ÜNİVERSİTE MEZUNİYET KONUŞMASI

 

Amerikan üniversitelerinin çok sevdiğim bir adeti var. Her yıl, her üniversite kendi alanında çok sivrilmiş ama mutlaka akademik hayattan gelmesi de gerekmeyen bir önemli ismi mezuniyet konuşması yapmak, yeni mezunlara çeşitli öğütler vermek üzere davet ediyor. Aşağıda bu yıl, unlu Yale Üniversitesi'nde yapılan mezuniyet töreninde konuşmak üzere davet edilen Oracle bilgisayar şirketinin kurucusu ve genel müdürü Larry Ellison'un şaşırtıcı, hatta sok edici konuşması var. "Yale Üniversitesi mezunları, daha önce böyle bir giriş görmediğiniz için özür dilerim ama benim için bir şey yapmanızı istiyorum. Lütfen, etrafınıza iyi bir bakin. Solunuzdaki sınıf arkadaşınıza bir bakin. Sonra sağınızdaki sınıf arkadaşınıza bir bakin. Ve simdi sunu aklınıza koyun: Bundan beş yıl sonra, on yıl sonra, hatta otuz yıl sonra, solunuzdaki kişi hiçbir şeyi başaramamış olacak. Sağınızdaki kişi de aslında hiçbir şey başaramamış olacak. Ve siz, ortadaki? Ne bekliyorsunuz? Siz de başaramayacaksınız. Aslında bugün söyle bir etrafıma baktığımda parlak gelecek için yüzlerce umut isimi göremiyorum. Yüzlerce değişik endüstride liderliği ele alacak kişiler de göremiyorum. Görebildiğim tek şey, geleceği başarısızlıktan başka bir şey olmayacak yüzlerce insan. O kadar. Sinirlendiniz. Bu anlaşılabilir bir şey. Ben, Lawrence 'Larry' Ellison üniversite terk, kim oluyorum ve bu yetkiyi nerden alıyorum ki, ülkenin en prestijli yükseköğrenim kurumunun bu yılki mezunlarına böyle şeyler söyleyebiliyorum? Bu yetkiyi nereden aldığımı söyleyeyim: Çünkü ben, Lawrence 'Larry' Ellison, üniversite terk ve dünyanın en zengin ikinci adamıyım. Siz değilsiniz. Çünkü Bill Gates, o da üniversite terk ve dünyanın -şimdilik- en zengin adamı. Siz değilsiniz. Çünkü Paul Allen, o da üniversite terk ve dünyanın en zengin üçüncü adamı. Siz değilsiniz. Başka örnekler de var. Mesela Michael Dell, o listede 9 numara ve yukarı doğru hızla tırmanıyor, o da üniversite terk. Ve siz o listede hiç yoksunuz. Himmm... Simdi çok kızdınız. Bu da anlaşılabilir. O halde biraz da egolarınızı okşamama izin verin. Pek çoğunuz burada dört ya da beş yıl eğitim gördünüz. Önünüzdeki yıllar için epey iyi bir eğitim aldınız, bilmeniz gereken pek çok şeyi öğrendiniz. İyi çalışma alışkanlıkları edindiniz.Burada size o önünüzdeki yıllar boyunca yardımcı olacak bir suru insan tanıdınız, onlarla bağlantı kurdunuz. Ve hayat boyunca yanınızdan ayrılmayacak bir kelimeyle güçlü bir ilişkiniz oldu burada: Terapi. Bunların hepsi güzel şeyler. Ama gerçekte, o kurduğunuz arkadaşlık bağlantılarına fena halde ihtiyacınız olacak. O çalışma alışkanlığına ve 'Terazi'ye de ihtiyaç duyacaksınız hayat boyu. İhtiyacınız olacak, çünkü üniversiteyi terk etmediniz. Dolayısıyla asla dünyanın en zengin insanları arasına katılamayacaksınız. Elbette, belki de listeye 10 ya da 11. sıradan, Microsoft yöneticisi Steve Ballmer gibi, girebilirsiniz. Ama herhalde onun kimin için çalıştığını söylememe gerek yok, değil mi? Sadece kayda geçsin diye söylüyorum, o da zaten master sınıfından terk. Biraz geç kalmış anlayacağınız. Son olarak, herhalde bazılarınız ya da umarım bu konuşmadan sonra çoğunuz kendi kendinize soruyorsunuz: 'Yapabileceğim bir şey var mi? Bir umudum var mi?' Maalesef hayır. Çok geç kaldınız. İçinize çok şey dolduruldu, siz onlara bakıp çok şey bildiğinizi sanıyorsunuz. Artık 19 yasında değilsiniz. Eveeet, simdi gerçekten çok kızdınız. Bu anlaşılabilir bir şey. Belki de su an, size bir umut ışığı vermenin, bir çıkış yolu göstermenin tam zamanıdır. Hayır, 2000 mezunları size değil. Siz kaybettiniz. Sizi, yılda 200 bin dolarlık komik maaş çeklerinizle bas basa bırakıyorum. Üstelik o maaş çekinin üstünde sizden birkaç yıl önce okulu terk etmiş,birinin imzası olacağını söyleyerek. Öğütlerim size değil daha alt sınıfta okuyanlara. Size söylüyorum: Hemen ayrılın. Daha güçlü söyleyemem: Ayrılın. Hemen toplayın eşyalarınızı ve fikirlerinizi ve bir daha geri dönmeyin. Terk edin. Her şeye yeniden başlayın. Size söyleyebileceğim tek şey, o basınızdaki kepler ve kıyafetin sizi aynen su güvenlik görevlilerinin beni kürsüden aşağı çektiği gibi aşağı çektiği............"

 

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
         

YILLARCA TUZLU KAHVE İÇMEYİ GÖZE ALIRMIYDINIZ ? ?

 

Kiza bir partide rastlamisti.. Harika birseydi. O gün pesinde o kadar delikanli vardi ki.. Partinin sonunda kizi kahve içmeye davet etti. Kiz parti boyu dikkatini çekmeyen oglanin davetine sasirdi,ama tam bir kibarlik gösterisi yaparak kabul etti. Hemen kösedeki sirin kafeye oturdular. Delikanli öyle heyecanliydi ki, kalbinin çarpmasindan konusamiyordu. Onun bu hali kizin da huzurunu kaçirdi.. "Ben artik gideyim" demeye hazirlanirken, delikanli birden garsonu çagirdi.. Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi.. "Kahveme koymak için.." Yan masalardan bile saskin yüzler delikanliya bakti.. Kahveye tuz!.. Delikanli kipkirmizi oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye basladi. Kiz, merakla "Garip bir agiz tadiniz var" dedi.. Delikanli anlatti: "Çocukken deniz kenarinda yasardik. Hep deniz kenarinda ve denizde oynardim. Denizin tuzlu suyunun tadi agzimdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben..Bu tadi çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadi dilimde hissetsem, çocuklugumu, deniz kenarindaki evimizi ve mutlu ailemi hatirliyorum. . Annemle babam hala o deniz kenarinda oturuyorlar.. Onlari ve evimi öyle özlüyorum ki.." Bunlari söylerken gözleri nemlenmisti delikanlinin.. Kiz dinlediklerinden çok duygulanmisti. Içini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmaliydi. Evini düsünen, evini arayan, evini sakinan biri.. Ev duyusu olan biri.. Kiz da konusmaya basladi.. Onun da evi uzaklardaydi.. Çocuklugu gibi.. O da ailesini anlatti. Çok sirin bir sohbet olmustu.. Tatli ve sicak.. ..Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel baslangici olmustu tabii.. Bulusmaya devam ettiler ve her güzel öyküde oldugu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yasadilar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kasik tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdigini biliyordu çünkü.. 40 yil sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup birakmisti sevgili karisina.. Söyle diyordu, satirlarinda.. "Sevgilim, bir tanem.. Lütfen beni affet. Bütün hayatimizi bir yalan üzerine kurdugum için beni affet. Sana hayatimda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. Ilk bulustugumuz günü hatirliyor musun?.Öyle heyecanli ve gergindim ki, seker diyecekken 'Tuz' çikti agzimdan.. Sen ve herkes bana bakarken, degistirmeye o kadar utandim ki, yalanla devam ettim. Bu yalanin bizim iliskimizin temeli olacagi hiç aklima gelmemisti. Sana gerçegi anlatmayi defalarca düsündüm. Ama her defasinda korkudan vazgeçtim. Simdi ölüyorum ve artik korkmam için hiçbir sebep yok.. Iste gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanidigim andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pismanlik duymadan. Seninle olmak hayatimin en büyük mutlulugu idi ve ben bu mutlulugu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, herseyi yeniden yasamak, seni yeniden tanimak ve bütün hayatimi yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.." Yasli kadinin gözyaslari mektubu sirilsiklam islatti. Lafi açildiginda birgün biri, kadina "Tuzlu kahve nasil bir sey" diye soracak

oldu.. Gözleri nemlendi kadinin.. "Çok tatli!.." dedi..

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

MUSKA

 

            O gün duruşmam yoktu aslında. Adliyeye bir evrak takibi için gitmiştim. Tam Ağır Ceza katipliğinden çıkmıştım ki, onu gördüm. Ünlü tarih Profesörlerimizden Hamit Terakkiperveroğlu, iki jandarmanın arasında,elleri kelepçeli, bana doğru geliyor. Üzerinde mavi cezaevi giysisi var,saçlarını da kesmişler. Yaklaşıp, "Hayrola Hocam?" diye sordum."Şşşşşştt!" dedi "Yavaş ol! Gazeteciler tanımasın. Yargılanıyoruz işte ne olsun."  Oldukça meraklanmıştım. Arkalarından ben de girdim mahkeme salonuna.Hocanın oldukça sinirli olduğu kolayca farkedilebiliyordu. Herkes yerini aldı. Kimlik tespiti yapıldı ve duruşma başladı. Olsa olsa yazdığı bir yazı ya da yaptığı konuşmalar nedeniyle açılmış siyasal bir davadır diye düşünürken, yargıcın bende soğuk duş etkisi yapan sözlerini işittim.Olacak şey değil! Yalnız Türkiye ile kalmayıp dünya çapında ünlenmiş, özellikle Osmanlı Dönemi konusunda tartışılmaz uzman, ülkenin siyasal yaşamında da etkin, 1402 sayılı yasayla görevinden uzaklaştırılmış, değerli profesörümüz, sosyalist yazar Hamit Terakkiperveroğlu, muska yazmak suretiyle halkı kandırmak ve bu yolla haksız kazanç sağlamaktan yargılanıyordu. Savcı bir çırpıda mütaalayı okudu. İçlerinde Profesörün oturduğu apartmanın kapıcısı, çevre esnafı ve komşularının da bulunduğu uzun bir tanık listesi sundu. Söz konusu kişilerin hepsi de Profesörün muskalarından aldıklarını ve onun sayesinde sorunlarının çözümlendiğini belirtiyorlardı. Örneğin, kapıcının karısının yaptırdığı muska, kocasının kumarı bırakmasını sağlamıştı. Mesude hanımın, kızının bağlanan kısmetinin açılması için başvurduğu son çare de Profesördü. İşe de yaramıştı doğrusu. Ya Cavidan Hanım'ın görümcesi, muskayı koltuğunun altına iğneleyiverince sinir illetinden nasıl da kurtulmuştu! Profesörün muskası olmasaydı, bakkal Recep'in iflasın eşiğinden dönmesi olası mıydı? Nuray Hanım'ın kaynının karısının soğukluğu, kasap Rızanın -yetmişinci yaşına henüz basan-babasının güçsüzlüğü bu muskalar sonucu iyi olmuştu....İfadeler böylece uzayıp gidiyordu. Savcı bütün tanık ve diğer kanıtların, suçun subute erdiğini açıkça ortaya sermiş olduğunu, bu nedenle Profesörün en ağır biçimde cezalandırılmasını talep ediyordu.Anlatılanları dinledikçe ürperiyor, bir türlü inanmak istemiyordum. İnanılması çok güçtü gerçekten ama, kanıtların su götürmezliği insanı ister istemez bir şüpheye düşürüyordu. Acaba?.. Acaba Profesör Üniversiteden uzaklaştırılınca çaresiz kalıp böyle bir yola başvurmuş olabilir miydi?  Savcının istemi tutanağa geçirildikten sonra söz Hamit Terakkiperveroğlu'na verildi. Doğrusu ne söyleyeceğini ve nasıl bir savunma yapacağını merakla bekliyordum. Bütün çabasına karşın heyecanlı ve sinirli olduğunu gizleyemiyordu. Söze "Eminim ki bu dava adli tarihe kara bir sayfa olarak geçecektir." Diye başladı. Sayın Savcı, bu davayı açmakla oyundaki başrolü kapmış bulunuyor. Değerli Yargıçlar, bu yargılamada, beni sevindiren bir tek şey varsa, o da sizin henüz bu şarlatanlığa alet olmama şansınızın devam etmesidir. Ah! Ne olurdu benim bu savunmayı yapmama gerek kalmasaydı. Ama madem iş buraya kadar geldi, öyleyse iyi dinleyin, dinleyin de ne tür bir komediyle karşı karşıya olduğunuzu görün. Bildiğiniz gibi ben tarih profesörüyüm ve Osmanlı Tarihi uzmanıyım. Böyle olunca Osmanlıca bilmek benim için bir zorunluluk. Osmanlıcanın bir diğer yararı da, aynen steno gibi, kısaltmalar yoluyla hız kazandırmasıdır. İşte bu yüzden çalışmalarım sırasında notlarımı genellikle Osmanlıca alırım.Bu bana zamandan kazandırır. Bu notları daha sonra yeni Türkçeye çevirerek daktilo eder, Osmanlıca notları da banyo sobasını tutuşturmak için balkonun bir köşesinde biriktiririm. İşte herşey bundan sonra başlıyor. Bu notlardan yanlışlıkla çöpe attığım birisini, kapıcımızın oğlu çöpleri toplarken görmüş ve her arap harfleriyle yazılmış yazının kutsal olduğuna inandığı için alıp cebine koymuş. Birkaç gün sonra, gireceği zorlu bir sınav öncesinde bu kağıt gelmiş aklına. Kağıdı öpmüş ve özenle cebine yerleştirip, girmiş sınava. Tesadüf bu ya, başarılı olmaz mı!... Doğruca eve koşup annesine müjdeyi vermiş. Herşeyin kutsal yazı sayesinde olduğunu eklemeyi de unutmamış. Kadının içini bir sevinç kaplamış. Oğlunun sınavı vermesini sağlayan bu muskanın kocasının kumarı bırakmasına bir faydası olmaz mı acaba?.. Tabii bunu öğrenmek için denemek gerek. O da öyle yapmış. Çocuktan aldığı kağıdı dürüp bükmüş, sonra da kocasının ceketinin gizli bir yerine dikmiş. Fakat aradan uzun bir süre geçip de sonuç alamayınca, "Elbette" demiş, "Her derdin çaresi ayrı. Öyleyse kumar için ayrı bir muska gerek." Ve başlamış bizim hanıma yalvarıp yakarmaya. "Ne olur Profesör'e söyleyin de kocam için bir muska yazsın." Eşim, ne yaptıysa inandıramamış, yazılanların muska olmadığına. Benim bu konularda ne denli duyarlı olduğumu bildiğinden, bana söylemeye de çekinmiş. Sonunda bu ısrarlardan öylesine bıkmış ki, tutup gereksiz notlarımdan bir sayfayı vermiş. Olacak şe değil ama, adam bir gün içinde kumardan elini ayağını çekmesin mi! Asıl sebep elbette muska değil. Meğer bu bizim kapıcı hilebazın tekiymiş. Son hilesinde yakayı ele verince diğer kumarbazlar bir olup bunun bütün parasını elinden almış sonra da "Buralara bir daha uğrarsan öldürürüz seni" diye tehdit etmişler. Kumarbazın tövbesi bu yüzden. Fakat gel de bunu onlara anlat. Bizim tövbekar kapıcının karısı sayesinde, kerametimizi duymayan kalmamış. Deva olmadığı dert yokmuş benim muskaların. Bizim hanım, bir cahillik daha edip bu notları önüne gelene dağıtmaya başlayınca, hiç haberim olmadan İstanbul'un ünlü muskacılarından biri olup çıkmışım. Savunmasının bundan oluştuğunu belirten Profesör, son bir talepte bulunarak yargıçlar arasında eski Türkçe bilen olup olmadığını sordu. "Ben biraz anlarım" diyen üyeden mahkemeye kanıt olarak sunulmuş muskalardan herhangi birisini okumasını rica etti. "Bu sırada Abdülhamit'in küçük kardeşi Mehmet Reşat tahta geçirilmek üzere ağabeyinin kendisini otuz yıldır hapsetmiş olduğu saraydan çıkarıldı. Beşinci Mehmet adıyla Padişah ve Halife ilan edildi..." Böylesine su götürmez bir kanıt karşısında beraat kararı verilmesi kaçınılmazdı. Sonunda öyle de oldu. Eşine sarılarak sevinç içerisinde mahkemeyi terkeden Profesör'ü koridorda yakaladım. "Kutlarım hocam" dedim. "Çok iyi bir savunma yaptınız." "Savunma falan hepsi laf" dedi. Koltuğunun altından çıkardığı birkaç kez katlanıp, bir parça naylona sarılmış kağıdı yüzüme doğru sallayarak; "Bu olmasaydı zor beraat ederdim."

 

 

 

  ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI ?

         Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak  atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.

         Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak  istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine  sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000  metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,  tam kalbinin sesiydi..

         İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı. "Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk.. "Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:

         "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm." Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."  Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına.. "Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi.. "Ben de hayallerimi..".....


O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki
1000 metrekarelik evinde oturuyor.
Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde
çerçevelenmiş olarak asılı.
Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen,
geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,
"Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken,
hayal hırsızıydım. O yıllarda
öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.
Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."

 

  ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

 

 

                                                              UNUTULAN   DOSTLUK   ÜZERİNE

               Eski İspanyol haritacıların sevgilileri harita çizilirken,"Benim için de bir ada çiz " derlermiş. İspanyol haritacısı da sevgilisi için gerçekte olmayan bir ada çizermiş. Eski İspanyol haritalarında böyle "Sevgiliye armağan adacıklar" olurmuş. Kristof Kolomb bir deniz seferinde, haritadan anlayan bir İspanyol’a gemide suların azaldığını, haritada görülen su adacıkta içme suyu bulunup bulunmadığını sorunca İspanyol gülümsemiş "Efendim, o adanın varolduğunu sanmıyorum. Onu çizen haritacı, onu sevgilisine çizmiştir" demiş ve gerçek ortaya çıkmış. Aksit Göktürk'ün "Edebiyatta Ada" yapıtında geçen bir anektod:  Sevgilisinden "Haritada bir ada" isteyen İspanyol kadını da, ona adayı armağan eden İspanyol haritacısı da ne güzel bir şey yapmışlar. İngiliz Kralı Edward da sevdiği kadına bir "Krallık" armağan etmiştir de nice kadını heyecandan titretmiştir. Bayan Simpson için krallığından vazgeçmesi zamanının Leyla-Mecnun öyküsünü yaşatmıştır.
              Çizecek haritası olmayanlar, vazgeçecek krallığı olmayanlar ne yapsın? Bütün bunlar sembol değil mi? Haftalardır görmediğimiz bir dosta bir kart göndermek aklımızdan bile geçmez. "Ayni kentteyiz, nasıl olsa yakınız" diye düşünürüz.. Oysa değilizdir. İnsan insanı kaybediyor. Ve bulamıyor. Aynı kentte olsa da. Ayni semtte olsa da... Aynı evde olsa da.. Sonra da soruyoruz.."Neyim var, ne oluyor, eksiklik ne? " Eksilen insan. Ve kendimiz. Bir haritaya bir ada çizip de "Bu senin adan" demeyi unutuyoruz. Oysa herkesin bir adası olabilir. Denizler öyle büyük ki. Duyguları unutuyoruz. Düşünceleri, sevgiyi, sözleri, dokunuşları, davranışları, dostluğu unutuyoruz.. Vermeyi unutuyoruz.. Kendimizi beklemeye alıştırıyoruz.. Sonra da neyi beklediğimizi unutuyoruz.. Eksiliyoruz. Neden eksildiğimizi bilmeden...
                Ne var ki hayat her zaman bir fırsat daha yaratıyor,insana. Ve her zaman yeniden başlamak mümkün bir şeye. Zaten İngilizlerin şu atasözü her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? “YARIN GERİ KALAN ÖMRÜNÜN İLK GÜNÜDÜR”. İşte yeni bir önemli haftaya giriyoruz. Önümüz BAYRAM ve unutulan dostlukları yeniden tesis etmek için çok büyük bir fırsat. Artık başımızı kumdan çıkaralım ve yanıbaşımızdaki dostlarımızı telefon rehberlerinde unutulmaya yüz tutmuş arkadaşlarımızı arayalım. Her şey o kadar basit ki; BİR SELAM , BİR MERHABA, BİR NE HABER !!!!! Evet bu basit sözcüklerle bile yeniden kurulabilir dostluk köprüleri......

           

 

ANA MENU