2. BÖLÜM – PERSEUS’UN ACELECİ YEMİNİ

         On beş yıl su gibi akıp geçmiş, bebek büyüyüp uzun boylu bir delikanlı, güçlü kuvvetli bir denizci olmuştu. Tüccar gemileriyle için sık sık çevre adalara gidip geliyordu. Annesi ona Perseus adını koymuştu. Ama Seriphos’taki herkes onun bir ölümlünün oğlu olmadığını söylüyor ve ona ölümsüzlerin kralı Zeus’un oğlu diyordu. Henüz on beşinde olmasına rağmen adadaki herkesten bir kafa daha uzundu. Koşuda, güreşte, boksta, halka ve cirit atmada, kürek çekmede, harp çalmada, kısacası bir erkeğe yakışan her işte diğerlerinden daha becerikli, daha üstündü. Ayrıca iyi kalpli ihtiyar Dictys onu iyi yetiştirdiği için de cesur, dürüst, sevecen ve kibardı. Ama ne yazık ki, Danae ile oğlu şimdi yine büyük bir tehlikenin içine düşmüştü ve Perseus’un, annesiyle kendisini korumak için tüm hünerini göstermesi gerekiyordu.
        
         Adanın kralı Polydectes’in Dictys’in kardeşi olduğunu söylemiştim. Dictys gibi merhametli bir insan değildi; aksine açgözlü, kurnaz ve zalimdi. Danae’yi gördüğünde onunla evlenmek istedi. Ama Danae onu sevmediği ve oğluyla bir daha asla görme umudu olmadığı babasından başka hiç kimseyi düşünmediği için Polydectys’i reddetti.

         Sonunda Polydectys çok sinirlendi ve Perseus deniz yolculuğundayken zavallı Danae’yi Dictys’in elinden aldı. “Madem karım olmuyorsun, o zaman kölem olacaksın,” dedi. Böylece Danae kralın kölesi oldu. Kuyudan su çekmek, değirmende buğday öğütmek zorundaydı. Zalim kralla evlenmeyi reddettiği için dövülüyor, ağır bir zincir taşıyordu. Perseus ise annesinin ne acılar çektiğinden habersiz uzak denizlerde, Samos adasındaydı.

         Bir gün gemi yüklenirken Perseus güneşin altından kaçıp biraz serinlemek için güzel bir ormanda gezintiye çıktı. Yosunların üzerine oturmuş dinlenirken uyuya kaldı. Uykusunda garip bir rüya gördü. Hayatında gördüğü en garip rüyaydı bu. 

         Rüyasında ağaçların arasından bir kadın çıka gelmişti. Ondan uzundu, hatta bir insanoğlunun olabileceğinden çok daha uzundu. Öte yandan, delici olduğu kadar, garipsenecek derecede yumuşak bakan gri gözleriyle müthiş güzeldi. Başında miğfer, elinde bir mızrak vardı. Mavi uzun bir elbise giyiyordu; omuzlarından aşağı bir keçi postu sarkıyor, postun üstünde de ayna gibi parlayan görkemli pirinç bir kalkan duruyordu. Orada öylece durmuş, cam gibi gri gözlerini Perseus’a dikmişti. Perseus, kadının ne gözlerinin ne de göz kapaklarının hiç kımıldamadığını fark etti. Dosdoğru gözlerinin içine bakıyor, sanki kalbini okuyor ve ruhunun tüm sırlarını görüyordu. Doğduğundan beri hiç arzulamadığı ya da hayalini bile etmediği her şeyi bu kadın biliyor gibiydi. Muhteşem kadın konuşmaya başladığında Perseus gözlerini yere dikti. Titriyor, kızardığını hissediyordu.

         “Perseus, benim için bir şey yapman gerek.”

         “Fakat kimsiniz Bayan? Adımı nereden biliyorsunuz?”

         “Ben Pallas Athena’yım. İnsanların kalplerini ve düşüncelerini okuyabilir, yiğiti alçaktan ayırabilirim. Çamurdan yapılma ruhlardan uzak dururum. Onlar da kutsanmışlardır, ama benim tarafımdan değil. Çayırdaki koyunlar gibi dertsiz tasasız semirir, ahırdaki öküzler gibi ekmediklerini yerler. Toprak üstündeki su kabakları gibi büyür yayılırlar, ama yolcuyu gölgelerinde dinlendirmezler. Olgunlaştıklarında ise onları toplayan ölümdür. Sevgisiz cehennemi boylarlar. İsimleri de yeryüzünden silinir gider. 

         “Ama ateşten ruhlara ben daha fazla ateş veririm, mert olanlara her insandan daha fazla güç veririm. Onlar kahramanlardır, ölümsüzlerin oğullarıdır. Kutsanmışlardır, ama çamurdan ruhlar gibi değil. Perseus, onları öyle acayip yollara sürerim ki Tanrıların ve insanların düşmanları olan canavarlarla, Titanlarla dövüşmek zorunda kalırlar. Onları bilinmezliğe, tehlikeye ve savaşlara sürüklerim. Bazıları gençliklerinin baharında ölür ve hiç kimse nerede ve ne zaman bilmez. Bazılarıysa şan ve şöhret kazanır ve huzurlu, mutlu bir yaşlılık geçirirler. Tabii sonlarının ne olacağını, Tanrıların ve insanların babası Zeus’tan başka, ben de dahil hiç kimse bilemez.
         “Şimdi söyle bana Perseus, sence bu iki tür insandan hangisi daha üstündür. Çamurdan ruhlar mı, ateşten ruhlar mı?”

         Perseus hemen cesur bir cevap verdi: “Koyun gibi tasasız yaşayıp sevilmeden ünlenmeden ölmektense, soylu bir isim kazanma uğrunda gençliğimin baharında ölmeyi tercih ederim.”

         Tuhaf kadın önce bir kahkaha attı, sonra pirinç kalkanını havaya kaldırarak haykırdı: “Bak buraya Perseus, böyle bir canavarla yüz yüze gelip boynunu kesmeye cesaretin var mı? Kafasını bu kalkanın üstüne koyacağım.”

         Ayna gibi ışıldayan kalkanın içinde bir yüz belirmişti. Bu görüntü Perseus’un kanını dondurdu. Güzel bir kadının yüzüydü; ama yanakları bir ölününkiler gibi solgun, alnı sonsuz bir acıdan dolayı kırış kırış, dudakları ince ve bir yılanınkiler gibi nefret ve öfke doluydu. Kafasından saç yerine, çatal dilleriyle tıslayan engerek yılanları çıkıyor, şakalarında oynaşıyorlardı. Kafasının iki yanında kartalınkilere benzeyen kanatlar, göğsünde pirinç pençeler vardı.

         Perseus bir süre bakıp dedi ki: “Eğer yeryüzünde böylesine dehşet saçan, iğrenç bir yaratık varsa onu öldürmek boynumuzun bocudur. Bu canavarı nerede bulabilirim?”

         Bu sözler üzerine tuhaf kadın yeniden güldü ve dedi ki: “Daha değil, henüz çok toy ve tecrübesizsin. Bu yaratık bir canavar soyunun anası olan Medusa Gorgon’dur. Evine dön ve seni bekleyen işleri yap. Gorgon’un peşine düşebilecek kadar olgunlaştığına karar verdiğim zaman ben seni bulurum.”

         Perseus bir şeyler söyleyecek oldu, ama tuhaf kadın aniden ortadan kaybolmuştu. Uyanıp etrafına baktığında bunun bir rüya olduğunu anladı. Fakat kafasında yılanlar kaynaşan  korkunç kadının hayali Perseus’un aklından günlerce çıkmadı.

         Nihayet Perseus memleketine döndü ve Seriphos’a geldiğinde öğrendiği ilk şey annesinin Polydectys’e köle yapıldığı oldu.

         Öfkeyle dişlerini sıkarak evden fırladı ve dosdoğru saraya koştu. Erkek odalarından, kadın odalarından ve salonlardan geçti. Öfkeden gözü hiçbir şeyi görmüyor, hiç kimse de korkusundan ona yaklaşamıyordu. Sonunda gözü yaşlı annesini yere oturmuş, el değirmenini çevirirken buldu. Onu ayağa kaldırdı, kucaklayıp öptü ve kendisiyle gelmesini söyledi. Fakat tam odadan çıkacaklarken, Polydectys hiddetle içeri daldı. Perseus onu görür görmez, samsunun domuzun üstüne atılması gibi, üzerine saldırdı.* “Seni alçak, zalim!” diye haykırdı, “bu mu senin tanrılara saygın, yabacılara ve dul kadınlara gösterdiğin merhamet bu mu? Geberteceğim seni.” Üzerinde kılıcı olmadığından yerde duran taş el değirmenini kaptı ve tam Polydectys’in beynini dağıtacakken annesi önüne durup çığlık çığlığa dedi ki:

         “Aman oğlum, bu ülkede yabancı ve bir başımızayız. Kralı öldürürsen herkes üstümüze çullanır, ikimizi de sağ bırakmazlar.”

         İyi yürekli Dictys de koşup gelmişti. O da Perseus’a yalvardı: “Onun benim kardeşim olduğunu unutma. Seni ben büyüttüm, kendi oğlum gibi yetiştirdim. Benim hatırım için kıyma ona.”  

         O zaman Perseus elini indirdi. Tam bir korkak gibi titreyen Polydectys de suçunu bildiği için Perseus’la annesinin gitmesine izin verdi. 

         Perseus bu olaydan sonra annesini Athena’nın tapınağına götürdü. Rahibeler de onu tapınak temizlikçilerinden biri yaptı. Orada güvende olacağını biliyorlardı. Polydectys bile onu bu kutsal mekandan çekip almaya cesaret edemezdi. Perseus, iyi yürekli Dictys ve karısı her gün onu ziyaret ediyorlardı. Kaba kuvvetle istediğini elde edemeyen Polydectys ise vazgeçmemiş, kurnazca planların peşine düşmüştü.

         Perseus’un adada olduğu sürece Danae’yi geri alamayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden ondan kurtulmak için bir düzen kurdu. İlk başta Perseus’u affetmiş, Danae’yi unutmuş gözüktü. Böylece bir müddet her şey sakin gitti.

         Sonra büyük bir ziyafet düzenledi ve ülkenin tüm ileri gelenleriyle aralarında Perseus da olmak üzere adanın tüm gençlerini davet etti. Böylece herkes yemekte krala olan bağlılığını gösterecekti.

         Belirlenen günde tüm davetliler geldi ve adetten olduğu için herkes krala bir hediye getirdi. Kimisi bir at, kimisi bir atkı ya da bir yüzük, kimisi bir kılıç, verecek pek bir şeyi olmayan kimileri de bir sepet dolusu meyve getirmişti. Ne yazık ki Perseus’un eli boştu. Fakir bir denizci olduğundan krala verecek hiçbir şeyi yoktu.
         Kralın huzuruna hediyesiz çıkmaya utanıyordu. Çok gururlu olduğundan Dictys’den bir şey de isteyememişti. Kederli bir biçimde kapıda öylece durmuş, zengin adamların içeri girmesini izliyordu. Adamlar onu gösterip “Bu yetimin verecek nesi var ki?” diye fısıldaşırlarken yüzü kızarıyordu.

         Polydectys’in de istediği buydu işte. Perseus’un kapıda hediyesiz beklediğini duyar duymaz hemen adamlarına onu getirmelerini söyledi. Perseus geldiğinde onu küçük düşürmek için “E, ben senin kralın değil miyim, Perseus? Seni ziyafetime davet etmedim mi? Hani hediyen nerede?” dedi.

         Perseus utancından kızarıyor kekeliyordu. Bütün kibirli adamlar güldüler. Hatta bazıları açık açık onu alaya aldılar. “Bu delikanlı bir tahta parçası ya da bir deniz otu gibi kıyıya vurmuş biri, ama gel gör ki krala bir armağan vermeyecek kadar da kibirli.”

         “Babasının kim olduğunu bile bilmiyor. Oysa kocakarıların kendisine Zeus’un oğlu demesine izin verecek kadar da kendini beğenmiş.”

         Alaycı konuşmaları Perseus’u utançtan çılgına çevirinceye kadar sürdü. En sonunda ne dediğini bile bilmeyen Perseus haykırdı: “Hediyelerden bahseden siz misiniz? Hepinizinkinden daha soylu bir hediye getiriyim de görün.”

         İşte böyle kurumlanmıştı, ama tüm bu alaycılardan daha cesur olduğunun ve onlardan çok daha şerefli işler başarabileceğinin de farkındaydı.

         “Dinleyin. Dinleyin şu palavracıyı. E, ne olacakmış bakalım hediyesi?” diye hep bir ağızdan bağırdılar. Şimdi tam kahkahaya boğulmuşlardı.

         Perseu’un aklına Samos’ta gördüğü rüya geldi ve düşünmeksizin bağırdı, “Gorgonun kellesi.”  

         Bu sözleri söylediğinde içine biraz korku düştü, çünkü başta Polydectys olmak üzere herkes çılgın gibi gülüyordu.

         “Madem bana Gorgon’un kellesini getirme sözü verdin. Getirmeden gözüme görünme sakın. Hadi durma, yürü.”

         Perseus oyuna geldiğini anlamış öfkeyle dişlerini sıkıyordu. Ama söz vermişti bir kere. Hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı.

       Kayalıklara doğru indi. Uçsuz bucaksız mavi denize baktı. Rüyasının gerçek olup olmadığını merak ediyordu. Ruhunun acı içinde dua etti.

         “Pallas Athena, rüyam gerçek miydi? Gorgon’u öldürecek miyim? Gerçekten bana onu gösterdiysen, bir yalancı ve palavracı olarak yüzümün kara çıkmasına izin verme. Kızgınlıkla düşünmeden bir söz verdim, ama aklımı kullanıp sabırlı davranarak bu işi başarabilirim.”

         Derken uzaklarda denizin üstünde gümüş gibi parlak küçük beyaz bir bulut gördü. Gittikçe yaklaşıyor, yaklaştıkça ışığı göz kamaştırıyordu.

         Gökyüzünde başka hiç bulut olmadığından Perseus hayretler içindeydi. Bulut aşağıdaki kayalığa dayandığında titremeye başladı. Kayalığa değdiğinde bulut yarılıp ikiye ayrıldı. İçinde aynen Samos’ta rüyasında gördüğü gibi Athena ve onun yanında da gözleri kıvılcım gibi parlayan ince yapılı genç bir adam vardı. Adamın yanında tek parça elmas taştan yapılma bir kılıç duruyor, ayaklarındaki altın sandaletlerin iki yanından canlı kanatlar çıkıyordu.

         Dikkatle Perseus’a bakıyorlar ama gözleri hiç kımıldamıyordu. Kayalıklardan yukarı bir martıdan bile daha hızlı çıkıp yanına geldiler. Ne ayakları hareket etmiş ne de rüzgardan elbiseleri kımıldamıştı. Yalnızca delikanlının sandaletlerindeki kanatlar aynen kendini kayalıklardan bırakan bir şahininkiler gibi titremişti. Perseus bunların ancak birer tanrı olabileceğini bildiğinden hemen yere kapanıp tapınmaya başladı.   

         Athena önünde dikilip yumuşak bir sesle korkmamasının söyledi. “Perseus,” dedi, “bir sınavı verdin. Şimdi daha da zor bir sınava hak kazanmış bulunuyorsun. Polydectys’e meydan okudun ve üstesinden geldin. Peki, Medusa Gorgan’a da meydan okumaya cesaretin var mı?”

         Perseus cevap verdi: “Deneyin beni. Samos’ta benimle konuştuğunuzdan beri içimde yeni bir ruh doğdu. Her şeye cesaretim var. Geri adım atmaktan utanç duyarım. Yalnızca bunu nasıl yapabileceğimi gösterin.”

         “Perseus,” dedi Athene, “bu işe girişmeden önce iyice düşün. Yedi yıllık bir yolculuğa çıkman gerekecek. Sonra pişman olup geri dönme şansın olmayacak; öyle bir durumda hiçbir kaçış yolu bulamayacaksın. Yüreğin buna dayanamazsa, Biçimsiz Ülke topraklarında ölür gidersin. Kemiklerini bile bulamazlar.”

         “Burada hiçbir işe yaramayan ve nefret edilen biri olarak yaşamaktansa ölmeyi yeğlerim,” dedi Perseus. “Söyleyin bana, söyleyin bana, merhametli bilge tanrıça . Siz ki iyiliksever ve lütufkarsınız. Bana bu işin üstesinden nasıl gelebileceğimi söyleyin. Gerekirse ölürüm!”

         Athena gülümsedi ve açıklamaya başladı: “Sabırlı ol ve dinle. Söyleyeceklerimi unutursan gerçekten ölürsün. Kuzeye doğru, soğuk kuzey rüzgarlarının kaynağına, kutbun öte yanında yaşayan Hyperboreanların ülkesine gitmelisin. Gri Kız Kardeşler’i bulana kadar devam et*. Bu kardeşlerin ortaklaşa kullandıkları tek bir gözleri ve tek bir dişleri vardır. Onlara, batı Atlantik adasında, altın ağacın altında dans eden Akşam Yıldızı’nın kızları olan perileri nasıl bulabileceğini sor. Canavar yaratıkların anası ve de benim büyük düşmanım olan Gorgon’un inine giden yolu sana göstereceklerdir. Medusa Gorgon bir zamanlar ay parçası kadar güzel bir kadındı. Ama bir gün gururu yüzünden öyle bir günah işledi ki Güneş bile utançtan yüzünü kararttı. O anda saçları yılanlara, elleri kartal pençelerine dönüştü. Yüreği utanç ve öfkeyle, dudakları zehirle doldu. Gözleri öyle dehşet verici bir hal almıştı ki kendisine bakanı taşa çeviriyordu. Kanatlı At ve Altın Kılıçlı Dev onun çocuklarıdır. Torunlarıysa cadıların ustası Echidna ve sürülerini cehennem sürüleriyle bir arada otlatan üç kafalı tiran Geryon’dur. Medusa işte böylece Deniz Kraliçesi’nin kızları Stheno Gorgon ve korkunç Euryte Gogon’la kardeş olmuştur*. Onlara dokunma, onlar ölümsüzdür. Bana yalnızca Medusa’nın kellesini getir.”  

         “Kellesini getiriyim, öyle mi!” dedi Perseus, “iyi de gözlerinden nasıl kurtulacağım? Beni taşa çevirmeyecekler mi?

         “Bu cilalı kalkanı alacaksın,” dedi Athena. “Medusa’nın yanına vardığın zaman ona değil kalkanın üstündeki yansımasına bakacaksın. Bu şekilde sana bir şey olmadan onu öldürebilirsin. Kafasını kestiğin zaman yüzünü başka tarafa çevirerek kalkanın bağlı bulunduğu keçi postuna sar. Bu post, Zeus’a süt annelik yapan Amalthea adındaki keçinin postudur. Kalkan da Zeus’a aittir. İşte bu şekilde sana bir zarar gelmeden kelleyi bana getirecek ve kendine soylu bir ad ve şan kazandıracaksın. Sen de ölümsüzlerin ziyafetlerine katılan kahramanların arasında yerini alacaksın.”

         Perseus, “Ölecek bile olsam gideceğim,” dedi. “Ama bir gemim olmadan denizleri nasıl geçerim? Bana kim kılavuzluk yapacak? Onu bulsam bile neyle öldüreceğim? Derisi demir ve pirinç pullarla kaplı diyorlar.”

         O zaman genç adam konuştu: “Ayağımdaki sandaletleri sana vereceğim. Nasıl beni buraya kadar getirdilerse, seni de denizlerin, dağların ve vadilerin üzerinden  bir kuş gibi uçuracaklar. Benim adım Hermes’tir. Bana Argus’un Celladı da derler.* Olimpos’ta yaşayan ölümsüzlere habercilik ederim.”

         Genç adam konuşurken Perseus yine yere kapanmış tapınıyordu.

         “Sandaletler yol boyunca sana rehberlik edecek. Onlar kutsaldır, yolu şaşırmazlar. Bu kılıç da Argus’u öldüren kılıçtır. Onu da sana vereceğim. Bu kılıçla ikinci bir darbeye gerek kalmaz. Haydi kalk, kılıcı ve sandaletleri kuşan da yola çık artık.”

         Perseus kalktı, sandaletleri giydi, kılıcı aldı.  Athena bağırdı: “Şimdi kayalıklardan aşağı atla ve git.”

         Ama Perseus durakladı.
         “Annemle Dictys’e veda edemeyecek miyim? Size, Argus’u öldüren Hermes’e ve Zeus Babamıza sunaklar sunamayacak mıyım?

         “Annenin ağlamasını yüreğin kaldırmayabilir ve yolundan cayabilirsin; bu yüzden ona veda etmeyeceksin. Sen sağ salim dönünceye dek ben annenle Dictys’i avuturum, merak etme. Olimposlu tanrılara sunaklar da sunmayacaksın. Çünkü senin sunağın Medusa’nın kellesi olacak. Şimdi atla ve ölümsüzlerin sana verdiklerine güven.”

         Perseus kayalıklardan aşağı baktı ve titredi. Korktuğu görmeleri onu utandırdı. Sonra Medusa’yı ve ileride kendisini bekleyen şanı düşünerek boşluğa bıraktı kendini.

         Ama düşmüyor; aksine havada süzülüyor, dimdik durabiliyor ve gökyüzünde koşuyordu. Geriye dönüp baktığında Athena’yla Hermes’in ortadan kaybolduğu gördü. Sandaletler onu baharı kovalayıp sulak alanlara doğru uçan turnalar gibi dosdoğru kuzeye götürüyordu.