Temmuz 2003 :S/Y Lolita ile Ege'nin Kiklad(Cyclades) adalarına seyrimiz
  

     5 Temmuz 2003 Cumartesi günü Fenerbahçe'den ayrılırken yeniden Ege'ye açılıyor olmaktan dolayı hem neşeli, hem de son derece keyifliyiz. Eşim ve iki kızımızla gerçekleştirdiğimiz Ege seyirleri artık Lolita isimli yelkenli yatımız ve bizler icin her yaz tekrarladığımız bir gezi/tatil klasiği haline geldi.  Bu kez rotamızı Ege' nin orta sularında yer alan Kiklad(Cyclades) adaları olarak planladık. Bu yazıyı bu adalarla ilgili özet bilgiler vermek, buralara dümen tutmayı düşünen dostlarımıza yeni bilgiler sunmak üzere hazırladım.  Pek çok macera ve aksilik buralara gitmeyi düşünen arkadaşlarımızın kulağına küpe olacak cinsten :-))

   
Rotamız Istanbul  - Asmalı (65 mil) - Bozcaada (104 mil) - Midilli / Mythilini (59 mil) - Plomari (24  mil) - Psara (47 mil) - Batsi / Andros (66 mil)  - Tinos (30 mil) - Mykonos (9 mil) - Naoussa / Paros (19 mil) - Naxos (10 mil) - Aya Krikos / Ikaria (55 mil) - Cesme (55 mil) - Ayvalık (70 mil) - Bozcaada (47 mil) - Şarköy (79 mil) - Silivri (68 mil) - Istanbul (38 mil) olup 30 günde toplam 840 mil yol katettik. Bu sene rüzgarlarımız fazlasıyla şiddetli, denizler geçen senenin aksine sert dalgalı.  Durum böyle olunca, pek çok ilki bir arada yaşamak durumunda kaldık.  Tamamı yaşayarak edinilen tecrübeler dizisi olarak görülecek bir seyir.

    Daha yola çıktığımız günün akşamı Asmalı'ya vardığımızda kıçtankara yanaştığımız yerde bulunan bir taşa dümen palasını hafifçe vurup ufak çapta zedelenmesine yol açtıktan sonra, daha güvenli bir yere bağlandık. Bütün gece kuzeyden pruvamızdaki dağın üzerinden tepemize kuvvetli bir yıldız rüzgarı iniyor. Huzursuz bir şekilde yatıp, sabah uyandığımızda ise yağmur, rüzgar ve dalga ile karşılaşıyoruz. Dışarısı uçuyor. Ama daha 2.günden pes etmek yok. Demiri toplayıp yola düşüyoruz.. Şarköy önlerinde hava sakinliyor ve hızla Çanakkale Boğazı'nı geçiyoruz. Dostumuz Ertan Çetinkaya'nın işlettiği Çanakkale Marina'dan yakıtımızı ve suyumuzu doldurduktan sonra akşamüzeri Bozcaada'da liman sorumlusu Şerifali ve arkadaşları limanda bizi karşılıyor. Dostlarla bir yıl aradan sonra yeniden buluşmak çok güzel. 

    3. gün erken saatte Bozcaada'dan demir toplayıp, liman dışında yelkeni basarken, önceden bağlayıp unuttuğumuz bir 2.camadan düğümü ana yelkenimizin tam da 2. camadan hattından yırtılmasına neden oluyor. Hadi hayırlısı deyip biraz şaşkın, biraz da keyifsiz yola devam diyoruz. Deniz Babakale'yi dönerken sakin, akşam üzeri Midilli önlerinde N/NW esmeye başlıyor.  Biz de ana yelkeni tamir etmek üzere kapalı tutup, motor ve genoa ile aşağıya iniyoruz. Yunan karasularina girdiğimizde her zamanki gibi Yunan bayrağını sancağa, akşamüzeri
Midilli limanına vardığımızda karantina bayrağını da iskeleye çektik (Ülkeye giriş ve transit log ilşe ilgili bilgiler geçen sefer yazdığımdan farksız  olduğundan bu konuları bir sene önceki gezimizin seyir notlarında bulabilirsiniz.) Burada yegane fark, beraber seyir yaptığımız kişilerin mürettebat olmadığını, aile üyeleri olduğunu belirtmek anlaşıldığı kadarı ile minik bir mali avantaj sağlıyor. Limanda rutin işlemlerimizi 2002 yılında olduğu gibi yaptıktan sonra aynı şekilde elektrik ve su alıyoruz.  Ertesi gün hedef Plomari, tanıdık bir liman daha. Yolda bir - iki yüzme molasından sonra erken saatte Plomari'ye varıyoruz. Geçen seneki gibi elektrikte, su da bir problem, neyse idare edeceğiz artık. Asmaaltı bir restoranda akşam yemeğinden sonra yarın ki uzun seyir için erkenden yatıyoruz. 

    9 Temmuz sabahı SW yönüne, Sakız'ın batısında yer alan Psara adasına doğru dümen tutuyoruz. Deniz sakin, rüzgarsa kuzeyden hafif hafif esiyor. Bir müddet sonra Turkcell bağlantımız kesiliyor ve ardından Türkiye sahilleri de görünmez oluyor. Açık denizde artık yanlızız. Midilli geride bir gölge haline dönüşüyor. Psara adasının önlerine gelince kimsenin olmadığı bakir bir koyda keyifle denize giriyoruz. Bende fırsattan istifade edip, deniz suyu filtresini ve mazot/su ayıracını temizliyorum. Ne var ki acemilikten mazot/su ayıracını temizledikten sonra yakıt girişinin musluğunu açık bırakacağıma kapatıyorum. Hal böyle olunca yeni bir aksilik bizi bekliyor. (Ah kafa -
Never touch a running machine - kuralını çiğnersen başına bu da gelir, daha beteri de... ) Ada burnumuzun dibinde ama motoru çalıştırmamla stop etmesi bir oluyor. Çaresiz genoa'yı açıp, limana gireceğiz. Ekibe alarm veriyorum. Herkes iş başına. Ben dümendeyim, Tijen genoayı kontrol edecek, Ceyda'da demir atacak, Beste yardıma hazır alesta bekleyecek. Daha evvel denemediğimiz bu sınavı zorlansakta başarıyla verip, Psara'nın dış limanına önce demir atıp, sonra da bot yardımıyla kıçtan kara bağlanıyoruz. Problemin hakkından bir türlü gelemeyince (çünkü musluktan şüphelenmiyorum bile) liman polisinin yardımıyla ve biraz da şansımızla bir usta buluyoruz. Şansımız var, zira usta Sakız'dan buraya kırk yılda bir bütün problemli motorları elden geçirmeye gelirmiş. İşte böyle bir motor ustası.  O akşam topu topu 250-300 kişinin yaşadığı bu sakin(!) adanın limanındaki 2 restoranından birinde (biri hınca hınç dolu, diğeri bomboş - biz de dolu olanına gidiyoruz.) Fagri (Mercan) balıklarını afiyetle yedikten sonra uykuya çekiliyoruz. Vakit geceyarısını bulmasına rağmen adada yaşayanların ve onları ziyaret edenlerin küçük çocukları bisiklet, akülü otomobil (aküsü bitmiş olsa da arkadan itilen cinsinden !) tekmili kopil tam bir resmi geçit halinde avazları çıktığı kadar bağırıp, bütün akşam restoranının önünü panayır yerine çeviriyorlar.  Liman içinde bir yüzer ponton var ve iki orta boy yat bordalayabilir.  Elektrik ve su yok. Aslında bu ufak adadan daha fazla keyif almak vardı ya, inşallah başka zaman... Adanın tarihinde Osmanlı'nın yeri biraz buruk. Koca bir donanmayla buraya gelinip, ada üzerinden tek canlı bırakılmadığı belirtiliyor.  Hem kayalık, hem susuz hem de verimsiz bir adadan ne istenir. Herhalde stratejik bir konumu vardı. Mutlaka öyledir. Yoksa durup dururken ?? Neyseki bugün adada yaşayanlar bize bunu hatırlatacak bir davranışta bulunmadılar.

    Ertesi sabah usta beraberinde İngilizce anlayan bir eski denizci ile birlikte tam vaktinde çıka geliyor. 1 saat zarfında oraya bak, buraya bak problemi keşfedip gideriyor. Ama tam iş bitti derken, mazot filtresinin hava almaya yarayan cıvatası diş sıyırmaz mı! Buraya uygun bir cıvata bulunamayınca, başka çapta bir vidayı çaresiz bu deliğe biraz açılı vira edip hava almasını önlemeye çalışıyor. Bakalım bizi ne kadar idare edecek ?? Ustaya kalırsa problem olmaz. 50,00 € parayı bayılıp, ustaya veda ediyor ve derhal toparlanıp, fazla vakit kaybetmeden Andros adasına doğru seyir için demir alıyoruz. Rüzgar sakin, deniz hafif çırpıntılı ve uzun seyir boyunca biraz kendimize gelmeye çalışıyoruz. Ne de olsa bir akşam evvel yaşananları hala hazmetmiş değiliz. Andros adası pruvamızda belirginleştiğinde iskele baş omuzluktan bize doğru gelen bir feribot görüyoruz. Biraz yakınlaştığında gelenin Samsun feribotu olduğunu saptayıp, telsizimizin 16.kanalından kendilerini çağırıp kaptanına iyi seyirler diliyoruz. Yanımızdan geçerken onlar da bize selametle diye karşılık verdikten sonra, düdükleriyle usulünce selamlayıp yollarına devam ediyorlar. Tüylerimiz ürperiyor. Güzel bir duygu, insanın daha önceden hiç tanımadığı bir vatandaşı, binmediği bir gemisi ile Ege'nin orta sularında böyle nazikçe selamlaşması... Yazıyı yazarken bile insan ürperiyor. Bizde galiba bir tuhaflık var ama... 

    Derken sanki Samsun'un kaptanı bize selametle dememiş; iyi şanslar dilememiş birden bire motorun devri kendi kendine çılgın gibi artıyor. Egzostan bir kara duman(!) güç bela vites kolunu boşa alıp, motoru stop ediyoruz. Hoppala !!! Şimdi bu da ne ?? Bir süre bekledikten sonra motor kapağını açıp her tarafı kontrol ediyorum ama bir sızıntı, bir yağ kaçağı hiç birşey yok. Herşey normal görünüyor. Herhalde açılı vira edilen cıvatadan filtre hava alıyor diye düşünüyorum ama yolun ortasında ellemeye cesaretim yok. Bu cesaretimin üzeri dün biraz derince çizilmişti. Tekrar marşa basıyorum ve herşey normal çalışıyor. Daha düşük bir devirle yola devam ediyoruz.   Önce Andros'un kuzeyini dönüyoruz, sonra da Gavriou limanını iskele de bırakıp, biraz güneyinde daha turistik bir kasaba olan Batsi'ye yöneliyoruz. Gün batımından biraz sonra Batsi limanında boş bulduğumuz bir rıhtıma aborda oluyoruz. Liman içinde elektrik ve su bağlantıları varmış gibi görünmesine rağmen buralara çok sayıda lokal ufak tekne sıralanmış, hatta bir kısmı kıyıdan biraz uzakta tonozlara bağlı duruyor. Aralarına girmek oldukça zor. Biz de daha sonradan bir balıkçı teknesine ait olduğunu öğrendiğimiz bir rıhtıma bordalıyoruz. Neyse burada bir musluk keşfedip, ilk iş suyumuzu dolduruyoruz. Elektrik yine yok.  Canlı ve bolcana turistin bulunduğu küçük bir kasaba. Hoş bir restoranda yediğimiz akşam yemeğinden sonra, tekneye döndüğümüzde yerini aldığımız balıkçı motorunun biz uyuduktan sonra her an gelebileceğini varsayarak, Lolita'yı buraya dik açı yapan yandaki rıhtıma taşıyoruz. (Nitekim sabahın köründe balıkçı teknesi de geldi.) Yatmadan önce teknede biraz keyif yaparken, limandaki  sokak lambasının pırıl pırıl aydınlattığı o cam gibi suda küçük balıklar oynaşıyor. Kıç havuzluktan onlara attığımız bayat ekmeklerin başına üşüştüklerini izlerken aniden onlarca baraküda gruplar halinde bu balıklara saldırmaya başlıyorlar. Kimisinin boyu 70cm civarında. Yaklaşık 2 saat boyunca yerimizden kımıldamadan, nefesimizi tutmuş bu olağanüstü doğa gösterisini seyrediyoruz. Hayatın nasıl acımasız olduğu gözlerimizin önünde bize birbuçuk metre mesafede sergileniyor.

    11 Temmuz 2003 sabahı Batsi'den ayrılıyoruz. Hedefimiz Mykonos... Andros ve Tinos adalarının NW rüzgarlarına kapalı tuttuğu batı sahilinden aşağıya salınıyoruz. Günlerdir elektriğe bağlanmamış olmakla beraber motor seyri yaptığımızdan akülerimiz şarjlı olmalı ama  voltmetreyi de düşük görünce(10,7V), buzdolabını ve gerekli olmayan navigasyon aletlerini kapatmaya karar verdik. Zaten otopilot bu işi kendiliğinden yapıverdi. Anlaşılan şarjla ilgili de bir problemimiz var.  Yolda motor bize dün yaptığı sürprizi bir kez daha yapınca, artık bu da nedir diye baktırmak üzere Mykonos yerine Tinos'ta mola vermeye karar veriyoruz.  Zaten Andros ve Tinos adalarının dar aralığını geçerken iki ada arasında kanalda hayat bulan poyraz ve dalga bize zor geçit veriyor. 30 millik yolun sonunda öğleden sonra saatlerinde Tinos adasının limanına kıçtan kara bağlandık.
    Bağlandığımız yerde bir zamanlar benimde müşterilerime beğenerek tavsiye ettiğim Karadeniz VIII isimli gulet, sahipsiz ve terkedilmiş bir halde duruyordu. Üzerine Yunan bayrağı çekilmiş, çarmık telleri paralanmış, bakımsız bir halde ve çürümeye terkedilmiş durumda. 
    Buna rağmen liman son derece güzel, rahatça elektrik alınıyor ve su için sabah/akşam görevli iki kişi limanda bulunuyor. Elektriği alınca aküler kendine geliyor. Şarj problemini unutuveriyoruz. Kordonboyuna dizili lokantaları ve marketi ile canlı bir liman.  Burada bir usta bulmaya çalışınca bize Alimonos Usta'nın ismini verdiler. Ben de akşamüzeri önce evini, sonra hanımını bulup, cep telefonunu aldım. Hemen evin karşısındaki yaşlı adam kendi mobilya dükkanından Alimonos'a telefon edip bağlantıyı kurdu, kendisine ulaştım. Tabii bütün bunlar bolca beden dili, ben Türkçe, insanlar Rumca bir şekilde anlaşarak oluyor. Yeri gelmişken söylemekte yarar var : Adalarda yaşayan Yunanlılar bize her yerde çok dostça davrandılar, dertlerimize yardımcı oldular, konuşmalarımızı duyduklarında nereden geldiğimizi sordular ve kimisi annesinin babasının Türkiye'den göçettiğini anlatmaya çalıştı. Keşke bu insanlarla daha dostça bir arada yaşamayı becerebilsek.  Akşam kocaman pizzaları yiyen kızların keyfi yerine geldi... Hele bir de ardından küpelerin, kolyelerin vs. malzemenin satıldığı hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu dar sokağı keşfedince değme keyiflerine.. Tijen de onlardan geri kalmıyor tabii...

    Ertesi sabah erkenden ekmek alırken, orada açık bir balıkçı dükkanı bulup iri boy istavritler alıyorum. Öğlene ziyafet var. Alimonos usta tam vaktinde geldi. Akıcı bir İngilizce konuşuyor ve son derece güler yüzlü. Derhal bizim mazot filtresini söküp, dükkanına götürdü ve diş sıyıran cıvatanın içine bir gömlek yaparak getirip monte etti. Motorunda havasını aldıktan sonra motoru çalıştırdı. Bir sorun görünmüyor. 25 € bedelle bu işi hallettik. Öğlene doğru marin malzemeler satan bir dükkandan yelkenimizi dikmek için iğne, ince halat ve bir de dayanıklı bir bant alıyoruz. Afiyetle istavritleri tava yapıp yedikten sonra iş başına. Liman içinde yelkeni dikmeye koyuluyoruz. Önceleri zor yürüyen iş, alıştıkça kolaylaşıyor ve kısa sürede yırtığı onarıyoruz. Üzerine de iki tarafından beyaz yelken bandını yapıştırınca yeni gibi oldu. Hatta yelken üzerinde rastladığımız 2 minik deliği de bantlayıp adam ediyoruz. Akşam üzeri motoru kontrol için çalıştırdığımda biraz beyaz duman attığını görünce Alimonos ustayı tekrar çağırıp, kontrol etmesini istiyorum. Benim  ağır ağır yedirerek motorun devir yükseltmemi ve sonra bir defada çabucak vites kolunu boşa almamı istiyor. Birkaç kez tekrarlıyoruz. Usta, motor böyle bir kontrolda stop etmediğine göre bir sorun yok diyor.  Akşamüzeri Beste limanda bağlı olduğumuz yerde hamur ekmek takıp yemli oltayla 6 tane minik balık tutuyor ve sonra da onları salıyor.  Akşam keyifle yemekleri yedikten sonra ertesi gün Mykonos'a gitmek üzere uykuya dalıyoruz.
                                                                                                                                                                                    
    13 Temmuz sabahı kahvaltıdan sonra 9 mil güneyde bulunan Mykonos marinasına doğru yola çıkıyoruz. Deniz kaba dalgalı olunca biz de iskele baş omuzluktan dalgayı alıp seyrimizi biraz uzatıyor ve 2 saat sonra Mykonos marinaya varıyoruz. Elektrik, su olmadığı gibi, şeytanın bile uğramadığı bir yer görünümünde. Rod Heikell 2000 yılında Greek Waters Pilot kitabında ne yazdıysa aynen öyle duruyor. Hatta belki daha bile kötüdür. Limanın iç tarafındaki yüksek tepeden üzerimize inen kuzey rüzgarına rağmen demiri atıp kıçtan kara bağlanıyoruz. Ama demir balçık zeminde oynadıkça, rüzgar bizi karaya basıyor. Yanımızda bizden önce gelip, bağlanmış ve sahipleri şehre inmiş 2 yelkenli yat  rıhtıma yapışmışlar bile. İskelemizdeki yatın sahibi İtalyan kıyıdan ayrılmamızı ve yeniden olabildiğince uzun demir atmamızı tavsiye ediyor.  (Çok önemli!) Biz de ona kulak verip yeniden demir atıyoruz ama kuvvetli rüzgar kafadan basınca demirimiz tarayarak bir başka zincire takılıyor. Sonra bu kargaşada Tijen'le birbirimiz duymayınca o demiri bırakacağına topluyor ve bizim ırgat ruhunu oracıkta teslim ediyor.  Neyse İtalyan komşumuzun da yardımıyla kıçtan kara bağlanıp yedek demirimizi/zincirimizi ve halatını sakladığımız yerlerinden meydana çıkarıp bir bot vasıtası ile uzağa bırakıyoruz. Birbuçuk saat süren bu mücadeleden arta kalan ise sıcak - yorgunluk ve hatta biraz da yılgınlık. Simdi ırgatımız da yok :-((

    Yapacak fazla birşey yok deyip herşeyi kolayına almaya alıştık mı nedir. Derhal bağlandığımız rıhtımdan geniş bir yay çizerek karşıda bulunan tek katlı binada ucuz yollu bir otomobil (o anda ellerinde olmasa da) kiralıyorum. 35€ verdik mi bir gün otomobil bizde. Çok geçmeden otomobili rıhtıma getiriyorlar ve derhal işlemleri hallediyoruz. Sonra ver elini Mykonos. Öğleden sonra saatlerinde sessiz ve terkedilmiş halde. Dükkanlar kapalı, sokaklar boş ve sıcak, birkaç kişi denize giriyor, bir kaç kişi ise kahvede oturuyor. Şehrin maskotu olan pelikanlar aylak aylak geziniyorlar. Anlaşılan fazla gezmenin manası yok. Ama marina da berbat. Öyle böyle derken akşamüzerini şehirde edip, giyinip kuşanıp yeniden dönmek üzere Lolita'ya geri dönüyoruz.  Dönmeden internetten baktığımız hava durumu iyi. Marina da bu kadar kötü olunca yarın sabah buradan ayrılmayı planlıyoruz. Sabah erken ayrılacağımız için otomobili de anahtarı içinde kilitleyip rıhtımda bırakmaya karar verdik. Akşam şehre indiğimizde deniz kenarında bir taverna da(yukarıdaki resim) balık yiyip, dolunayın keyfini çıkarıyoruz. Bu arada keşfettiğimiz bir çamaşırhane de günlerdir biriken iki çuval dolusu kılık kıyafet (iki ayrı makine de) 20€  karşılığı yıkanıp paklanıyor. Bu da bize moral veriyor. Nelere kaldık ya...  Derken yemekten sonra Mykonos'un arka sokaklarına dalıyoruz. Bir labirenti andıran daracık sokaklarda hayat gece yarısı başlıyor. Cafeler, minik restoranlar, barlar- ışıl ışıl dükkanlar ve sokaklara sığmayan kalabalık. Burada hayat gece yaşanıp, gündüz uyunuyor...  Aslında burada daha fazla kalmak vardı ama, bu marina da bu koşullarda kalmaktansa bu işi bir başka zaman farklı bir programa oturtmak daha iyi olacak.

    Sabah erkenden güç bela 2 demirimizi de elle topluyoruz. Zemin balçık, demirler ağır mı ağır. Ama ırgat yerine biz varız. Mykonos'un 19 mil güneyinde Paros adasının kuzey limanı Naoussa'ya yelken açtık. Motor bize düşük devir eşlik ediyor. Keyifli ve problemsiz (??) bir seyirden sonra geniş Naoussa körfezinin batısındaki kapalı koya demirleyip, günler sonra nihayet denize giriyoruz.  Akşamüzeri girdiğimiz liman ise oldukça kalabalık. İskelenin iç tarafında  balıkçı tekneleri varken, dış tarafında da ufak boylu 2 feribot için yer ve 7-8 yatın bağlanacağı kadar bir rıhtım var. Erken gelen yer kapıyor, sonradan gelenlerin vay haline. (Bu adaların tamamı için genel kural) Sahile en yakın olan kesime uzunca bir demir bırakıp kıçtan kara bağlanıyoruz. Salmanın altında 40cm su kalıyor. Zaten diğer yatlar bu nedenle buraya girememiş. Rıhtım duvarına yakın yüksek taşlar da ikramiyesi...Neyse Naoussa yat kulübünden Yannis, yan komşumuz bize yardımcı oluyor. Elektrik yine yok, ama bereket burada su var. Saatle veriliyor; sabah akşam bir adam suyu açıp bu işle meşgul oluyor. İç limanda restoranlar tıka basa dolu, masalar rezerve ve yer bulmaya imkan yok. Bu adalarda mı böyle, yoksa bütün Yunanistan'da mı bilmiyorum?? Dört kişiyi  90x90 cm bir masaya oturtuyorlar, birkaç meze söyledin mi masada hiçbir şeyi koyacak yer kalmıyor. Adamlar alışmış turistlerin bir salata, bir ana yemek yemesine - tabii onlara bu ölçü kafi geliyor -, halbuki biz öyle miyiz.? Masayı mezelerle donatıyoruz. Buz kovasına, ayrı ayrı bardaklara ve içeceklere yer lazım. Zeytinyağı ayrıcana istenecek. Durum böyle olunca sefil olmaktansa baştan 2 masa istiyoruz.  Öğrendik artık işin sırrını... geç vakit yatıp uykuya dalıyoruz.

    15 Temmuz sabahı yeniden usta rolüne soyunma zamanı :-))  - Çocuklar uyanır uyanmaz, dalıyorum baş taraftaki kabine, orayı bir güzel dağıtıp, ırgatın elektrik motorunu söküyorum. Eskiden başıma gelmişti, bir bakışta motorun 4 kömüründen ikisinin bittiği görülüyor. Ver elini şehir içinde sora sora elektrik ustası arama macerası. Sıcakta 2 km yolu 40 dakikada katettikten sonra aniden bir elektrikçi tamirhanesi karşıma çıkınca nasıl sevindiğimi anlatamam. Yaşlıca bir ustaya el kol işaretleriyle anlatılan arıza, gösterilen kömürler ve 1 saat süren bir uğraşıdan sonra çalışır hale getirilen elektrik motoru. Yaşlı usta bu şehir dışındaki atölyesinden beni arabasıyla limana getirince bir 50€ 'da ona toka edip, farklı nedenlerle de olsa karşılıklı gözlerimizin için gülerek vedalaşıyoruz.  Elektrik motorunu yerine takıp, ırgatı takınca kutuplarını yanlış taktığımı anlıyorum ama boşver, yukarı okla demir bırakırız, aşağı okla toplarız, kime ne... Irgat tekrar çalışıyor ya. Lolita halkı olarak sevindirik oluyoruz. Öğleden sonra yakın bir koyda önce denize girip ardından kıç üstünde bir güzel şampuanlanıyoruz. Özlemişiz temizliği... Nasıl olsa limanda su var ya, biz de keyifle depodaki suyu hovardaca harcıyoruz. Akşam yine keyifli bir yemek ve ardından doğru uykuya. Meraklanmayın, suya yetişiyoruz ve depoyu dolduruyoruz. Çok şükür bir aksilik yok :-))


   
2003 / ikinci sayfa                                                                                                                                                                         
Öğleden sonra MYKONOS