Ben kimim?... 
Hiçlikten varlığa yol alıyorum. 
Aynalarda kendime bakıyorum ve anlayamıyorum; 

"Ben kimim?" 
İçimdeki "öz"e yabancı, dış dünyaya kapalı, 
bitmeyen bir arayışın solgun yüzüyle, bakakalıyorum kendime... 
Sorularımı yanıtsız bırakıyor aynadaki hayalim. 
Artık anlıyorum ki, hayallere değil, gerçeğime dönme vaktim geldi. 
Önce kendimle başlamalıyım işe. 
Önce, "öz"ümü tanımalıyım sonra, onunla birlikte saydamlaşabilmeliyim. 
Bir su damlası gibi aktığım yerde iz bırakıp, yine de ben olarak kalmalı 

ama saydam sessiz ilerlemeliyim, yuvarlanacağım denizlere... 

O denizler, sevgi okyanuslarına açılıyor... 
O okyanusların yelkenlileri,"Işık"a doğru yol alıyor... 
Her şey "zaman"la başladı. 
İnsanlar, zamanı yarattılar ve her şey olduğu yerde kaldı. 
Zamanın, içinde, giderek kendilerinden uzaklaştılar. 
Zaman onları yabancılaştırdı, tutsak aldı... 
Zamanlarda zamansızlığı buldular.

 Zamansızlık sinirlerini bozdu; 
ağladılar, küfrettiler, yana yakıla şikayet ettiler. 
Zamanla her şeyi unuttular; 

kim olduklarını, neden burada bulunduklarını, gerçekliği, hiçliği, 

sonsuzluklarını ve Yüce Yaratıcı'nın bir parçası olduklarını... 

Sevgiye kalplerini kapattılar. 
Hiçlikten; maddeden medet umar oldular. 
Zenginlik, rahat yaşam tüm idealleri oldu. 
Evler düşlediler; bol odalı, bol süslü, bol hizmetçili... 
Ama kendi gerçek evlerine; "Öz"e, hiç uğramaz oldular. 
Çoğu, bu rüya aleminde, yolsuz, yönsüz dolaşırken, hiç bilemediler; 
eğer kalplerindeki o koridordan, geçip, özlerindeki, kutsal eve ulaşabilselerdi, 
oranın ihtişamına hayran kalacaklarını... 

Bilemediler... 
Çünkü; bilmek ve anlamak istemediler. 

Peygamberler haykırdı; yükselmiş üstadlar haykırdı; kutsal kitaplar haykırdı... 
Ama onlar, duymak dinlemek istemediler. 
Tabiat haykırdı; rüzgarıyla, seliyle, kavurucu sıcağı, kuraklıklarıyla... 
Anlamadılar... 
Bu alemde, her şey boş; her şey geçicidir; her şey zihnin algıladığı kadardır. 
Ama zihnin ötesinde, sonsuzluk gizlidir. 

Orada kucak açmış bekleyen, "ilahi bir sevgi" vardır. 

Oraya ulaşmak için, dev bir adım atmak ama 
küçücük bir çaba göstermek gerekir. Her şeyden önce sormak gerekir: 

"Ben kimim???" 

 "Ben kimim?" 

Bu soruyu sormak ve cevabını aramak dev bir adımdır. 

Bu soruyu kendi içimizdeki, bizi sık sık uyaran, 
koruyan o sese sormamız ise, küçücük bir çabadır... 
Namaz, meditasyon, yoga, dua, om, müzik, aromaterapi, renk terapi, 
vb. hepsi dev adımlarla içimize doğru ilerlerken, yolumuza çıkan engelleri 
aşmamızı sağlayan, bize güç ve umut veren, ilahi yollardır. 
Hatta ve hatta, sessizce kalmak, susmak ve sadece içimizden 
gelen sesi dinlemek bile, "öz"e giden yolda, bir rehberdir... 
Sevgiyle olmak ve sevgiyle kalmak... 
Yüce Yaratıcı'nın var ettiği tüm güzelliklere, sevdiğini fısıldamak. 
"Öz"e giden yolda, en sihirli reçetedir. 

Şimdi gözlerinizi kapatın ve "en sevmediklerinize" bile, zihninizde, 

"Seni seviyorum," diye seslenin... 
Önce biraz zorlanabilirsiniz. Ama ya sonra... 
Sonra kutsandığınızı hissedersiniz, bağışlamak, aslında kendinizi de bağışlamaktır. 
Çünkü hiç birimizin "öz"ünde, kin ve nefret duyguları yoktur. 
Bu duyguları zihin üretir. Ama "öz" bu duygulardan sıkıntı duyar. 
Her şeyden önce kendinizi mutlu etmek için, başkalarını affedin ve 
onlara sadece zihninizden bile olsa, sevdiğinizi söyleyin. 
"Öz"e giden yolda, sevgi taşıtımızdır... 
"Mutsuzum, mutsuzum!" diye yakınmak, ağlamak yerine, mutlu olma 
yöntemleri geliştirmeye çalışın. 
Mutluluğu; maddede, başka insanlarda, başka bedenlerin sıcaklığında aramayın... 
Yaşam, oyuncu bir düş denizi, özümüz ise sonsuz ve gerçektir... 
Mutluluğu; iyilikte arayın... 
İçinizden geldiği anlarda, kim olduğuna aldırmaksızın yardım edin... 
İhtiyacı olana, sırtınızı dönmek ve yürüyüp gitmek yerine, 
bir kez bile olsa yüzünüzü çevirin, gülümseyin ve yardım edin... 
İyiliğin, sevgi dolu enerjisi, yüreğinizdeki kilitleri açacaktır. 
Ve bu enerji sizi bir çok çatışmadan, tartışmadan da koruyacaktır. 
Zen üstadının hikayesi şöyle:

 " Üstadın, genç ve güzel bir kız öğrencisi varmış. 
Bu kız hamile kalmış. Ailesinden korktuğundan yalana başvurmuş; 
hocasının çocuğun babası olduğunu söylemiş. Kızın, anne ve babası öfke içinde, 
çocuğu üstada getirmiş ve onu kızlarını kullanmakla suçlamışlar. 
Üstadın yanıtı, 'A! Öyleyse...' olmuş. Çocuğu kabullenmiş. Çok da sevmiş. 
Onunla oynamaktan ve ona bakmaktan büyük keyif almış. Aradan bir yıl geçmiş. 
Çocuğun annesi hastalanmış ve ölmeden önce vicdan azabı içerisinde, 
çocuğun babasının, üstad değil de, kasabada yaşayan bir genç olduğunu itiraf etmiş. 

Kızın annesi ve babası af dileyerek, çocuğu geri istemişler. 
Üstadın yanıtı yine, 'A! öyleyse...' olmuş ve hemen çocuğu geri vermiş." 
Hikaye böyle. 

Peki, verdiği ders nedir?... 

Üstad ona oynanan bu oyuna, başından itibaren sert tepki verseydi, 

bu tepki, oyunun tüm kahramanları için, acı verici olacaktı. 

Ama o, böyle yapmak yerine, ne suçladı, ne de kendini savunmaya kalktı. 

Çünkü, öfkeli insanların, sadece kendi duymak 
istediklerini duyduklarının bilincindeydi. 
Karşı koyup, sükünetini ve huzurunu kaybetmek yerine olaydan zevk almaya çalıştı. 
Aldı da. Ama yaşamın ona sürekli olarak getirdiği sürprizlere de açıktı. 
Çocuğu geri istediklerinde hemen geri verdi. 
Yaşam bir oyundu ve o da her durumda bu oyunun tadını çıkartıyordu... 
Doğru, yaşam bir oyun... 
Shakespeare'de bu konuda şöyle diyor; 

"Dünya bir sahnedir, Ve tüm erkekler ve kadınlar da birer oyuncu, 

Girerler, çıkarlar Ve bir insan birçok bölüm oynar kendi zamanında." 
Yaşam bir oyunsa, öyleyse, onu izlerken neden keyfini çıkarmayalım. 
Yaşamdan, keyif almak da bizi "öz"e götürür. 

Kendinizle, tanışmaktan, gerçeğinizle yüzleşmekten korkmayın... 

Sık sık, içinize dönüp sorular sorun... 
Bunu en fazla da, ilahi enerjiyle bağlantılı olduğunuz zamanlarda; 

namazın, duaların ardından veya meditasyon sırasında yapın ki, 

yanıtlar size daha kolay ulaşsın. 

Kendinize olan dostluğunuza güvenin. 

Başkalarından dostluk beklemek yerine, en büyük ve iyilik dolu dostunuzun, 

önce, Yüce Yaratıcı, sonra da, "öz"ünüz, olduğunu unutmayın. 
Eleanor Roosevelt'in dediği gibi, 

"Başkalarıyla arkadaş olmadan önce, kendimizle arkadaş olmayı başarmalıyız." 
Umut etmekten asla vazgeçmeyin; umut öze giden yolda, sizin hazinenizdir. 
En çaresiz anlarınızda bile, şunu unutmayın ki; 

HER GECENİN ARDI, SABAH,

HER AYAZ KIŞIN ARDI GÜNEŞLİ, SICACIK BİR BAHARDIR.

Sizin için de o sabahlar ve baharlar mutlaka bir gün gelecektir. 
Truman Capote, bu durumu şöyle açıklıyor; 
"Tüm beşeri hayatın kendi mevsimleri ve devreleri vardır ve hiç kimsenin, 
kişisel kaosu kalıcı değildir.

 Kış, her şeyden sonra, ilkbahara ve yaza yol verir. 

Bazen, dallar çıplakken ve toprak buzdan çatladığında, insan onların 
asla gelmeyeceğini sansa da, ilkbahar ve yaz daima gelirler." 
Dileyin; yaşamınızın nasıl olmasını istiyorsanız ve kendi özünüzle 
tanışmak istiyorsanız bunu dileyin. 

Emin olun ki, yürekten gelen dilekler kabul edilecektir. 

İyilik dolu bir enerjiyle, dilemek; 

özünüze doğru, kapalı olan tüm kapıları ardına kadar açacaktır... 
Çok istediğiniz ama, gerçekleşmeyen dilekleriniz için, sakın ola ki, 
Yüce Yaratıcı'ya yüz çevirmeyin. 

Şuna emin olun ki, O, sizin için daima en doğru ve iyi olanı gerçekleştirir... 

Onun sevgisine güvenin. 
Tabiattan asla kopmayın... 

Şehir, sizi ne zaman esir almak isterse, 
hemen kaçın ve tabiatın, iyileştirici, mutlu edici enerjisine sığının. 
Bunu yapmak o kadar zor değil, yalnız başınıza bir deniz kenarına gidip, 
denizi dinleyin, ya da bir parkta oturup, rüzgarın, ağaç yapraklarıyla 
söylediği şarkılara kulak verin veya sadece çiçeklerin güzellikle dolu renk 
dünyasına bırakın kendinizi. 

İnanın bunlar bile yeter, yaşamın sizi boğan kaoslarından, uzaklaşabilmek için. 

Tabiatın eşsiz düzenine gıpta ile de 

bakmayın, hepimiz, o mükemmel bütünün parçalarıyız... 
Ölüm ve yaşam zamanda, hayat ise 

daima sonsuzlukta ve ilahi mükkemmelik içinde sürer gider... 

Bilge, Sri Nisargadatta Maharaj'ın, "hayat"ı, 
tabiatı kullanarak anlatmasına şaşmamak gerekir; 

"Doğum ve ölüm ancak zaman içindeki noktalardır. 

Hayat, ebediyet boyunca çok çeşitli ağlar örer durur. 

Ölmek, zaman içindedir.

 Fakat, hayat zamansızdır. 
Onun ifade biçimlerine ne isim ve şekil verirseniz verin, o bir okyanus gibidir- 
hiç değişmeyen, hep değişen." 
Bir çok sanatçının ilhamını tabiattan alması da, sizi şaşırtmasın, hatta ve 
hatta Beethoven'in sağırlaşan kulaklarına huniler takarak, 
tabiatın seslerini, duymak için çaba harcaması boşuna olmasa gerek. 
Çek besteci, Antonin Dvorak'ın, "Yüreğe giden yol müzikten geçer" 
demesi de mutlaka manasız bir söylem değildi. 
Sanatın her dalı, "öz"e giden yolda, ilahi bir enerjiyi insana taşır. 
Eğer görmesini duymasını bilirseniz, sanat da, tıpkı tabiat da olduğu 
gibi "öz"e dair, çok şey anlatır. 

"Öz"e gitmek için, gösterdiğiniz çaba, en başarısız olduğunuzu hissetiğiniz anlarda bile, 

en büyük başarılarınızdan biridir. 

Bu başarı tüm hayatınızı da değiştirebilir. 
Bu yolla kazanmaya başladığınız, iç huzur, tüm yaşamınızı olumlu yönde etkileyecektir. 

Otto Rank'ın dediği gibi "İçte başardığımız şey, dış realiteyi de değiştirir." 

"Öz"e giden yolda, dün yok, bugün yok, yarın yok... Sadece "an" var... 

"An"la ilgili bir öykü ise,şöyle; 

"Zen üstadı, bir uçurumun kenarına geldiğinde arkasına bakıyor ve kaplanların 
hemen gerisinde olduklarını görüyor. Aşağı sarkan bir sarmaşığı fark ediyor 
ve sarmaşığa tutunarak kendisini aşağıya bırakıyor. 

Ama bu kez, kaplanların kendisini aşağıda beklemekte olduklarını görüyor. 
Yukarı baktığın da ise iki farenin, onun tutunduğu sarmaşığı kemirdiğini fark ediyor. 
Tam o anda güzel bir çilek görüyor. 

Uzanıp koparıyor ve tüm yaşamı boyunca yediği en lezzetli çileğin tadını çıkarıyor." 

Bilge bu öyküde, sadece "an"ı yaşamak konusunda güzel bir ders veriyor. 
Ölüme sadece bir kaç dakika kalasa bile, 

sadece "an"ı yaşayarak keyif alınabileceğini anlatıyor. 

Öykünün devamında ise, yazar şöyle bir soru soruyor; 
"Yaşam sürekli "kaplanlar" ve "çilekler" gönderir bize. 

Çileklerin tadını çıkarabiliyor muyuz? 

Yoksa değerli bilincimizi kaplanlar için üzülmekte mi kullanıyoruz?" 

Peki ya sizce??? 

Evet, zaman yok, sadece "an" var. 
Durup, geçmişi değiştiremeyiz; 

öyleyse geçmişteki hatalarımıza üzülmek niye? 
Hatalarımız bizi biz yapan değerlerdir. 

Onlardan utanmak yerine, ders almak gerektiğinin bilincine varmalıyız. 

Gelecek ise, yaşarsak, kaçınılmaz olarak gelecektir. 

Ama, neler getireceği meçhulken, onun için de endişe duymaya gerek var mı? 
Öyleyse zaman yok, sadece "an" var.

 Şu "an", belki son anımız, belki de yeni bir başlangıç yapacağınız bir an... 

Kim bilebilir?... 

"An"lardan birinde, belki de şimdiki "an"da durun ve sorun; 

"Ben kimim?" 

Bu sorunun peşine takılın. 
Yüreğinize, inancınıza güvenin... 

Adımlarınız, sizi önce "öz"ünüze, sonra da 
Yüce Yaratıcı'ya doğru taşıyacaktır. 

Bir söz şöyle der; "Kim olduğumu bilmediğim zaman çevremdeki herkese 

HİZMET EDERİM; 

kim olduğumu bildiğim zaman ise çevremdeki herkesle 

BİR OLURUM"... 

Burada bulunma amacımız, çevremizdeki her şeyle "bir olduğumuzun" bilincine varabilmektir. 

Bu dünyada ve evrende, tüm yaşam platformlarıyla bir bütünlük içerisindeyiz. 

Bunu tüm gerçekliğiyle anlayabilmek 
ve üst bilinç düzeylerine ulaşabilmek için, içimize doğru, serüven dolu bir 
yolculuk yapmak zorundayız. 
David Grayson'un dediği gibi, "Serüven dışımızda değil, içimizde yaşanır." 
Peki, şimdi, özümüz, sonsuza doğru yol alırken, arkasından bakmak yerine, 
onunla bir olup İlahi Işık'a akmaya ne dersiniz?... 
O Işık, nefesimiz kadar yakın ama kendimizi, özümüzden ayırdığımız kadar uzak... 
Unutmayın ki; "Olduğumuz şey bize, Tanrı'nın bir armağanıdır; 
olacağımız şey ise bizim Tanrı'ya armağanımızdır."
özümüze ulaşmak ve 
Yüce Yaratıcı'yı tüm gerçekliğiyle, anlayabilmeye çalışmak, ona verebileceğimiz 
en değerli armağanımızdır. 

 

Sevgiyle, hoşçakalın... 



Tıkla ki ana sayfaya gidelim.                                                        Ankara 2002