Giriş
Hikayeler
Anasayfa Yazıları
Görüş Defteri
Mail List
Linkler
İletişim

 

 
Çarpıntı

Gençlik günleri, yetmişli yıllar... hepimizin kurması gereken bir devleti, -istemese bile- kurtarılması gereken bir halkı vardı... Hayatı boşluğa sıkılmış kurşunlar gibi yaşıyorduk hepimiz, ölünce de kahraman şehitler oluyorduk... Asıl problemimiz başkaydı, belki sevgiydi, belki paraydı, belki inançtı, belki aileydi, bilmiyorduk ama ortada kurtarılması gereken bir dünya vardı, ve biz kendini ispatlaması gereken fakir çocuklarıydık dünyanın. Her grup sanki Allah'ın başka kulları yokmuş gibi davranıyor, herkes ötekileri avlanması ve kurtarılması gereken bir kayıp gibi görüyordu. Su üstünde yürüyorduk, gözlerimiz yoktu, sadece ellerimiz vardı...

Her neyse, bir akşam adanalı arkadaşların öğrenci evine uğramıştım. Gültepe'nin varoşlarındaki köhne evde önce yumurta kavurmuş, üstüne güzel bir çay yapmıştı arkadaşlar. Sonra tartışmaya başlamıştık. Biz bir başladık mı saatlerin nasıl geçtiğini bilmezdik zaten. Hep aynı şey olurdu, tartışma alevlenir, bir süre sonra yaylım ateşi açar gibi tüm kelimelerimizi kullanmaya başlardık. Hiç kimse ötekini gerçekten anlamazdı çünkü hiç kimse aslında kendini anlamamıştı tam olarak. Herkes söylediklerini başkalarından -başka kitaplardan, başka ideologlardan, başka okul sorumlularından- öğrenmişti. O akşam onları eleştirmiştim, "hayatı dev bir diyalektik makine olarak görüyorsunuz, insanı inkar ediyorsunuz" demiştim. Hukukta okuyan Gökhan isimli genç beni önce tepeden tırnağa süzmüş, sonra çok bilmişçe bir edayla Nietzche'nin felsefesini anlatmaya başlamıştı, gerçekten de iyi biliyordu. Ben de ona bu "zâlim dünya" felsefesine iman edersen fazlaca yaşamazsın sen" demiştim, fazla yaşayamadı zaten garibim, her neyse...

Saat bire doğru ancak kalkabilmiştim. Bizim oralarda "aptal ıslatan" dediğimiz türden bir yağmur yağıyordu. Sokaklar terkedilmiş gibi sessizdi, üşüyordum, ellerimi montumun ceplerine koymuş, kafamı eğmiş hızla yürüyordum. Neşelenmek için bizim taraflardan bir türkü mırıldanmaya başladım: "mardinkapı şen olur, dibi değirmen olur...".

Sokak ışıkları yanmıyordu, iki adım ötesini görmüyordum. Sadece yürüdüğüm daracık, uzun sokağın sonundaki kavşakta bir ışık vardı. Işığa doğru dikkatli bakınca arada bir görünen bir karaltı olduğunu fark ettim. Adımlarımı yavaşlattım, ışığın altındaki karaltı bir görünüp bir kayboluyor, ve sanki bana doğru bakıyordu. Ürkmeye başlamıştım, ama bunu kendime bile belli etmemeye çalışarak yürümeye devam ettim. Aklıma tartışmalar sonunda aldığım tehditler geldi, bir çoğu bilinçsizce, korkutmak için savrulmuştu ama kim bilir, ya içlerinden biri ciddiymişse ve ben farkına varmamışsam? Başka şeyler düşünmeye çalıştım, bir yandan da yürümeye devam ediyorum ışığa ve karaltıya doğru. Yarın burs çekecektim, yeni bir radyo almalı, bakkalın borcunu ödemeliydim. Çoktandır evi de aramıyordum, annemin ülseri ne alemdeydi acaba. Son aradığımda kız kardeşimi istemeye gelmişti karşı komşular, damat adayı nasıl biriydi, benim gelip tanışmamı istiyorlardı. Sokağın sonundaki karaltı karamsar düşünceler oluşturmaya başladı kafamda. Belki de birazdan ölecektim ben ve hayat bütün hengamesiyle yaşanmaya devam edilecekti. Anemin ülseri azacak, kız kardeşim daha tanışmadığım komşunun oğluyla evlenecek, çoluk çocuğa karışacaktı belki. Belki bu şehrin varoşları yarını bensiz yaşayacaktı...

Bu kadar vesveseli olmamalıyım dedim kendi kendime, hemen aklıma -vesveseli olmadığı için- ne idüğü belirsiz kurşunların kurbanı olmuş nice öğrenci geldi. Dizlerim titremeye başlamıştı ama yine de yürüyordum sokağın sonundaki ışığa doğru. Karaltı şimdi orda durmuş bana doğru bakıyordu. Yavaş yavaş belirginleşmeye başlamıştı, onun da elleri montunun ceplerindeydi. Şimdi geriye doğru var gücümle kaçsam korkaklık mı olurdu acaba? Acaba peşime düşüp beni delik deşik mi ederdi? Şu sakin sokağın halkı başka cinayet görmüş müydü acaba? Ölümüme kimler kadeh kaldırır, kimler üzülürdü? Düşündüm, Ankaralı Orhan, Sivaslı Recep, Mustafa, Selami, Turgay ve arkadaşları vs... kendimi ölmüş gibi düşünüp acıdım kendime bir an, ne güzel tartışıyorduk her gün, ne gerek vardı öldürmenize şu gencecik insanı şimdi, olayı neden bu kadar abarttınız be oğlum yav, beni öldürünce memleket mi kurtulacaktı sanki?...

Karaltı artık karaltı değildi, uzun boylu, siyah montlu, kot pantolonlu, bıyıklı, yakışıklı biriydi, yanından geçtiğim sırada yüzünü diğer tarafa çevirmişti, ben hepten titremeye başlamıştım, göz ucuyla arkama doğru baktım, yaklaşıyordu. İyice sokuldu, ben durdum, elini montunun cebinden çıkardı. Elinde bir sigara vardı. Sigarayı ağzına koydu. Ve Sordu: "Ateşin var mı aabi, bir saattir sigaramı yakamıyorum?" Çakmağımı ona verdim, ne yaptıysa da geri almadım.
 


En iyi çözünürlük: 800x600
Site, Coşku Özbay tarafından hazırlanmıştır
Her türlü görüş ve önerilerinizi coskuozbay@yahoo.com adresine gönderebilirsiniz
Cozb© 2000