TÜRKİYE'DEKİ
GLADİO YAHUT 'KONTRGERİLLA'
II.Dünya Savaşı'nda Hitler
Almanyası'nın Fransa'yı işgalinden sonra ABD ve İngiltere, bu ülkede bir
direniş örgütlemişlerdi. İşgale uğradıktan sonra direniş örgütlemenin zorluğunu
bilen bu ülkeler, 1950'li yılların başında bütün NATO üyesi ülkelerde, Komünist
işgaline karşı direniş yapacak örgütlenmelere giriştiler. Bu çerçevede, CIA'nın
yönetimi ve finansmanı altında İtalya'da Gladio, Avusturya'da Scwert, Fransa'da
Glaive, Yunanistan'da Sheepskin, İsveç'te Sveaborg ve diğer ülkelerde de
benzeri isimler altında örgütler kuruldu. Sadece İngiltere'nin paralel örgütü
Stay Behind daha önce kurulmuş ve faaliyete geçmişti.
Aynı yıllarda, Türkiye'de de
bunlara paralel bir örgüt kuruldu ve faaliyete geçti. Bu örgütün varlığını
tesbit eden ve kamuoyuna ilk açıklayan Bülent Ecevit'tir. 1974'teki
Başbakanlığı döneminde olayı öğrenen Ecevit, 1970'li yılların sonlarına doğru
tırmanan terör olaylarında bu örgütün parmağı olduğundan şüphelendi ve
"Kontrgerilla" lafını ortaya attı. MHP lideri Rahmetli Alparslan
TÜRKEŞ, Ecevit'in bahsettiği teşkilatın "Genel Kurmay Özel Harp
Dairesi" olduğunu açıkladı. Bu örgüt tarafından sorgulandıklarını söyleyen
bazı kimseler ise, örgütün adının "Ergenekon" olduğunu iddia ettiler.
Başbakanlık Teftiş Kurulu eski Başkanı Kutlu Savaş'ın Susurluk Raporu'nda ise
"Özel Kuvvetler Komutanlığı" adı ortaya atıldı.
Ecevit 1974'te Ne Öğrendi?
1974 yılında zamanın Genel Kurmay
Başkanı Semih Sancar, Başbakan Ecevit'ten örtülü ödenekten "birkaç
milyon" vermesini istedi. O zamanın parasıyla bu milyonlar büyük bir para
anlamına geldiği için, Ecevit, ne için istendiğini sordu. Bu soruya aldığı
cevap bir kapıyı aralamaktaydı; "Özel Harp Dairesi için".
Bundan sonrasını Ecevit'in 28 Kasım 1990 tarihli Milliyet Gazetesi'nde
yayınlanan demecinden aynen aktarıyoruz:
"Öyle bir resmi dairenin
o zamana kadar adını bile duymamıştım. Devlet bütçesinde de öyle bir daire
adına ayrılmış bir ödenek görülmüyordu. 'Şimdiye kadar bu dairenin giderleri
nereden karşılanıyordu?' diye sordum. O zamana kadar bu dairenin tüm
giderlerini bir gizli ödenekle ABD'nin karşıladığı, ancak artık ABD'nin bu
parasal katkıyı kestiği, o nedenle Başbakanlığın örtülü ödeneğinden para
istemek zorunda kalındığı bana bildirildi. O zamana kadar benim, Bakan olarak,
parti başkanı olarak, Başbakan olarak adını bile duymadığım ve herhangi bir
resmi belgede de izine rastlayamadığım bu dairenin, Özel Harp Dairesi'nin
nerede bulunduğunu sordum. 'Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada'
yanıtını aldım. Bu yanıtlar beni hayrete düşürdü ve kaygılandırdı. Adından
ulusal güvenlikle ilgili olduğu anlaşılan bir devlet dairesinden, Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanı'nın o zamana kadar haberi olmuyordu ve Amerikan Askeri
Yardım Kurulu ile aynı binada çalışıyordu. Hayrete düşmem ve kaygılanmam
herhalde doğaldı. Onun için bu dairenin işlevleri ve kuruluş biçimi hakkında
bilgi istedim. Onun üzerine, çalışma yeri olarak kullandığım Başbakanlık
Konutu'nda benim için bir brifing düzenlendi. Anlattıklarının özeti şuydu: Özel Harp Dairesi, Türkiye'nin veya bir
kısım topraklarımızın düşman istilasına uğraması durumunda, istilacılara karşı
gerilla yöntemleriyle ve her türlü yer altı etkinliğiyle mücadeleye hazırlanmak
üzere kurulmuştu.
Adları gizli tutulan bazı
'vatansever gönüllüler' de Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantısı olarak çalışmak
üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi. Edindiğimiz bilgilerden dehşete
kapılmamız doğaldı. Onun için brifingden sonra Hasan Esat Işık'la başbaşa
yaptığımız görüşmede, bu daireyi dış etkenlerden arındırarak asli görevi ile
sınırlamak üzere gereken adımları atmayı kararlaştırdık. Brifingde verilen
bilgiler çok gizli olduğu için; o acı devlet sırrını bir zehir gibi içimde
saklamak zorunda kaldım."
Ecevit'in anlattıkları olayı
önemli oranda açıklığa kavuşturmaktadır. Şu kadar ki; örgüt diğer bütün NATO
ülkelerindeki gibi CIA tarafından idare ediliyordu. Zaten Ecevit de Amerikan
Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada olduğunu söyleyerek bunu ima ediyor
olmalıydı. Zamanın Savunma Bakanı ile başbaşa verip onu asli görevlerine
döndürmeye karar verdiklerine göre demek ki asli görevinden çıkmıştı. Asli
görevi dışında giriştiği faaliyetler ise, "devlet sırrı" olarak
Ecevit'in "acı bir zehir gibi" taşımak zorunda kalacağı kadar
vahimdi.
Acaba Ecevit, örgütü asli görevi
ile sınırlamayı başarabilmiş miydi? Bunun cevabını ülkede çok çeşitli ve
kapsamlı provokasyonların yaşandığı 1980 öncesi dönemde Ecevit'in 'Kontrgerilla
var' diye feryat etmesinden çıkarabiliriz. Demek ki örgüt sınırlarını aşmıştı
ve Ecevit bunu anlamıştı. Örgütte gerek o tarihlerde gerekse sonraki tarihlerde
CIA kontrolünün olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat şunu biliyoruz ki; diğer NATO
ülkelerindeki benzeri örgütler, 1990 yılında ortadan kaldırıldıklarında halen
CIA kontrolündeydiler.
"Zehir Gibi Acı Sır"
Neydi?
Türkiye'de Kontrgerilla gibi bir
örgütün girişebileceği türden olaylar, 1960'lı yılların sonundan itibaren
başlayan sağ ve sol hareketlerden başkası olamaz. Zaman içerisinde gelişen
terör olayları ve yükseltilen bir "gerilim stratejisi" ülkeyi önce 12
Mart 1971, sonra da 12 Eylül 1980 askeri müdahalelerine götürmüştü. Fakat
Kontrgerilla'nın sırf askeri müdahaleler hazırlamak için provokasyonlar yaptığı
fazla inandırıcı olamaz.
İtalya'da, 1969-1984 yılları
arasında Gladio tarafından organize edilen bir dizi bombalama ile, Komünist
Parti'nin yükselişi ve iktidara gelmesi önlenmeye çalışılıyordu. Türkiye'de ise
1960 Anayasası'nın sola sağladığı özgürlük ortamında doludizgin gelişen
Marksist bir gençlik hareketi vardı. Bu gençlik hareketi, hem kendi kendine bir
Marksist iktidar hedefliyordu, hem de Doğan Avcıoğlu'nun Devrim Gazetesi ile
denediği gibi, başka sol-Marksist iktidarlar için kullanılıyordu. Marksist
gençlik hareketinin karşısında başlangıçta başka bir gençlik grubu yoktu.
Üniversitelerde yeni yeni
çoğalmaya başlayan ülkücü-milliyetçi gençlik ise kavga ile ilgilenmiyordu. İşte
çeşitli provokasyonlarla bu gençliğin çatışmanın tarafı haline getirilmesi ve
Marksist gençliğin karşısına çıkarılması öngörülmüş olmalıydı. Ülkücü gençliği
kavga ortamına çeken başlıca iki faaliyet, zaman içerisinde etkili olmuştur.
Bunlardan biri milliyetçi aydınların ve gençlerin öldürülmesi, diğeri ise
Marksistler tarafından ülkücü gençlerin okullara alınmaması ve ancak kavga
ederek öğrenim hakkı elde etme mecburiyetinde bırakılmalarıdır.
1968'den itibaren ülkücü gençliği
olayların içine iten ve Marksist gençler tarafından işlendiği söylenen
cinayetlerle; Ruhi Kılıçkıran, Bahaddin Dedesan, Mustafa Kahraman, Kenan
Ertürk, Mustafa Bilgi, Mehmet Büyüksevinç, Süleyman Özmen, Necdet Güçlü, Yusuf
İmamoğlu, Dursun Önkuzu ve İbrahim Ok şehit edildiler. Daha sonra cinayetlerin
sayıları giderek arttı ve günde 10-20 gibi sayılara ulaştı. 12 Eylül 1980'e
kadar terörün 5000 cana mal olduğu ortaya çıktı.
Eski tüfek Marksist Mihri Belli,
12 Eylül öncesinde suikaste uğrayarak yaralandığını, olayın faili olan şahsın
cezaevinde ülkücülerin koğuşunda barınamadığını, buradan bu olayın Kontrgerilla
işi olduğunu anladığını söylemiştir. O günlerin puslu ortamında bir çok
provokasyonun yapıldığı genel bir kanaattir. Rahmetli Alparslan TÜRKEŞ de bazı
gizli güçlerin MHP içine sızdığından şikayet eden beyanatlar vermiştir. O
dönemin faili meçhul cinayetlerinde İlhan Darendelioğlu, Hamit Fendoğlu ve Gün
Sazak gibi milliyetçi aydınlar ve politikacılar hayatlarını kaybetmişlerdi. Gün
Sazak cinayetinde Marksist bir örgüt mensubu olan katiller yakalandı, ama
bunların sadece taşeron oldukları ilk günden itibaren hep söylendi.
Susurluk Deve mi Kulak mı?
Türkiye kanlı PKK terörüne
binlerce evladını şehit verirken, diğer taraftan da faili meçhul cinayetleri
yaşıyordu. Bu cinayetlerin bir bölümü, PKK'nın para kaynağı oldukları iddia
edilen kimseleri hedef alıyor ve bu işi bazı gizli devlet güçlerinin yaptığı
iddiaları ortaya atılıyordu. İnterpol tarafından aranan Abdullah Çatlı ile,
alevi kökenli bir polis müdürü ve bir milletvekilinin içinde bulunduğu aracın,
Susurluk'ta bir kamyona çarpması ile ortaya çıkan ilişkiler bir çok
spekülasyona sebep oluyordu.
Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı
sıfatıyla hazırladığı Susurluk Raporunda Kutlu Aktaş, Çatlı'yı "devletin
emrinde çalışan bir kişi" olarak niteleyip, "Susurluk Ankara'daki
tercihlerden kaynaklanmış" diyordu. Bu raporun bir yerinde "Çatlı'nın
bıraktığı toplam paranın 2 milyon DM olduğu dikkate alınırsa, sadece Topal'dan
(öldürülen kumarhane işletmecisi Ömer Lutfi Topal) sızdırılan milyonlarca
doların akıbetini sormak gerekir." İfadesini kullanan Aktaş, bu bilgiyi
Çatlı sempatizanı bazı kişilerden aldığını da ilave ediyor. Aynı raporda,
milyarlık tahsilatları yaptığı bir dönemde Yeşil kod adlı Ahmet Demir'in, bir
buzdolabı almak için onun fiyatı ve indirimleri ile uğraştığının tesbit
edildiğini, bunun da yaptığı tahsilatın kendisinde kalmadığını gösterdiğini
ifade etmektedir. Demek ki gerek Çatlı gerekse Yeşil'in bağlı oldukları bir
başka güç mevcut olmalıdır.
Raporda konu edindiği olaylarla
ilgili olarak Kutlu Aktaş, "Jandarma'nın yanında Özel Harp Dairesi ve
kamuoyunda çok bilinmese de Özel Kuvvetler Komutanlığı tartışılır
olmuştur" demektedir. Bir başka yerde ise "Özel harp Dairesi, zaman
içinde Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak gelişmiş... Halen de birkaç alay
halinde, profesyonel bir ordunun çekirdeği olacak şekilde tesis
edilmiştir" ifadesini kullanmaktadır.
Diğer NATO ülkelerinde tesbit
edilen ve 1990'da ortadan kaldırılan Gladio benzeri yapılanmalara baktığımızda,
bunların ülke sathına yayılmış geniş çaplı organizasyonlar oldukları
anlaşılmaktadır. Bu bilgi ışığında Susurluk olayını değerlendirirsek, onun
devenin sadece kulağı olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.
Sıra Kemalist Aydınlarda
12 Eylül 1980 sonrasında gelişen
politik olaylarda "takunyalı" Turgut Özal ön plana geçti ve Çankaya
Köşküne kadar çıkmayı başardı. Gerek Özal döneminde, gerekse sonrasında bazı
siyasi hareketler dini yapılarla izah edildi ve bu yönde bir ilerleme görüldü.
Gelişme trendi önceden açıkça gözlenebiliyor ve siyasi İslamcıların iktidara
doğru yürüdüğünü açıkça gösteriyordu. Bir "gerilim stratejisi" ile bu
yükseliş durdurulabilir miydi? Laik ve Kemalist oldukları açıkça bilinen bazı aydınlar
faili meçhul cinayetlere kurban gittiler. Her cinayetten sonra suçlu
"irtica" kavramının arkasında arandı ve Muammer Aksoy, Çetin Emeç,
Bahriye Üçok cinayetleri ile laik hassasiyetler iyice kamçılandı. Uğur
Mumcu'nun aracına konulan bir bombayla havaya uçurulması sonucu,
"Kahrolsun Şeriat" sloganları ile geniş kitleler sokağa döküldü.
Oluşturulan bu laikçi hassasiyet kamçılanarak daha sonra 28 Şubat süreci
yaşandı ve bir iktidar değişikliği sağlandı.
Mumcu cinayetini diğerlerine göre
farklı kılan bir özellik daha vardı. Bu Kemalist yazar, C4 adı verilen ve
sıradan terör örgütlerinin kolayca elde edemeyeceği bir patlayıcı ile havaya
uçurulmuştu. Mumcu olayını önemli oranda izah eden bilgiler 30.10.1999 tarihli
Ceviz Kabuğu programında yazar Hüseyin Üzmez tarafından verildi: "Mumcu
arkadaşımdı" diyordu Üzmez, "öldürülüşünden bir ay kadar önce evinde
onu ziyaret ettim, bana, 'çok önemli bilgiler elde ettim, bütün olayların
arkasında bunlar var, gizli örgütlerle ilişkileri var, eroin işlerine de
karışmışlar' dedi. Kendisine bunları söyleme, başına bir iş gelir dedim.
Kitap yazacaksan yaz, yayınlansın sen de bir süre yurt dışına çık dedim."
Hüseyin Üzmez'in verdiği bu bilgi, aynen Uğur Mumcu'nun kardeşi Avukat Ceyhan
Mumcu tarafından da, çeşitli basın organlarına verdiği demeçlerle doğrulandı.
Anlaşılan Mumcu çok gizli bilgilere ulaştığı için öldürülmüştü.
Kışlalı cinayetine gelince, MHP
lideri Devlet Bahçeli'nin seçim öncesinde ve sonrasında ısrarla üzerinde
durduğu "gerginliği azaltma" politikasına tamamen karşı ve bu
politikayı sabote edecek bir mahiyette olduğu açıkça ortadadır. Anlaşılan bu
cinayet de "gerilim stratejisi" oyununun bir hamlesi olarak ortaya
çıkmıştır.
Sonuç
Sivil siyasetin bilgisi ve
kontrolü dışında var olan gizli yapılanmalar demokrasi ile bağdaşan oluşumlar
değildir. Bu tür örgütlerin faaliyetleri gizli olduğu için tam olarak teşhis ve
tesbit edilmeleri ve gerekli tedbirlerin alınması da güç olmaktadır. Çünkü
giriştikleri eylemlerden sonra bir dezenformasyon (yanlış bilgi verme) faaliyeti
ile kendilerini gizlemeyi ve suçluyu yanlış yerde aratmayı genelde
başarmaktadırlar.
Ülkemizin huzur bulması ve
sağlıklı demokratik ortamlarda istikrarın sağlanabilmesi için Kontrgerilla
yapılarının tasfiye edilmesi zaruridir. Mevcut Hükümetin böyle bir tasfiye
hareketine girişecek kadar kendini güçlü hissetmediği ve bu iş için gerekli
kamuoyu desteğinden de mahrum olduğu anlaşılıyor. Bu konu ancak ülkedeki
asker-sivil bütün Anayasal kurum ve kuruluşların ortak kararı ve ortak istikrar
arayışı ile sonuçlandırılabilir diye düşünüyoruz.