Hazret-i Şeyh Muhammed Nazım HAQQANÎ
[K.S.]
Kıbrıs’ın Larnaka şehrinde 21 Nisan 1922 (26 Şaban 1340) Cuma günü doğdu.
Soyu, baba tarafından, ehl-i beyte ve Gavs-ı âzam Abdülkadir Geylanî'ye
ulaşır, anne tarafından ise Mevlevi tarikatı kurucusu Mevlana Celaleddin Rumi
Hazretlerine dayanır.
Çocukluğunda Kadiri tarikatı şeyhi olan dedesinden bu tarikatın disiplin ve
maneviyatını öğrendi. Daha küçükken olağanüstü özellikleri vardı. Tavırları
mükemmeldi: kimseyle kavga etmez ve tartışmazdı. Her zaman gülümser ve çok
sabırlı idi.
Bir genç olarak, olağanüstü yüksek manevi mertebesi sayesinde büyük ilgi
görüyordu. Larnaka’da herkes onu tanıyordu, çünkü genç yaşta insanlara fikir
veriyor ve gelecek hakkında konuşabiliyordu. Beş yaşından itibaren annesinin onu
bulamadığı zamanlar oluyordu. Uzun aramalardan sonra annesi onu ya camide ya da
Hala Sultan Tekkesi’nde (Peygamberimizin süt halası) bulurdu. Türbenin üzerinde
havada asılı duran büyük taş, oraya bir çok turist çekmektedir. Annesi onu eve
götürmeye çalıştığında; “Beni burada bırak, o bizim ceddimizdendir.” derdi. Sık
sık, 14 yüzyıl önce gömülen Hala Sultan ile konuştuğu görülürdü. Biri onu
rahatsız ederse; “Bırakın, burada gömülü olan büyük annemle konuşuyorum.” derdi.
Gündüz dünya ilmini öğrenmek için normal okula gidiyor, geceleri ise vaktini din
ilimlerini ve Mevlevi ve Kadiri tarikatını öğrenmekle geçiriyordu.
Şeriat, Hadis, Fıkıh ve Tefsir öğreniyor bütün İslami konularda fetva
verebiliyor, bütün manevi mertebelerden konuşabiliyordu. Zor hakikatleri açık ve
kolay şekilde anlatma kabiliyeti vardı.
Kıbrıs’ta liseyi bitirdikten sonra (1940- Hicri 1359) iki ağabeyi ve bir kız
kardeşinin yaşadığı İstanbul’a gitti. Beyazıt’ta bulunan İstanbul
Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği okudu. Aynı zamanda şeyhi Cemaleddin el-Alasuni
(vefatı: 1955-Hicri 1375) ile hem şeriat ilminde ilerliyor, hem de Arapça lisanı
öğreniyordu. Kimya Mühendisliğinde de çok iyi gidiyor ve arkadaşlarını hep
geride bırakıyordu. Üniversite hocaları onu araştırma yapmaya teşvik ediyor ama
o; “Modern ilim beni cezbetmiyor, kalbim hep manevi ilimlere çekiliyor” diyordu.
İstanbul’da bulunduğu ilk sene içerisinde ilk manevi şeyhi olan Nakşibendi
tarikatı şeyhi Süleyman Erzurumi hazretlerini (vefatı: 1948) buldu. Üniversiteye
devam ederken aynı zamanda şeyhinin sohbetlerine de devam edip Nakşibendi
tarikatını öğreniyordu.
Sultanahmet camisinde, bütün geceyi tefekkürle geçirdiği sık sık görülürdü.
Kendisi şöyle anlatıyor:
“Orada, kalbime rahmet ve selamet geliyordu. Sabah namazlarını o camide,
şeyhlerim Şeyh Cemaleddin el-Alasuni ve Şeyh Süleyman Erzurumi ile beraber
kılıyordum. Beni eğitiyor ve kalbime manevi ilim yerleştiriyorlardı. O zamanlar
beni Şam’ın mübarek topraklarına çağıran bir çok rüya gördüm fakat henüz
şeyhimden izin yoktu. Bir çok kez rüyalarımda Peygamber Efendimizi beni huzuruna
çağırırken gördüm. Kalbimde her şeyi bırakıp Peygamberimizin mübarek şehrine göç
etmek için derin bir arzu vardı.
Bir gün, kalbimdeki bu hasret çok yoğun olduğu bir zaman, Şeyhim Süleyman
Erzurumi Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat hasıl oldu. Gelip beni omzumdan
salladı ve bana: “İznin şimdi geldi. Senin sırların ve manevi eğitimin benimle
değil. Ben seni sadece emanet olarak tuttum ta ki senin gerçek şeyhin olan
Abdullah Dağıstani Hazretlerine (ki benim de şeyhimdir) hazır olana kadar.
O senin anahtarlarını tutuyor. Git onu Şam’da bul. Bu izin sana benden ve
Peygamberimizden geliyor (Şeyh Süleyman Erzurumi, Nakşibendi tarikatının 313
büyük evliyasından biri idi).”
Zuhurat bitmişti ve ben Şam’a gitme iznini almıştım. Bu olayı söylemek için
şeyhimi aradım. Onu yaklaşık iki saat sonra camiye gelirken buldum. Yanına
koştum, bana kollarını açıp: “Oğlum, zuhurattan memnun musun?” dedi. Olan biten
her şeyden haberdar olduğunu anladım. Bana: “Bekleme, hemen Şam’a doğru yola
çık.” dedi. Adres veya başka bilgi vermemişti, sadece Şam’da Şeyh Abdullah
Dağıstani demişti. İstanbul’dan Halep’e trenle gittim. Oradan Şam’a geçmeye
çalıştım ama mümkün değildi. Şam’ı işgal eden Fransızlar İngilizlerin hücumuna
hazırlanıyordu. Ben de Peygamberimizin sahabesi Halid bin Velid’in türbesinin
bulunduğu Humus’a gittim. Türbeyi ziyaret edip camiye girdim ve namaz kıldım.
Sonra yanıma bir kişi geldi ve bana şöyle dedi: “Akşam rüyamda Peygamberimizi
gördüm; bana ‘Torunlarımdan biri yarın buraya geliyor, onunla ilgilen’ dedi.
Sonra bana senin nasıl olduğunu gösterdi. O kişinin sen olduğunu görüyorum.”
“Dediğinden o kadar etkilendim ki davetini kabul ettim. Bana caminin yanında bir
oda verdi. Orada bir yıl boyunca kaldım. Namaz kılmak ve Humus’lu iki büyük
alimin meclislerinde bulunmak dışında odamdan çıkmıyordum. Bu alimler tecvid,
tefsir, hadis ilmi ve fıkıh öğretiyorlardı. İsimleri Şeyh Muhammed Ali Uyun ed-Sud
ve Humus müftüsü Şeyh Abdülaziz Uyun es-Sud idi. Aynı zamanda, iki nakşibedi
şeyhinden de manevi eğitim alıyordum. Bunlar Şeyh Abdülcelil Murad ve Şeyh Said
es-Subai idi. Şam’a gitmek için can atıyordum. Savaşın yoğunluğu yüzünden, önce
Trablus’a oradan Beyrut’a, Beyrut’tan da Şam’a daha güvenli bir şekilde gitmeye
karar verdim.”
1944 yılında (Hicri 1364) Şeyh Nazım otobüsle Trablus’a gitti. Otobüs onu
limanda bıraktı. Orada bir yabancı idi ve kimseyi tanımıyordu. Limanda
dolaşırken yolun diğer tarafından kendine doğru gelen birini gördü. Bu kişi
Trablus müftüsü Şeyh Münir el Melik idi. Aynı zamanda, şehirdeki bütün
tarikatların şeyhiydi. Yaklaştı ve şöyle dedi: “Sen Şeyh Nazım mısın? Rüyamda
Peygamberimizi gördüm, bana ‘Torunlarımdan biri Trablus’a geliyor’ dedi ve senin
görünüşünü bana gösterdi. Bu bölgede seni aramamı ve seninle ilgilenmemi
söyledi.”
Şeyh Nazım şöyle devam ediyor: “Şeyh Münir el Melik ile bir ay kaldım. Sonra
Humus’a gitmemi ve oradan da Şam’a geçmemi sağladı. Şam’a 1945’te (Hicri 1365)
bir Cuma günü Hicri yılbaşında vasıl oldum. Şeyh Abdullah’ın, Peygamber
ailesinden bir çok kişinin ve Bilal Habeşi Hazretlerinin türbesinin bulunduğu
Hayy el-Meydan bölgesinde yaşadığını biliyordum ve oraya gittim.
“Şeyhin evinin hangisi olduğunu bilmiyordum. O anda sokakta dururken bir zuhurat
hasıl oldu. Şeyh evinden çıkıp beni içeriye çağırıyordu. Zuhurat bittiğinde
sokakta kimseyi göremiyordum. Fransız ve İngiliz bombardımanlarından dolayı
etraf bomboştu. Herkes korkuyor ve evinde saklanıyordu. Sokakta yalnızdım.
Şeyhin evinin hangisi olduğunu bulmak için kalbime bakıyordum. Sonra bir zuhurat
daha oldu ve özel kapısı olan özel bir ev gördüm. Zuhurat bittiğinde, o kapıyı
bulana kadar aradım. Kapıyı çalmak için yaklaştığımda Şeyh kapıyı açtı ve
‘Hoşgeldin, oğlum, Nazım Efendi’ dedi.
“Olağan dışı görünüşü beni hemen cezbetmişti. Daha önce hiç böyle bir şeyh
görmemiştim. Yüzünden ve alnından nur akıyordu. Kalbinden ve gülümseyen yüzünden
sıcaklık geliyordu. Beni yukarıya, odasına çıkardı ve ‘Seni bekliyorduk’ dedi.
“Kalbim onunla olmaktan çok mutluydu fakat Peygamber Efendimizin şehrini ziyaret
etmeyi de çok istiyordum. Ona ‘Ne yapacağım?’ diye sordum. ‘Cevabını yarın
vereceğim. Şimdilik dinlen’ dedi. Bana akşam yemeği ikram etti. Yatsı namazını
onunla kıldım ve uyudum. Sabaha karşı beni teheccüd namazı için uyandırdı. Daha
önce hiç bu namazdaki kadar güç hissetmemiştim. Kendimi ilahi huzurda hissettim.
Kalbim giderek ona daha fazla bağlanıyordu.
“Sonra bir zuhurat hasıl oldu ve namaz kıldığımız yerden gökyüzünün Kabe’si olan
Beyt-ül Ma’mur’a merdivenle tırmandığımı gördüm. Her adım bir makam idi ve her
makamda kalbime daha önce hiç bilmediğim ve duymadığım bilgiler geliyordu. Beyt-ül
Ma’mur’a varıncaya kadar kelimeler ve cümleler muhteşem bir şekilde bir araya
geliyor ve yükseldiğim her makamda kalbime veriliyordu. Orada, Peygamber
Efendimizin imam olduğu, namaza durmuş 124 000 peygamberi gördüm. Onların
arkasında safa durmuş Peygamberimizin 124 000 sahabesini gördüm. Onların da
arkasında, Nakşibendi tarikatının 7007 evliyasını gördüm. Sonra diğer
tarikatların
124 000 evliyasını saflar halinde namaza durmuş olarak gördüm.
“Hazreti Ebu Bekir’in hemen sağ yanında iki kişilik boş yer kalmıştı. Büyük Şeyh
Efendi, o boş yere gitti, beni de oraya çekti ve sabah namazını beraber kıldık.
Bu namazın tatlılığını daha önce hiç yaşamamıştım. Peygamber Efendimiz namazı
kıldırırken kıratının güzelliği tarif edilemezdi. Hiç bir kelime tarif edemezdi
çünkü bu ilahi bir şeydi. Namaz bitince zuhurat da sona erdi ve Şeyhim benden
sabah namazı için ezan okumamı istedi.
“Sabah namazını kıldı, ben de arkasında kıldım. Dışarıda iki ordunun da
bombardımanlarını duyuyordum. Beni Nakşibendi tarikatına süluk etti ve bana
‘Oğlum, bizde müridimizi bir saniyede kendi makamına ulaştıracak kuvvet vardır’
dedi. Bunu söyler söylemez gözleriyle kalbime baktı ve gözlerinin rengi sarıdan
kırmızıya, sonra beyaza, sonra yeşile ve siyaha döndü. Her renge ait bilgi
kalbime aktıkça gözlerinin rengi değişiyordu.
“İlk renk sarı idi ve kalp haliyle alakalı idi. İnsanların günlük hayatlarıyla
ilgili gerekli bütün bilgileri kalbime döktü. Sonra Hazreti Ali’den gelen 40
tarikatın ilminden, Sır Makamından, kalbime verdi ve kendimi bu tarikatlarda
üstad olarak buldum. Bu bilgileri aktarırken gözleri kırmızı idi. Sırrın Sırrı
denilen üçüncü makam, sadece, Hazreti Ebu Bekir’den gelen Nakşibendi tarikatının
şeyhlerine izin verilen makamdı. Bu makamdan kalbime verirken gözleri beyaz idi.
Sonra beni gizli manevi bilgilerin olduğu Gizli Makama çıkardı. O anda gözleri
yeşile dönmüştü. Daha sonra beni hiç bir şeyin görünmediği en gizli makam olan
Tam Yok Olma makamına götürdü. Bu arada gözlerinin rengi siyaha dönmüştü. Burada
beni Allah’ın huzuruna çıkardı sonra geri varlığa getirdi.
“Ona olan muhabbetim o anda o kadar yoğundu ki ondan ayrı kalmayı
düşünemiyordum. Sonsuza kadar onunla beraber kalıp ona hizmet etmekten başka hiç
bir şey istemiyordum. Sonra fırtına geldi ve sükuneti tehdit etti. İmtihan çok
büyüktü. Bana, ‘Oğlum, halkının sana ihtiyacı var. Şimdilik sana yeterli olanı
verdim. Bugün Kıbrıs’a git’ dediği an ümitsizliğe düşmüştüm. Ona ulaşmak için
bir buçuk sene geçirmiştim. Onunla bir gece kaldım. Şimdi bana, beş yıldır
görmediğim Kıbrıs’a geri gitmemi emrediyordu. Bu benim için müthiş bir emir idi
fakat, tarikatta, mürit şeyhinin arzusuna teslim olmalı idi.
“Ellerini ve ayaklarını öpüp izin aldıktan sonra Kıbrıs’a gitmek için bir yol
bulmaya çalıştım. İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşıyordu. Ulaşım yoktu. Sokakta
bu düşüncelerle ilerlerken yanıma bir kişi geldi ve “Şeyh Efendi, vasıtaya
ihtiyacınız var mı? diye sordu. ‘Evet! Nereye gidiyorsunuz?’ dedim. ‘Trablus’a’
dedi. Beni tırına bindirdi ve iki gün sonra Trablus’a vardık. Oraya gelince,
‘Beni limana götür’ dedim. ‘Niye?’ dedi. ‘Kıbrıs’a giden bir gemi bulmak için’
dedim. ‘Nasıl? Bu büyük savaşta kimse denizde seyahat etmiyor ki!’ dedi.
‘Boşver, sen beni oraya götür’ dedim. Beni limana götürüp bıraktı. Şeyh Münir el
Malik’in bana doğru geldiğini görünce yine şaşırdım. Bana şunları söyledi “Büyük
dedenin sana karşı nasıl bir sevgisi varmış! Peygamber Efendimiz yine rüyamda
bana gelip ‘Oğlum Nazım geliyor, onunla ilgilen” dedi.”
“Onunla üç gün kaldım. Kıbrıs’a gitmem için bana yardım etmesini istedim. Denedi
ama savaş ve yakıt eksikliği yüzünden mümkün olmuyordu. Kayıktan başka hiç bir
şey bulamadı. Bana, ‘Gidebilirsin ama çok tehlikeli’ dedi. ‘Gitmeliyim, çünkü
bu, şeyhimin emridir’ dedim. Şeyh Münir, kayık sahibine beni Kıbrıs’a götürmesi
için çok yüklü para verdi. Yola koyulduk. Normalde dört saatte gidilen yolu yedi
günde aldık.
“Kıbrıs’a adımımı atar atmaz kalbimde bir zuhurat hasıl oldu. Şeyhim Abdullah
Dağıstani Hazretlerini gördüm, bana şöyle dedi: ‘Oğlum, hiçbir şey seni,
emirlerimi yerine getirmekten alıkoymadı. Dinleyip kabul etmekte çok başarılı
oldun. Bu andan itibaren sana her zaman görüneceğim. Ne zaman kalbini bana
doğrultsan ben orada olacağım. Ne zaman bir soru sorsan İlahi Huzurdan doğrudan
cevabını alacaksın.Ulaşmak istediğin herhangi manevi makam, tam teslimiyetin
sayesinde sana verilecektir. Peygamber Efendimiz ve bütün evliyalar senden
memnundur’. Bunu söyler söylemez onu yanımda hissettim ve o zamandan beri, beni
hiç terk etmedi, her zaman yanımdadır.
Şeyh Nazım, Kıbrıs’ta İslami eğitimi ve manevi terbiyeyi yaymaya başladı. Bir
çok insan gelip Nakşibendi tarikatını kabul etti. Maalesef bu zaman, dinin
Türkiye’de kısıtlandığı bir zamandı ve Şeyh Nazım Kıbrıs Türk toplumunda
yaşadığı için orada da dini ibadetler kısıtlanmıştı. Ezanı Arapça okumak
yasaktı.
Doğduğu yere gittiğinde yaptığı ilk şey camiye gidip Arapça ezan okumak oldu.
Hemen tutuklanıp bir hafta hapis yatmak zorunda kaldı. Serbest kalır kalmaz
Lefkoşa büyük camisine gidip minaresinde ezan okudu. Bu olay, resmi makamları
çok kızdırdı ve aleyhine dava açtılar. Mahkemeyi beklerken bütün Lefkoşa ve
yakın köyleri dolaşıp minarelerden ezan okudu. Neticede, aleyhine toplam 114
dava açıldı. Avukatlar, ezan okumaktan vazgeçmesini tavsiye etti fakat o,
“Yapamam, insanların ezanı duyması lazım.” diyordu.
Davaların okunma günü gelmişti. Eğer yargılanır ve suçlu bulunursa 100 yıl
üzerinde hapisle cezalandırılacaktı. Aynı gün, Türkiye’den seçim sonuçları
geldi: Adnan Menderes yeni başbakan seçilmişti. Başkan olarak ilk işi bütün
camileri açıp arapça ezan okunmasına izin vermek oldu. Bu, Büyük Şeyh Efendinin
bir kerameti olmuş ve Şeyh Nazım bu sayede serbest bırakılmıştı. Oradaki yılları
esnasında, Şeyh Nazım, Kıbrıs’ın her yerini dolaştı ve Lübnan, Mısır, Suudi
Arabistan ve daha birçok yeri ziyaret edip tarikatı öğretti.
1952 yılında Şam’a yerleşip büyük Şeyh Efendinin müridlerinden Hacı Emine Hanım ile evlendi. Bundan sonra Şam’da yaşayıp her sene Recep, Şaban ve Ramazan aylarında ailesi ile beraber Kıbrıs’ı ziyarete gidiyordu. Bu arada iki kızı ve iki oğlu olmuştu. Eşi Hacı Emine Hanımefendi 16 Kasım 2004 tarihinde vefat etmiştir.(Rh.a.)
SEYAHATLERİ
Şeyh Nazım her sene Kıbrıslı hacı kafilesine lider olarak Hacca giderdi.
Toplam 27 kez Hacca gitmiştir.
Bir keresinde, Büyük Şeyh Efendi, Şam’dan Halep’e yürüyerek gitmesini ve her
köyde durup iman, Tasavvuf ve Nakşibendiliği yaymasını istedi. Şam Halep arası
yaklaşık 400 km idi ve gidip gelmek bir yıldan fazlasını almıştı. Bir iki günlük
yürüyüşten sonra bir köye varıyor, insanları eğitmek, Nakşibendi tarikatını
yaymak ve zikir yaptırmak için orada bir hafta kalıyor sonra diğer köye gitmek
için tekrar yola koyuluyordu. Kısa zamanda, ismi Ürdün sınırından Türkiye
sınırına kadar her ağızda söyleniyordu.
Aynı şekilde, Büyük Şeyh Efendi, Şeyh Nazım’ın Kıbrıs’ı da baştan başa yürüyerek
dolaşmasını istemişti. Bir köyden diğerine gidiyor, insanları islama çağırıp,
dinsizlik ve maddeciliği bırakmalarını istiyordu. Kıbrıs’ta o kadar tanınmış ve
sevilmişti ki, renkleri koyu yeşil olan sarık ve türbanının rengi adada “Şeyh
Nazım yeşilbaş” olarak bilinir olmuştu.
1978’den beri Türkiye’yi de benzer şekilde dolaşmıştır. Hemen hemen Türkiye’nin
her yerini ziyaret eden Şeyh Nazım, dolaştığı bölgelerde, bir yerden diğer yere,
bir camiden diğer camiye gidiyor, Allah kelamını, maneviyatı ve iman nurunu
yayıyordu.
Gittiği her yerde halk tarafından olduğu kadar, resmi ve hükümet yetkilileri
tarafından da hoş karşılanmıştır. Türkiye’de ‘Kıbrısi’ lakabıyla tanınmaktadır.
Peygamberimizin tavsiye ettiği orta yolda yürüyüşü laik hükümet ve İslami
gruplar arasında ince bir çizgi oluşturmasını sağlamaktadır. Bu ise umum halkın
ve gizli servislerin akıl ve kalplerine huzur ve sükunet getirmektedir.
1974’ten itibaren Avrupa’yı ziyarete başlamıştır. Kıbrıs’tan Londra’ya uçak
ile gidip dönüşünü kara yoluyla yapmıştır. Halen her ülkeden, değişik inanç ve
kültürden her çeşit insanla görüşmeye devam ediyor, insanlar huzurunda şehadet
getirip tarikata giriyor ve ondan manevi sırlar alıyor.
1986’da uzak doğu seyahatini gerçekleştirmiş ve Brunei, Malezya, Singapur,
Hindistan, Pakistan ve Sri Lanka’yı ziyaret etmiştir. Buralarda da sultanlar,
başkanlar ve umum halk tarafından heyecan ve coşkuyla karşılanmış, büyük ikram
ve iltifatlarda bulunulmuştur.
1991’de Amerika seyahatine çıkmış ve 15 eyalet dolaşmıştır. Bu esnada değişik
din ve inançlardan birçok kişiyle görüşmüştür ve bunun neticesinde Kuzey
Amerika’da Nakşibendi tarikatına ait 15 merkez açılmıştır. İkinci ziyaretini
1993’te yapmış ve yine birçok yeri dolaşmıştır. Sayesinde, Kuzey Amerika’da 10
000 kişi müslüman olup tarikata girmiştir.
HALVETLERİ
İlk halvetini 1955’te Ürdün Süeyl’de Abdullah Dağıstani Hazretlerinin emriyle
yapmıştır. Halvette altı ay geçirmiştir.
Henüz ilk iki çocuğu var iken, Abdullah Dağıstani Hazretleri onu çağırmış ve
şöyle demiştir: “Bağdat’ta Abdül Kadir Geylani Camisinde halvet yapman için
Peygamber Efendimizden emir aldım. Oraya git ve altı ay halvete gir”.
Bu olayı Şeyh Nazım şöyle anlatıyor: “Şeyhime hiçbir soru sormadım. Eve bile
uğramadan şehir merkezine doğru yürümeye başladım. ‘Elbiseye, paraya veya erzağa
ihtiyacım var’ diye hiç düşünmedim. Bana ‘Git’ deyince ben de gittim. Abdül
Kadir Hazretlerinin huzurunda halvet yapmayı çok istiyordum. Şehir merkezine
ulaşınca bana bakan bir adam gördüm. Beni tanıyıp ‘Şeyh Nazım, nereye
gidiyorsun?’ dedi. ‘Bağdat’a’ dedim. Bu kişi Büyük Şeyh Efendinin müridi idi.
Bana ‘Ben de Bağdat’a gidiyorum’ dedi. Bağdat’a bir tır dolusu eşya götürüyordu.
Beni de beraberinde götürdü.
“Abdül Kadir Hazretlerinin Camisine ulaştığımda, Caminin kapısını kapatan
kocaman bir adam vardı. Bana ‘Şeyh Nazım!’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Sen buradayken
sana hizmet edecek olan kişi benim, benimle gel’ dedi. Buna şaşırmıştım ama
kalbimde sürpriz diye bir şey yoktu çünkü tarikatta her şeyin Allah tarafından
tanzim edildiğini biliyordum. Onu takip ederek Gavs-ul Azam’ın kabrine yaklaştık
ve ben büyük büyük dedem olan Abdül Kadir Geylani Hazretlerine selam verdim.
Sonra beni bir odaya götürdü ve ‘Sana her gün bir tas mercimek çorbası ve bir
parça ekmek getireceğim’ dedi. Odamdan sadece beş vakit namaz için çıkıyordum.
Öyle bir duruma gelmiştim ki bütün Kur’an-ı Kerimi dokuz saatte okuyabiliyordum.
Dahası, 124 000 kelime-i tevhid, 124 000 salavat ve bütün Delail-i Hayrat’ı
okuyordum. Buna ek olarak, günde 313 000 ‘Allah Allah’ çekiyor ve bana vazife
verilen diğer namazları kılıyordum. Her gün zuhurat üzerine zuhurat oluyordu.
Bunlar, beni ta ki İlahi Huzurda yok olana kadar bir makamdan diğerine
taşımışlardı.
“Bir gün Abdül Kadir Geylani Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat oldu. Beni
kabrine çağırıyor ve bana ‘Oğlum, seni türbemde bekliyorum, gel’ diyordu. Hemen
duş alıp iki rekat namaz kıldım ve odamın sadece birkaç metre yanında olan
kabrine gittim. Oraya varınca, ‘Selamün aleyküm, dede’ dedim. Hemen mezarından
kalkıp yanıma geldiğini gördüm. Arkasında nadir taşlarla süslü bir büyük taht
vardı. Bana ‘Benimle gel ve tahta otur’ dedi.
“Dede torun gibi tahta oturduk. Bana gülümsüyor ve şöyle diyordu: ‘Senden
memnunum. Senin Şeyhin Abdullah el Faiz ed-Dağıstani’nin Nakşibendi tarikatında
yeri çok yüksektir. Ben senin büyük dedenim, Gavs-ul Azam olarak taşıdığım gücü
doğrudan kendimden sana aktarıyorum ve seni Kadiri tarikatına süluk ediyorum.’
Şeyh Nazım halvetini bitirip ayrılacağı vakit vedalaşmak için Abdül Kadir
Geylani Hazretlerinin türbesine uğradı. Hazret, etten ve kemikten görünüp şöyle
dedi: ‘Oğlum, Nakşibendi tarikatında eriştiğin makamlardan çok mutluyum. Kadiri
tarikatında bana olan biyatını yeniliyorum. Ziyaretin için sana bir hediye
vereceğim.’ Şeyh Nazım’a sarıldı ve ona on madeni para verdi. Bu paralar,
şimdiki zamanın değil, Geylani Hazretlerinin kendi zamanının paraları idi.
Bugüne kadar Şeyh Nazım bu paraları muhafaza etmiştir.
Şeyh Nazım, 40 günden bir seneye kadar süren birçok halvete girmiştir. Kendisi
şöyle anlatıyor:
“Kimseye kendi şeyhiyle halvete girme ayrıcalığı verilmemişti. Ben Medine-i
Münevvere’de şeyhimle aynı odada halvet yapma ayrıcalığına sahip oldum.
Peygamberimizin camisinin yanında eski bir oda idi. Bir kapısı ve bir penceresi
vardı. Şeyhim odaya girer girmez pencerenin üzerini boydan boya örttü. Odadan,
sadece beş vakit namazı camide kılmam için çıkmama izin veriliyordu. Şeyhim ise
odayı hiç terk etmiyordu.
“Namazlara giderken, şeyhim tarafından ‘Nazar ber kadam’ (adımlara bakmak)
uygulamasını tatbik etmekle emredilmiştim. Bakışları kontrol etmek, kişinin
Allah dışında her şeyle ilişkisini kesmesi için bir yoldu.
“Bu halvette, şeyhimin bir yıl boyunca hiç uyuduğunu görmedim. Yemeğe de hiç
dokunmuyordu. Bize hergün bir tas mercimek çorbası ve bir parça ekmek
veriliyordu. Kendi payını hep bana verirdi. Sadece su içerdi. Gecenin bitip
gündüz olduğunu namaz vakitleri geldikçe anlıyordum.
“Günler ve geceler boyunca şeyhim lamba ışığında Kur’an okuyor, zikir yapıyor ve
ellerini saatlerce dua için kaldırıyordu. Bütün sene boyunca yaptığı hiçbir dua
daha öncekine benzemiyordu. Bazen yaptığı duanın lisanını anlamıyordum, çünkü
semavi lisanı kullanıyordu. Bu duaları sadece kalbime gelen ilham ve
zuhuratlarla anlayabiliyordum.
“Birgün şeyhimin şöyle dediğini duydum: ‘Allah’ım, bana şefaat gücü ver,
Habib’ine verdiğin şefaat gücünden, ahirette insanları senin ilahi huzuruna
yükseltebilmek için...’ Bunları söylerken bende bir zuhurat hasıl oldu. Mahşer
gününde Allah insanları hesaba çekiyordu. Peygamber Efendimiz İlahi Huzurun sağ
tarafında, Büyük Şeyh Efendi, Peygamberimizin sağ tarafında, ben ise Büyük Şeyh
Efendinin sağ tarafında idim.
“Allah insanların hesabını gördükten sonra Peygamber Efendimize şefaat izni
verdi. Peygamber Efendimiz şefaat edip bitirince, Büyük Şeyh Efendi
Hazretlerine, kendine verilen manevi kuvvetle insanları kutsamasını emretti. Bu
zuhurat, Şeyhimin ‘Elhamdülillah, Elhamdülillah, Nazım Efendi, cevabı aldım’
sözlerini duyunca sona erdi.
“Bu zuhuratlar daha sonra da devam etti. Bir gün, sabah namazından döndüğümde
bana, ‘Nazım Efendi, bak!’ dedi. Nereye bakmalıydım? Yukarı mı, aşağı mı, sağa
mı, sola mı? İçime kalbine bakmak geldi. Kalbine bakar bakmaz bütün perdeler
kalktı ve AbdülHalık el Gücdavani Hazretlerini fiziki bünyesine bürünmüş olarak
gördüm. Bana, ‘Oğlum, senin şeyhin emsalsizdir. Daha önce onun gibi kimse
gelmedi’ dedi. Sonra, Büyük Şeyh Efendi ve benim kendisiyle gitmemizi istedi.
“Anında, kendimizi AbdülHalık Hazretleri ile dünyanın başka bir yerinde
bulduk. Bir kayaya yaklaşıp, ‘Allah bu kayaya gelip vurmamı emretti’ dedi.
Kayaya vurduğunda, oradan daha önce hiç görmediğim inanılmaz güçlü bir su
fışkırdı. AbdülHalık Hazretleri ‘Bu su bugün çıkıyor ve kıyamete kadar böyle
akmaya devam edecek’ dedi.
“Sonra şöyle dedi: ‘Allah bana bu suyun her damlasından Kendini kıyamete kadar
tesbih edecek nurdan bir melek yarattığını söyledi ve şöyle emretti : Ey Kulum
AbdülHalık el Gücdavani, senin vazifen, her meleğe bir isim vermektir.Bir ismi
iki kere koyamazsın. Her birine farklı isim vermeli ve tesbihlerini saymalısın.
Tesbihlerinin ecirlerini Nakşibendi tarikatının müridleri arasında
paylaştırmalısın. Bu mesuliyet sana aittir!’ Zuhurat bittiğinde AbdülHalık el
Gücdavani Hazretlerine bağlanmış ve bu inanılmaz vazifesi karşısında hayrete
düşmüştüm.
“Halvetimizin son günü, sabah namazından sonra, odamızın dışında ağlama sesleri
duydum. Bunlar, çocuk ağlamasına benzeyen, bir büyük ve birçok küçük seslerdi.
Sesler kesilmiyordu. Dışarı çıkıp kimin ağladığını göremiyordum, çünkü iznim
yoktu. Ağlama sesleri artarak devam etti ve saatlerce sürdü.
“Sonra Büyük Şeyh Efendi bana baktı ve ‘Nazım Efendi, kimin ağladığını biliyor
musun?’ diye sordu. İnsan ağlaması olmadığını bildiğim halde ‘Şeyhim, siz daha
iyi bilirsiniz’ dedim. Bana ‘Bunlar İblis ve askerleridir’ dedi ve ‘Niye
ağladıklarını biliyor musun?’ diye sordu. Ben de ‘Siz daha iyi bilirsiniz’
dedim. Bana, ‘Şeytan, askerlerine yeryüzünde iki kişinin kontrollerinden
kaçtığını bildirdi’ dedi.
“Sonra bana, şeytanın ve askerlerinin, Şeyhime ve bana ulaşmalarını önleyen bir
zincirle çevrildikleri zahir oldu. Bu zuhurat bitti ve Şeyh Efendi bana
‘Elhamdülillah, Peygamber Efendimiz senden memnun kalmıştır, ben de senden
memnun kaldım’ dedi. Sonra elini kalbime koydu ve o anda Peygamber Efendimizi,
124 000 peygamberi, 124 000 sahabeyi, 7 007 Nakşibendi evliyasını, 313 Büyük
evliyayı, 5 Kutbu ve Gavsı gördüm. Her biri beni tebrik ediyor ve manevi
ilimlerinden kalbime akıtıyorlardı. Onlardan Nakşibendi tarikatının ve diğer
kırk tarikatın sırlarını miras aldım.
ZUHURATLARINDAN
1971’de Şeyh Nazım, Recep, Şaban ve Ramazan aylarını geçirmek üzere Kıbrıs’ta
bulunmaktaydı. Şaban ayında birgün Beyrut havalimanından bir telefon geldi. Şeyh
Nazım arıyor ve kendisini gidip almamızı istiyordu. Onu beklemediğimiz için
geldiğine çok şaşırmıştık. Hemen gidip onu aldık. Bize ‘Peygamberimiz tarafından
bugün size gelmem emredildi. Çünkü babanız yakında ölecek. Benim de onu yıkamam,
kefenlemem, gömmem ve sonra Kıbrıs’a geri dönmem gerekiyor’ dedi. Biz, ‘Şeyh
Efendi, babamız sağlıklı, hiçbir sorunu yok’ dedik. ‘Bana böyle emredildi’ dedi.
Şeyh Nazım çok emindi ve biz de, Şeyh Efendi ne derse kabul edilmesi gerektiğini
bildiğimiz için, ona teslim olmuştuk.
Bize aileyi toplayıp babamı son kez görmelerini söyledi. Biz de bütün aileyi
çağırdık. Herkes şaşırmış, bazıları da inanmamıştı. Kimileri gelmiş, kimileri de
gelmemişti. Babamın olan bitenden haberi yoktu ve akrabaların kendini normal
ziyarete geldiklerini düşünüyordu. Saat yediye çeyrek var idi. Şeyh Nazım,
‘Yukarıya babanızın dairesine çıkıp ruhunu teslim ederken ona Yasin-i Şerif
okumam gerekiyor’ dedi. Yukarıya çıktı, kapıda babam tarafından karşılandı.
Babam, ‘Oo Şeyh Efendi, Kur’an okuduğunuzu duymayalı çok oldu, bize okur
musunuz?’ dedi. Sonra Şeyh Efendi Yasin-i Şerifi okumaya başladı. Tam
bitirirken, saat yediyi vurdu. Tam o anda babam ‘Kalbim, kalbim!’ diye bağırdı.
Hemen koşup onu yatırdık ve doktor olan erkek ve kız kardeşlerim kontrola
geldiler. Kalbinin yavaşladığını tesbit ettiler. Bir iki dakika sonra babam son
nefesini verdi.
Herkes Şeyh Efendiye korku ve hayretle bakıyordu. Herkes nasıl bildi diye merak
ediyordu. Kıbrıs’tan sadece bu olay için nasıl gelmişti? Saatini bu kadar kesin
nasıl biliyordu?
Bir keresinde de, Şeyh Nazım hac mevsiminde iki aylığına Lübnan’ı ziyaret
ediyordu. Trablus valisi, Aşar ed-Daya, resmi hac kafilesinin başıydı. Şeyh
Nazım’ı kendisiyle beraber hacca gitmeye davet etti.
Şeyh Nazım, ‘Seninle hacca gelemem ama inşallah seninle orada karşılaşırız’
dedi. Vali ısrar etti: ‘Eğer gidiyorsan, lütfen benimle git, başkasıyla gitme’.
Şeyh Nazım, ‘Henüz gidip gitmeyeceğimi bilmiyorum’ diye cevap verdi. Hac mevsimi
geçtikten ve vali de döndükten sonra hemen Şeyh Efendinin kaldığı eve koştu. Yüz
kişinin önünde ‘Şeyh Efendi, niye benimle gelmeyip başkasıyla hacca gittin?’
diye sordu. Biz, ‘Şeyh Efendi hacca gitmedi ki! Burada kaldığı iki ay boyunca
bizimle Lübnan’ı dolaştı’ dedik. ‘Hayır’ dedi, “Hacdaydı, şahitlerim var. Bir
gün, Kabe’yi tavaf ederken Şeyh Nazım bana gelip, ‘Oo Aşar, burada mısın?’ dedi.
Ben ‘Evet Şeyhim’ dedim. Sonra benimle tavaf etti. Geceyi Mekke’deki otelimizde
beraber geçirdik. Arafat’ta günü bizim çadırımızda geçirdi. Üç gün Mina’da
bizimle kaldı. Sonra bana ‘Medine’ye Peygamberimizi ziyarete gitmeliyim’ dedi”.
Vali bunları anlatırken, dikkatlice Şeyh Nazım’ı izliyorduk, çünkü Lübnan’ı hiç
terk etmediğini çok iyi biliyorduk. Onun benzersiz, gizli gülümsemesini gördük.
Adeta şöyle demek istiyordu: “Bu, Allah’ın evliyalarına bahşettiği kuvvettir.
Onun yolunda olduklarında, onun ilahi aşkına ve ilahi huzuruna ulaştıklarında,
Allah onlara her şeyi bahşeder”.
KAYNAK: http://www.naksibendi.net/