sürekli genişletilmekte...
Bekleyin! |
„Bir şahsın, ism-i Mevlâ
zikredildiği vakit yüzünü yerlere sürmesi, gözlerinden yaşlar akıtması iyi
değildir. Onun bu hâli, nefsinin harûn edilmiş olduğuna (inatçılığına ve
huysuzluğuna, doğru gitmediğine), yahut gizli bir sûrette vücût ve enâiyetle
helâk kılındığına delildir.
Eğer bu hâl ve tavır lâzım
ise, onu cevf-i leylde (gecenin ortasında) karanlık ve yalnız bir mekanda,
Allâh'tan mâada hiç bir ferdin huzur ve ıttılâı bulunmayan yerde yapmak
muvâfıktır. Böyle bir şahsın etvâr-ı mezkûresini istihsan (anlatılan bu
tavırlarını güzel görmek), büyük günah ve vebâl teşkil eder. Bu gibi ahvâle
şâhid olmaktan kaçınınız, hazer ediniz (sakınınız)!“
„Biz iyi olursak her şey
iyi olur.“
„Amelsiz ilimde hayır
olmadığından ehl-i ihlâsa hasedleri sebebiyle hasım olurlar. İlimleri Kur'an
ilmi, güzeldir; lâkin amel etmediklerinden fayda yerine zarar verir. Cehenneme
götürür. Ve aleyhinde şehadet eder. Ehl-i ihlâsa muhalefetleri, feyz-i ilâhiden
mahrum ve nefs-i emmâreye mağlubiyetlerindendir. Böyleleri dokuz hac yapsa,
Rasûlullah dokuz defa kovar. Ve:
- Ümmetin irşadı için
dokuz kuruş vermez, bu yolda dokuz bin harcarsın. Defol, sana farz olan şey,
cehennem yolunu tutmuş olan efrad-ı ümmeti kurtarmaya çalışmaktır. Cephe
bozulmuş, cihad umûma vacib olmuş. İlim tahsili farz-ı kifâye iken, bir miktar
âlim kâfi idi. Şimdi düşman evimize kadar hulûl etmiş, bütün aile ferdlerini
ifsad etmekte, hak yoldan sapıtmakta. İlmî cihadın farziyet ve zarûretini
anlamak lâzım. Çoluk çocuğu başıboş bırakarak ateşe terkedip de buralara
gelmek, rızâ-i ilâhiye muvafık değildir, diye Rasûlullah (sall'allâhü aleyhi ve sellem) kovar.“
„Salevât-ı şerîfenin
semerâtına (meyvelerine, onlardan hâsıl olacak dünyevî ve uhrevî mükâfata) asıl
muhtaç olan bizleriz.“
„Resûlullah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz, «Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik» (Sûre-i Enbiyâ, 107) âyetinin sırrına sahip olmakla, onun
hazînesi zâten rahmet-i İlâhiye ile doludur. Getirilen salevât-ı şerîfeler, o
dolu hazînenin taşmasına vesîle olur da bir çok hayır ve bereket olarak tekrar
sahibine (yani salevâtı okuyana) avdet eder.“
«Rabbimin (onları îmâna mecbur edecek)
bazı âyetleri (işâret-eser ve alâmetleri) geldiği gün, önceden
inanmamış... olan kimseye, (o günkü) îmânı bir fayda vermez...»
(Sûre-i En'âm, 158)
„Kâfirler birinci kat
semâyı keşfettikleri zaman, orada vahyin indiği yeri ve âyât-ı beyyinât ile
berâber verilen bâzı emâreleri müşâhede ederler. Dünyaya gelip o hakîkatleri
bütün insanlara haber verdiklerinde herkes:
- "Lâ ilâhe
illallah"
diyerek îmâna gelir.
Lâkin hiç birinin îmânı
kabul olmaz. Çünkü îmânın şartı gaybe îmân etmektir.
Bu dünyaya en uzak yıldız
ne kadar mesafede ise, oradan birinci kat semâya da o kadar mesafe vardır.
Fenciler, henüz birinci kat semâyı keşfedemediler. Ne zaman bu Türkiye'nin
büyüklüğü kadar bir ayna yaparlarsa, belki o zaman birinci kat semâyı
öğrenebilirler. Bâtıl bir nazariye olan, "fezâ-yı nâ mütenâhî"
iddiâlarının ne kadar yanlış olduğunu gözleriyle görürler.”
«Hiçbir şey yoktur ki,
O'nu hamd ile tesbih etmesin; lâkin, siz onların tesbîhini anlamazsınız.» (Sûre-i Esrâ, 44)
„"Tesbîhât"
Zât-ı İlâhî'ye, "hamd" ise Sıfât-ı İlâhiye'ye
mahsustur.
Bütün latâifte envâr-ı
İlâhiyye'nin zuhûru ile eşyânın tesbîhini hakikatte duymak mümkündür.
Zerrât-ı kâinat içinde
hiçbir zerre yoktur ki, müteharrik olmasın... Atomun keşfi bu âyet-i celiledeki
sırrı çözmüştür.“
«O (Kur'ân)'a,
(hadeslerden yani her türlü abdestsizlikten) tam bir sûrette temizlenmiş
olanlardan başkası el süremez, (sürmesin).» (Sûre-i Vâkıa, 79)
„Bu âyet-i celîlenin
tasavvufî mânâsı: O, (yani kalbini ve kalıbını tathîr ile tenvîr
etmeyen) Kur'ân'ın esrârına vâkıf olamaz, onun hakîki mânâsını anlayamaz.
Ancak kalbini nûr ile dolduran ve latâifini pırıl-pırıl parlatan kimseler onun
sırrına mazhar olabilir, demektir.
«(O Kur'ân-ı Kerim)
kıymetli, sevgili, (Allah Teâlâ'ya itaatkâr), takvâ sahibi kâtiplerin elleriyle
(yazılmıştır).» (Sûre-i
Abese, 15-16)
Bizim Kur'ân'ımız;
hiçbir şekilde maddî ve mânevî kir isâbet etmemiş "sefere, kirâmim
berare" elleriyle Levh-i Mahfûz'dan istinşah olunmuş "Suhuf-i
mutahare"dir. Mükerrem âyetlerden ve el üstünde tutulan şerefli
sâhifelerden ibârettir. Bu güne kadar hiç bir habîs el ona değmemiştir.
Mücrimlerin elinde Kur'ân durmaz.“
„1. Allah yolunda ol, dosdoğru ol, verdiğin sözün eri
ol.
Evladım, ağzın laf ediyorsa
dilinle doğru ol, sözünle doğru ol. Sana inanan kişilere karşı sözünden cayma.
Eğer sözünü tutarsan "söz" olur ve seni cennete götürür, tutmazsan
"köz" olur.
Elinle doğru ol. Kolunu,
muzırda değil yardım işinde kullan. Tartıyla iş yapıyorsan terazinde, ölçüyle
iş yapıyorsan metrende ve litrende doğru ol. Doğrunun doğruluğu bütün
sülalesine akseder, hepsini hayra götürür.
2. İnsanları sev ve kimseyi kendinden
alçak görme. Tevazu sahibi ol, zira en halis ziynet alçakgönüllülüktür.
Mütevazi olan kimse, en güzel ziyneti takınmıştır.
Kimseyi kendinden aşağı
görme. Hayatta haset etmeden say, kıskanmadan sev. Bazı insanlar,
başkasındakini istemez. Öyle olma. Gıpta et, fakat haset etme. Zira Allah'ın
huzuruna fesatla çıkılmaz.
Memur olduğun zaman, sana
gelen vatandaşlara sakın yüksekten bakma, yanına geleni ayakta bekletme.
Yanında, daima bir sandalye bulundur ve oturtuver. Biraz dinlendirdikten sonra
halini sor, işini hallet. Sakın ha "bugün git yarın gel" deme! İşini,
o gün bitir. Eğer öyle yapmazsan on parmağım yakanda olacaktır.
Eğer memursan ve başında
müdürün varsa, haset etmeden say, kıskanmadan sev.
İnsanlar muhteliftir.
Bazısı daha kabiliyetli, bazısı daha yakışıklıdır. "Ben niye onun yerinde
olmayayım" deme, elindekinden de olursun. "Allah bana bir verirse,
arkadaşıma, komşuma iki versin" diye düşünürsen, seninki üç olur. Eğer
arkadaşın veya komşun böyle düşünmüyorsa, onunki ikide kalır.
Senden daha iyi hizmet
edecek olan varsa, makamını ona ver. İşte vatanperverlik budur.
3. Çalışkan ol, üretici ol. Zira
Peygamber Efendimiz "Çalışmak ibadettir" buyuruyor. Evladım, alınteri
olmadan hiçbirşeyin kıymeti bilinmez. Tarlanı ek, mahsülünü al, komşuna ver,
ağaç dik... Sadaka-i cariye, iyi evlat yetiştirmek, ilmi eser bırakmak ve ağaç
dikmektir ki, ağaç dikmek en efdalidir. Bunun için biz, heykel dikmeyeceğiz,
yeşil ağaç, yeşil âbide dikeceğiz.
Bir dut ağacı 400 sene, ceviz
ağacı 700 sene, kestane ağacı 900 sene, çınar ağacı 1500 sene yaşar. Ihlamur
ağacı dik, çiçeği şifalıdır.
Bursa'da Osman Gazi'nin ve
Orhan Gazi'nin diktiği bin senelik çınarlar var. Ben bekarken, her sene bir
ağaç dikerdim. Şimdi evliyim ve yengen için de her sene bir ağaç dikiyorum.
Ben reklam sevmiyorum,
kendini methetmek gibi oluyor. Bu yüzden herkese söylemedim, fakat sen bil.
Benim Fatih ve Bazayıt Camii yanında birer tane çınar ağacım var.
4. Bildiğini öğret, temiz ol ve
temizliğinle örnek ol. Münevver kişi, münevvir kişi demektir. Öyleleri var ki,
üç fakülte bitirir de, hasedinden, kıskançlığından (dolayı) hiçbirşey öğretmez.
Gerçek münevver, bildiğini yapan ve öğreten kişidir.
Temizlik, ibadettir ve
imanın yarısıdır. Eğer sokakta birisi hata yapmışsa (yola pislik yapmışsa) sen,
onu ayağının ucu ile örtüver...
5. Günde en az iki kişiye iyilik et,
gönlünü al. Çünkü cennetin yolu, gönül almaktan geçer. Gönül almak, Cennetin
Firdevs kapısını açmaktır. Bu beş maddenin en kolayı, fakat en "içten
geleni" de budur. Bir gönül kazanmak, 40 vakit namaza bedeldir. Bir gönül
kırmak ise, 40 vakit namazın sevabını kaybettirir. Ben sabahları kalkarken,
"Ey Allah'ım, bana, bugün bir kişiye iyilik yapmak nasip eyle" diye
dua ederim.
Evden çıktığında veya eve
dönerken karşından gelen ilk kişiye selam ver. Onun vermesini beklersen olmaz,
evvela sen ver. İşte o zaman, o da sana karşılığını verecektir. Veren el, alan
elden, sunan gönül, alan gönülden azizdir...“
„Bizim vazifemiz aşı yapmaktır.
Zorla ağaç meyve vermediği gibi insan da zorla irşâd olmaz. Zorla yapılan iş
semere vermez. Aşı ise iki kısımdır.
Zulmetin aşısıyla meşgul
olanlar çok. Neticesi vahim olan bu işle başlarına bela bulanlar, sayılara
sığmıyor. Biz nûr aşısıyla meşgûlüz. Ağacı, güzel meyve vermeye zorlayıp sopa
ve balta ile vurulsa, altına ateş yakarak tehdit edilse, bozuk meyvelerini iyi
yap, iyi çıkar, tenbih ve tehdidinde bulunulsa, hiç kâr etmez. Ancak aşılamak
suretiyle meyvesi değişip, menfaat hasıl olur.“
„Bâyezîd-i Bestâmî
(kuddise sırruh) hazretlerinden, birisi kerâmet talebinde bulundu. Hazret-i
Şeyh:
- Biz onu çoban
Abdullah'a verdik. Git, sana göstersin, dedi ve gönderdi.
O adam, kerâmet talebiyle
çobanın yanına geldiğinde, elindeki çomağı kırıp, sağına-soluna diken çoban,
çomaklardan zuhûra gelen üzümleri göstererek:
- Şu sağımdaki beyaz
üzüm benim amelim... Şu solumdaki siyah üzüm de senin amelinin iktizâsıdır,
dedi.
Sonra adam, sürü etrafında
dolaşan ve koyunlara ziyan vermeyen kurtlara bakarak:
- Kurtla koyun ne zaman
barıştı? diye sorunca, Abdullâh-i Râî hazretleri şu düşündürücü cevabı
vermiştir:
- Allah ile çobanın
barıştığı zaman...“
„Sizi tebrik ederim
çocuklar. Akranlarınız şehvete esir olup nefis ve heva peşinde başıboş dolaşırken,
sizler Hazret-i Mevla'nın zatının nuru ile alakadar ve sıfatının eseri olan
ilm-i Kur'an ile meşgul oluyorsunuz. Burada öğrendiklerinizle ümmet-i
Muhammed'in evladını bataklıktan kurtarmağa hazırlanıyorsunuz. Bu ne yüce bir
vazifedir... Yemin ederim çocuklar, sizler bu dünyanın en bahtiyar insanları ve
hatemi's-saade bahçesinin fidanlarısınız. Hepiniz ümmet-i Muhammed'e yadigar
olsun.“
„Âriflerin ölümüne
üzülmeyin o gâfillerin gözünden kaybolmak içindir.
Gâfil olmamaya gayret edin.
Vazifede gevşek olanların kulakları Âlem-i emir'den çekilir.
Meyve veren ağaca kuru
denilmediği gibi, eseri devam eden zevâta da ölü denmez.
Yılanın gömlek bıraktığı
gibi, asıl olan cesed değil ruhtur.“
„İnsanın sahâvet
(cömertlik) damarlarında tutukluk vardır. Onun açılması için; vereceğimiz zekât,
fitre ve benzeri hayırları bahîl (cimri) olan kimselere teslim
ederek;
- "Şunu filan
müesseseye yahut filan kimseye veriver" derseniz, o da vermeye alışır.
Bu suretle hem sizin
verdiğiniz makbul olur, hem de vermeye teşvik ettiğiniz için ecir alırsınız.
Bir adam, kendi cimri
olduğu halde, hem teşvik istemez, hem de gayrın ihsânına tahammül edemezse, o
zaman doğrudan cennete giremez.
Kendi yapmıyor, lâkin
teşvik ediyorsa, o kimse müstesnâdır.“
„Çayın beş faidesi vardır.
„Hiçbir zaman, his ve tecrübeden
ibaret olan ulûm-i müsbeteyi, ulûm-i ilâhî üzerine tercih etmeyin. Sizler,
Allah'ın memuru, peygamberin memuru, din-i mübinin memuru, kitabullahın memuru,
füyüzât-ı ilâhîyi tevzi memurlarısınız.
Allah'ın zâtını, sıfâtını,
peygamberin sünnetlerini, dînin, şer'i şerifin hükümlerini, Allah'ın kitabını
bilmeyenlere kitabullahı öğretip, kalblerine feyz-i ilâhî aşılamakla
memursunuz. Vazifeniz, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmak. Gâye
rızâ-i ilâhîdir. Buraya kadar getirdiğimiz emaneti ve kıyamete kadar devam
edecek olan ulûm-i ilâhînin devamı, sizlerin uhdesindedir. Bu işi ihmal edip
vazife yapmayanların, kıyamet günü on parmağım yakasında olacak.
Rütbesi yüce olan bu işin,
mes'uliyeti de büyüktür.
Şimdi üç kişi olduğuna
bakmayın; yarın 30, daha sonra yüzbinler olacak. Bu asırda ilim bizim elimizden
intişar edecek. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın takdiri, peygamberân-ı izâm ve evliyâ-i
kirâmın kararlarıdır.“
„Dîni dünyaya âlet eden
hocalar, halkı kendilerinden soğuttu. Bir şey alır da para vermez diye, esnaf
bunlara yüz vermez ve kaçar hâle geldi. Siz öyle olmayın. Maddeyi mâneviyata
karıştırmayın. Din hizmetleri sadece Allah rızası için yapılır.“
„Büyükler, "Yâ
Rabbî, bizi tahammül edemeyeceğimiz imtihana tâbi tutma" diye duâ
ederler de, "Bizi imtihana sokma" demezler. Zira imtihanda
terfî-i derece var. Siz, "Yâ Rabbî, ben imtihan ehli değilim, beni
imtihan etme, Habîbin iltimâsı ile, bizi bu âlemden imtihansız olarak
göçür" diye dua edersiniz. "Allah imtihan ediyor"
gibi sözleri aslâ konuşmamalı. Zira kim imtihan verebilir?“
„İnsan göşge peşinde
koşmaz. Dünya gölge gibidir. Nasıl güneşe karşı gidilse, gölge seni takip eder,
peşini bırakmazsa; güneşe arka çevirirsen, gölge öne düşer, ne kadar
koşsanyetişip yakalamak kaabil olmaz. Hakka dönüp (gölge misâli dünyayı)
kendine tâbi kılmalı...“
„Emir vermeye alışmayın.
Ben vâlidenizden su dahi istemem. Emir vermekle sözün rûhu ölür. İhbar, emirden
daha müessirdir. Misâl: "Benim oğlum sigara içmez değil mi?" gibi.“
„Hallâc- Mansur'un "Ene'l-Hak"
demesi "Ben hakkım" demek değil, "Ene ale'l-Hak: Ben
hak üzereyim" mânâsındadır. Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerifte te'vilât
yapıyoruz da evliyaullahın sözünü neden hüsn-ü te'vil etmiyoruz?“
„Âyet-i kerîmede, «Ondan
(Allah'tan) mağfiret dile. Muhakkak ki o, tevvâbdır (tevbeleri
çok kabul edendir)» (Sûre-i Nasr, 3) buyuruluyor.
"Tevvâb", Hazret-i Mevlâ'nın sıfatıdır... Tâiblerin
tevbelerini kabul buyurucu ve azâbından rahmetine dönücü mânâsınadır. "Tâib",
(tevbe eden) kulun sıfatıdır. Zâhiren ve bâtınen isyandan ibâdete
rücu' edici demektir. Bu itibarla mü'minler iki kısımdır.
Biri, tâiblerdir
ki bunlar ehl-i cennettir. Diğeri, gayr-i tâiblerdir (tevbe
etmeyenler) ki, onlar meşiyyet-i ilâhîdedirler. [Yani, Cenâb-ı Hakk
dilerse azâb eder, dilerse cennetine koyar.]
Bu âyet-i celîlede Resûlullah
Efendimiz'e «ve's-tağfirhü» (buyurularak)
istiğfarla emir, emr-i imtina'dır; çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimiz'den
günah sâdır olmamıştır ve olmaz. Öyleyse mağfiretten murâd, ümmetidir; «ümmetin
için mağfiret talep et» demektir.“
„Halîfe Hârun Reşid'in
kapıcısı, tefsir hazırlayıp halîfeden ihsan almak için gelen şahsa;
- Fâtiha-i Şerîf'e nasıl
mânâ verdin? demiş.
Bu sual üzerine adam hemen
uyanmış ve utanarak dönüp gitmiş.
Yani kapıcı, "Ara
sıra halîfeden de yardım talep ederim, diye mi mânâ verdin?" demek
istemiş. Halbuki Fâtiha-i Şerîfe'de, "Yalnız senden yardım talep
ederim" deniliyor.“
„Şöyle düşünmeli:
"Yâ Rabbî, âciz
kulunu Ümmet-i Muhammed'e hizmet etmeye muktedir kıl."
Eğer, "Yâ Rabbî,
bana ilim ihsân et" derse, şahsî menfaate taalluk edeceğinden,
rıza-i İlâhî'ye muvâfık olmaz. Zira her ilim sahibi bu ümmete hizmet etmiş
değildir ve edemez. Bu itibarla da, rızâ-i Bârî'yi bulamaz. İlim ve cennet
istemek, menfaat-i şahsiyedir. Gâye, rızâ-i Bârî olacak.“
„Bir azîz, "Hayrı,
sâlih kimseler de fâcir kimseler de işleyebilir. Lâkin, günahlardan çekinmek
sıddîkların kârıdır" demiş. Bu yolda da, kötülüklerden kaçınmak,
emirleri edâ etmekten daha ziyade terakkîye sebeptir.“
„Ağaç nasıl ki, gövdesinden
değil de meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişiler de,
gösterişli zâhir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani
yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu sûretle
kendilerine tâbi olmak, mânevî feyzinden her hususta istifâde etmek câiz ve
sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakîki mürşidin misâli, meyvesidir.“
„Nefsin kuvvetli
hastalıklarından biri hased olduğu gibi, şeytanın kuvvetli tasarruflarından
biri de vesvesedir. Kur'an-ı Kerim'in, tertibinde hased ve vesvese ile nihayet
bulması, bu işin ehemmiyetine işaret eder. Habis nefsin bütün arzuları menfaat
olup, emel ve arzuların tavanı yoktur. Menfaatperest insanlar, nefsin
köleleridir.
İmam-ı Rabbanî evlatları
ise, şöyle düşünür: Herkes müslüman olsun, Hak yolunu bulsun. Bizden evvel
cennete girsin. Zengin ve âlim olsun. Bizler de Hak yoluna hâdim olalım (hizmet
edelim), derler.“
„Hatm-i Hacegân, Nakşî
tarikatının büyük rükunlarından olup Cenab-ı Hakk'ın emriyle Hızır (a.s.) tarafından
Hace Abdulhâlik Gucdüvanî Hazretleri'ne talim buyurulmuş olup bu zât tarafından
vaz' ve te'sis kılınmış bir rükundur. Bu tarikatta Hace Abdulhâlik
Hazretleri'nin zamanından itibaren bu rükun icra olmuş ve esbab-ı vusulün en
mühimi olarak addedilmiştir.
Hatm-i Hacegân aslen ve
fer'an kitab ve sünnetten çıkarılmıştır. Zira burada yapılan işler; Allah-ü
Teâlâ'ya istiğfar, niyaz, Resulullah'a selat u selâm, tahmid ve Tevhid-i
Hüda'dan, tilavet-i Kur'an-ı azimü'ş-şândan ibarettir. Bunları yerine getirmek
ise teklifât, me'murât-ı ilahiye ve nebeviyyedir.
Binaenaleyh Hatm-i Hacegan,
bid'at ve sonradan uydurulan bir şey olmayıp kitap ve sünnetin ahkam-ı
ameliyesinden olup tarikatın büyük bir rüknüdür.“
„Cenâb-ı Mevlâ'yı
zü'l-Celâl ve'l-Kemâl Hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'de, bizlere zâtını anlatırken,
«O, takdir eden ve yol gösterendir.» (Sûre-i A'lâ, 1-3)
buyuruyor.“
„Abdülvehhâb-i Şa'rânî
hazretleri, Nil kenarında bu ayet-i celilenin tefsirini yazmak için
düşünürken bakmış ki, bir zehirli böcek sür'atle Nil'e doğru gidiyor. Arkasını
tâkip etmiş. Böcek, su üzerindeki kaplumbağanın sırtına binip karşı tarafa
geçmiş. Sonra öteden koşup gelen bir yılanın boynuna atlayıp onu sokmuş. Yılan
çaresiz çabalanırken oradaki ağacın altında yatmakta olan adam uyanmış. O
sırada yılan da ölmüş. Dehşet ve hayret içinde kalan o adam, Şa'rânî
Hazretleri hâdiseyi nakledince, Mevla'ya karşı vazifesinde kusurlu
olduğunu itiraf etmiş. Şa'rânî Hazretleri de Allâhü zû'l-Celâl ve'l-Kemâl Hazretleri'nin
nasıl takdir edip de hidâyet ettiğini gördükten sonra tekrar düşünüp, "Vallâhi
ente kadderte ve hedeyte" (Vallâhi, sen takdir ettin ve sen yol
gösterdin) deyip tefsirini yazmaya başlamış.“
Bu âyet-i kerîmenin
tefsirinde, Fahreddîn-i Râzî hazretleri şu açıklamada bulunuyor:
„Âyetteki "kaddera"
kelimesi, hem zâtları hem de sıfatları açısından bütün mahlûkâtı içine alıp her
birinin kendilerine göre olduklarını ifâde eder. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, gökleri,
yıldızları, dört ana unsuru, madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları,
belli bir yapıda, kütlede, cüssede ve büyüklükte takdir etmiştir. Yine her
birisi için, bilinen bir müddet bekâ tayin etmiş; çeşitli sıfatlar, renkler,
tadlar, kokular, yükseklikler, alçaklıklar, güzellikler, çirkinlikler,
saâdetler, şakâvetler, hidâyetler ve dalâletler gibi şeyler takdir etmiştir.
Nitekim bir başka âyet-i celîlede, «Her şeyin bizim nezdimizde hazîneleri
vardır ve biz her şeyi, belli bir ölçü (miktar) ile indiririz.» (Sûre-i
Hicr, 21) buyurmuştur.“
„İbrahim
aleyhisselâm, oğlu Hz. İsmâil'i kurban etmek gibi
büyük bir imtihana tâbi tutulmuştur. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Fütûhât'ında
ve daha birçok ekâbir küşûfât-ı sahîhalarında, bu imtihanı şöyle îzah
etmişlerdir:
İbrahim aleyhisselâm, tâ âlem-i ezelde, kendisine bir
evlat verildiği takdirde, onu rızâ-yı İlâhî için kurban edeceğini
nezr etmiş. Bu nezrini âlem-i dünyada tekrarladıktan sonra aradan geçen zaman
içinde unutmuş. Hazret-i Mevlâ da kendisini rüyâ
vâsıtasıyla îkaz buyurunca, oğlu İsmâil'e hitâben;
«- Ey yavrum! dedi.
Ben rüyâmda görüyorum ki, seni kesiyorum. Bak artık, sen ne dersin?
Oğlu İsmâil de;
- Ey babacığım, ne
emrolundunsa yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın, dedi.» (Sûre-i Sâffât, 102)
«Muhakkak ki bu, açık
bir belâ ve parlak bir imtihandır.» (Sûre-i Sâffât, 106)
Ey 20. asrın insanları!
Vahşet devri diye
vasıflandırılan o asırlarda, bakınız itâat-ı İlâhîde olan mü'minler ne kadar
medenî imişler. Şimdi böyle bir baba ve böyle bir oğulu
nerede bulabilirsiniz?“
„Her gün hakk-ı Kur'ân (Kur'ân-ı Kerim'in günlük hakkı) 200
âyettir; elli İhlâs-ı Şerif okunursa, Kur'ân-ı Kerim'in hakkı ödenmiş olur.
Buna riâyet eden, bu vesîle ile dünyada hiç bir sıkıntı görmez, rızkı da geniş
olur.“
„Oğlum, ilimsiz ibâdetin
tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp, istikbâl sevdasına
düştükleri şu günde, Mevlâ'nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet
ve şeref veren âlî bir iştir. İhlâs ve samimiyetle Allah ve Rasûlune yönelen
kimse, gölge gibi dönen dünyayı ve her hayrı kendine tabi kılar. Âhirete
çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise âhireti kazanamaz. Zira âhiret
hakikat, dünya haleftir. Ağacı kökünden götürürsen, gölge de beraber gider.
Âhirette ne varsa, dünyada onun misâli vardır. Eğer olmasa âhiret yalan olur.
Dünyada ne varsa, âhirette onun misâli vardır. Eğer olmasa dünya yalan olur.
Teyemmüm abdestin halefidir, dünya da ahiretin.“
„Fâsık ve fâcirin fıskı,
itikadda değil de amelde ise, imâmeti câizdir, zira mihrabın kerâmetiyle,
günahları üzerinden alınır. Tekrar günah işlemedikçe iâde edilmez. Eğer tekrar
işlerse, merkebin semeri gibi diğer günahları ile birlikte bindirilir.
Fıskı, itikadda ise imâmeti
câiz olmaz. Bozuk makineden düzgün kumaş çıkmaz.“
„Yemin ederim, çocuklar, bu
dünyanın en bahtiyar insanlarısınız. Daha size bazı şeyleri vermeyecektim. Amma
benimle kara topraklara gitmesinler diye veriyorum. Bu civardan geçen bütün
aktâb-ı kirâm, üzerlerindeki emânetleri, bugünün merkezine bırakmadan
geçmediler. Çünkü geleceği biliyorlardı.“
„İbn-i Mes'ûd (radıy'allâhu
anh)'tan rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte beyan olunur ki:
"Kur'ân-ı Kerim 7
kapıdan nâzil olmuştur."
İnsanlara da 7
anahtar verilmiştir.
Kalbi nûr ile dolan kimseye
bir kapı açılır. Kur'ân'ın bir türlü mânâsını vermeğe vâkıf olur.
Rûhu nurlanan kimseye,
diğer bir kapı açılır ve başka bir mânâ vermeğe muktedir olur.
İşte bu latâif-i seb'anın
(yedi latîfenin) hepsini nûr ile dolduran kimseye 7 kapı açılmış olur ki,
her biriyle bir başka esrâra vâkıf olur.
„İnsan on latifeden
mürekkeptir. Bu letaifin beşi âlem-i emirden, beşi âlem-i halkdandır. Âlem-i
emirden olan beş latife; Kalp, ruh, sır, hafi, ahfadır. Bunların usûlu
(asılları) arş-ı mecidin fevkîndedir (üstündedir). Cevahir-i mücerrede olan
işbu usûlün (asılların) Kudret-i ilahiye ile âlem-i imkânda cesed-i insanın
(insan cesedinin) mevazi-i müteaddidesine taallukları vardır ki, o mevazi-i
latifenin (latifelerin yerleri) ehline malum olan mahalleridir.
Yukarıda bahsedilen letaifden
sadece latife-i kalbin üzerindeki lafza-i celâl yazılarını sâlik, rabıta
esnasında görebilir. Diğer letaifteki lafza-i celâl yazılarını, bu letaifin
envarı, latife-i kalbe nisbetle daha keşif olduğundan sâlik göremez.
İnsan vücudunda herbirinin
ayrı bir mahalli bulunan bu latifeler, zikir haline yükselip tevhid durumuna
gelince, ruh yaratılışı gereği olan marifete ererek (seyr-i sülûkunu
tamamlayarak) Hakka'l-Yakîn mertebesine yükselir.“
„Ezelde Ahmed Cennetlik,
Mehmed Cehennemlik diye zât ve şahıs üzerine bir hüküm yoktur. Ancak elbiseler
biçilmiş; (iman
elbisesi, itâat elbisesi, nur elbisesi) şu elbiseleri giyenler Cennetlik
denilmiş; ayrıca küfür, isyan, zulmet elbiseleri biçilmiş, bunları giyenler de
Cehennemliktir denilmiştir. Kul, irâde-i cüz'iyyesiyle bu elbiseleri seçmekte
tamâmen serbest bırakılmıştır. Binâenaleyh, insan irâde-i cüz'iyyesiyle
bunlardan hangisini seçer ve giyerse oraya gider.“
„Benim evlatlarım, çarıklarını
sürüye sürüye gelirler, birer İstanbul efendisi olarak dönerler.“
„Şimdiye kadar müslümanları
hakir görmüşler; üstü başı pejmürde, kirli, paslı insanlar olarak millete
tanıtmaya çalışmışlardır. Benim evladlarım tertemiz giyinip gezecekler, yolda,
sokakta yürürken gayet vakûr bir şekilde ilerleyecekler. Müslümanlığın
şahsiyetini, bu millete tanıtacaklar, onu hakkı ile temsil edeceklerdir.“
„Îtikâf, sünnet-i kifâyedir.
Bir memlekette yapılmazsa, felâket-i umûmiye zuhûr eder! Belâyı def etmek için,
muhakkak yapılmalı... Bu, müftilerin vazifesidir. Yapılmadığı takdirde başlıca
mes'ûlü, müftilerdir.
Mutlak i'tikâf, on gündür. Gayr-i mukayyet olarak
yapılan niyet, kemâle masruftur. (On günden aşağı olamaz.) Niyet, mukayyet
olursa, kaydettiği gün kadar durur.
Mescidlerde dünya kelâmı
helâl olmadığına göre, girerken, "Neveytü'l-î'tikâfe hattâ en
ahruce" diyerek içeri girmeli... O zaman konuşulan sözler haram
olmaktan çıkar. Fakat, "en ahruce" diye kayıtlamazsa, on gün
durmak îcap eder.
Evde yalnız kadınlar
î'tikâf edebilirler.“
„Bu dünyada sekaleyn (insanlar
ve cinnîler)'in kıblesi Ka'be-i Muazzama, melâike-i kirâmın kıblesı
de Beytü'l-İzze'dir. Beytü'l-İzze muhâzât-ı Ka'be'dir (Ka'be ile aynı
hizâdadırlar). Onun için, "semâda eşref (en şerefli) olan
Beytü'l-İzze ve yeryüzünde ise Ka'be-i Muazzama'dır" demişlerdir.
Ka'be'ye "Beytullah"
denildiği gibi, Beytü'l-İzze'ye de "Beyt-i Ma'mûr" denir. Kur'ân-ı
Azîmü'ş-şân'ın toplu olarak indiği yerdir. Cebrâil aleyhisselâm
Leyle-i Kadir'de Kur'ân'ımızı Levh-i Mahfuz'dan alıp Beytü'l-İzze'deki
nûrdan bir kürsî üzerine indirmiştir.
Bu kadar güzel ve ağaçlı
yerler dururken Ka'be-i Muazzama neden susuz bir çöle yapıldı? denilecek
olursa, (cevaben) dersiniz ki:
Hac, bir takım zorluk ve meşakkatlerin
yaşanacağı mahşer'in dünyadaki ufak bir temsilidir. Orada çekilen
zorluklar, günahların afvına vesîle olur. Ka'be-i Muazzama, göze hoş
görünen ağaçlı ve sulu yaylalara yapılsa idi, herkes oraya zevk için giderdi.
Halbuki hacdan murad, rızâ-i İlâhî'dir, dünya safâsı değildir.
Allâhü zû'l-Celâl hazretleri, bu hac mevzilerini «ğayri
zî zer'in [Ekinsiz bir vâdi]» (Sûre-i İbrâhim, 37) olarak
yaratmıştır. Tâ ki cebâbire takımı gidip de oralarda zevk ve safâya
dalmasınlar.
Müzdelife,
"mahall-i cem'
[toplanma yeri]". Resûlullah Efendimiz Haccetü'l-Veda'daki
son hutbelerini i'râd buyurduktan sonra Müzdelife'ye gelinceye kadar
ağladılar. Allâhü zû'l-Celâl hazretlerine iltica edip ümmeti için af ve
mağfiret dilediler. Hazret-i Mevlâ da bu makamlara gelip de kendisinden
af diledikleri takdirde Ümmet-i Muhammed'i affedeceğini va'detti...
Hac vazifesini îfâya
vüs'ati olmayanlar, "Yâ Rabbi, ben senin farzını îfâ eylemek için
mübârek hacca gidemedim. Orada yapılan vazife-i mâneviyyeler iştirak edemedim.
O ibâdât ve tâatlerin hürmetine beni de onların içine dâhil eyle. Afv-ı
umûmiyyeye mazhâr olanlara, mağfîrîn zümresine ilhâk eyle" diye
duâ etmeli. Öğle ile ikindi arasında, Allâhü ekber deyip dört rek'at namaz,
mümkünse tesbih namazı kılmalıdır.
Resûlullah Efendimiz Haccetü'l-Veda'da,
o sene için 100 deve gönderdiler. 63 tanesini bizzat kendi mübârek
elleriyle kestiler. Gerisini Hz. Ali'ye bıraktılar. [Ashâb] anladılar ki
Resûlullah Efendimiz yolcudur.“
«Eğer İlmü'l-yakîn
ile bilmiş olsaydınız, (çoklukla böbürlenmezdiniz). Andolsun, o cehennemi
mutlaka göreceksiniz. Sonra onu, elbette ki aynü'l-yakîn ile
göreceksiniz.» (Sûre-i Tekâsür, 5-7)
„İlmü'l-yakîn,
aynü'l-yakîn, hakku'l-yakîn vardır. Meselâ zindanı bilmek "ilmü'l-yakîn",
onu görmek "aynü'l-yakîn", zindana girmek de "hakku'l-yakîn"dir.
Bu cihetten "aynü'l-yakîn" ehlinin hâli, "ilmü'l-yakîn"
ehlinden üstündür. "Hakku'l-yakîn" ise "aynü'l-yakîn"in
fevkindedir.
Hazret-i Mevlâ, Tekâsür
sûre-i celîlesinde, "ilmü'l-yakîn" ve "aynü'l-yakîn"
buyurdu da ehl-i îmâna olan lûtuf ve kereminden dolayı "hakku'l-yakîn"
buyurmadı. Eğer, "hakku'l-yakîn" buyurmuş olsaydı;
herkesin mutlaka, hiç olmazsa bir defa cehennemi "hakku'l-yakîn"
görmesi îcab ederdi.
"Hakîkatü
hakkı'l-yakîn" ise, Resûlullah (sall'allâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'e mahsus olan
bir rütbe-yi âliyedir ki, o rütbeye hiçbir nebî ve velî çıkamaz!“
„Bütün tasarrufâtın küllîsi
(meydana gelen her şey), Âlem-i Emr'den zuhûr eder. Tatbîkâtının icrâatı
ise, Âlem-i Kürsî'dir. Harekât-ı arzlar, yağmurlar, kışlar... her
şey yukarıdan; bütün tedvîr-i umûr (işlerin döndürülüp çevrilmesi),
oradaki melâikeler vâsıtasıyladır... «Semâdan arza kadar bütün işleri (Allah
celle celâlühû) düzenleyip idâre eder...» (Sûre-i Secde, 5) âyet-i
kerîmesi, harekât-ı arz ve bütün umûrun semâdan gelen bir câzibe ile olduğunu
beyan etmektedir...“
„Her hâli kerâmetü'n-nebi
olan yolumuzun gayrisinde, hiçbir kâr ve kerâmet aramayın.
- Yâ Rabbî, kalb gözümü
açıp da beni perişan etme, diye duâ etmeli.“
„İmam-ı Rabbâni hazretleri,
irşad için gönderdiği halifesinden gelen haberde:
- Burada bir müstedriç
var: Havada uçar, suda yürür, bir anda bir şehirden bir şehire varır. Halk
peşinde, diyordu.
Cevap verdiler:
- Havada uçmak marifet
ve kerametse, pis sinekler, karga ve çaylaklar da uçuyor. Suda yürümek
kerametse, pis kaplumbağalar, yılan ve çıyanlar, hem dibinde, hem yüzünde
yürür. Bir şehirden bir şehire gitmek kerametse, iblis ve ifritler de bir anda
doğudan batıya giderler. Böyle şeylerin hükmü yoktur. Hakîki keramet: efrad-ı
ümmetin kalbinde nuru imanı tutuşturmaktır.“
„Bu âlem eski saraya
benzer. Nasıl ki eski bir saray tâmir görünce ömrü uzarsa, dîn-i mübîn-i İslâm
da ihyâ edilirse, kıyâmet tehir olunur.“
„Kiradaki bir adam, evden
çıkarken kırığına-çıkığına bakmalı. Badanasını, şusunu-busunu tamamlamalı.
Silip süpürüp öyle teslim etmelidir. Bu, usûl-i şer'îden ve kemâlât-ı insaniyyedendir.
Böyle yapmayanlar, ev-yurt sahibi olamazlar. Daima perişan olurlar.“
„Hak'tan korkan, halktan
korkmamalı. İşini düzgün yapanın, içi de düzgün olur.“
„Kurban,
Cenâb-ı Hakk'ın kullarına büyük bir imtihânıdır.
Bu imtihanların en büyüğünü
de enbiyâ-yi ızâm vermiştir.
Bütün nebîlerin verdiği
imtihanların en muazzamını da Resûlullah Efendimiz vermişlerdir.
Nitekim İbrâhim aleyhisselâmın bu imtihânına mukâbil Peygamber
Efendimiz'in de, hânedân-ı Resûlullah'tan 170 kişinin şehit
olacağının bilmesi ve onların şehâdetini kabul etmesi ki; bu bir "sırr-ı
kader" işi olup, belki onların "Makâm-ı Mahmûd"da
ve maiyyet-i Hazret-i Resûlullah'ta bulunabilmeleri için olmuştur.“
„Kurbanın maddî ve mânevî
olmak üzere yedi mühim fâidesi vardır:
„Kurban keserken şöyle
demeli: “Ya Rab! Benim şu vücudum çok isyankardır. Onu azad ettirebilmem
için kendimi senin yolunda feda edip kanımı akıtmam lazım, bunu ise sen haram
kıldın. Senin rızan için kendi yerime bu hayvanı kesiyorum vücuduma bedel, bunu
benden kabul buyur Allah'ım!” diye iltica edip öyle kesmelidir.“
„Kurbanlık hayvanlar da şehittir.
Çünkü onlar, Allah-ü Teâlâ'nın emrine boyun eğerek kesilirler.
Hayvan kesileceğini bilir; Mevlâ
ona ilham eyler. Onun için kesmeden önce onu hırpalamamalı;
bilhassa kesileceği yere götürürken onu sürüklememelidir. Çünkü
bu eziyettir. Ona eziyet ise haramdır.
Hayvanı keserken, canı
çabuk çıksın diye iliklerini dahi kesmek doğru olmaz. O hayvan
bizim için canını fedâ ediyor. Ne mutlu ona!.. Keşke onun yerinde biz olsaydık.
Yani onun gibi Allah yolunda biz de can verseydik...“
„Esmâ-i İlâhiye'nin
içinde Lafza-i Celâl'in rütbesi başkadır. Çünkü müsemmâsı, zât-ı
ehadiyet-i mücerrede-i ilâhiyedir. Diğer esmâ ise, ef'âl
ve sıfât-ı ilâhiyenin isimleridir.
Bu İsm-i Celâl,
aynı zamanda bütün esmâyı câmi' olan bir İsm-i A'zam'dır. Yani lafzatullah,
zât-ı ilâhî ile İsm-i A'zam, "el-Hayyü'l-Kayyûm" da
sıfat ile İsm-i A'zam'dır.
"Allah" ism-i celâlinde, diğer esmâ-i
ilâhiyede olmayan bir takım hâssalar vardır. Bir defa hiçbir lisanda
tercümesi yoktur. Eğer bir çocuğa isim olarak verilse, o çocuk yaşayamaz.
Harflerinin müfredâtını teker teker alsak, yine sırr-ı ehadiyet-i mücerredeyi
ifade eder. Meselâ;
"Allah, Lillah,
Lehû, Hû"
gibi. Burada "vav" zâidedir. Aslı "Hu"dur.
Eğer "Hû" da alınsa, o zaman yaşayabilmek için
aldığımız "hava"yı dışarı verirken "Hû"
diye yine onu isbat ederiz.
Hazret-i Mevlâ'nın tasarrufunu, eşyanın üzerinden
bir an uzak tutmak kabil değildir.
"İllâ Hû", ismiyyeti ifade eder; çünkü "Hû",
ilm-i nahve göre zamir, ilm-i tasavvufa göre isimdir.
Hiçbir isim yoktur ki âhiri "vav", mâkabli mazmum
olsun. Ancak "Hû" ism-i şerifi müstesnâdır. O da Hazret-i
Mevlâ'ya mahsus bir isimdir.
Bugüne kadar Hazret-i
Mevlâ'nın 99 esmâsından, 1001 esmâsından
bahsedenler olmuştur. Lâkin, âlem-i semâda 4000 esmâsı daha vardır ki,
bundan bahsedip konuşan olmamıştır. Cenâb-ı Hakk kıyâmet gününde, küre-i arzı
bu 4000 esmâ-i ilâhiyesi kadar genişleterek, bütün insanları orada cem'
edecektir.
"el-Hayyu'l-Kayyûm": On sekiz bin âlemi yok iken îcâd
edip hayat veren demektir. Yalnız hayat kâfi değildir; onu tutup muhâfaza etmek
îcap eder. Hazret-i Mevlâ, "Kayyûm" ism-i şerifiyle
tutmaktadır. Îsâ aleyhisselam mevtâyı ihyâ için, "Yâ
Hayyu yâ Kayyûm" diye duâ ederdi. Tecrübesi kolaydır. Batmak üzere
olan bir gemide, insanlar hep birden "Yâ Hayyu yâ Kayyûm"
diye feryat etseler gemi batmaz, batamaz.“
„Evlatlarım, sizler ne
büyük bir mükafata nail olacaksınız, bir bilseniz... Yarın kıyamet gününde bizler
geçerken mahşer halkı gıpta ile Rasulullah Efendimiz'e sorarlar: "Ya
Rasulallah, bunlar enbiya mıdır?" Cevap: "Hayır." - "Bunlar
evliya mıdır?". Cevap: "Hayır." - "Öyleyse kimdir
bunlar?" Rasulullah Efendimiz: "Bunlar ahir zamanda sönmek üzere olan
din-i celil-i islam'ı ümmet-i Muhammed'in evladına aşılayan
mücahidlerdir." buyururlar.“
„Hz. Mehdî
(aleyhirrıdvân) hakkında vâki hadîs-i şeriflerde, Fahr-i Âlem
(sall'allâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'den sırran haber sâdır
olmuştur; ancak, anahtarı kimde ise o açar ve işin hakikatini o anlar, başkası
anlayamaz. Herkes anlasa sır zâhir olur. Usûle muhâlif gelir. Yani zamanın
sâhibi, Resûlullah'ın vârisi perdeyi kime açarsa, ancak o anlar. Nüzûl-i
Îsâ aleyhisselâm'daki sır da böyle. Allah dostlarının
rütbesindeki büyüklükleri nisbetinde halleri ve sırları kapalıdır.“
«Hakikaten biz sana
kevseri verdik.» (Sûre-i
Kevser, 1)
„Bu sûre-i celile, bir mu'cize-i
haberiyedir. Çünkü Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
O zaman Resûlullah
Efendimiz'in etrafında toplanan Müslümanlar'ın sayısı, 40
kişiden ibâret idi.
Daha ne ilim
çokluğu, ne ümmetin çokluğu, ne de feyzin çokluğu
vardı. Hiçbiri mevcut olmadığı halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Verdik"
buyurmasının sebebi, tahakkuk-ı vukûuna binâen (mutlaka olacağı için)dir.“
„Bizimle arkadaş olmak
isteyen zevatın kendisinde taşıması gereken şartlar:
„Evvelâ îmânın 6 şartına bağlanmak,
sâniyen cesur olmak lâzım. Korkaklar, Resûlullah'a tam bağlı olamazlar.
Vârislerine, üstazlara da bağları gevşek olur. Müslüman cesur olmalı.“
„Namaz mi'râc-ı
mânevîdir. Müslümanlar her gün beş defa Cenâb-ı Hakk'ın, "ekımi's-salâh"
(namazını ikâmet et, kıl) hitâb-ı izzetine muhatap oluyorlar. Bu sûretle
rızk-ı sûrî ve rızk-ı mânevî ile merzûk olmak üzere günde beş defa Hazret-i
Mevlâ'nın sefer-i rahmetine çağrılıyorlar. Bu şeref, sekaleyn (ins
ve cin)'den mâadâ hiçbir mahlûka nasip değildir. Çünkü karşılığı mükâfat
ve terfî-i derece olan ibâdetler, yalnız ins ve cinne mahsustur. Bazı
umûrda melekler de memurlardır. Lâkin onlar imtihan olmak ve karşılığında
mükâfat almak için değildir. Kendilerinde cüz'-i türâbî (toprak unsuru)
ve sair anâsır bulunmadığından, melâike-i kirâm bile ehl-i salâtın nâil olduğu
böyle bir ziyâfetle şerefyâb olmamışlardır.“
„Resûlullah Efendimiz
(sallalâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Biriniz, herhangi bir işte
sıkıntıya düştüğü zaman iki rek'at nâfile namaz kılsın." (Kütüb-i
Sitte'den Müslim hâriç hepsi rivâyet etmişlerdir)
Namaz ile istimdât,
sünnet-i seniyyedir. İnsan dara düştüğü zaman, hemen iki rek'at namaz kılmalı;
onunla Cenâb-ı Hakk'a tevessül edip ilticâ etmelidir.
Bütün mühim işlerde
büyüklerimiz hep böyle yaparlardı. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm arz-ı
Bâbil'den arz-ı Şam'a hicret ederken uğradıkları beldenin kolcuları, zevcesi Hazret-i
Sâre'yi alıp saraya götürdüklerinde, İbrâhim (a.s.) hemen namaza
durup işi Hazret-i Mevlâ'ya ihâle eylemiştir.
O zâlim melik, Sâre'ye üç
defa el kaldırmak isteyince, her defâsında koluna felç gelmekle (çirkin
emellerinden vazgeçip) yanına birtakım hediyeler koyarak, Hazret-i Sâre'yi
yolcu etmek mecburiyetinde kalmıştır.“
„Namazlarda, iki rek'at,
dört rek'at diye tayin etmemeli. Cenâb-ı Hakk'ın kaç rek'at mükâfat vereceği
belli olmaz. İki rek'ata iki bin rek'at, dört rek'ata dört bin rek'at ve daha
fazla sevabı verebilir.“
„Eûzubillâhimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm: «Ve'l-asr». Sadakallâhülazîm. [And olsun asra,
yüksek fazîletinden dolayı ikindi namazına] (Sûre-i Asr, 1)
İkindi namazı Zât-ı İlâhî ile, sabah namazı
Cemâl-i İlâhî ile, diğer namazlar ise, Sıfat-ı İlâhî ile alâkalıdır.
Onun için Hazret-i Mevlâ, yalnız ikindi namazına kasem
buyurmuştur. Bu da, vakt-i asrdaki esrâr-ı İlâhiyye'nin büyüklüğünü gösterir.
Mü'minler cennette, Cemâl-i İlâhî ile ikindi zamanında şerefyâb olacaklar.
Diğer vakitlerde de sâir nîmetlerle meşgul olurlar.“
„"Her koyunu kendi
bacağından asarlar." sözü yanlıştır. Dinimizde neme lazım demek yok.
Bana lazım demek vardır.“
„Selefin mum ışığında
yazdığı bahâ biçilmez hazine misâli eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü,
bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphâne
raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri
kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmağa yüz tutmuş olan bir
zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi
satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe yani canlı kitap yetiştirmeyi
daha lüzumlu buldum.“
„Okuyup ne olacaksın?
diyenlere, şöyle cevap vermeli:
- Öğrendiğimle amel
edeceğim. İlmimi ikmâl edip de vazife verildiği vakit, batağa düşmüş olan
ümmeti bataktan kurtarmayı vazife bileceğim. Ve rızâ-i ilâhiyi kazanmaya çalışacağım.
Zâhirî ilim, melekler
arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtaramadı,
zîrâ ilmi gırtlaktan yukarı kafada kalmış, kalbine inmemişti. Kıyâs-ı fâside
ile "Ben ateşten, Âdem ise topraktan halkolundu. Ateş şereflidir. Âlâ
ednâya secde etmez." dediğinden, rahmet-i ilâhiden ebediyyen mahrum
oldu.“
„«Tâ hâ» (Sure-i
Tâhâ, 1)
Ebced hesabına göre
buradaki "Tı" harfi 9'dur. "He" harfi
de 5 olmakla tamamı 14'tür. On dört kemâl adettir. Bu âyet de
ayın on dördüne delâlet eder. Çünkü ayın on dördünde bütün ziyâ kâmildir.
Diğer hurûf-i mukattaât
gibi bir şifre olan "Tâ hâ"nın Resûlullah Efendimiz'e nisbeti,
mükevvenâtın ziyâının kemâli kendisinde toplandığından ve mazhar-ı envâr-ı
İlâhî olduğundandır. On dört kemâli ifade ettiğinden nûr-i Muhammedî kâmil
mânâda bu asırda tecellî etse gerek.“
„Dünya sevdâsından ukbâyı
unutanlara:
- Ey gâfiller! Âhiret
husûsuna gelince; Allah gafûrdur, rahîmdir, diyorsunuz. Pekâlâ! Mâdemki
çalışmadan o büyük geçitten geçmek için 'Gafûru'r-Rahîm' diyorsunuz,
öyle ise, Cenâb-ı Hakk Razzâk-ı âlemdir; haydi çalışmasanız ya! Neden
böyle durmadan-usanmadan çalışıp didiniyorsunuz be ahmaklar! dersiniz.“
„Sizler rızka değil, Razzâk'a
bağlanın. Unutmayın ki sebebe bağlananlar, sebeb-i hakîki olan Hazret-i
Mevlâ'nın lutuf ve ihsânından her zaman mahrum kalırlar.“
„Şu ciheti kaydetmek
lâzımdır ki; ru'yetin hakikati, bu dârda [bu dünyada] rûhunu sülûk ve urûc
tarikıyla "mertebe-i hakîkati's-salât"a çıkaran ehass-ı havâsa
mâlum ve münkeşif olur.
Hadiste vârid olan, "Namaz
mü'minin mi'râcıdır" [kavl-i şerifin]ın hakikati, bu zevât için sâbit ve sâdıktır. Makamu
hakîkati's-salât, merâtib-i sülûkün nihayetidir, ilerisi mertebe-i
vücûbdur.
Eğer bir ferd bu âlemde hakîkat-i
ru'yeti
[Allâh'ı görmenin hakikatini] anlamak isterse, rûhunu bu makama çıkarmalıdır. Ve illâ
[aksi takdirde] Kitap ve sünnet ile sâbit olan ru'yete îmân eyleyerek
keyfiyeti araştırmamalıdır. Çünkü bu hakikati kemâ yenbağî [münâsip olan
tarzda] anlamak, ancak bu sûretle mümkündür... Eslem tarîk [en
sağlam yol] budur.“
„Bizim sâdâtımız (seyyidlerimiz-büyüklerimiz) rü'yaya
diğer turuk sâdâtı (diğer tarîkat büyükleri) gibi ehemmiyet vermezler.
Çünkü mânâlar kuvvette olan umûru iş'âr ederler (Kuvvede olan hususları
bildirip haber verirler). Mânâlardan ancak tâlibin ne gibi şeylere müstaid
(istidatlı) ve kâbil (kabiliyyetli) olduğu anlaşılır. O, eşyanın bilfiil
tahakkukuna aslâ delâlet eylemez. Rü'yalar, tebeddülât-ı ahvâle ve evsâfa
kâbiliyet husûlünü, tâlibin merâyâ-yı âfâk ve emsâlde müşâhede etmesinden
ibârettir (yani rü'yalar; tâlibin, ahvâl ve evsâf değişikliklerine
kâbiliyetinin husûlünü, misaller ve âfâk aynalarında görmesinden başka bir şey
değildir). Avâlim-i âfâkiyyeden, misâl âleminden vârid ve mütezâhir ve
meşhûddur (âfâk âlemlerinden, misâl âlemlerinden gelen, tezâhür edip
görülendir).
Bir kimse rü'yâda
padişah olduğunu, tahta cülûs ettiğini (tahta oturduğunu), hükmünün memlekette nâfiz ve mer'î
(müessir ve mer'iyette) bulunduğunu görür. Bîdâr olduğu vakit (uyandığı
zaman) kendini yatağında bulur. Ne padişah olmuştur ne tahttadır. Ne de
hükmü nâfiz ve mer'îdir. Hariçte bu zuhûr ve taayyünden hiçbir şey yoktur. Bu
hâl nasılsa, rü'ya da aynı keyfiyeti hâizdir. Şu kadar ki; Böyle bir rü'ya
gören zâtta padişah olmağa bilkuvve kabiliyet vardır. Bu kabiliyeti fiilen
tahakkuk ettirmedikçe, rü'yanın ona bir faydası olmaz. Fiil ile kuvvet arasında
ne kadar mühim fark vardır! Onun için: Sâdâtımız rü'yaya ehemmiyet-i mahsûsa
atfetmezler (husûsi bir ehemmiyet vermezler). Hâl-i bidâride ve yakazada
olan umûru ehem tutarlar (Uyânık halde iken olan işlere ehemmiyet verirler).
Turuk-i sâire sâdâtının (diğer tarîkat büyüklerinin) rü'yaya ehemmiyet
vermesi başka bir mevzu' teşkil eder. O bizi alâkadar etmez...“
“Bedeni korumak, onun
sıhhatini te'min ve hıfzetmek akdem-i ferâizdendir (en önde gelen
farzlardandır). Mevlâyı Müteâl, «Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye
atmayın...» (S.Bakara, 195) buyuruyor. Bu emirde; beden ve sıhhat
tehlikesinden korunmak, onun kapılarını seddetmek (kapatmak) birinci
dereceyi ihrâz eder. Her iş sıhhate vâbestedir (bağlıdır). Bu olmadıkça gerek
dîn ve gerek dünya işleri tam ve kâmil olmaz. Onun için bâzı ekâbir (büyükler),
"el-ilmü ilmân: İlmü'l-ebdân, sümme ilmü'l-edyân" (ilim
ikidir: Beden ilmi sonra da din ilmi) sözlerini söyleyerek ilm-i ebdânı (tıp
ilmini) ilm-i edyân üzerine tercih eylemiştir. Bu sözlerden murâd-ı sırf,
sıhhate ehemmiyet vermek noktasına mâ'tûftur.
Biz her işin kemâline (tam
ve mükemmel olanına) tâlib olacağız. Aşağısı ile veyahut vüstâ (orta)
ile iktifâ etmeyeceğiz. Sıhhat niam-i azîme-i Mevlâ'dandır (Mevlâ'nın çok
büyük nimetlerindendir). Fakat, devamı zamanında en az takdir olunur. Ona
şükür, vazîfe-i ibâdet ve ubûdiyettir. Bu nimet-i uzmâyı elden gidermek,
muhafaza etmek, yahut onu tahrip eylemek kendi elimizdedir.
Her halde irâdemizi,
vaktimizi, sıhhatimizin hüsn-i muhâfazasına sarf etmeliyiz. Bu bâbda aslâ ihmâl
göstermemeliyiz. İrâde-i Hakk, irâde-i beşere tâbidir. İrâde-i beşer
müessirdir. İrâdenin müteallikâtını halk (istenenleri yaratmak),
Mevlâ'ya aiddir. Bütün irâdetlerimizi (arzu, istek ve recâlarımızı)
iyi ve kemâl cihetine sarfa memuruz ve bununla mükellefiz.”
„...vakit namazlarının son
iki rek‘at sünnetlerinin edâsında, Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre olarak birinci
rek'atte Felak, ikinci rek'atte de Nâs sûrelerini okursunuz.“
„Şefâat iki nevidir. Biri,
kişinin kendi amelinin iktizâsı; diğeri de, Resûlullah Efendimiz'in zâtına âid
olan şefâattir. Bundan mahrum olmamak lâzım. Şefâat mahşerde, arasatta,
sıratta olur. Bir de, cehennemden çıkıp cennete girmek,
cennette derecâtın terfîi ve Cemâl-i İlâhî'ye nâil olmak için
şefâat vardır.“
„Hazret-i Hüseyin
(radıy'allâhu anh), Kûfe'ye hareket edeceği zaman rüyâsında kardeşi Hazret-i
Hasan (r.a.)'ı gördü.
Hazret-i Hasan,
- Ey birâderim! Sen, Kûfeliler'in
ecdâdımıza ne yaptıklarını bilmiyor musun? Sanki bayrama gidiyor gibi, en güzel
elbiselerini giymişsin! deyince, Hazret-i Hüseyin,
- Ben şehit olmaya
gidiyorum!.. Bundan büyük bayram olur mu? karşılığını vermiştir.“
„Kıyâmet gününde şehitlere
ne istedikleri sorulunca,
- Yâ Rabbi, biz şehit
olurken o esnada senin Cemâl-i İlâhî'ni müşâhede ettik. Bizi tekrar dünyaya
gönder de yeniden şehit olalım, Cemâl-i İlâhî'ni bir daha müşâhede edip gelelim, derler.
Çünkü şehâdet zamanında
aldıkları lezzeti hiçbir yerde bulamazlar. O tadı unutamadıkları için [tekrar
tekrar] dünyaya gelip hiç durmadan şehit olup gitmeyi isterler.
Şehitlik çok büyük bir
mertebedir. Bittabiî bu, i'lâ-yi kelimetullah ve harb-i
mânevî uğrunda şehit olan ehl-i îman içindir.“
„Tarîkat ve hakîkat,
şerî'atın sûreti ile hakikatı meyânında mütevassıttır. Sûret-i şerî'at, velâyet
kemallerinin şecere-i tayyibesi, nübüvvetin kemâlâtı ise, o sûretin hakikatının
semeresidir. Velâyetin bütün kemâlâtının en mühimleri, sûret-i şerî'atın
neticeleridir. Nübüvvetin kemâlâtı da hakikat-ı şerî'atın semereleridir.
Tarikat ve hakikat, şerî'atın mütememmimleridir...
Yine ma'lumları olsun ki,
şerî'at, üç cüz'den mürekkebdir: bunlar da ilim, amel ve ihlâsdan ibarettir. Bu
üç cüz'ün her biri tahakkuk etmedikçe, şerî'atın kemali tahakkuk eylemez. Ne
zaman ki, şerî'at tahakkuk eder, rızây-ı Bârî hâsıl olur. Rızây-ı Mevlâ ise,
bütün dünyevî ve uhrevî sa'âdetlere kefildir.
Tarikat ve hakikat,
üçüncü cüz' olan ihlâsın tekmîlinde şerî'atın hâdimleridir. Anın içün "Tarîkat ve
hakikat şerîâta hâdimlerdir" denilmiştir. Bunları tahsilden maksud,
tekmîl-i şerî'at olup şerî'atın dışında hiç bir emir yoktur.“
„Vasiyetim olsun: Tefrikaya
düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehl-i Sünnet'in gayri olan yanlış yollara
sapmayınız.“
„Bizim para, pul, mevki,
makam, siyaset, politika, kavga ve gürültüyle işimiz yok. İstisnasız her
müslümanın çocuğunu da okuturuz. Bir tek fert geri dönmüşse haber versinler.“
Resûlullah (sall'allâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in 27 sır kâtibi vardı. Âyetü'l-Kürsî
Hicret'ten sonra bir gece yarısı nâzil olduğunda onu, Resûlullah'ın sır
kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit (radıy'allâhu anh) yazmıştır.
Âyetü'l-Kürsî'ye ta'zim ve tebcîl için, bir
rivâyete göre 40 bin, diğer bir rivâyete göre 80 bin melek nâzil
olmuştur. Âyetü'l-Kürsî'ye çok muazzam ve muhterem bir melek
hâdimdir.
Bugün bütün vâsıtalar
tehlike hâlindedir. Ancak ta'limât-ı İlâhiye ile bu tehlikelerin önüne
geçilebilir.
[Hava], deniz ve kara vâsıtalarına binerken «Bismillâhi mecrâhê ve
mürsêhê inne Rabbî le Ğafûru'r-Rahıym [Meâli: Onun yüzüp gitmesi de,
durması da Allâh'ın ismiyledir. Muhakkak ki Rabbim, çok mağfiret edici ve çok rahmet
edicidir]» (Sûre-i Hûd, 41) diye okuyan kimse, her türlü tehlikeden
muhâfaza olunur.
Sokağa çıkarken 7
Âyetü'l-Kürsî okuyup, her defasında 6 cihete üflemeli. Yedincide, "Velâ
yeûdühû hıfzuhümâ ve hüve'l-aliyyü'l-azıym" diye 3 defa okuyup "Huu"
ile içine "Huu"lamak lâzım. Bu ta'limat ile vesâite binenleri,
Cenâb-ı Hakk her türlü felâketten korur. Bunu söylemezdik ama, tehlikelerin
umûmiyeti bizi bu esrârı söylemeye mecbur etti. Hakikaten muazzam bir esrâr-ı
İlâhîdir. Ne akıl, ne mantık, ne san'at, hiç biri ona tahammül edemez. Bunun
adına "Kerâmetü'n-Nebî" derler.
Bu insanlar, isyanları ile kok
kömürü hâline gelmişlerdir. Kuruların yanında yaşlar da yandığından, o yaşları
kurtaralım diye bu esrârı ifşâ ediyoruz.“
„Sizler, "El-mücâhid
fî sebîlillâh, el-müştâk ilâ cemâlillâh, hüve ünvânüküm" (Ünvanınız:
Cemal-i ilâhiye âşık, Allah yolunda mücahitlersiniz).“
„Aşağıdaki cümleler tam
Vahdet-i Vücutçu sözleridir.
Bilinmelidir ki, ben bu
cümlelerin manaları ve tasavvufî ifadeleri üzerinde durmayacağım, çünkü hem
meşrebime muvafık değil, hem de bu mevzuyla meşgul hakikatte vakti boşa
harcamaktır. Yalnız bu sözlerin menşei, zuhur mertebesi ve sebepleri hakkında
izahatta bulunacağım. Bu da sizin ve bizim maksadımıza uygun düşecek, meselenin
esaslarını tenvire hizmet edecektir.
Büyük muhakkıklar indinde
Vahdet-i Vücud, ilmî, menşeî, sebebi ifrat-ı muhabbettir, sekirdir. İsim ve
fenâ sıfatında fenâdır. Velayeti, velayet-i kalbiyye ve zılliyyedir. Ona
velayet-i suğra da denir. Bu hal bu mertebede zuhur eder. Hakikat-i fenâyı
temîn etmez. Cihet-i cezbede fena-yi zılli husule getirir. Tevhidi, tevhid-i
efaldir. Fenası, fena-yı efaldir. Tecellisi, tecelli-i efaldir. Bu ahval ve
kemâl ve tevhidin sahibi; velayet-i suğra mertebesinden velayet-i kübraya
çıkamaz. Tevhid-i sıfat, tecelli-i sıfat ve fena-yı sıfata mazhar olamaz.
Vahdet-i Vücud itikadında olanlar üç zümreye ayrılırlar:
„Vakfedilen mala; mâlik-i
hakîki Cenâb-ı Hakk, mâlik-i mecâzî insandır. Vakfeden: "Bu malı hakîki
mâlikine teslim ettim, bıraktım" demek istiyor. (Bu bakımdan sûi isti'mâle
uğrayan) vakıfta dâvâcı: Vâris-i Resûlullah, dâvâ vekîli: Fahr-i Âlem
(s.a.v.), hâkim: Cenâb-ı Hakk'tır. Vakfa musallat olanların hâli perişan
olur.“
„Süleyman aleyhisselâm,
kendisine postalık yapan Hüdhüd kuşunu gücendirdiği bir gün; Hüdhüd, Hz.
Süleyman'ı tehdit makamında, "Vakıf tarladan toprak alır, mülküne
serper ve saltanatını yıkarım" dediği rivâyet olunmuştur.“
Âyet-i Kerîme meâli:
«(Habîbim) de ki:
Suyunuz yerin dibine savulup giderse, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu
getirebilir?» (Sûre-i
Mülk, 30)
„Burada bütün nîmetlerin
arasından "su" zikredildi. Çünkü susuz hayat olmaz. Onun
yokluğu çok ağırdır. Eşya içinde "ehven-i mevcûd, eazz-i mefkûd"
(varlığında en ucuz, yokluğunda en azîz) kabul edilir.
Bu dünyanın en büyük nîmeti
"su"dur. Hazret-i Mevlâ onun içine, "el-Hayy"
ism-i şerîfinin esrârını koymuştur...
Fahr-i Kâinât Efendimiz'in
şefâat-ı uzmâları olduğundan, beşeriyyet ne kadar isyân ve tuğyâna gitse de, Hazret-i
Mevlâ suya yok olması için emir vermiyor. Müptelâ olduğumuz bütün darlık ve
yoklukların hepsi hidâyete dâvet ve îkaz içindir.
Bazı insanlar utanmadan
pahalılıktan ve buhrandan bahsederler. Halbuki bugün zamanımızda en pahalı
ve en buhranlı metâ' din olmuştur. Buna varıp parmağını basan yok.
İtaatullahtan mahrum olan milletler ve memleketler, maddeten ne kadar bolluk
içinde olsalar da, yine darlıktadırlar. Çokluk para ile olmaz. Berekât-ı
ilâhiyye lâzımdır.“
„Yemek yerken, su içerken, "İbâdet
için kuvvet olsun yâ Rabbî" diye, Mevlâ'nın huzuruyle olduğunu
düşünmek lazım.“
«Onların Rabbleri
katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak
kalacakları Adn cennetleridir...» (Sûre-i Beyyine, 8)
„Sekiz cennetten altısı sıfâtının,
ikisi de zâtının ve cemâlinin cennetidir. Cennât-i
Adn, [sâir] cennetlerin görülebileceği bir yerdir ki, hepsinin ortasıdır.
Orada, bütün cennetleri seyretmek için minberler
vardır. Dileyen kimseler bu minberlerden diğer cennetleri seyredebilirler. Bundan,
cennetin de dünya gibi yuvarlak olduğunu anlıyoruz.“
Yûnus Emre'den söz eden
birine:
- „Yûnus Emre ne yapmış;
vahdeti vahdette aramış. Köşesine çekilmiş kendine hizmet etmiş. Biz, vahdeti
kesrette (çoklukta),
rızâ-i Hakk'ı halk arasında, halka hizmette arıyoruz. Enbiya-i Mürselîn
yolundayız“, buyurdular.
Kaynaklar:
Son güncelleştirme tarihi ve
saati: 25.09.2002 17:23:50
Ziyaretçi sayısı: