DELİLLER

KONTRGERİLLA VAR MI? Kamuoyunun büyük kesimi kontrgerillanın varlığına inanıyor. Bu bölümde bu kesimin görüşleri sergileniyor. Sitenin özünü oluşturan bu bölüm bu konudaki en çarpıcı görüşlerden oluşturulmaya çalışılmıştır... CUMHURİYET, 13 KASIM'90, İçişleri eski Bakanı Hasan Fehmi Güneş: "..Hiç yadırgamadım, hayretler içinde kalmadım, tüylerim diken diken olmadı, yaşadık çünkü biz bunları. İtalya'da devlet mekanizması iyi çalışmış ve işin ucu bulunmuş. Bizde bu şans yakalanmadığı için uzun süre tartışıldı... Öyle silahlar, öyle tahrip kalıpları kullanıldığını gördük ki, bunlar o örgütlerin üretebileceği veya elde edebileceği cinsten değildi. Hatta bizim orduda bile kullanılmayan cinstendi. Çok özel silahlardı, çok özel tahrip kalıplarıydı. Bunların nasıl ele geçirildiği kuşkusu üzerine 'acaba ÖHD'den yardım mı alınıyor, ÖHD işe mi karışıyor' endişesine kapılındı. Hükümet, özellikle de başbakan, ÖHD'nin elindeki silahların, cephanelerin, bazı terör örgütlerine kaymış, akmış olup olmadığının denetiminin yapılmasını istedi. O kontrollerin yapıldığı söylendi daha sonra. Ama o kontrollerin sağlıklı, ciddi bir şekilde yapılıp yapılmadığı hiçbir zaman bir başka mekanizma ile denetlenemedi... Türkiye bir sol tehlike karşısında mı değil mi? Belli bir dönemde Türkiye sol bir tehditle karşı karşıya kaldı mı? Ve artık buna müdahale edilmesi gerekir mi? Buna karar verecek olan resmi bir makam yok. O kuruluş karar verecek. Nedir, illa da sınırların bir başka istilacı ordu tarafından ele geçirilmesi mi yoksa yurt içindeki gelişmelerin bazı kişilerce, sol tehdit oluşturacak vehamete ulaştığının kabul edilmesi mi? Sorun burada. Türkiye'de sol bir iktidar gerçekleşmek üzere ise ve o kuruluş bunu sol bir tehdit olarak kabul ediyorsa, dahası kendisinin harekete geçmesinin zamanının geldiğini algılıyorsa, bu işe karışmış olabilir. Türkiye'de kitlesel terörü tırmandıran olaylar var. Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya, Elazığ, 1 Mayıs olayları gibi. Bunların failleri bulunamadı. Haksızlık ediyor muyum bilmiyorum, ama sorumluluk taşıdığım dönemlerdeki olayların bir bölümünde ben, daha organize, daha büyük bir örgütün karışıp karışmadığının kuşkusunu hep taşıdım..." MEYDAN, 3 ŞUBAT'93, Behiç Kılıç'ın yazısından: "..Uğur Mumcu ve Abdi ipekçi'nin öldürülüş sebeplerinin aynı olduğunu yakın arkadaşları ifade ediyorlar. Dün İpekçi'nin öldürülüşünün 14. yıldönümüydü. İpekçi'nin katilleri hala bulunamadı. Devletin arşivlerinde kayıtlar var... O dönem Güvercinlik denilen bir bölgede merkezlenen emniyet ve asker personel arasında seçilmiş ve ayrıcalıklı personelden oluşan özel bir birim, İpekçi cinayeti ile ilgili suçlanmaktadır!.. Bu birimin birçok toplumsal kışkırtma hareketini organize edip, Abdi İpekçi'yi öldürttüğü yolunda mahkeme kayıtları bulunmaktadır. Suçlanan örgüt, İpekçi'nin peşinde olduğu hain organizasyon ile işbirliği içerisindedir. Bu örgüt karanlık ticaret tarafından finanse edilmektedir. Örgüt, İpekçi cinayetini Bulgaristan'da bulunan, Ortadoğulu bir teröriste işletmiştir!.. Mahkeme zabıtları böyle... Kamuoyu devletten katilleri isteyince Ağca bulundu!.. Ağca, sözü edilen gizli örgütün Kütahya'da kullandığı bir elemanı idi. Mehmet Ali Ağca, bol para vaadi karşılığı cinayeti üstlenmeyi kabul etti. Cezaevinde çok kısa kalacağını ve kaçırılacağını biliyordu!.. Şimdi İtalya'da hapis olan Ağca, İpekçi'yi kendisinin öldürdüğünü söylüyor... İpekçi'yi öldürenin yakasına yapışılsa idi; bugün Uğur Mumcu sağ olacaktı..." TERÖR VE GÜNEYDOĞU SORUNU, Fehmi Koru, S.26-29: "..22 Temmuz 1990 Pazar günü Milliyet gazetesinde yayınlanan bir mülakat, Çetin Emeç'in kimler tarafından öldürtüldüğünün devlet tarafından bilindiği yolunda bir iddiaya yer vermekte. Bu iddianın (ifşaat da diyebiliriz) sahibi, CHP'nin eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş. Milliyet iddiayı fazla büyütmekten çekinmiş. "Tatil Sohbeti" başlığı altında yer alan mülakatta Sayın Güneş şunları söylüyor: "Hangi örgüt nereden destekleniyor, nereden korunuyor, nereden donatılıyor, nereden para alıyor, bunlar biliniyor artık. Bu bilgiler devletin elindedir. Biz bunu kendi dönemimizde de biliyorduk, yolumuzu aydınlatacak boyutta ele geçirmiştik. Dosyalar var devlette biliyorduk. O nedenle 'Bunun arkasında kim var, bilmiyorum' demeye devletin hakkı yoktur. Hala 'Çetin Emeç cinayetinin arkasında kim var, bunu bilmiyoruz' demeye kimsenin hakkı yoktur." Hasan F. Güneş'in bu sözlerini duyan gazeteci soruyor: "Yani Çetin Emeç'i kimlerin öldürttüğü biliniyor mu?" Cevap: "Tabii biliniyor. Abdi İpekçi cinayetinin arkasında kimin olduğunun da bilinmemesine imkan yoktur. Bunlar bilinmektedir." Soru: "Siz de biliyorsunuz ve devlet sırrı olduğu için söylemiyorsunuz..." Cevap: "Devlet de biliyor. O kadar çok bilgi vardır ki mesele onları değerlendirmektir. Telefon konuşmalarına kadar. Kimin kime emir verdiğini bazen emirlerin nakline kadar, elde bilgi vardır. Bunlar mazeret değil artık." (Milliyet, 22 Temmuz 1990) Bu mülakattan bizim anladığımız şu: Çetin Emeç'i kimlerin öldürtmüş olacağı devletin meçhulü değildir. Canilerin cinayet öncesi ve sonrasında yaptıkları telefon konuşmaları bile kaydedilmiştir. Vaktiyle İçişleri Bakanlığı yapmış olan Hasan Fehmi Güneş de katillerin kimliğinden haberdardır. Elinde belgeler de bulunmaktadır. Ancak 'devlet sırrı' gerekçesiyle, ne devlet yetkilileri ne de Sayın Güneş, cinayetlerin arkasında kimin olduğunu açıklayamamaktadırlar.. İnanılacak gibi değil. Mülakatı ilk okuduğumuzda biz de gözlerimize inanamamıştık. Bu yüzden de, mülakatı bir gün eskiterek, özellikle Çetin Emeç'in katilini bulmakta ısrarlı görünen, bunun için hayali senaryoları bile manşet olarak vermekten çekinmeyen Hürriyet gazetesinin tepkisini de görmek için, bu yazımızı o gün gazetede bir gün geciktirdik. Meraklananlara hemen bildirelim: Hürriyet gazetesi pazar günü, Milliyet'te yayınlanan eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş'in bu 'müthiş ifşaatına' tek satırla bile yer vermedi. Cahilliğimiz hoş görülsün: Bir devlet olmadığımız, ardına sığınılarak hak ve özgürlüklere müdahale edilen 'devlet sırrı' kavramına fazla sıcak bakmadığımız, Hasan Fehmi Güneş gibi Bakanlıktan uzak düşse bile, en önemlisi de gizlilikte değil açıklıkta yarar gördüğümüz için, Milliyet ve Hürriyet gazetelerini çıkartan arkadaşlarımız gibi bu 'ifşaatın' görmezden gelinmesine göz yumamıyoruz. Sayın Güneş'ten ve kimseler, böylesine önemli bir devlet sırrını kendilerine saklayanlardan, bazı açıklamalar bekliyoruz: 1- Çetin Emeç'i kimler öldürmüş veya öldürtmüştür? 2- Abdi İpekçi'yi öldürten kimlerdir? 3- Bu iki olayın planlayıcıları, Sayın Güneş'in ifşaatı dikkate alınarak, bilindiğine göre, niçin ortaya çıkartılıp adalete teslim edilmemektedirler? 4- Her iki olaydaki 'devlet sırrı' nedir? Yoksa, son zamanlarda daha sık kulaklarımıza gelen, her iki cinayetin 'gizli bir örgütün iç hesaplaşması' olduğu iddiası doğru mudur? Bu sorularımıza 'devlet'in her kademesinden, onlardan gelmezse SHP'li Güneş'ten, o da olmazsa Hürriyet yönetiminden cevap bekliyoruz..." ZAMAN, 15 KASIM'90, Mehmet Altan şöyle diyor: "..Örneğin Çorum'da bulunan bir tabancanın öğleden önce bir solcuyu, öğleden sonra da bir sağcıyı vurduğu anlaşıldı. Aynı tabancayı ayrı kişilere vererek insan avına kimin kışkırttığı ise anlaşılamadı. Olayın ortaya çıkmasında katkıları olan dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş'in başına olmadık işler geldi. Tabi ortaya çıkartılmayan karanlıkta bırakılan sadece Çorum'daki tabanca değil. M. Ali Ağca'nın koskoca Zırhlı Tugay içindeki Maltepe Askeri Cezaevi'nden nasıl kaçırıldığı da hala bilinmiyor. 1 Mayıs 1977 katliamını hangi güçlerin düzenlediği de aydınlanmadı." MİLLİYET, 15 KASIM'90, "Yerli 'Gladio'...": Ecevit, 26 Eylül 1973'te Giresun'da yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "12 Mart sonrası dönemde adısanı ortaya çıkan ve tedbirlerin ve hatta soruşturmaların hukukiliğine de ve insaniliğine de gölge düşüren Kontrgerilla adlı örgütün, bu resmi görüntülü, fakat gayrı resmi örgütün niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılmamıştır. Bu örtü kaldırılmadıkça.. Bazı perde arkası kişi veya örgütlerin yeni bir takım karanlık roller oynamakta oldukları ihtimalini de akla getirecektir" (Milliyet, 27 Eylül 1973). Ecevit, iktidara geçip başbakan olduktan sonra da şunları söyleyecekti: "Türkiye'de dışa dönük olarak oluşturulan bu gayri nizami savaş ve savunma kavramı öyle anlaşılıyor ki, geçmiş yıllarda ülkemizin yine bunalımlı bir döneminde o yılların bazı sorumlularınca içe dönük olarak uygulanmıştır" (Basın Toplantısı, Milliyet, 2 Şubat 1978). Bülent Ecevit, 34 kişinin ölümü ve yüzlerce kişinin ağır yaralanması ile sonuçlanan 1 Mayıs 1977 faciasından sonra Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e yazdığı 7 Mayıs 1977 tarihli mektubunda ise şöyle diyordu: "Sayın Cumhurbaşkanım, ..Söz konusu örgüt, gerilla ve kontgerilla savaşları için ve her türlü yeraltı faaliyeti için planlar yapar ve insan yetiştirir.. Gizlilik içinde çalışır, demokratik hukuk dışındadır.. 1974'e kadar, gizli olarak, Amerikalılardan mali destek görürdü. Amerikan askeri heyeti ile bir binada çalışırdı. Amerikan desteğinin 1974'te sona erdiği bildirilmiştir.. Bu örgütte iyi niyetli kimselerin dışında siyasal düşünceleri yönünden yurt savunması için gördükleri eğitimi Türkiye'deki şiddet eylemlerinde kullananların bulunabileceği güçlü olasılıktır..." AKİT, 8 Ağustos 1995, Ahmet Kekeç’in yazısından: “Ecevit’in ‘kontrgerilla’ konusundaki kuşkularını Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk susarak geçiştirdi. Ecevit, ertesi gün İzmir Konak Meydanı’ndaydı. Orada yaptığı konuşmada örgüte ilişkin şu açıklamayı yaptı: “Eğer bir avuç sorumsuz maceracı Tandoğan ve Taksim olaylarını kendi başlarına düzenleyip işin içinden sıyrılabiliyorlarsa, Türkiye’de devlet kalmadığı yargısına varmak gerekirdi. Ben, devlet içinde yer almakla beraber, demokratik hukuk devletinin denetim alanı dışında kalan bazı örgütlerin bu olaylarda başlıca etken olduğu ve hükümetin iki kanadının da, gereken önlemleri alacakları yerde, bu örgütlerden yararlanmak istediği kanısındayım. Böyle örgütlerin ve tertiplerin kesin kanıtları, 12 Mart döneminde ortaya çıkmıştı. Şimdi, seçim yaklaştıkça, bu kanıtlar daha büyük ve daha tehlikeli boyutlarla ve biçimlerle gözler önüne seriliyor... Eğer yargı, içinde bulunduğumuz aşamada hızlı işlerse ve özellikle Taksim olaylarının, Şiran-Niksar-Erzincan olaylarının görünürdeki ve asıl perde arkasındaki sorumluları ve suçluları bir an önce ortaya çıkarılırsa ve kamuoyuna açıklanırsa, bunun caydırıcı ve topluma huzur getirici etkisi çok büyük olacaktır. Bunların üstünde, Sayın Cumhurbaşkanı'na,iyi niyetlerine inandığım Sayın Adalet Bakanı'yla İçişleri Bakanı'na (bağımsızlar) ve MGK'nın yine iyi niyetlerine inandığım hükümet dışı üyelerine açık belirtileri ortaya çıkmış olan ve şimdi de kendini belli etmeye başlayan, devlet içinde fakat demokratik hukuk denetim alanı dışındaki bazı örgütler ve güçler, gün yitirilmeksizin kontrol altına alınmalıdır. O nedenledir ki, bu görevi doğrudan doğruya bugünkü hükümete değil, fakat devlet yetkililerine ve hükümetin iki bağımsız üyesine hatırlatıyorum. Bu konudaki bildiklerimi ve sezdiklerimi daha ayrıntılı olarak Sayın Cumhurbaşkanı’na sundum.” Ecevit olayın peşini bırakmadı. 1978'de tekrar hükümet olunca durumu Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'e açtı: “Çok kuşkuluyum. Bu sivil örgütü dağıtın. Demokratik bir devlete uygun biçime sokun. 20 yıl önce güvenilir gencin, ileride ne yapacağını kimse bilemez, kontrol da edemez...” “Müsterih olun” dedi Evren, “Kaygılanacak bir şey yok...” Başbakan daha sonra sustu, bu konuda hiç konuşmadı...” GÜNAYDIN, 17 KASIM'90, "Cevap bekleyen 7 soru": "12 Eylül 1980 Harekatı'ndan sonra yapılan operasyonlarda, bir milyon silah balistik incelemeden geçti. Sayıları bir milyonu geçen ve akla gelebilecek tüm örgütlerin militanları, sempatizanları sorgulandı. Ancak tüm uğraşılara rağmen Prof. Cavit Tütengil, Prof. Ümit Doğanay, Prof. Bedri Karafakioğlu ve Savcı Doğan Öz'ün kimler tarafından "hedef" seçildikleri, ne için öldürüldükleri bir türlü açığa kavuşturulamadı. Dönemin sorgularını takip eden, operasyonlarını yönlendiren üst düzey bir polis yetkilisi, "Bütün örgütlere bu cinayetleri sorduk. Hiçbirisinden cevap alamadık. Ayrıca tabancaların balistiklerinden de sonuç alınamadı. Cinayetlerin örgüt silahlarıyla işlenmediği kesinleşti. Ayrıca örgütlerin haberi olmadığına göre, bu insanları bizim bilmediğimiz bir örgüt öldürdü ve cinayette kullanılan silahlar da hemen yok edildi." dedi. Prof. C. Tütengil durakta iken, Prof. Ü. Doğanay makam otomobilinde, Prof. B. Karafakioğlu yolda yürürken, Savcı Doğan Öz otomobilinde kurşunlanarak öldürülmüşlerdi. Hepsinin ölümünden sonra toplumda büyük tepkiler oluşmuş ve devletin güvenlik güçleri, yaptıkları soruşturmalar sonucu "Bir arpa boyu yol" alamamışlardı. Öldürülen bütün kişilerin ortak özelliği, terörle ilgisi olmayan, sevilen kişiler, tepki uyandıracak olmalarıydı. Sanki katiller veya bunları suça azmettiren örgütler "yer yarılıp da" içine girmişlerdi. Olaylardan sonra sanıklar adeta "sır" olurken, kullandıkları silahlar da "casus" filmlerindeki gibi yok ediliyordu. Polis için bir cinayetten sonra en önemli delil, olayda kullanılan silahtı. Cinayet aleti ortadan kalkınca, katilleri suçlamak genellikle bir sonuç vermiyordu. Bunu iyi bilen bazı örgütler de bu yöntemi başarı ile uyguluyordu. Üst düzeydeki bir polis yetkilisi, bu konuda "örgütler ellerindeki silahları atmazlar. Özellikle 12 Eylül'den önce sürekli geliştikleri için devamlı yeni silahlara ihtiyaç duyarlardı. Bu nedenle de silah kaçakçılığı önemli boyutlara ulaşmıştı. Yakalanan silahlardan bir çok cinayet ve olay çıktı. Bunların suçlularını yakalayamadığımız da oldu. Ancak, olayların silahları elimizdeydi. Fakat bu cinayetlerin ve 1 Mayıs 1977'nin silahları bulunamadı. Ayrıca 1 Mayıs 1977'de çok sayıda silah kullanılmıştı. Bilmiyorum, ne derler, nasıl yorumlarlar, ama bunların hepsi tesadüf mü? Eğer tesadüfse ilginç ve düşündürücü tesadüfler" dedi." CUMHURİYET, 21 KASIM'90, Uğur Mumcu şunları yazıyor: "..Yıl 1978... Aylardan ocak... Ocağın 25. günü Ankara Devlet Mimarlık ve Mühendislik Okulu öğrencilerinin üzerine bomba atılır. Bomba Amerikan yapısı ve ordu malıdır. "Füze m2hat bil-1131 2-53" sayılı bomba hangi askeri birlikten kimler tarafından nasıl çıkarılmıştı? Bu konu aydınlanmadı. Soruyoruz: -Neden? Mehmet Ali Ağca, İpekçi cinayetinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'na bağlı Kartal-Maltepe Askeri Tutukevi'nden kaçırılmıştı. Bu konu da aydınlanmadı. Ağca, Roma'da ifadesini alan Türk savcılarına "Şahin Tolunoğlu" adındaki bir MİT görevlisinin adını vermişti. Bu konu üzerinde de durulmadı. Soruyoruz: -Neden? Ağca, cezaevinden kaçırıldıktan sonra Ankara'ya 34 RF 601 plaka numaralı Renault marka araç ile götürülür. Araç, İpekçi cinayetinin yakalanmayan sanıklarından Mehmet Şener'in kardeşi Hasan Hüseyin Şener'in üzerine kayıtlıydı. Bu araç, polisçe biliniyordu. Gereken değerlendirme yapılsa, Ağca ve Oral Çelik o gün araba ile ele geçirileceklerdi. Bu aymazlık akıl alacak gibi değildi. Sıkıyönetim ve İstanbul polisi ve MİT olayı gereği gibi izlememişlerdi. Soruyoruz: -Neden? 1976 yılında bütün dünya Lockheed skandalı ile sarsılmıştı. Lockheed şirketinin rüşvet dağıttığı yetkililer bütün dünyada tek tek ortaya çıkarıldı. Bir tek Türkiye'de bu olay aydınlatılamadı. O günlerde, bu olayı aydınlatmak için çok uğraştık; elde ettiğimiz bütün belgeleri tek tek yayımladık. ITT şirketinin dağıttığı rüşvet ile ilgili dosya da kapatıldı. Lockheed olayının giz dolu öyküsü arkadaşımız Betül Uncular'ın 'Ses Duvarındaki Generaller' adlı kitabında anlatılıyor. Elimizdeki belgeleri, kitaptaki öykü ve belgelerle karşılaştırıp Lockheed skandalına karışanların adlarını tek tek anımsıyoruz. Bu dosya da kapanmıştır. O zaman soruyoruz: -Neden? Bu somut olaylara yanıt bulmadan Türkiye'de hiçbir olay aydınlanmaz. Bu sorulara bugüne kadar devlet adına kimse inandırıcı yanıtlar veremedi. Veremediği için de kuşkular gün geçtikçe arttı." CUMHURİYET, 21 KASIM'90, Mehmet Kemal'in yazısından: "'(Ziverbey Köşkü'ndeki) bu eylemleri kimlerin yaptığını, dosya suretlerini kimlere verdiklerini biliyorum ama bugün dahi açıklamakta yarar görmüyorum' (diyor eski Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, 'Anılar ve Görüşler' adlı kitabında). Demek 1972'den beri biliniyor, belgeleri var, kimse açıklamak istemiyor, dahası gizliyor. Hiç olmazsa Batur belge bırakıyor. Gizli bir örgütün el altından türlü oyunlar çevirdiği bellidir... Sızıntı bereket İtalya'da oldu. Bizde olsaydı hemen örtbas ederlerdi..." ZAMAN, 27 KASIM'90, Kenan Evren şöyle diyor: "..Kanaatim o ki, Genelkurmay Başkanlığım sırasında, bu teşkilat görevi dışında kullanılmadı. Ama belki bana intikal ettirilmeden bazı yerlerde gayrıresmi olarak teşkilattan kişiler bu işe bulaşmış olabilir. Bunu bilemem.." TEVHİD, ARALIK'90, Cemil Özgün şöyle diyor: "..Yerli basında bazı kalemlerin de söylediği gibi, bu örgütün Batı ülkelerinde fazla bir işlevi olması beklenemez. Bizce, eğer yeterince araştırılırsa, en merak uyandırıcı, en heyecanlı hikayeler Türkiye'de çıkacak. Çünkü, yine yerli kalemlerin dediği gibi, muhtıralar, darbeler, faili meçhul siyasi cinayetler en çok bizde var. İsterseniz bazı sorular soralım ve bu soruları cevapsız bırakalım. Bekleyelim, soruların cevabı zamanla ortaya çıksın. Sözü edilen yıllarda sağ ile sol arasındaki rekabet ve husumet, kendi kendine bu kadar ileri noktalara varabilir miydi? Sağ veya sol, terörde şöhret sahibi örgütler, doğrudan belli bir cepheye mal edilemeyecek bazı şahsiyetlerin, söz gelimi Nihat Erim, Abdi İpekçi gibi isimlerin öldürülmesinden ne gibi bir menfaat elde edebilirlerdi? İçlerinde sağcılık ve solculukla hiçbir kayda değer ilişkisi olmayan insanların vakit öldürdükleri kahvehanelerin taranması sağcı veya solcu terör örgütlerine ne gibi bir menfaat sağlayabilirdi?.." MİLLİYET, 4 ARALIK'90, Genelkurmay brifinginden: "..Özel Harp Dairesi yalnız antikomünist değildir. Din devrimine de karşıdır..." YERYÜZÜ, OCAK'91, "Kontrgerilla CIA tarafından kuruldu": "..Gladio'nun varlığı sadece Türkiye'de resmi yetkililerce inkar edildi, ancak aynı ifadelerde zımmi olarak doğrulandı ve artık din devrimine karşı çalıştığı açıklandı..." YERYÜZÜ, OCAK'91, "Türkiye'de ABD üsleri": "..Amerika'nın Uzakdoğu'daki müdahaleleri, Vietnam savaşı, Türkiye'de de anti-Amerikan bir dalga meydana getirdi.. Dönemin soğuk savaş koşullarının nispeten yumuşama göstermesi üzerine, Demirel hükümeti ile SSCB arasında bir takım ilişkiler kurma girişimleri oldu. ABD hükümetinin, Türkiye'de bazı yatırımlara yardım etmemesi üzerine SSCB'ye yönelen Türk hükümeti, bu ülkeye bir heyet gönderecekti. İki ülke arasında yapılan kültür anlaşması ve İskenderun Demir-Çelik işletmelerinin Sovyet ortaklığı ile tesisi ABD'yi bir hayli tedirgin etmekteydi. Üstüne üstlük ordu içinde de anti-Amerikancı radikal öbekleşmeler söz konusu idi. ABD'nin "Dolaylı Saldırı" stratejisi gereğince ABD çıkarları aleyhine başgösteren sosyal değişim durdurulmalıydı. ABD'nin SSCB ile imzaladığı SALT-1 anlaşmasının Sovyetler tarafından uygulanıp uygulanmadığını tespit etmeye yarayan casus U-2 uçaklarının faaliyetlerine izin verilmemesi de ABD'yi endişelendiriyordu. ABD, Türkiye'ye ilişkin faaliyetlerini belli başlı üç gelişme üzerinde yoğunlaştırıyordu. Bir, anti-Amerikancı gençlik hareketlerinin durdurmak; iki, ordu içindeki karşıt örgütlenmeyi tasfiye etmek; üç, dönemin hükümetinin "yanlış" gidişatını frenlemek. ABD, Türkiye'de anti-Amerikancı gençlik hareketlerini sabote etmek için GLADIO'sunu devreye soktu. Bu dönem, bir yığın komplo ve provokasyonların içiçe girdiği dönemdi. ABD'nin örgütlediği GLADIO, bir takım sivil uzantıları kullanarak "Kanlı Pazar" gibi olayları tezgahladı. Böylece ABD 6. Filosu'nu protesto edenlere halkı saldırttılar. Sivil bir örgütlenme ortaya çıkararak muhafazakar anti-Amerikancı gençlik hareketlerini sabote etmeyi bir ölçüde başardılar. Daha sonra TSK içinde oluşturulan cuntaları denetim altına alarak, muhtemel bir darbenin kendi aleyhlerinde gelişmesini durduracaklardı. Bir takım provokasyonlar tertipleyerek, ordu içindeki tehlikeli unsurları tasfiye edebileceklerdi. ABD böylece bir taşla üç kuş birden vurmuş oldu. 12 Mart darbesi ile Demirel iktidardan uzaklaştırıldı. Ordu içindeki karşıt unsurlar tasfiye edildi. 12 Mart yönetimi, gençlik hareketlerini durdurmak için bir dizi operasyonu gerçekleştirdi. İlk kontrgerilla faaliyetleri de bu dönemin sorgulamalarında kendini açığa çıkardı. ABD'nin yerli işbirlikçileri, Türkiye'de sivil örgütlenmelere destek sağlayarak gençleri birbirine kırdırdı..." ZAMAN, 28 EYLÜL'92: "..İnter-Star'da Kırmızı Koltuk programına çıkan Ecevit, kendisine yöneltilen soruları cevapladı. Yazar Musa Anter'in öldürülmesi ile yeniden gündeme gelen kontrgerilla ile ilgili bir soruyu cevaplandıran Ecevit, "Aslında resmen kontrgerilla diye bir şey yok. Özel Harp Dairesi'nin beni çok rahatsız eden bir sivil uzantısı vardı. Bundan hükümetlerin bilgisi dahi yoktur. Ben bunu 1974'de Başbakanken bir rastlantı sonucu öğrendiğim vakit şoke oldum, çok kaygı duydum. Üzerine yürümek istedim fakat hükümetten ayrıldık. 1978'de yeni hükümet kurulur kurulmaz da dönemin Genelkurmay Başkanı Evren'di, çağırarak Özel Harp Dairesi'nin karanlıktaki devletçe ulaşılamayan sivil uzantısının ortadan kaldırılmasını istedim. Bu öylesine gizli ki, kaldırılıp kaldırılmadığını tespit etmek zor. Evren'e sorduğumda kaldırıldığını söyledi. Konu meclisin gündemine gelip enine boyuna incelenmeli, hala bir takım kalıntıları kalmışsa o mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Buna benzer oyunların başka NATO ülkelerinde de olduğu ortaya çıktı" şeklinde konuştu. Yani 1980'den sonraki gelişmelerden çıkarılan sonuca göre 'kaldırılmamış' olabileceğini açıkladı..." Türk(!) Özel Harp Dairesi'ni kuran CIA'nın bazı marifetleri ABD, Nato paravanası ardında Gladio örgütlerini kuruyor. Düşünülebilir mi ki, Amerika, bu tip teröre yatkın gizli örgütler kuracak da, Rus işgaline kadar onları kullanmayacak? Amerika'nın teröristliği artık biliniyor. Adamların kendi öz örgütleri dahi 'Kirli İşler Dairesi-Dirty Action' kurarak cinayet işleyecek, kendi devlet başkanlarını öldürecek kadar sadist karakterli olacak da, kurmuş oldukları gladiolardan ellerini çekecekler, karışmayacaklar!!? Aksine, kendi ülkesinde bir cinayet işlerse başka ülkelerde on cinayet işler. CIA'nın 'Domuzlar Körfezi Çıkarması'ndan, 'İran'da Musaddık'ın Devrilmesi'ne kadar birçok kirli işe karıştığı, başka ülkelerde cirit attığı ortaya çıktı. Şimdi, tüm bu kirli işleri karıştıran Amerika, gladiolardan elini eteğini çeker mi?!. Bir çok CIA ajanı Amerika'nın başka ülkelerde terörü kışkırttığını açıklarken, bizim yetkililer hala bizde gladio tipi bir örgütün varlığını yadsıyor, üstelik CIA'yı kolluyorlar. MÜCADELE, 1 ARALIK'90: "..Çağlayangil 7 Şubat 1974 tarihinde İsmail Cem'le görüşmesinde, "12 Mart'tan bir süre önceydi. Böyle bir hareketin olacağı bana ihsas edilmişti Amerikan Sefiri tarafından. (...) Sefir genel bir değerlendirme yaparken 'Sayın Çağlayangil' dedi. 'Biz devlet olarak (Türkiye'deki gelişmelere) sabrederiz ama devlet dışında olanlar devleti bile dinlemeyenler sabredemeyebilir' dedi. Bundan açık bir şey olamaz. 12 Mart'da CIA vardır. CIA Gizikis'te vardır. CIA Papadopulos'ta vardır. CIA'nın nasıl hareket edeceği tahmin edilemez(...) Şimdi nasıl yapar CIA? CIA yapar, organik bağlarıyla yapar, benim istihbarat şefim, kendisi farkında bile olmadan CIA benim altımı oyar. Elinde imkan var adamın. Girmiş, enfiltre benim içimde" diyordu." ENDİŞE, OCAK'91, "Kontrgerilla": "..Haluk Gerger, "Hangi amaçla olursa olsun, yasadışı ve dış kaynaklı bir gücün bir ülkenin iç politikasında etkin olması asla kabul edilemez bir durumdur. Kaldı ki "milli" olduğu iddia edilen menfaatler neye göre "milli"dir ve hangi demokratik "consensus"la belirlenmiştir? Böyle bir iddianın olumlu görülebilmesi her yönüyle olanaksızdır" diyerek tepkilerini dile getiriyordu..." SABAH, 1 ŞUBAT'93, "Özal: Sağ sol çatışması isteniyor" haberine Cengiz Çandar ve Savaş Süzal'ın Özal'la yaptığı röpörtajdan bölümler alınmış. Şöyle diyor Özal: "..Neden Uğur Mumcu'yu seçtiler? Arkasından neden Jak Kamhi geldi? Hadiselerin başlangıcından itibaren cereyanına, cenaze öncesi yürüyüşlerde atılan sloganlara bakılınca, bu, insana şunu düşündürtüyor: 7-8 senedir sağ-sol ayrımı kalmamıştı. Hatta eski sağcılar ve eski solcular biraraya gelip, meseleleri makul bir biçimde tartışmaya başladılar. Bu fevkalade iyi bir gelişmedir. Bu bazılarının hoşuna gitmiyor. Şu, şu, şu meseleler niye konuşuluyor; konuşulmamalı diyenler var. Ama toplum konuşuyor bunları... Düşünen, üreten, fikir üreten, tartışan bir toplumda herşey konuşulmalıdır. Netice itibarıyla ben hür düşünceden yanayım. Bunun için bana kızıyorlar, tabuları yıkıyorum diye. Bir azınlık var. Eskisi kadar değil. Ama tesirli. Onu söyleyeyim... Neticede toplumu kavgaya, kargaşaya itmek. Sağ-sol nüansları kaybolmuş bir cemiyeti tekrar sağ-sol kavgasına çekmek amacındalar. Ciddi ve ustaca hazırlanmış bir provokasyon yapıyorlar.." Kim bunlar? Kim bu? "İçte de olabilir, dışta da... Maksatları farklı farklıdır da, aynı noktaya giderler" değerlendirmesini yapıyor. Besbelli, -en azından ben öyle anlıyorum- Özal'ın dilinin altındaki, o "devlet içindeki devlet", o "devlet içindeki odak"... Ve, bu sezgi son derece yerinde. Ama, neyse ki iyimser. "Türkiye, kesin olarak 80 öncesine dönmeyecektir. Bu provokasyon gayreti boşunadır. Bu provokasyon gayreti ile ülkemizin bir yere gideceğini sanmıyorum. Bu provokasyon gayretindekiler yaptıkları ile kalacaktır" diye konuşuyor..." KONTRGERİLLA CUMHURİYETİ, Talat Turhan, Sh.44: "...Sayın Demirel'in HEP milletvekilleriyle yaptığı görüşmede söylediklerini Milliyet gazetesinin 23 Ocak'93 tarihli sayısındaki köşesinde "Demirel'in HEP'lilerle Buluşması" başlıklı yazısı ile Yalçın Doğan aktardı: "Sizin davranışlarınız Türkiye'ye zarar veriyor. Bu zarar sadece Güney için değil, hepimiz için işler. Öyle bir zaman gelir ki, beni de bir kenara iterler ve sonra sıkıyönetim gelir." Bu sözler olası bir yeni 12 Eylül'ün işareti olarak algılanabilir. Sıkıyönetim ilan edilmesi ile başbakanlar bir kenara itilmezler. Çünkü sıkıyönetim yasal bir zorunluluktur ve yasalara göre de yürütmenin denetimi altındadır. Başbakanı bir 'kenara itecek' güç hangisidir?.." TBMM FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUNDAN "..Komisyonumuzun çalışmaları sırasında vatandaşın yukarıda da belirtildiği gibi sessiz, çaresiz ve tepkisiz hali tespit edilmiş ve bu konularla ilgili gerçekleri tesbit edip bunları meclise sunmak isteyen komisyonumuzun çalışmaları bir takım gizli örgüt denebilecek oluşumlar tarafından engellenmiştir. Bu gizli örgüt tabiriyle istihbarat örgütleri kastedilmemektedir. Devletin anayasa ile sınırları çizilmiş yetki ve görev ayrımına rağmen, hukuk kurallarını tanımayan ve istedikleri zaman istedikleri kuralları uygulayan kişiler ve bir takım kurumlar kastedilmektedir. Komisyonumuz görev yaparken birbirleriyle her haliyle bağlı oldukları dıştan bakıldığında bile belli olan bir takım odaklar, tanığın adresinin tesbitini istememize rağmen bu tanığı önce televizyona çıkartıp, yalancı tanık olarak mahkum ettikten sonra komisyonumuza bırakmış, bu konuda yazmış olduğumuz yazılara yetkili makamlar sürekli olarak başka cevaplar vermiş, çok önemli soruşturmaların evrakları hukuk gereği olmasına rağmen Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısının yaptığı gibi komisyonumuza gönderilmemiş, araştırmayı hızlandırmak için helikopter isteyen komisyonumuza 20'den fazla helikopter boş olarak bekletilmesine rağmen tahsis edilmemiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bir merkezden yönetiliyormuşcasına gizli örgüt şeklinde örgütlenen bu oluşumların devletin seçimle işbaşına gelmiş organlarınca denetlenemedikleridir. Bu örgütler hakkında ne zaman kamuoyunda haberler çıkmakta ise de; nedeni bilinmez bir şekilde bunlar hakkındaki iddialar hiçbir zaman soruşturmaya konu olmamaktadır. Örneğin; MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş hatıralarını anlatırken "Ağca'yı askeri cezaevinden kaçıran bir devlet örgütü" olduğunu belirtmiş, ancak bu iddiası üzerine herhangi bir soruşturma açılmadığı gibi hiçbir savcı da Alpaslan Türkeş'e bu sözleriniz ile neyi kastediyorsunuz diye sormamıştır. (Umur Talu-Dipsiz Kuyu- Bir Devlet Örgütü, Milliyet 2 Mart 1995) Devletin seçimle işbaşına gelmiş organlarınca denetlenemeyen ve yargı organlarınca da soru sorulamayan bu örgütler istedikleri gibi devlet idaresindeki organlara hakim olmakta ve devleti her türlü emellerine alet edebilmektedirler."(8. Bölüm 3. Sh) "(Tavsiye-) 25- Gazetelerde ve kitaplarda bir çok faili meçhul siyasal cinayet ve diğer iddialarla ilgili olarak haberler yeralmasına rağmen cumhuriyet savcılıkları tarafından bu konularda herhangi bir işlem yapılmadığı, adeta normal vatandaş gibi bu iddiaların cumhuriyet savcıları tarafından da okunduğu görülmektedir. Bu nedenle raporun bir örneğinin adalet bakanlığına tevdi edilerek cumhuriyet savcılarının kamuoyunda çıkan haberlere karşı daha duyarlı olmalarının sağlanmasına..." (8. Bölüm 9. Sh)