçlü devlet aparatlarının sağladığı olanaklarla mümkün olabiliyor. 

ABD ve diğer emperyalist devletlerin hakim sınıfları ve yöneticileri, IMF, Dünya Bankası (DB) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası finans kurumlarının politikalarını belirleyen güçler. ABD, IMF'de %17'lik bir oy hakkına sahip. G7'lerin IMF'deki toplam oy oranı %45. ABD'nin DTÖ'de sürekli delege sayısı 250'yi bulurken, dünyanın en yoksul 35 ülkesinin hiçbir delege hakkı yok.

Uluslararası kurumlar, Amerikan tarzı kapitalizmin küresel düzeyde şekillenmesinin araçları haline gelirken, özellikle ABD, Avrupa, Japonya, Rusya ve Çin gibi emperyalistler arasındaki çıkar çatışmalarının sonucu olarak şekilleniyor. NATO, zaten uzun bir süredir ABD liderliğindeki  Batı kapitalizminin güvenlik kolu olarak işlev görüyordu.

Ancak bu kurumların hiçbiri, kendilerini şekillendiren ulus devletlerin otoritesini geriletecek bir konuma ulaşmadı. Tam tersine, ulus devletlerin politik ve askeri güçlerinin uluslararasılaşması, bir başka deyişle uluslararası düzeyde etkinliğinin artması yönünde bir gelişme yaşandı.

Alman askeri kuramcı Clausewitz'e göre savaş, politikanın farklı araçlarla devam etmesinden başka bir şey değil. Birbirine rakip egemen gruplar, daha önce teknik gelişmeler, reklamlar, fiyat kırmalar ve kotalar gibi araçlarla ticari alanda kıyasıya rekabet ederken, bir aşamada, 'evrensel değerler' ve 'terörle savaş' gibi söylemlerin arkasında, silahlı güçlerini kullanarak rekabeti bir başka boyuta taşıyor. Bu kez cep telefonları, bilgisayar ürünleri veya yeni model arabalar yerine, füzelerini ve tanklarını rekabet alanına sürüyor. Sonuç değişmiyor, piyasada egemen olma amacı için farklı araçlar kullanılıyor.

Küresel kriz

Küreselleşen askeri politikalarla, günümüzde yaşanan küresel ekonomik krizin çakışması bir tesadüf değil. Her ikisi de, küresel kapitalizmin karakterinin birer parçası. Küresel kapitalizm son 25 yılda dördüncü büyük krizini yaşarken, ABD'nin 2003 yılı için bütçesinde askeri harcamalara ayrılan pay 379 milyar dolara (Türkiye GSMH'sinin 2.5 katına) çıkarıldı. Bu, son yirmi yılın en büyük artışı. Bush bütçeyi, 'Bizim başlatmadığımız, ancak kazanmak zorunda olduğumuz bir savaş planının' parçası olarak tanımlıyor.

1990'lı yıllar boyunca ortalama %7 ve 2000 yılında %12 genişleyen küresel ticaretin büyümesi, 2001 yılında durma noktasına geldi. Küreselleşmenin önemli ölçütlerinden biri olan doğrudan dış yatırımların, 2000 yılındaki 1.3 trilyon dolarlık düzeyi, 2001 yılında yarı yarıya geriledi. Bu durumu bazı iktisatçılar 'küreselleşme döneminin sonu' olarak yorumluyor.

Küresel kriz, son yıllarda 'yeni ekonomi' ve küreselleşen ticaret gibi nedenleri öne sürerek, kapitalizmin krizlerini, 'üretim fazlası' ve 'kâr oranlarında düşme eğilimi' gibi yapısal sorunlarını aştığı şeklindeki görüşlere de büyük darbe indirdi. Küresel kapitalizm klasik anlamda bir üretim fazlası krizi yaşıyor. Aralık ayında sanayi üretimi sırasıyla ABD'de %5.8, Japonya'da %15.3, Almanya'da %3.5 ve İngiltere'de %4.6 geriledi.

Son yılların en başarılı ekonomilerinden biri olan ABD'de işletmelerin karlarında, 1930 Bunalımı'ndan bu yana en büyük düşüş gözleniyor. 1997 yılında %12.5 olan kârlılık artış hızı, 2000 yılı sonu itibariyle %9'a geriledi. 2001 yılının üçüncü çeyreğinde kârlarda %13'lük bir düşüş söz konusuyken, 11 Eylül saldırısı ertesinde %22'ye ulaşan düşüş, yılın son çeyreğinde % 15 olarak gerçekleşti. Kâr oranlarında düşüşün yanı sıra, üretkenlik artışında da büyük düşüşler söz konusu. ABD ekonomisinde, 2001 yılında %2.2 olarak gerçekleşen üretkenlik artışı, 2002 başında %1.4'e geriledi.

1980'li ve 1990'lı yıllar boyunca olağanüstü boyutlarda kaynakların yoksul ülkelerden, emperyalist ülkelere ve emekçilerden, sermaye kesimine aktarılmasının mekanizması olan borçlar, bugün küresel kapitalizmin karşısında pimi çekilmiş bir bomba olarak duruyor. 140 milyarlık borcuyla, kapitalizmin tarihinin en büyük borç krizini yaratan Arjantin pimi çekti. Sorun sadece Üçüncü Dünya ülkeleriyle sınırlı değil. Eylül sonu itibariyle ABD'li şirketlerin borçlarının toplamı 4.9 trilyon dolara (Türkiye GSMH'sinin 32.5 katı) çıkarak, kârlarının 6 katı bir değere ulaştı. Japonya'nın kamu borçlarının toplamı, GSMH'nin %140'ını, ABD'nin kamu borçları toplamı ise GSMH'nin %106'sını oluşturuyor.

Amerikan emperyalizminin önünde duran en büyük handikap, askeri olarak dünyanın tek süper gücü olmasına karşın, sürekli tekrarlanan ve tüm küreyi istikrarsızlığa ve belirsizliğe sürükleyen ekonomik krizleri aşacak ve küresel piyasaları yeniden düzlüğe çıkaracak ekonomik olarak etkin bir güce sahip olmaması. Bu nedenle Bush yönetimi, çıkışı küresel askeri hegemonyasını artırmakta görüyor.

'Şer' politikası

'Soğuk Savaş' dönemi boyunca ABD dış politikasının tüm hedeflerini SSCB'yle olan hegemonik rekabetine göre belirledi. Demokrasi, insan hakları ve ekonomik gelişmeye yönelik tüm öncelikler ve politikalar, bu iki süper güç arasındaki rekabete dayalı merkezi politikaya tabii olarak şekillendi. ABD yönetimleri, bu politikalar doğrultusunda dünyanın bir çok yöresinde diktatörlerle işbirliği yapıyor, CIA ve bir çok kontrgerilla örgütlerinin yasadışı pratiklerini meşru görüyordu.

Bugün de Bush ve ekibi, 'terörizmle savaş' söylemi arkasında, böylesine temel bir strateji ekseninde adımlar atıyor. Bush, 29 Ocak'ta Kongre'de yaptığı bir konuşmada, Reagan'ın eski SSCB için yaptığı 'şer imparatorluğu' tanımlamasından ödünç alınmış olan, dünya barışını tehdit ettiğini ileri sürdüğü bir 'şer ekseni'nden bahsetti. Konuşmanın iki önemli yanı vardı. Birincisi, konuşmada Irak, Kuzey Kore ve İran doğrudan hedef gösterildi. Bu ülkelerin 'silahsızlandırılmasının' ABD'nin merkezi dış politikasını oluşturacağı net bir şekilde ifade edildi. Konuşmanın ikinci önemli yanıysa, bu politikanın bir dizi 'tartışılmaz talepler'in yerine getirilmesi yoluyla uygulanacağının vurgulanmasıydı.

Bunlar, hiçbir ülkenin itiraz edemeyeceği ahlaki değerler: 'Yasaların egemenliği'... kadına saygı.. dini inançlara tolerans...' Burada amaç açık. Talepler ne kadar soyut olursa, yerine getirilip getirilmediği konusunda başvurulacak kriterler de o kadar sübjektif olabilecek. Böylece Bush'a hedef belirlemede geniş bir esneklik sağlarken, bir çok ülkenin üzerinde de basınç oluşacak.

ABD'nin bu askeri seçenekleri tırmandıran ve tüm dünyayı 'terörizm' sopasıyla kendi arkasında sıraya sokma politikası, diğer emperyalist devletler tarafından pek de hoş karşılanmıyor. Emperyalist devletler istikrar konusunda anlaşmalarına karşın, istikrarın nasıl sağlanacağı konusunda aynı fikirde değil. Avrupa Birliği Komisyonu'nun Uluslararası İlişkiler Komiseri Patten, 'Afganistan zaferi, ABD'de tehlikeli dürtüler yarattı' derken, Almanya Dışişleri Bakanı Fischer, 'Bush yönetimi müttefiklerine uydu muamelesi yapıyor' diyor. Ancak Bush yönetiminin bu tepkilere pek de kulak asmayacağı ortada. Nitekim Başkan Yardımcısı Dick Cheney, 'Amerika'nın bu davada dost ve müttefikleri vardır, ancak bu davanın başını ancak biz çekebiliriz. Dünyayı, zaptedilmesi zor ve destekçisi bol bir düşman karşısında bu göreve biz sevk edebiliriz. ABD, sadece ABD bu görevi zafere ulaştırabilir' diyerek, sıcak savaş stratejisinde kararlı olduklarının altını bir kez daha çiziyor.

Bu noktada durup, ABD'nin 'şer ekseni' temelindeki politikaların miladına bir göz atmak zorunlu. Çünkü bu polikaların miladı konusundaki yaklaşım, solu da içine alan bir kesimin ABD'nin 'terörizmle savaş'ını meşru görmesine veya ABD emperyalizmiyle 'terörist' odak olarak tarif edilen siyasi İslam arasında eşit mesafede durulmasına yol açıyor. Bu durum, ABD emperyalizminin hegemonya savaşına karşı etkin ve net bir karşı duruşun önünde önemli bir engel oluşturuyor.

11 Eylül milat mı?

Milat, 11 Eylül saldırısından çok önceye, 1989 yılına, Berlin Duvarı'nın yıkılışına kadar geri gidiyor. SSCB'nin dağılma sürecine girmesi, ABD'nin bu eski süper gücün etki alanlarında hegemonya savaşını başlattı. Özellikle Hazar Denizi havzasındaki petrol ve gaz rezervlerinin denetimi, çok kutuplu bu yeni dönemin önemli stratejik hedefi durumuna geldi. Bu yöredeki petrol ve gazın dünya piyasalarına istikrarlı bir şekilde ulaştırılması sorunu, Batı'nın hakimiyet alanının dışında kalan İran ve Rusya'yı by-pass eden alternatif hatların önemini artırdı. Balkanlar bu anlamda Kafkaslar'ın Batı'ya açılan kapısı olarak önem kazandı. Bu stratejinin bir parçası olarak Kosova Savaşı, ABD'nin askeri olarak Balkanlar'a yerleşmesinin önünü açtı.

'Terörizmle savaş' söylemi arkasında Afganistan'a karşı gerçekleştirilmiş olan savaşın, Kazak ve Türkmen petrollerinin küresel piyasalara ABD emperyalizminin kontrolü altında ulaştırılmasında olduğu gibi, Irak, İran ve Kuzey Kore'yi hedef gösteren 'şer eksen'li politikalar da bu stratejinin bir parçası. Bu politikalar adım adım ABD'nin Balkanlar ve Ortadoğu'dan sonra, Asya'ya da askeri olarak yerleşmesini sağlıyor.

11 Eylül saldırısı bu politikaların uygulanması için sadece daha elverişli bir zemin hazırladı. Nitekim Bush 1999 yılı eylül ayında yaptığı bir seçim kampanyası konuşmasında: 'Barışı sağlamanın en iyi yolu, savaşı bizim belirlediğimiz koşullarda yeniden tanımlamaktır.' diyor ve Pentagon'u 'geleceğin savaşlarına uygun şekilde donatacağı' konusunda söz veriyordu.

Karanlıktan çıkış

Önümüzde duran sorunların çok büyük kısmının kaynağı, küresel sermayenin programının kendisi. Ancak, küreselleşme verili koşulları ve yapıları parçalayıp, aşındırarak ve küresel düzlemde yeniden yapılandırarak, sadece eşitsizliği ve çatışma potansiyellerini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda, dünya proletaryasının küresel kurtuluşunun önkoşullarını da oluşturuyor. Bir başka deyişle küreselleşen sadece kriz ve askeri seçenekler değil, aynı zamanda yoksulluk ve o oranda da ezilenlerin isyanı.

Böyle bir dünyada sermaye, emperyalizm ve savaş arasındaki bağıntıyı kuran, fazlasıyla karanlık ve karışık görünen bu dünyayı bütünlüklü bir şekilde açıklayabilen; herşeyden önemlisi, bu sorunların tümünü birden aşmak için gerekli mücadelenin kılavuzu olacak fikirler, bugün her zamankinden daha önemli. Bu anlamda, sermayenin savaşlarına karşı mücadele geleneği ile donanmış aşağıdan sosyalizm fikirleri, bize önemli bir avantaj sağlıyor.

Ulusal devletlerin rollerinin aşındığını ileri sürenlerin dünyasında, küresel sermayeye karşı mücadele için yoksullar ve işçiler silahsızlanmıştır. Birbirleriyle kıyasıya rekabet içindeki emperyalist devletlerin yerine, öznesinin ayağını nereye bastığı belli olmayan bir 'iktidar ağı'na karşı mücadelenin zemini yoktur. Şayet Negri'nin ayak izlerini takip ederek, 'ulusötesi kapitalist bir sınıfın' yükselmekte olduğu tespitiyle hareket ederseniz, o takdirde 'heryerde' ve 'hiçbir yerde' olan 'iktidar ağına' karşı soyut bir anti emperyalizm söylemiyle yetinebilirsiniz.

Elbette düşmanı tespit etmek tek başına yeterli değil. Alman marksisti Karl Liebhneck'in, enternasyonalizmin doğrudan ifadesi olarak 'asıl düşman içeride' saptaması, günümüzde de nerede, kime karşı ve nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini, kısacası mücadele hattını somut bir şekilde ifade ediyor. Emperyalizme karşı etkin ve doğru bir mücadele, öncelikle Türkiye yönetici sınıfının savaş kışkırtıcılığına ve savaştaki aktif rolüne karşı bir mücadeleyi gerektirir. Bu eksende bir mücadele, küresel sermayenin savaşlarına karşı doğru tavır olmasının yanı sıra, milliyetçiliğe ve şovenizme karşı mücadele için de en etkili ve doğru olanıdır.

Krizin, küresel kapitalizmin ve sermayenin krizi olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Lenin'in 'tarihsel dönemeçler' olarak tanımladığı, düzende aniden patlak veren krizler, Arjantin'de ve Türkiye'de olduğu gibi egemenlerin yönetemediği durumlar ve ortaya çıkan istikrarsızlıklar iyi kavranır ve böylesine durumlar için hazırlıklı olunursa, günümüz dünyasının devrimcilere beklenmedik olanaklar sağlayabileceğini unutmamak gerekiyor. Küresel kapitalizme karşı duran güçlerin ortak düşmana karşı mücadelesi, küresel krizin ortaya çıkardığı nesnel durumla birlikte, bugün her zamankinden daha fazla küresel.

• F. Levent ŞENSEVER


Kriz vuruyor:

Japonya

Amerikan Ekonomik Strateji Enstitüsü Başkanı Clyde Prestowitz'e göre, "Japon ekonomisi 1930'lardakine benzer bir bunalıma çok yakın". Dünyanın ikinci en büyük ekonomisi olan Japonya, on yıl içinde üçüncü durgunluğuna girdi. 2002 Ocak ayında şirket iflas sayısı, bir yıl öncesine göre %19,3 artmıştı. İşsizlik oranı Aralık ayında %5,6'ya ulaşarak rekor kirdi. Tokyo borsası son üç yılda yari yarıya değer kaybetti. Japonya'nın en büyük 15 bankası 31 Mart'ta biten mali yıl sonu itibariyle 17 milyar dolar kaybetmiş olmayı beklediklerini açıkladılar. Japonya Bankası'nın 12 Şubat'ta yaptığı açıklama, artan deflasyon, çökmekte olan bir emek piyasası ve zorlaşmakta olan gelir koşulları ile, durumun daha da kötüye gideceğinin habercisi oldu. Mali piyasalardaki krizi çözmek için batik borçların temizlenmesi gerekiyor, ancak bu da 3-4 milyon kişinin daha işsizler saflarına katılması demek. Japonya'nın kamu borçları, genel devlet gelirlerinin %465'ine, gayri safi milli hasılanın ise %140'ına ulaşmış durumda.

Japonya'da artık sık sık şu şaka yapılıyor: "Arjantin ile Japonya arasındaki fark nedir?" "İki yıl".

Almanya

Almanya, Avrupa Birliği'nin en güçlü ekonomisi ve durgunluğa giren ilk büyük Avrupa ekonomisi. Ortalama işsizlik, 2001'de 3,85 milyon iken, 2002'de 4 milyonun üzerinde. Bütçe açığı ise, Avrupa Birliği'nin Almanya'yı uyarmasını gündeme getiren bir boyuta vardı: 2001'de gayri safi milli hasılanın %2,3'ü iken, 2002'de gayri safi milli hasılanın %2,7'sine ulaşması bekleniyor. 1997'de imzalanan İstikrar ve Büyüme Paktı'na göre, ortak para birimine geçen ülkelerin, bütçe açıklarının gayri safi milli hasılalarının %3'ünün üzerine çıkmasına izin vermemesi gerekiyor. Almanya'nın bu resmi uyarıdan kaçması ise, kendileri de ekonomilerinden ötürü "sarı kart" görmeyi bekleyen Fransa, İtalya ve Portekiz'in desteği ve mevcut küresel ekonomik yavaşlamaya rağmen bütçe açığını 2004'e kadar kapatmayı vaad etmesi sayesinde gerçekleşti.

Yapılan iş araştırmaları, Almanya'daki şirketlerin istihdam ve yatırım planlarının karamsar bir tablo çizdiğini gösteriyor. DIHK (Ticaret Odaları Konfederasyonu) genel müdürü Martin Wansleben, büyüme tahminlerini genel ekonomi için sadece %0,5 olarak ortaya koyarken, Doğu Almanya'daki ekonominin hiç büyümeyeceğini öngörüyor. Almanya'nın geçen yılki büyüme hızı ise %0,7 idi.

Fransa

Fransız hükümeti, büyüme hedefini resmi tahminlerin tam bir puan gerisine çekerek %1,5 olarak açıkladı. Bu, büyümede oldukça hızlı bir düşüşü ifade etmekte. Bu durumda, 2001 yılında gayri safi milli hasılanın %2,4'ü olan bütçe açığının, bu yıl %2,6-2,7'ye çıkması bekleniyor. 2001 Aralık ayında Fransa'nın sanayi çıktısı %0,9 azalırken, üretim çıktısı ise %1,3 daraldı. Fransız sanayisinin açıkça durgunluğa girmiş olduğu görülüyor.

 

Sosyalist İşçi Anti Kapitalist Kadın Özgürlüğü Troçkizm
DSİP Tartışma Forumu
IMF'ye Hayır! e-Grup