Ana Sayfa - Yaşamı - Şiirleri> - Kitapları - Fotoğ;raf Albümü - Linkler  - >İletişim

 

PABLO NERUDA'NIN ŞİİRLERİ

 

 

BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRİ YAZABİLİRİM

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Şöyle diyebilirim: gece yıldızla dolu
Ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta
Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı.
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara.
Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece
Kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında
Sevdi beni o ben de bir ara onu sevdim
O durgun, iri gözler sevilmez miydi ama

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim.
Yokluğunu düşünüp, yitmesine yanmakla
Duyup geceyi, onsuz daha engin geceyi.
Ota düşen çiy gibi, düşmekle şiir cana
Ne gelir elden, sevgim onu tutamadıysa.
Gece yıldız içinde, o yoldaş değil bana
Hepsi bu. uzaklarda şarkı söylüyor biri.
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca
Gözlerim arar onu, yaklaştırmak ister gibi
Yüreğim arar onu, o yoldaş değil bana

Artık sevmiyorum ya nasıl, nasıl sevmiştim
Sesim arar rüzgarı ulaşmak için ona
Ellere yar olur. öpmemden önceki gibi.
O ses, ışıl ışıl ten ve sonsuz bakışlarla
Artık sevmiyorum ya severim belki yine
Ne uzundur unutuş ah ne kısadır sevda
Böyle gecelerde kollarıma aldım çünkü
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca

Belki bana verdiği son acıdır bu acı
Belki son şiirdir bu yazdığım şiir ona 

Çeviren: Sait Maden

 

 

 

MARURİ SOKAĞINDAKİ PANSİYON

Maruri bir sokak. 

Karşı karşıya değildi evler, sevmezlerdi birbirlerini,
yine de yan yanaydılar.
duvar duvara, fakat
pencereleri
bakmazdı sokağa, konuşmazdı,
öyle sessizdiler.

Bir kâğıt uçuruyor havalanır gibi ağaçtan
kışın kirli bir yaprak.

Akşam ortalığı tutuşturuyor, kaygı içinde
yok oluveren bir ateş boşaltıyor gök.

Kara sis balkonları örtüyor. 

Açıyorum kitabımı. Yazıyorum
bir maden ocağının 
çukurunda sanıp kendimi,
bir ıslak,
bırakılmış dehlizde.
Biliyorum kimse yok şimdi
evde, sokakta, acı kentte.
Bir mahkûmum açık kapısının önünde,
açık dünyanın önünde,
akşam alacasında şaşkın, gamlı bir öğrenciyim,
çıkıyorum işte o zaman şehriye çorbasına, 
iniyorum ardından yatağa ve yarına.

Çeviren: Sait Maden

 



MACCHU-PİCCHU'NUN DORUKLARI 

(XI) 
(Seçme) 

Karman çorman tantananın, 
Taş gecenin ortasına,bırak; 
Bırak daldırayım, ellerimi. 
Bırak. 
Unutulmuşun koca yüreği: 
Bir kuş gibi çırpınsın bende, 
Bir kuş gibi, 
Bin yıldır tutsak! 
Ko, bugün unutayım, 
Bu bahtiyarlığı; 
Bu, denizden daha engin olan, 
Çünkü: 
Denizden ve adalardan da 
Engindir insan. 
Çünkü: 
Bir kuyuya düşer gibi, 
Düşmek gerek ona, 
İnsana; 
Batık gerçeklere, 
Sırlı bir su dalına tutunarak, 
Çıkmak için: 
Uçurumdan. 


(XII) 

Çık kardeş, 
Benimle doğmaya gel. 

Ver elini, 
Yayılmış ağrının, 
En derin yerinden. 
Kaya diplerinden, 
Dönecek değilsin, 
Ve yeraltı çağlarından; 
Geri dönmeyecek, 
Taş kesilmiş sesin; 
Ve gözlerin, oyuk gözlerin. 
Yerin dibinden bak bana: 
Sen çiftçi, dokumacı, 
Garip çoban sen; 
Sen, eğitmen 
Guanako'lar (*) eğitmeni 
Sen duvarcı, 
İskelesine güvenemeyen; 
Sen, And dağlarından, 
Gözyaşı getiren; 
Sen, 
Ezik parmaklı mücevherci; 
Sen köylü, 
Ekininin üstüne titreyen; 
Sen, 
Taşının hamuruyla yoğrulmuş 
Çömlekçi; 
Boşaltın, 
Bu yeni hayatın kadehine, 
Eski gömülmüş acılarınızı; 
Kanınızı gösterin bana, 
Saban izinizi bana. 

Burasıydı, 
İşkenceye tutulduğum yer, 
Işık vermiyor diye mücevher; 
Deyin bana. 
Deyin bana, 
Taşın ve tanenin, 
Vaktinde verdiğini. 
Taşı gösterin bana, 
Gömüldüğünüz. 
Ağacı gösterin, 
Çarmıha gerildiğiniz. 
Çakın, 
Eski çakmak taşlarını; 
Yakın, 
Eski lambaları bana; 
Kırbaçları gösterin, 
Kırbaçları; 
Yüzyıllarca, 
Yaralara işlemiş; 
Ve pırıl pırıl, 
Kanlı baltaları bana. 
Ölü ağzınızla, 
Konuşmaya geldim. 
Derleyip toparlayın, 
Tümcek; 
Dil vermez dudaklarınızı, 
Toprağın kıyıcığında. 
Anlatın, 
Bu bitmez geceyi bir bir. 
Nasıl, 
Sizlerle bağlanmıştım ben: 
Zincir zincir, 
Halka halka, adım adım, 
Anlatın ne varsa anlatın. 
Bileyin, 
Saklı bıçaklarınızı; 
Saplayın ellerime, 
Göğsüme saplayın; 
Sarı ışıklı bir nehir gibi, 
Kaplanların gömüldüğü, 
Bir nehir gibi. 
Koyun ki ağlayayım, koyun, 
Koyun ki saatlerce, 
Günlerce, yıllar yılı; 
Koyun ki kör çağlarca, 
Yıldız yüzyıllarınca. 

Sükun verin bana, 
Su verin, ümit verin. 

Kavga verin bana, 
Demir verin, volkanları verin. 

Sarmaş dolaş olun benimle, 
Sevdalılar gibi. 

Damarlarıma seğirtin, 
Koşun ağzıma. 

Dilimle konuşun, kanımla. 

(*) Guanako: Güney Amerika laması. 

 

 

FEDERICO GARCIA LORCA'YA YANIK ŞİİR

Issız bir evde,
Korkudan ağlayabilseydim;
Gözlerimi çıkarabilsem de,
Yiyebilseydim;
Senin sesin için yapardım
Bunları,
Yaşlı portakal ağacı sesin;
Senin şiirin için yapardım
Bunları,
Çığlık çığlığa fışkıran şiirin.
Baksana,
Maviye boyuyorlar hastaneleri,
Senin için;
Kıyıdaki kenar mahalleleri
Ve okullar,
Senin için büyüyorlar;
Tüy salıyorlar,
Yaralı melekler;
Pullar örtünüyor,
Düğün balıkları;
Deniz kestaneleri,
Göğe uçuyorlar;
Siyah tülleriyle terzi dükkanları:
Kanla doluyorlar, kaşıklarla,
Senin için;
Ve,
Yutuyorlar,
Yırtılmış kurdeleleri;
Öz canlarına kıyıyorlar,
Öpüşe öpüşe;
Ve ak sadeler giyiniyorlar.
Bir şeftali ağacı
Giyinip de,
Kuş gibi seğirtirken sen;
Kasırga gibi fırıl fırıl,
Bir pirinç gülüşüyle gülerken;
Türküler çağırdığında;
Allak bullak ederken,
Atardamarlarını,
Dişlerini, gırtlağını,
Parmaklarını;
Vay ne şirindin,
Kahrolurdum ben
Kahrolurdum ben
Kızıl göller için:
Güz ortasında bir şahbaz at
Ve kana belenmiş bir tanrıyla,
Beraber yaşadığın.
Kahrolurdum ben,
Mezarlıklar için:
Gece, sesi kısılmış
Çanlar arasından,
Suyla, mezarlarla küllenmiş
Nehirler gibi geçen;
Nehirler:
Hasta asker koğuşları sanki,
Tıklım tıklım dolu;
Ve matem yağlı ölüme,
Çürük taçlı mermer şifreli ölüme,
Nehir nehir gelen ölüme doğru;
Birdenbire taşıveren nehirler.
Gece, ayakta, ağlaya ağlaya,
Boğulmuş çarmıhların geçişini
Seyrederken sen;
Kahrolurdum seni görmek için:
Bak,
Ölüm nehrinin önünde ağlıyorsun
Perperişan;
Garip kalmış köşelerde başın,
Durmaz ha, durmaz gözlerin
Ağlar yaşın yaşın.
Gece ve çıldırasıya yalnız,
Külleri ısıra ısıra;
Dumanı, gölgeyi, unutmayı:
Siyah bir huniyle yığabilseydim,
Trenlerin, gemilerin üstüne;
Filizlendiğin ağaç için,
Yapardım bunları,
Topladığın,
Yaldızlı su yuvaları için;
Sarmaşık için,
Yapardım bunları;
Gecenin sırrını sana ileterek,
Kemiklerini saran
Sarmaşık için.
Islak soğan kokusu gelen
Şehirlerden,
Seni bekliyorlar;
Boğuk bir sesle,
Şarkı söyleyerek
Geçesin diye.
Yeşil kırlangıçlar,
Saçlarının arasına yapıyorlar,
Yuvalarını;
Dilsiz sperma sandalları,
Peşin sıra geliyorlar;
Sümüklü böcekler, haftalar,
Yelkenleri düşürülmüş serenler,
Kirazlar da,
Dönüveriyorlar o saat:
Gözükünce solgun başın,
On beş gözlü başın,
Al kan içindeki ağzın.
Şehrin otellerini,
İsle doldurabilseydim;
Hıçkıra hıçkıra,
Yok edebilseydim
Çalar saatları;
Ezik dudaklarıyla yaz ayı,
Evine nasıl gelecek,
Göreyim diye
Yapardım bunları;
Yığın yığın insanların,
Melûl mahzun tantanalarıyla
Ülkelerin,
İşlemez sabanların,
Gelincik çiçeklerinin;
Mezar kazıcıların, süvarilerin,
Kanlı haritaların, gezegenlerin,
Evine nasıl geldiklerini
Göreyim diye;
Yapardım bunları.
Küllerle örtülü dalgıçların,
Uzun bıçaklarla delik deşik olmuş
Meryem Ana tasvirlerini
Sürüte sürüte gelen maskelerin;
Damarların, köklerin, hastanelerin,
Karıncaların, su gözelerinin,
Evine nasıl geldiklerini
Göreyim diye;
Yapardım bunları.
İçine kapanmış atlının
Örümcekler arasında öldüğü
Bir yatakla,
Gecenin;
Kinden, dikenlerden bir gülün,
Sarıya çalan bir geminin,
Rüzgârlı bir günle, bir bebeğin;
Evine nasıl geldiklerini
Göreyim diye:
Yapardım bunları.
Ben, Oliverio, Norah,
Vicente Aleixandre, Delia,
Maruca, Malva, Marina,
Maria Luisa, Larco, La Rubia,
Rafael Ugarte, Cotapos,
Rafael Alberti, Carlos,
Manolo Altolaguirre, Bebé,
Molinari, Rosales, Concha Méndez,
Ve daha da unuttuklarım;
Evine nasıl gelecektik,
Göreyim diye
Yapardım bunları.
Gel de taçlar takayım,
Gel, sağlık esenlik delikanlısı,
Gel, kelebek kravatlı civan;
Sen ey,
Sonsuz hür siyah bir şimşek gibi:
Pırıl pırıl insan;
Madem, geç vakitlere dek,
Kalınamıyor daha kayalıklarda;
Bari aramızda konuşalım,
Gel,
Şöylece bir, olduğumuz gibi;
Çiğ için olmadıktan sonra,
Şiirlerde n'olacak yani?
Bir ağu hançerin,
İçimize işlediği bu gece için
Olmadıktan sonra;
Şiirlerde n'olacak yani?
Bu tan kızıllığı için,
Olmadıktan sonra;
İnsanın vurulmuş yüreğinin,
Ölüme hazırlandığı,
Şu viran köşe için olmadıktan sonra
Şiirlerde n'olacak yani?
En çok gece, geceleyin:
Kıyamet gibi yıldızlardır,
Dolmuşlar hepten ırmağa;
Bir kurdele gibiler,
Fakir fukara dolu evlerin
Pencerelerindeki..

Bir ölen var,
Onların evlerinde;
Bürolarda, hastanelerde belki,
Belki asansör ve madenlerde,
İşlerinden oldular.
Onulur şey değil yaraları,
Yaratıklar,
Acı çekiyorlar.
Her yanda dert yanış,
Her yanda,
Vay şuymuş vay bu;
Pencereler,
Göz yaşıyla dolu,
Aşınmış eşikler,
Göz yaşından;
Yüklükler ıslak,
Bir dalga gibi
Halıları dişlemeye gelen
Göz yaşından,
Oysa ki yıldızlardır akar
Uçsuz bucaksız bir nehirde.
Federico,
Dünyayı görüyorsun.
Yolları görüyorsun,
Sirkeyi görüyorsun;
Birkaç ayrılıştan,
Taşlardan, raylardan gayrı,
Kimseciklerin kalmadığı,
Köşeden:
Duman ha deyince,
Zalim tekerleklerine;
Hoşça kalları görüyorsun,
İstasyonlardaki..

Her yanda, sorunlar koyuyorlar,
Çeşit çeşit insan var:
Kanlı bıçaklı kör var,
Öfkelisi, ümitsizi var,
Yoksul var, tırnak ağaçları var;
Şunun bunun sırtından,
Geçinmek sevdasıyla;
Harami var.

Hayat  böyle, Federico,
Ey babayiğit,
Ey kara sevdalı adam.
Sana,
Dostluğumun sunabileceği şey
İşte bunlar..
Sen de epeyce şey biliyorsun
Şimdiden.
Yavaş yavaş, daha da,
Öğreneceklerin var.

Çeviren: Enver Gökçe

 

 

 

UNUTMAK YOK

Bunca zamandır nerede olduğumu soracak olursan
"Oldu birşeyler" demeliyim
oturmalıyım bir taşa
kararan dünyada,
kendini yemiş bitirmiş bir nehirde.
Korumasını bilmiyorum yitirdiklerini kuşların
Geride bıraktığım denizi
ya da çığlığını kızkardeşimin.
Nedir bu toprağın zenginliği?
Gün neden günle kapanıyor?
Neden karanlık gece çalkalanıyor ağzımda?
Ve ölüm neden?

Nereden geldiğimi sormayacak mısın?
Anlatayım sana;
Kırık şeyleri
Acılı kapları
Sık sık tozlanan koca sığırları
ve tutulu kalbimi.

Bunlar ne belleğimizde uyanan sarı güvercinler,
ne de anılardır kuşaktan kuşağa akan.
Ağlayan yüzlerdir bunlar,
Parmaklardır gırtlağımızdaki,
ve toprağa düşen yapraklardır.
Yiten günün karanlığıdır.
Yeşertir kaleleri hüzünlü kanımızdaki.

İşte menekşeler ve işte kırlangıçlar,
Sevdiğim her şey
Tatlı mesajlar veren günbegün
açıkta zaman
tatlılığı artan.
Kaçamayız biz; Dişlerimizin arasından:
Neden kemiriyor boşa giden zaman
sessizlik kabuğunu?
Ne yanıt vereceğimi bilmiyorum.

O kadar çok ki ölümüz
Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler
Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar
Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler
Ve o kadar çok ki unutmak istediklerim.

Çeviren:Kenan Gülbağ

 

 

 

OĞULLARI ÖLEN ANALARA TÜRKÜ

Onlar ölmediler yok, 
Ateş fitilleri gibi: 
Dimdik ayakta, 
Barut ortasındalar!

Karıştı, bakır tenli 
Çayır  çimene, 
Karıştı, 
O canım hayalleri: 
Zırhlı bir rüzgâr, 
Perdesi gibi; 
Bir set gibi: 
Kızgın çehreli, 
Göğüs gibi: 
Göğün görünmez göğsü gibi!

Analar, onlar ayakta 
Buğday içindeler, onlar, 
Yücelerden yüce dururlar: 
Dünyayı doruktan seyreden, 
Bir öğle güneşi gibi. 
Bir çan darbeleri gibi, 
Onlar. 
Ölmüş gövdeler arasında, 
Zaferi çekiçleyen bir ses gibi 
Onlar, 
Kara bir ses gibi. 
Ey canevinden vurulmuş, 
Toz duman olmuş bacılar! 
İnanın oğullarınıza. 
Kök oldu onlar, 
Sade kök: 
Kan suratlı, 
Taşlar altında. 
Karışmadı toprağa, 
Dağılmış kemikçikleri. 
Ağızları ısırır hala, 
Kuru barutu; 
Ve demir bir okyanus gibi, 
Titreşirler hâlâ. 
Ben ölmedim, der, 
Yumrukları; 
Yukarı kalkık yumrukları, 
Daha.

Bunca yere düşmüşlerden, 
Yenilmez bir hayat doğar: 
Bir tek beden olur, 
Analar, bayraklar, çocuklar, 
Hayat gibi canlı tek bir beden; 
Bir yüz bekler karanlıkları, 
Ölü gözleriyle, 
Kılıcı dopdolu, 
Dünya ümitlerinden.

Dursun,

Dursun yas esvaplarınız. 
Yığın derleyin, 
Gözyaşlarınızı; 
Bir metal oluncaya kadar: 
Bununla vuracağız, 
Gündüz gece; 
Bununla çiğneyeceğiz, 
Gündüz gece; 
Bununla tüküreceğiz 
Gündüz gece 
Kin kapılarını, 
Kırıncaya kadar.

Oğullarınızı bilirdim, 
Unutmadım acılarınızı. 
Ölümleriyle nasıl kıvandıysam, 
Hayatlarıyla da öyleyimdir. 
Onların gülüşleridir: 
Karanlık atölyeleri ışıtan. 
Her gün metroda, yanıbaşımda: 
Onların ayak sesleridir, 
Çın çın. 
Akdeniz portakallarında, 
Güney ağları içinde; 
Yapılarda, 
Basımevi mürekkeplerinde; 
Kalplerini tutuşur gördüm onların, 
Güçle, yangınla.

Ben de sizler gibiyim, analar. 
Benim kalbim de yas dolu, ölüm dolu. 
Gülüşlerinizi öldüren kanla, 
Serpilip gelişmiş; 
Bir orman gibidir kalbim. 
Günlerin kahredici yalnızlığı, 
Uyanışın sisli öfkeleri 
Girmiştir içine.

Susamış sırtlanları, 
Bitip tükenmez ürmeleriyle 
Afrika'dan gürleyen hayvan sesini; 
Öfkeyi, iniltileri, hoş görmeleri, 
Bırakın, bir yana bırakın. 
Ölümün ve tasanın 
Çemberinden geçmiş analar, 
Doğan ulu günün ortasına bakın: 
Bu topraktan güler ölüleriniz. 
Kalkık yumrukları titrer, 
Buğdayın üstünde, 
Bilesiniz.

 

 

BİZLER SUSUYORDUK

Bilmek acı çekmektir. Ve bildik;
Karanlıktan çıkıp gelen her haber
Gereken acıyı verdi bize:
Gerçeklere dönüştü bu dedikodu,
Karanlık kapıyı tuttu aydınlık,
Değişime uğradı acılar.
Gerçek bu ölümde yaşam oldu.
Ağırdı sessizliğin çuvalı

 

 

 

BUĞDAYIN TÜRKÜSÜ

Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kızıl elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.

 

 

GÜZ ÇİÇEKLERİNDEN NÂZIM'A BİR ÇELENK

Niçin öldün Nazım?
ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?

Nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülümseme olsun?

Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu
gerçeğe çağıran bakışı nerde
bulalım?

Kardeşim,
öyle yeni duygular, düşünceler yarattın ki
bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir
yaşarken seçtiğin
ve ölümünden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.

Al sana bir demet Şili kasımpatıları
al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi dövüşümü
ve yurdumun kederli davullarının boğuk
gürültüsünü
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen
yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma
güç veren
dostluğundan yoksun.

Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek.

Ne yapayım ben şimdi?
Tasarlanabilir mi dünya
her yanına ektiğin çiçekler olmadan
Nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
senin halk zekanı, ozanlık gücünü duymadan?
Böyle olduğun için teşekkürler,
teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.


 

HELEN'E YENİ SONE

Yaşlandığında (dediği gibi Ronsard'ın)
yazdığım bu dizeleri anımsayacaksın.
Memelerin hüzün duyacak çocuklarını emzirmekten
yaşamının, boşluğunun bu son dip sürgünleri.

Öyle uzakta olacağım ki balmumundan iki elin
çıplak kalıntılarımla işleyecekler belleğini.
Bazen ilkbaharda kar yağdığını anlayacaksın
ve ilkbahar karının en acımasız kar olduğunu.

Öyle uzakta olacağım ki yaşamına
dolu bir testi gibi boşalttığım aşk ve acının
ellerimde ölmekten başka yazgısı olmayacak...

Bitkin! çok geç, gençlik elden gitmiş olacak,
çok geç olacak çünkü çiçekler tek bir koku verir
ve çağırdığında çok uzakta olacağım...




İŞLİKLERDE GECE

Dinlenen kara demir, gözenekleri acı
çığlıklarıyla inleyen kara demir.

İçler acısı toprakta hâlâ kızıl kül,
bronzun acısını erittiği döküm.

Hangi acı ülkesinden gelir acılı ve bitmez
gecede gak gak öten kuşlar?

Çığlık kasılır içimde düğümlenen bir sinir gibi
ya da kırık bir teli gibi bir kemanın.

Her makine bir gözbebeği saklar
bakmak için bana.

Duvarlara asılmıştır soru işaretleri,
bronzun ruhu açılıp saçılır örs üstünde,
ıssız bürolarda titrediği duyulur ayak seslerinin.

Ve karanlıkta koşar -umutsuz-
ölü işçilerin hıçkıran ruhları.




***

Rüzgar saçlarımı tarıyor, anaç
parmaklarını geçiriyor saçlarımdan.
Anının kapısını açıyorum
Düşüncem çıkıyor, çekip gidiyor.

Başka seslerdir taşıdığım,
türküm başka dudaklardan,
Anılarımın mağarasının
tuhaf bir aydınlığı bile var!

Yabancı toprakların meyveleri,
bir başka denizin mavi dalgaları,
başkasının aşkları, adını anmaya
yüreğimin elvermediği acılar.

Ve rüzgar, anaç elleriyle
saçımı tarayan rüzgar!

Gerçeğimi gece alıp götürüyor,
ne gecem var ne de gerçeğim!

Yol ortasına yatıyorum,
beni çiğnemek gerek yürümek için.

Yürekleri çiğniyor beni, şarap
ve düşle esrik yürekleri.

Kıpırtısız köprü, yüreğini
sonsuzlukla bağlıyorum.

Ölseydim birdenbire
bırakmazdım şarkı söylemeyi.

 

 

SON

Bu sözcükleri kanımla yarattım,
evet, acılarımla yarattım bu sözcükleri!
Anlıyorum sizi dostlar, her şeyi anlıyorum.
Benim olmayan sözcükler girdi araya,
anlıyorum sizi dostlar!
Havalanmak istiyormuşum gibi
kuşların kanatları, bütün kanatlar
imdadıma yetişti,
işte benim olmayan bu sözcükler
ruhumun bu karanlık esrikliğini kurtarmaya geldi.

Şafak,
sıkıntı düğümlerini boğazımda hiç
bu kadar sıkmadı sanki.
Yine de
kanımla yarattım, evet, acılarımla
bu sözcükleri. Yarattım onları!

Neşe için sözcükler yarattım
alev alev bir taçken yüreğim;
çivileyen acının sözcüklerini,
sizi kemiren içgüdüleri,
tehdit eden atılımları,
sonsuz istekleri,
açı kaygıları,
ak şemsiye çiçekleriyle dolu kırmızı bir toprak gibi
çiçeklenen ömrümü örten aşk sözcüklerini.
İçimden taşıyorlardı. Hep taşmışlardır.
Çocuk, acım çığlıktır
ve sevincimdir sessizliğim.

Daha sonra unuttular gözler
herkesin yüreğinin rüzgarıyla
süpürülen gözyaşlarını.

Şimdi söyleyin bana dostlar
nereye saklandığını
hıçkırıkların bu buruk öfkesinin.

Dostlar, nereye saklandığını sessizliğin,
hiçbir kulak, hiçbir bakış
kendisini suçüstü yakalamasın diye.

Sözcükler geldi ve bir şafak gibi
bastırılamaz yüreğim parçalandı onlar arasında,
asılarak uçuşlarına,
sürüklenip, çekilip kahramanca kaçışlarında,
terkedilmiş ve çılgın ve onlar altında unutulmuş yüreğim
ölü bir kuş gibi, kanatlarının gölgesinde.






YİRMİ AŞK ŞİİRİ VE UMUTSUZ BİR ŞARKI
(1924)



III

Çamların çokluğu, dalgaların kırılmış uğultusu,
yalnızlık çanı ve ışıkların usul oyunu,
bebek gözlerine düşen alacakaranlık,
yeryüzü kabuğu, sende söyler şarkısını toprak!

Sende şarkı söyler ırmaklar ve üstünde
ruhum arzuladığın gibi ve istediğin yere doğru.
Yol çiz ki bana umut yayının üstünde
bir ok salvosu atayım sayıklamayla.

Sis kemerini görüyorum çevremde,
peşine sessizliğinin düştüğü izlenen saatlerimi,
sana, saydam taş kollarına demir atmıştır
öpücüklerim nemli arzumun yuvasında.

Ah! yankılanan ve ölerek düşen akşamda aşkın
rengini soldurduğu ve katladığı gizem sesin!
Böyle gördüm karanlık saatte tarlalarda
rüzgarın ağzı altında eğildiklerini başakların.




V

Beni duyman için
sözcüklerim bazen
azalır
plajdaki martı izleri gibi.

Bilezik, esrik çıngırak
yumuşak ellerinin üzümü için.

Sözcüklerime bakarım ve uzakta görürüm onları.
Benden çok senindir onlar.
Eski acıma sarmaşık gibi tırmanırlar.

Nemli duvara tırmanırlar.
Ve bu kanlı oyunun tek suçlusu sensin.

Karanlık yuvamdan kaçıyorlar.
Ve sen her şeyi dolduruyorsun, her şey seninle dolu.

Yerleştiğin boşluğu dolduranlar onlardır,
hüznüm senden daha çok onlara tanıdık.

Burada sana söylemek istediğimi söyleyecekler,
duy onları beni duymanı istediğim gibi.

Her zamanki gibi, sıkıntılı bir rüzgar sürüklüyor onları yine
ve bazen düşlerin kasırgası deviriyor.
Acılı sesimde başka sesleri duyuyorsun.
Eski dudakların ağlamaları, eski af dilekçesi kanı.
Sevgilim, sev beni. Burada kal. İzle beni.
Sevgilim, izle beni, sıkıntı dalgası üstünde.

Yine de sözcüklerim aşkının rengini alıyor.
Ve sen her şeyi dolduruyorsun, her şey seninle dolu.

Bütün bu sözcüklerden sonsuz bir bilezik yapıyorum
üzüm gibi ak ve yumuşak ellerin için.




VIII

Sen, ruhumda vızıldayan, balla esrik, ak arı
bükülüyorsun usulca bukle bukle yükselen duman gibi.

Umutsuzum, söz yankısız,
her şeye sahip olan, her şeyi yitirenim.

Sende çatırdıyor son palamar, son kaygım.
Çölümdeki son gülsün.

Ah suskun kız!

Kapat derin gözlerini. Gece uçuyor orada.
Ah! soy korkulu heykel bedenini.

Gecenin kanat çırptığı derin gözlerin var.
Ve taze çiçek kolları ve bir gül bezek.

Ve göğüslerin ak salyangozlar gibi.
Bir gece kelebeği uyuyor konmuş da göbeğinin üstüne.

Ah suskun kız!

Ve işte yalnızlık ve sen yoksun.
Yağmur yağıyor. Deniz rüzgarı kovuyor aylak martıları.

Islak yollarda ayakları çıplak yürüyor su.
Ve ağacın yaprağı yakınıyor bir hasta gibi.

Ak arı, yoksun, bende sürüyor vızıldaman.
Zamanda yaşıyorsun, ince ve suskun.

Ah suskun kız!




X

Yine yitirdik o alacakaranlığı.
Ve kimse görmedi bizi o akşam el eleyken.
mavi gece dünyaya inerken.

Penceremden gördüm
uzak kıyılarda batan güneşin bayramını.

Bazen, bir madalya gibi
bir güneş parçası yanardı ellerimde.

Ve seni anımsardım yüreğim daralarak
tanıdığın hüzünle hüzünlü.

Neredeydin o zaman sen?
Ve hangi insanlarlaydın?
Neler konuşuyordun?
Neden gelir ki birden bütün aşk
hüzünlüyken ve seni uzak tanırken?

Hep alacakaranlıkta alınan kitap düştü,
pelerinim, o yaralı köpek, ayaklarımın dibine yığıldı.

Hep zaklaşıyorsun ve hep akşam
gecenin heykelleri silerek alelacele geldiği saatlerde.




XIV

Günlük oyuncağın dünyanın aydınlığıdır.
Suyun ve çiçeğin üzerine gelmiş ince ziyaretçi.
Ellerimin arasında her gün, bir salkım gibi
sıktığım bu küçük yüzün beyazlığını bıraktın.

Ve o zamandan beri, sevgilim, benzerin yok.
bırak uzanayım sarı çiçek taçlarının üstüne.
Kim yazdı adını güney yıldızlarının bağrına duman harflerle?
Ah! bırak canlandırayım seni o zamanki,
daha varlığın yokkenki halinle.

Ama bir rüzgar haykırıyor ve camıma vuruyor.
Gökyüzü karanlık balıklarla dolu bir ağ.
Buraya geliyor çarpmaya bütün rüzgarlar, buraya, hepsi.
Soyunuyor yağmur.

Kuşlar geçiyor kaçarcasına.
Rüzgar. Rüzgar.
İnsan emeğine karşı savaşamam.
Ve fırtına bir yığın kara yaprak bıraktı
ve dün akşamın palamarladığı bütün kayıkları çözdü.
Ama sen buradasın. Sen kaçmıyorsun.
Yanıtlayacaksın beni son çığlığa kadar.
Sokul yanıma korkuyormuşsun gibi.
Ama tuhaf bir gölge geçiyordu bazen gözlerinden.

Şimdi, şimdi de küçüğüm, hanımelleri getiriyorsun bana,
kokuyorlar göğüslerine kadar.
Hüzünlü rüzgar koşarken kelebekleri öldürerek
seviyorum seni ve sevincim ısırıyor erik ağzını.

Bana, yalnız ve yaban ruhuma, onların hepsini kaçıran
adıma alışsan çok şey yitireceksin sanki.
kaç kez, gözlerimizle öpüşürken yıldızın yandığını gördük,
açıldığını gördük başımızın üzerinde dönen alacakaranlıkların
yelpazelerinin.
Sözcüklerim yağıyordu senin üzerine okşamalarımla birlikte.
Nice zamandır sevdim sedef ve güneş bedenini.
Evren senin, işte buna inanıyorum.
Dağlardan sevinç getireceğim copihue çiçekleri olarak,
kara fındıklarla, orman öpücüklerinden sepetlerle.

İlkbaharın kiraz ağaçlarıyla yaptığını
yapacağım seni.

 

 

SONSUZ İNSANIN GİRİŞİMİ
(1925)


(...)
ve işte evim
ormanlar kokularıyla dolduruyorlar yine
arabayla taşındığı bu yerden
parçaladım yüreğimi ayna gibi geçip gitmek için içimden
işte yüksek pencere ve ağaç bedenlerini düşüren balta olandan
kalan kapılar
rüzgar kalaslara astı belki
derin ağırlığı kendisini unuttuğunda
dans ediyordu gece ağlarında
hıçkırarak uyanıyordu çocuk
anlatmıyorum mutsuz sözcüklerle söylüyorum
alacakaranlığı dilimliyor yine yapı iskeleleri
ve camlar ardında yağdanlığın alevi
bakmak içinde gökten yana
gece düşüyordu cam taçyapraklar olarak
fırtınaya götüren yolu izledin sen
ne istiyordun ne koyuyordun ölürken sık sık
sık sık
bütün nesneler çıkıyor büyük bir sessizliğe doğru
ve o güvertesinde eğilmiş umutsuzdu
acılı bir çiçeği tutuyordun
taçyaprakları arasında dönüyordu günler
yenik pilot papatyalar
yenik gölge terk etmiş karıştırıyordun
son sınırların metalini
orada bekliyordu saatin
yine de şafak yükseldi toprağın kadranları üzerinde
günler birdenbire tırmandılar yıllara
işte yürüyen yüreğin bitkinsin
olmayan mevsimi uğurlayan kuşları tutuyorsun yanında

kabul ediyorum gğü bakıyorum en derinine düşünüyorum
belirsizlikle oturmuş da bu kıyıya
ey sular ve kağıtlarla dokunmuş gök
kendi kendime konuşmaya başladım alçak sesle
gitmemeye kararlı köklerimin terlemesiyle sürüklenerek
kıpırtısız bu mavi dillere aç gemi gibi
titriyordun balıklar izlemeye başladılar seni
bu susuzluk anını büyüklükle şarkıya dökmekti isteğin
şarkı söylemek istiyordun
oturmuş odana şarkı söylemek istiyordun o gün
ama bir çanda gibi soğuktu hava yüreğinde
sayıklayan bir halat bozacaktı soğuğunu
bacağım uyuştu bu pozisyonda
şarkı söyleyerek konuştum onunla yüreğim bana ait
gökyüzü sesli damlaydı ve büyük sessizliğe düşüyordu
kulak kabartıyorum ve zaman okaliptüs gibi
şarkı söylüyor kendinden geçmiş şurda burda
ıslık çalan bir hırsızı barındırarak
vadilerin sınırlarında durdurdum atımı
ürkmüş kaygılı kıpırtısız işemeden
o anda yemin ederim ey göğün zayıflığında capcanlı
sepetin hoşnut balıkçı gibi gelen gece

kimden satın aldım o gece benim olan yalnızlığı
rüzgara ayağına çabuk olmayı emir veren
tamamlanmamış yapraklar içinde soğuk çiçeğine
fırtına diyorsan bana ve yankılanıyorsan uzaktan
bir tren gibi ayaklarımın dibine düşmüş
sana kan uyurgezeri diyen hüzünlü dalga
gidiyordun bazen şafağı aramaya
tanıyordum seni ama uzakta açıkta
gözlerine eğilip yitik gemi demirini arıyorum
işte senin tuttuğun
sedef kollarında açmış
bitirmek için daha ileriye gitmeyi bırakmak için
övüyorum seni bunun için yüreğimi izleyen
tersine kaldırarak gözleri
seni geri dönüş belirtilerinde arıyorum
ormanların sessizliğinde gibi uyuyan kuşlarla dolusun
kırgın zambak ağır taçyaprak başka yerlere bakıyorsun
seninle konuştuğumda acı benimsin kadınımsın öylesine uzak
sıklaştır adımlarını sıklaştır ve yak ateşböceklerini
(...)




(...)
geri ver bana büyük gülü gittiğim şeyleri eşit düşündüğüm
bu dünyaya taşınan susuzluğu
gece önemli ve hüzünlü ve burada şikayetim
uzun suların gemicisi birdenbire
bir martı şakaklarında büyüdüğünde
yüreğim daha bir güzelleşir
gri ayağınla damganı vur bana uzaklıkla dolu
acı okyanus kıyısındaki yolculuğun ya da bekle beni
bir menekşe gibi uyanır sis
sevgili gecede ağacına bir çocuk tırmanır
meyvelerini çalmaya
ve kertenkeleler fışkırır ağır yeleğinden
o zaman gün atlar arısının üstünden
ayaktayım ışıkta nasılsa öğle zamanı toprakta
her şeyi sevecenlikle anlatmak istiyorum
işte sen kötü mevsimlerin nöbetçisi
kaygılı balıkçı bırak beni süsleyeyim örneğin
meyvelerden tatlı bir kemerle hüznünü
bekle beni gittiğim yerde ah iniyor gece
yemek okyanusun gemici türküleri ve bekle beni
sana ilerleyerek bir çığlık gibi geride kalarak
bir iz gibi oh bekle beni
bu son gölgeye oturmuş ya da yine ondan sonra




HALKALAR
(1926)


EN İYİ GÜNE ÖVGÜLER

En iyi gün tan atmadan önce başlar ve geceden sonra biter. En iyi gün
karanlık süngerlerinin arasına fırlatır oklarını ve işte karşımızda, en iyi
gün, iyi bir yoldaş gibi, ayakta durur yol ortasında.
Bu mutlu zamanı haber verir belirtiler ama kimse derlemez onları. Kim okur
kayan yıldızların alfabesini? Hiç durup çözmedin sokaklara dökülen küçük
öncü belirtileri. Son rüzgarların temel gülünü de incelemedin.
Ne önemi var ey sevinçli gün! Şafağın gönderinin tepesine çekildin ve böyle
göründün, güler yüzlü savaşçı. Uyandıklarında buğdayların çiyi titretirsin.
Aydınlığın meyveleri boyar ve yollarını yitirmiş arıların kanatlarını
açarsın. Ve vadideki o sarı çiçeğin benzeri yoktur çünkü geceleyin
apaydınlık parmakların beklemiştir başında.
Yayılmış gök, açık gök; genç kız ağır geniş adımla iner yaprakların kokusu
içine. Solunan hava soluklaşmaz, havada gerçek menekşe rengini korur.
Kasaba, ah! o billur taşra, bir türlü satın alınamayan bronz çanın açılışını
yapar ve sandalın sahibi, yoksullukların kıyısından dalgalandığını görür
denizin ıslak zümrütleri arasında yelkenlisinin beklediği yelkenin. Küçük
kız, küçüğüm, gezme günüdür bu gün, kovmalısın kederini ve göğsün iki dirhem
bir çekirdek giysinin altından dikler iki ak tomurcuğu. Yiğit dost, uzak
dost, sevgili köpük, bugün sevincin sana getirdiği mektubu, haberleri
alırsın: Gerardo, sarhoş herif, eski dostum. Biliyorsun, Thomas başını
sokacak bir yer buldu. Federico, Juanita, herkes memnun. İşçiler pişman
değiller bu günün tatil olmasına ve içleri sızlar yaygaracı yumurcakları
beklerken. Bir çiçek süslüyor yoksulun barınağını bu huzurlu saatlerde ve
her yeri örümcek ağı bağlayan yıkıntı eve gün ışırken sabah ya da gün
batarken akşam barınaksız bir umudu saklayan iki sevgili girer.




ÇOCUKLUĞUN TAŞRASI

Çocukluğun taşrası, romantik balkondan seni yelpaze gibi açıyorum. Eskiden
olduğu gibi sokakların terk ettiği ben, terkedilmiş sokakları inceliyorum.
Düş darbeleriyle dövdüğüm küçük kent, kıpırtısız varlığından
beliriveriyorsun. Köpüğün kıyısında uzun ve ağır adımlarla toprakları ve
otları çiğneyerek, daha yeni boyanmış bu gök altında büzüşmüş sen, bir tek
sen geceyi kaçıran taşlar atabilirdin. Böyle yarattın kendini, yalnızlıkla
yoğrulmuş, iç sıkıntılarıyla yaralı, yürüyerek, yürüyerek kederli
kasabalarda. Neye yarar eskilerden söz etmek, neye yarar unutuşun
çamaşırlarını yeniden giymek? Yine de gölgen büyük ve kara, çocukluğumun
taşrası. Büyük ve kara kasaba gölgen renksiz soğukluğun, kuzey rüzgarının
öpücüğü altında. Ve güneşli, beklenmedik, tatlı günlerin de var bir başak
gibi sallanarak nemden çıktığında zaman. Ah! suların yükselmesinin korkunç
kışı, babaannem ve ben titrerdik aklımızı kaçırasıya titrerdik. Her yandan
yağan, kederli ve savurgan, bitmek tükenmek bilmez yağmur. haykırırlar,
ağlarlardı ormanlarda yitmiş trenler. Rüzgarın çevrelediği tahta evler
çatırdardı. Rüzgar şaha kalkmış ayaklarıyla pencereleri uçururdu, yıkardı
çitleri; şiddetli, umutsuz, arazi olurdu denize doğru. Ancak tertemiz
geceler de vardı, güzel havanın yaprakları, kusursuz yıldızlar içine
sokulmuş karanlık gökyüzü. Ağır kaldırımlarda, alacakaranlıkta ya da
unutulmaz sabahlarda genç kızı elinden tutup gezdiren aşık oldum. Söylenmiş
onca sözcük nasıl anımsanmaz? Çiçek gibi açılan öpücükler, dalgalanan
çiçekler her şey bitse de. Fırtınayla yüzleşen ve acı kanatları altında
ağzını güçlendiren çocuk seni destekliyor bugün fırtınadan sonra büyük bir
ağaç gibi nemli ve sessiz memleket. gizli saatlerin elinden kaçmış, herkesin
tanımadığı çocukluk taşrası. Son yağmurla ıslanmış yapı iskelesine uzanmış
yalnızlığın bölgesi, bir geri dönüş barınağı olarak öneriyorum seni ömrüme.




KEDER

Ilea fenerindeki adam yanıp sönen fenerler altında uyuyor; göğün enginliğini
itip kakıyor deniz, artıyor yankılar kaçarken batıya, düşen çiylerin inşa
edilen hangarına bakıyorum yukarıda. Bir kır bitkisi büyüyor elimde ve ben
Mele?yi düşünüyorum, fener bekçisinin kızını, ne kadar severdim onu.
Diyebilirim ki varlığını her seferinde yanımda bulurdum, bu kıyıda bulunan
midye kabukları gibi. Yine burada gece, çukurların korkunçluğu, şafağın
kuluçkasına yatmış ve bütün ağların balıkları. Gözlerinden ağzına kadarki
uzaklık iki öpücüğün uzaklığı, sıkarken dudaklarını, fazla yaklaştırırken
kırılgan porselen üzerine. Duvar saatlerinin solgunluğu vardı, o da, zavallı
Mele, ve ay çıkardı ellerinden, sıcacık, bir an tutsak bir kuş gibi. Kara
sular konuşuyor, yoklaşıyor ve yuvarlanıyor, uzaktaki duvarlar da üzülüyor
karanlık konsere, güneyin geceleri acı veriyor uyanık nöbetçilere ve büyük
mavi sıçramalarla deviniyor, karıştırıp duruyor göğün takılarını. Gözümde
canlanıyor o, görüyorum; doğan günü parçalamamak için yalınayak gelirdi ve
denizin kabarması unuturdu geri çekilmeyi gözlerinde. Kuşlar uzaklaştılar
ölümünden uzaklaşır gibi kışlardan ve metallerden.

 

 

MÜCEVHER

Gözden geçirmelisiniz kendinizi, efendim
arkadaşım, gözden geçir kendini,
söylediler bana bunu tek tek,
kaç kez,
kendimi kaybedene kadar
ve kaybettim kendimi hepten,
kuşkularım silik
ve uzak görünene dek,
inatçı her şeye karşın,
saçma ve inatçı,
ama kendimden geçerek
unutacağım her şeyi.

Gezmek için uygun bir ırmakta
yolculuk ettim kuğular gibi
kayığımı tehlikeye atarak,
devinen dizelerimle
öyle büyük dalgalar yaptım ki
suya düştük hepimiz.
Orada, inceledi beni balıklar
soğuk, azarlayan gözleriyle,
bu arada alaycı bir kerevit
gövde gösterisi yaptı.

Başka bir kez, katıldığımda
büyük bir cenazeye,
öldürücü söylevler söylenirken
uyuya kaldım gömütte
ve orada, bilinçli bir kayıtsızlıkla
toprakla kapladılar beni, beni gömdüler:
bu kara günlerde
çürümüş kasımpatıları çelenkleriyle beslendim.
Ve tekrar canlandığımda
fark etmedi beni kimse.

İlginç bir serüvenim var
güzel bir kadınla.
Mücevher derdik ona
ince bir kiraza benziyordu,
sanki bir yürek tasarımı,
küçük bir kristal kutu.
Beni gördüğünde, doğal olarak
hayran oldu burnuma,
uzun, sıcak, tatlı öpücükler kondurdu.

Sonra çözüldüm zincirlerimden
uygunsuz ısrarlarım
ve doymak bilmez benliğim
neden oldu birçok hatalara:

Yuvarlanarak
bir filin gövdesine dönüşene dek
kıvırmaya çalışıyorum burnumu.
Elçabukluğunu
o derece ilerlettim ki
kiraz ağacına çıkardım
Mücevher'i.

Yüz vermedi o kadın
benim aşırı övgülerime
ve asla inmedi dallardan:
terk etti beni. Sonra anladım ki
azar azar, 
bir kiraza dönüşmüştü o.

Çare yok böyle hastalar için
beni hüzünlendirip neşelendirenlere
ve üzerek mutlu edenlere:
gururlu olmamalıyız asla,
ama gerçeği söylemek gerekirse
onsuz da yapamayız.

Türkçesi: Nice Damar

 

 


MATILDE'YE SONE

Seni sevdiğimi göreceksin sevmediğim zaman,
çünkü iki yüzüyle çıkar karşına hayat.
Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın
ateş de pay alır kendine soğuktan.

Seni sevmeye başlamak için seviyorum seni,
sana olan sevgimi sonsuzlaştıracak
bir yolculuğa yeniden başlamak için:
bu yüzden şimdilik sevmiyorum seni.

Sanki ellerimdeymiş gibi mutluluğun
ve hüzün dolu belirsiz bir yarının anahtarları
hem seviyorum, hem de sevmiyorum seni.

Sevgimin iki canı var seni sevmeye.
Bu yüzden sevmezken seviyorum seni
ve bu yüzden severken seviyorum seni.

 

 

GÜZDE UNUTULMUŞ 

Saat yedi buçuğuydu güzün 
Ve ben bekliyordum 
Kimi beklediğim önemli degil. 
Günler, saatler, dakikalar 
Bıktılar benle olmaktan
Çekip gittiler azar azar
Kaldım ortada, tek başıma

Kala kala kumla kaldım
Günlerin kumuyla, suyla
Bir haftanın artıklarıyla kaldım
Vurulmuş ve hüzünlü

Ne var, dediler bana Paris'in yaprakları
Kimi bekliyorsun?
Kaç kez burun kıvırdılar bana
Önce ışık, çekip giden
Sonra kediler, köpekler, jandarmalar

Kalakaldım tek başıma
Yalnız bir at gibi
Otların üstünde ne gece, ne gündüz
Sadece kışın tuzu

Öyle kimsesiz kaldım ki
Öyle bomboş
Yapraklar ağladılar bana
Sonra, tıpkı bir gözyaşı gibi
Düştüler son yapraklar
Ne önceleri, ne de sonra
Hiç böyle yalnız kalmamıştım
Bu kadar
Ve kimi beklerken olmuştu
Hiç mi hiç hatırlamam.

Saçma ama bu böyle
Bir çırpıda oldu bunlar
Apansız bir yalnızlık
Belirip yolda kaybolan
Ve ansızın kendi gölgesi gibi
Sonsuz bayrağına doğru koşan.

Çekip gittim, durmadım
Bu çılgın sokağın kıyısından
Usul usul, basarak ayak uçlarıma
Sanki geceden kaçıyor gibiydim
Ya da karanlık, kükreyen taşlardan

Bu anlattıklarım hiçbir şey değil
Ama başıma geldi bütün bunlar
Birini beklerken, bilmediğim
Bir zamanlar.

(Çeviren: Hilmi Yavuz)

 

 

 

TOPRAK SENDE

Ellerimden birinde
hapsedebileceğim kadar,
ağzıma götürebileceğim kadar
küçük,
ince gül,
ayaklarım ayaklarına, ağzım dudaklarına
değince büyüdün birden,
iki tepe gibi yükseliyor omuzların
ve göğsümde göğüslerin geziniyor işte
yine, kolum güçlükle sarıyor ince çizgiyi,
endamının ayçasını:
kırdın zincirlerini, sevda içinde, deniz
suyu gibi: göğün koca gözlerini güçlükle
ölçüyor ve eğiliyorum ağzına toprağı
öpmek için.

Çeviren: Erdoğan Alkan

 

 

Sayfalarımıza katkılarınızı bekliyoruz