şeker ticaret

Anlamlı Hikayeler 1


Arkadaş (Hikaye)

Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü.
 İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru
 altındaydılar. Asker teğmene koştu ve:
 - Teğmenim. Fırlayıp
 arkadaşımı alıp gelebilir miyim?..
 Delirdin mi? der gibi baktı teğmen...
 - Gitmeye değer mi?. Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla
 ölmüştür bile.. Kendi hayatini da tehlikeye atma sakın..
 Asker ısrar etti ve teğmen "Peki " dedi.. "Git o zaman.."
 İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş  yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa
 döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar  içindeki askeri muayene etti.. Sonra onu sipere taşınan arkadaşına döndü:
 - Sana değmez, hayatini tehlikeye atmana değmez,demiştim. Bu zaten ölmüş..
 - Değdi teğmenim. dedi asker..
 - Nasıl değdi? dedi teğmen. Bu adam ölmüş görmüyor musun?..
 - Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına
 ulaştığımda henüz sağdı..
 Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim icin..
 Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı:
 - Jim!.. Geleceğini biliyordum!.. demişti arkadaşı... Geleceğini  biliyordum..

Yolumuzdaki Engeller.. (Hikaye)

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine 
kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. 
Bakalım neler olacak?. 
Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, 
saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene 
kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. 
Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar 
vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir 
köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.
Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı 
ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı 
ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden 
sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin 
durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu 
vardı içinde. 

"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral. 

Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. 

"Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır."  

Osman Efendi (Hikaye)

Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç alır geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.
Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir, 
gider. Lakin Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer.
Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya baslar.
Başka doktorlar çağrılır... Osman Efendi Uşak'ın ileri 
gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.
Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de 
bulamaz. Ev halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri 
uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul'a götürmeye karar verirler. 
İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin 
tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe bakılırsa 
Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlasan 
baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.
Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da 
apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre 
moda, Zurih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca 
profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.
Sonuç:
Osman Efendiye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan Osman
Efendiye ağrı kesici iğneler verilir, altmışlarını suren adamın 
ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini -evinde- 
geçirmesi tavsiye edilir. Osman Efendi bitkin, aile perişan. "Kader" 
denilir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır 
ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar. 
Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberi
Berber Mehmet çağrılır. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş 
ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. 
Berber Mehmet bir an düşünür. ?Beyim? der, ?Sakin sizin burnunuzda kıl
"dönmüş olmasın" Bir bakar, Hah işte der "Kıl dönmüş." Osman Efendinin 
şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı 
çeker. Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya 
koşar. Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın 
ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.
Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar
koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah Osman 
Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması 
geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp 
gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o 
zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına 
gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır 
ve ona bir servet bağışlar.

BU YAZIDAN ÇIKARTILACAK SONUÇLAR :

1. Vergiden turizme, sosyal güvenlikten adalet reformuna kadar Berber
Mehmet efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.

2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.

3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.

Bir Küçük Tebessüm (Hikaye)

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme 
adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava 
içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta 
teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, 
yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her 
öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş 
bıraktı. Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. 
Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her 
zaman köşe basında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.
Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki. İki gündür boğazından
aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, 
bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak 
tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek 
yavrusunu görünce, kucağına alıverdi. Küçük köpek gecenin 
soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha
kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar 
sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle 
bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra 
bütün apartman halkı. Anneler, babalar dumandan boğulmak
üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar.

Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan 
bir TEBESSÜMSÜN sonucuydu.

Bill Gates 

 Bill Gates Microsoftsun bir seminerinde bilgisayar
sektöründeki gelişmenin hızını anlatmak için şöyle bir 
benzetme yapmış.
"Eğer Volkswagen firması son 25 yıl içinde bilgisayar
sektörü kadar hızlı gelişmiş olsaydı bugün 500 dolara 
alacağımız arabalara 25 dolarlık benzin koyup dünya turu 
atmamız mümkün olacaktı"
Birkaç gün sonra VW firmasının bir basın açıklaması yayınlanmış.
"Eğer otomotiv sektörü Bill Gates in işletim sistemi gibi 
gelişmiş olsaydı, her alacağımız arabada tek koltuk olacak, 
diğer koltuklar için ekstra lisans parası ödemek zorunda 
kalacaktık; arabamız sadece bizim ürettiğimiz benzinle 
çalışacak; gösterge tablosundaki tüm ikaz ve uyarı
ışıkları yerine üzerinde 
ARABANIZ GEÇERSİZ BİR İŞLEM YÜRÜTTÜ VE KAPATILACAKTIR
yazan tek bir lamba olacaktı. Ayrıca her kazadan sonra 
arabanın hava yastıkları açılmadan önce bir düğmenin üzerinde 
HAVA YASTIKLARI AÇILACAK EMİN MİSİNİZ 
diyen bir ışık yanacaktı" 


İNSANLIK DERSİ (Gerçek Hikaye)

Ünlü İtalyan sinema sanatçısı Vittorio de Sica bir TV
röportajında anlatıyor :

İtalya' da Napoli' nin kenar mahallelerinden birinde,
bir Cafe-Bar da, espressolarimizi içiyoruz.İçeri giren
müşterilerden biri, barmene "due caffee, uno sospeso"
(iki kahve, biri askıda) diyor, iki kahve parası
veriyor, bir kahve içip gidiyor, barmen de tezgahın
üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kağıt
asıyor.

Biraz sonra iki kişi içeri giriyor: "due caffee e un
sospeso" (iki kahve
ve bir askıda) diyorlar, üç kahve parası verip, iki
kahve içip gidiyorlar,
barmen gene bir küçük kağıt daha asıyor tezgahın
üstündeki çiviye...

Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyor.
Derken üstü başı biraz eski, püskü, belli ki fakir biri
bardan içeri
girdi, barmene "un caffee sospeso" (askıdan bir kahve)
dedi, ve barmenin hazırladığı kahveyi içip, para
ödemeden çıkıp gitti. Barmen de tezgahın üzerine
asmış olduğu kağıtlardan bir tanesini aşağı indiriverdi...

Gerçek Sevgi (İbretli hikaye)

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: "Sevginin sadece sözünü 
edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" Bakın göstereyim 
demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları 
çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. 
Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasındanda derviş 
kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. "Ermiş bu kaşıkların 
ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. Peki 
demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun 
geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. 
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. 
Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım 
yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar 
gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzun
boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak
içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar
sofradan işte demiş ermiş, 'kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini 
görür ve doymayı düşünürse,o aç kalacaktır. ve kim kardeşini düşünür de
doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da
unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.

DUNYADA TURKCE BILEN HERKESE!!! 

"Osmanlı 600 yıl durdu durdu da tam Rus'larla savaşırken, tam 
düşmana değil müttefike ihtiyacı olduğu zaman mi Ermeni'leri 
kesmeye karar verdi?"

KULLANMA TALİMATLARI 

Bunlar çeşitli ürünlerin üzerindeki kullanma talimatlarından alinmiş 
cümleler ve espri olsun diye değil, ciddi ciddi yazılmış.. 

Saç kurutma makinesinin üzerindeki talimat: 
"Uyurken kullanmayın".. 

Kizarmis patates torbasının üzerinde: 
"Kazanan siz olabilirsiniz. 

Üstelik, satın almanız da şart değil.. 
Ayrıntılı bilgi torbanın içinde".. 

Dial sabunlarının kutusunda: 
"Kullanım sekli: Normal sabun gibi".. 

Donmuş yemek kutusunda: 
"Öneri: Buzunu çözün".. 

Otellerde verilen duş baslığının kutusunda 
"İçine bir tek bas sigar." 

Hazır Tiramisu tatlısının kutusunda: 
"Altüst etmeyin." (Uyarı kutunun dibinde, tatlının altında yazılı) 

Marks & Spencer'e ait bir puding kutusunda: 
"Ateşin üzerine koyarsanız ısınır." 

Bir uyku ilacının üzerinde.. 
"Uyuklamaya sebep olabilir." 

Roventa ütü kutusunda: 
"Giysilerinizi üzerinizde ütülemeyin".. 

İngiltere'nin unlu eczane zinciri Boots'un çocuklar için hazırladığı 
öksürük 
şurubu kutusunda: 
"İçince Araba kullanmayın".. 

Çin mali Noel ağacı ışıklı süslemelerinde: 
"Sadece içeride ve dışarıda kullanılabilir".. 

Japon mali mutfak robotunun üzerinde: 
"Başka amaçla kullanılmaz." 

Fındık paketinin üzerinde: 
"Dikkat: İçinde fındık var." 

Amerikan Airlines Şirketi'ne ait fıstık paketinin üzerinde: 
"Talimat: Paketi açın, fıstıkları yiyin." 

Bir elektrikli testerenin üzerinde: 
"Çalışırken elinizle durdurmaya teşebbüs etmeyin." 

ÇOCUKTAN AL HABERİ

KASABAYI KİM YÖNETİR? 
- şerif ve adamları (Kamil - İlkokul 5)) 
- Kasabayı ihtiyarlar heyeti ve koy bekkçisi yönetir. (Yavuz - Ortaokul 2) 

DESTAN NEDİR? 
- Destan ulusların kahramanlık, cinsel ve biraz da ahlaksal serüvenleridir. 
(Bora - Lise 1) 

DÖRT HALİFE DEVRİNDE "HAKEM OLAYINI" AÇIKLAYINIZ. 
- Hazreti peygamber efendimiz zamanındaa yapılan maçta kavga çıkmış. 
Müşrikler Müslümanlara saldırmış, bu olaya hakemde karışmış. En son kararı 
da hakem vermiş. Onun için bu olaya hakem olayı denilmiştir. Maçlarda 3
hakem vardır. Maçı kontrol eden hakem, orta hakem, yan hakem. (Cemal-
Ortaokul 2) 

MADENLERLE İLGİLİ KURULUŞLARIMIZ NELERDİR? 
- İki tanedir. Maden Delik Arama Enstittüsü ve Parekende Anonim Ortaklığı 
(PAK). (Arzu - Ortaokul 2) 

BOĞAZLARIMIZIN DERİNLİĞİ NE KADARDIR? 
- İstanbul Boğazı az biraz derindir, Çaanakkale Boğazı ise çok çok az biraz 
derindir ve aralarında dünya kadar fark olmasıdır. (Seyit - Lise 2) 

OVA NEDİR? 
- Dümdüz ve uçsuz bucaksız şahane yerleere ova denir. (Hakan - Ortaokul 2) 
- Çukur mukur gibi yamukluklara ova dennir. (Ali - Ortaokul 2) 
- Bos ve yamuk araziye denir. (Fatma - Ortaokul 2) 
- Yaylaya benzeyen, şehirden uzak kimseenin gitmediği, yazın ter atmak için 
yerler ovadır. (Mahmut - Ortaokul 2) 

HIZLI NÜFUS ARTISININ ZARARLARI NELERDİR? 
- Bence hızlı nüfuz artısı çok kütü birrsey çünkü hep çarpık kentleşme, gece 
kondu, ekonomik sorunlar. Eğer biz 10 kardeş olsaydık kötü olurdu. Zaten 
babamın işi kötü gidiyor yakında 4 kardeş olucaz üç iken. Ya ne buluyorlar 
çocukta, ha yapmışsın ha yapmamışsın. Daha çok var ama zaman yetmiyor. (Sevda
- Ortaokul 1) 

- Çevre kirliliği, gurultu, insanların küfürleri, cahillik, issizlik, 
kötümserlik, çok çocuk, ekonomik durum, hilekarlık, hak yemek, emek yemek. 
Yok birşey yok. Bu ülke düzelmez. (Murat- Ortaokul 1) 

KIYAMET GÜNÜ NE DEMEKTİR? 
- Kıyamet günü yani gerdek gecesidir. OO gün herşey Çok kötü olur. Bütün 
gece kıyamet kopuverir. (Serpil - ilkokul 5) 
- Kıyamet günü herşeyin kıymetli olduğuu bir gündür. (Kemal - İlkokul 5) 

MÜBAREK GECELER HANGİLERİDİR, YAZINIZ? 
- Kına gecesi 
- Gerdek gecesi 
- Dolunay gecesi. (Hatice - ilkokul 5)& 

ALÜVYON NEDİR? 
- Topraklar dere kenarında toplanıp topplanıp giderler. En sonunda topraklar 
toplanıp toplanıp gitmezler. Gitmezlerse alevinyon denir. 
(Ali - Lise 2) 

ERZİNCAN'DAKİ DEPREM ZEDELER İÇİN NELER YAPMALIYIZ? 
- Oraya gidip deprem zedelere yardim ettmeliyiz. Depremzedelerin sobalarını 
yakmalıyız, yorganlarını üstlerine örtmeliyiz. Acıkanlara çorba filan 
içirmeliyiz. (Melek - ilkokul 5) 

YÖNÜMÜZÜ NASIL BULURUZ? 
- Yolda gidiyorum bir adama rastladım aaha bu yoldan gideceksin dedi 
giderim. Sora sora Bağdat'ı bile buluruz ki. (Recep - Ortaokul 2) 
- Yönümüzü kuyruklu yıldızla, mezar kappısıyla, duvar saatiyle, deniz 
kabuğuyla ve karınca kararınca yöntemiyle buluruz. (Cemal - Ortaokul 2) 

BULGARLARA KARŞI KİM SAVAŞTI? 
- Bulgarlara karsi CanakCOmlek Ali Pasaa savaştı. (Ortaokul 2) 
- Cetinceviz Ali Pasa savaştı. (Suat - Ortaokul 2) 
- Cakirkeyif Ali Pasa savaştı. (Ortaokuul 2) 

MAHKEME SORULARI
Aşağıdakiler mahkemelerde avukatlar tarafından
sorulmuş gerçek sorulardan derlenmiştir. Avukatlarımız 
(özellikle de bizim tanıdıklarımız!!) hiç alınmasın 
lütfen çünkü bu sorular amerikan mahkemelerinde sorulmuş 
ve yanıtlanmış, sadece türkçeye çevrilmiş..

1. "Uykusunda ölen bir insan, ertesi günün sabahına
kadar bunun farkına varamaz, değil mi doktor?"
2. "En genç olan oğlunuz, hani su 20 yaşında olan, kaç
yaşındaydı?"
3. "Resminiz çekilirken orada mıydınız?"
4. "Yalnız miydiniz, yoksa kendi başınıza miydiniz?"
5. "Savaşta öldürülen kardeşiniz miydi yoksa siz miydiniz?"
6. "Sizi öldürdü mü?"
7. "Çarpışma esnasında araçlar arasında ne kadar mesafe vardı?"
8. "Oradan ayrılana kadar orada mı kaldınız?"
9. "Kaç kere intihar etmeyi başardınız?"
10. Soru: "8 ağustosta mı hamile kaldınız?"
Cevap:"Evet."
Soru: "peki o anda siz ne yapıyordunuz?"
11. Soru: "Üç çocuğunuz var, değil mi?"
Cevap: "Evet."
Soru: "Kaçı erkek?"
Cevap: "Erkek yok."
Soru: "Hiç kızınız var mi?"
12. Soru: "Merdivenler alt bodruma iniyor dediniz, değil mi?"
Cevap: "Evet." 
Soru: "Peki bu merdivenler yukarı da çıkıyor muydu?"
13. Soru: "Bay ___, geçen yaz kusursuz bir balayına çıktınız,
değil mi?"
Cevap: "Evet, Avrupa'ya..."
Soru: "Esiniz de sizinle geldi mi?"
14. Soru: "Ilk evliliğiniz niçin sona ermişti?"
Cevap: "Ölüm sebebiyle."
Soru: "Kim ölmüştü?"
15. Soru: "Şüpheliyi tarif edebilir misiniz?"
Cevap: "Orta boyluydu, sakalı vardı."
Soru: "Erkek miydi yoksa kadın mi?"
16. Soru: "Bugüne kadar kaç ölü üzerinde otopsi yaptınız,
doktor?"
Cevap: "Bugüne kadar ki bütün otopsilerimi ölüler
üzerinde yaptım."
17. Soru: "Bütün cevaplarınız sözlü olmak zorunda, anlaştık mi?
Simdi, hangi okula gidiyorsunuz?"
Cevap: "Sözlü."
18. Soru: "Otopsiye başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz?"
Cevap: "Aksam 8:30 civarında başladık."
Soru: "Bay___ o esnada ölü müydü?"
Cevap: "Hayır, sandalyeye oturmuş neden otopsi
yaptığımı merak ediyordu."
19. Soru: "İdrar örneği verme imkanınız var mi?"
Cevap: "Kendimi bildim bileli yapabilirim."
20. Soru: "Otopsiye başlamadan önce Bay .....'nin nabzına 
baktınız mi doktor?"
Cevap: "Hayır."
Soru: "Kalbini dinlediniz mi?"
Cevap: "Hayır."
Soru: "Nefes alıp almadığını kontrol ettiniz mi?"
Cevap: "Hayır." 
Soru: "O halde siz otopsiye baslarken Bay ___ hala yaşıyor 
olabilir, değil mi?"
Cevap: "Hayır."
Soru: "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz, doktor?"
Cevap: "Çünkü adamın beyni masamın üstünde bir kavanozun
içindeydi."
Soru: "Yine de hasta hala yasıyor olamaz miydi?"
Cevap: "Evet, hatta su anda bir mahkeme salonunda avukatlık 
yapıyor olabilir."

MİLLETÇE KÖTÜMSER MİYİZ? (Gerçek Hikaye)

Büyük gazetelerimizin birinde yönetici semineri veren uzman 
Türklerin dünyada en kötümser milletlerden biri olduğunu iddia 
etmiş. Peşinden küçük bir test yapmış. Bitişik sözcüklerden 
oluşan aşağıdaki cümleyi birkaç saniyeliğine gösterip yöneticilerden 
okumalarını istemiş: 
"THEGODISNOWHERE"
Katılımcıların hepsi bu cümleyi:
"THE GOD IS NO WHERE"
diye okumuş. Yani "Tanrı hiçbir yerde değildir" seklinde.
Uzman acı aci gülümsemis... "Tam bekledigim gibi" diye mirildanmis.
Bati ülkelerindeki seminerlerde katılımcılar bu cümleyi söyle 
okurlarmış:
"THE GOD IS NOW HERE"
Yani: "Tanrı şimdi burada"...

Bilgisayar acemisi (Komik Gerçek Olay)

WordPerfect'in yardim hattında banda alınmış bir telefon 
konuşması. Bu konuşma sonrası helpdesk elemanı isinden 
kovuluyor. Kovulduktan sonra da şirketi kendisini 
"Gerekçesiz" isten çıkardığı için mahkemeye veriyor.
İşte Telefon Konuşması :
- Yardim hattı, buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?
- Bir sorunum var.
- Nasıl bir sorun?
- Yazı yazıyordum, birden bütün kelimeler gitti?
- Gitti mi?
- Yok oldu!
- Ekranda su anda ne görüyorsunuz?
- Hiç bir şey.
- Hiç bir şey mi?
- Yazdığım hiç bir şey ekrana çıkmıyor.
- hala Wordperfect programinda misiniz yoksa
programdan çiktiniz mi?
- Bunu nereden bileyim?
- Ekranda bir "C" harfi görüyor musunuz?
- Bir "hece" mi...
- Boşverin. Ekranda yanıp sönen bir çizgi var mi?
- Söyledim ya hiç bir şey yazmıyor.
- Monitör üstünde yanan bir lamba var mi?
- Monitör ne?
- Ekranı olan yer, televizyon gibi... Çalıştığını
gösteren küçük bir lamba var mi?
- Bilmiyorum.
- Monitörün arkasına bakin, oraya bir elektrik kablosu
giriyor olması lazım. Görebiliyor musunuz?
- Evet.
- Harika, o kabloyu takip edin duvarda elektriğe bağlı
mi bana söyleyin.
- Bağlı
- Harika. Monitörün arkasına bakınca bağlı olan tek
kablo mu gördünüz, yoksa iki tane mi?
- Görmedim.
- Tekrar bakar misiniz, ikinci bir kablonun da bağlı
olması lazım.
- Evet buldum.
- Tamam, simdi onu takip edin bilgisayara bağlı mı
diye bakin.
- Kabloya ulaşamıyorum.
- Ulaşmayın, bağlı mı diye bakabilir misiniz?
- Olmuyor.
- Bir şeyden destek alıp eğilip bilgisayarın arkasına
baksanız....
- Eğilmek dert değil, karanlık olduğu için
bakamıyorum.
- Karanlık?
- Ofisin ışıkları kapalı, pencereden gelen ışık
yetmiyor.
- Ofisin ışıklarını yakın.
- Yanmaz.
- Neden?
- Elektrikler kesik.
- Elektrikler mi kesik. Tanrım...!(kısa bir sessizlik)
Bilgisayarın kutusu, kitapları herşeyi duruyor mu?
- Evet dolapta.
- Simdi bilgisayarı sökün , aynen aldığınızdaki gibi
paketleyin ve aldığınız dükkana iade edin.
- Durum bu kadar kötü mu?
- Korkarım öyle!
- Peki tamam. Onlara ne diyeceğim?
- "Ben bilgisayar kullanamayacak kadar aptalım"
diyeceksiniz...

MARANGOZ (Hikaye)

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. işveren 
müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve 
eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yasam 
sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette 
özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki.
Müteahhit iyi isçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine 
bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. 
Marangoz kabul etti ve ise girişti, ne var ki gönlünün 
yaptığı iste olmadığını görmek pek kolaydı. Bastan savma 
bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini 
adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!..
işini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. 
Dış kapının anahtarını marangoza uzattı. "Bu ev senin" dedi, 
"sana benden hediye". Marangoz soka girdi. Ne kadar utanmıştı! 

Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu
böyle yapar miydi! Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi
hayatimizi kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız ise elimizden 
gelenden daha azını koyarız. Sonra da, soka girerek, kendi 
kurduğumuz evde yasayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, 
çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.

Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar 
ya da bir duvar dikersiniz. "Hayat bir kendin yap tasarımıdır" 
demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve secimler, yarin 
yasayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun.,

Kovadaki Çatlak (Hikaye)

Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir
sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su
taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam
olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine
ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken,
çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını
eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca
her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde
patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş.
Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı
çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine
getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş. 
İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın
kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum
ve senden özür dilemek istiyorum." "Neden?..."
diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..." 
Kova cevap vermiş. "Çünkü iki yıldır çatlağımdan
su sızdığı için tasıma görevimin sadece yarısını
yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı
sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam
karşılığını alamıyorsun." Sucu söyle demiş.
"Patronun evine dönerken yolun kenarındaki
çiçekleri fark etmeni istiyorum." Gerçekten de
tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir
yanandaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş.
Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını
kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine
sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş. 
"Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu
ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını
fark ettin mi?... Bunun sebebi benim senin
kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun
senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün
biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki
yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla
patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle
olmasaydın, o evinde bu güzellikleri
yaşayamayacaktı."
* * * 
Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır.
Hepimiz aslında çatlak kovalarız.
Büyük planda hiçbir şey ziyan edilmez.
Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin. 
Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu
bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep
olabilirsiniz. 

"İnsanlarla birlikte büyüseler bile,
kurdun eniği yine kurt olur."

Sadi Sirazi

ÜÇ SORU
  Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi: "Eğer bir 
işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en 
önemli şeyin  ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."   
Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim
kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim 
olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük
bir mükafat vereceğini ilan etti.

Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar
birbirinden tamamen farklı çıktı. İlk soruya cevap olarak; kimileri her
hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların
yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak
gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "her şey tam zamanında
yapılabilir".
Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar
verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş
olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler.

Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse
etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin
imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona
yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.

Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi
imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir
kişi anında kara verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler
olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca
sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen,
sihirbazlara danışmalıdır.

İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en
fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar;
bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir
kısmına göre ise savaşçılardı.

Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları
dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta
ustalaşmak; daha başkaları da dinî ibadet dediler.

Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini
kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi. Ama halâ doğru cevapları aradığı
için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya kara verdi.

Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan
başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek
kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü.
Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp
yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek
tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz
ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak
çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu. Kral yanına gelip şöyle dedi.

"Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru
şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum,
dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir?
En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?"

Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya
devam etti.

"Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin."
Münzevi, "Sağolun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh
kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa
ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve şöyle dedi: "Biraz dinlenin; bir
parça da ben çalışayım." Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam
etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya
başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi: "Ey bilge
kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap
vermeyeceksen, söyle de evime gideyim". Münzevi, "Buraya koşarak birisi
geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın
koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin
altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine
inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın
üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral
yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla
sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir tey
istedi.
Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada akşam olmuş hava
soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak
yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya
daldı.

Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki
eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.
Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle
dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın
uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi,
zayıf bir sesle. Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey
yapmadınız ki" dedi. "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam.
"Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden
öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye
gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama
akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusuya
yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp
yaraladılar. Onlardan kaçtım, fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı
sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise
hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz
olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin
beni." Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu
kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve
kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca
mallarını iade edeceğine de söz verdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının
önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap
vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarda, bir gün
önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu. Kral ona yaklaştı
ve şöyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa
yalvarıyorum!"
Yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini
kaldırıp krala baktı ve, "Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek
istiyorsunuz?" diye sordu kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı
münzevi.
"Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp şu tarhları kazmasaydınız,
gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda
kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti;
en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra
bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz
vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan
ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için
yaptıklarınızdı." "Bundan sonra şu gerçeği unutmayın: Tek önemli vakit
vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o
zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz
odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini
bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya
gönderilmesinin tek sebebi budur.", 

Fizik Sınavı 

Kısa bir süre önce, benden bir fizik sınavı puanlamasında hakemlik
yapmamı isteyen meslektaşımdan çağrı aldım. Meslektaşım fizik
sınavındaki bir soruya verdiği yanıt nedeniyle öğrencilerinden birine
"sıfır" puan takdir etmişti. Öğrencisi de "eğer puan yöntemi adil olsaydı,
en yüksek puanı alacağını" iddia etmekteydi. Meslektaşım ve öğrencisi
sonunda verilen yanıtı, tarafsız bir hakeme puanlatmak için anlaşmaya
varmışlardı. Hakem olarak da beni seçmişlerdi. Arkadaşımdan çağrıyı alır
almaz, kendisine uğradım ve sınavda sorulan soruyu okudum:
  "Barometre yardımıyla yüksek bir binanın yüksekliğinin ne şekilde
saptanacağını gösterin."
  Öğrencinin yanıtı da şöyleydi:
  "Barometreyi binanın en üst katına çıkarırız. Barometrenin ucuna
bir ip bağlar ve yukarıdan caddeye sarkıtırız. Tekrar ipi yukarı çeker ve
ipin uzunluğunu ölçeriz. İpin uzunluğu bize binanın yüksekliğini verir."
  Yanıt çok ilginçti, fakat öğrenciye bunun için puan verilebilir
miydi?
  Öğrencinin, soruyu tam ve doğru biçimde yanıtladığından, bu sorudan tam
puan almak için güçlü bir nedene sahip olduğunu anladım. Diğer taraftan
öğrenciye tam puan verilecek olursa, öğrenci fizik dersinden yüksek bir
notla geçecekti. Yüksek bir not ise öğrencinin fizik dersiyle ilgili
davranışları kazandığının göstergesiydi, fakat sorunun yanıtı onun fizik
bildiğini ortaya koymuyordu. Bunun üzerine öğrenciye ayni soruyu bir daha
yanıtlamasını önerdim.
  Anlaşmaya vardıktan sonra, öğrenciye soruyu yanıtlaması için 6
dakikalık bir sure tanıdım ve yanıtın içinde onun fizik dersinde
kazandığı davranışları ortaya koyması gerektiğini söyledim. Beş dakika
geçmesine karşın, öğrenci hiç birşey yazmamıştı. Başka bir sınıfta
dersimin başlamak üzere olduğunu söyleyerek yanıt vermekten vazgeçip,
geçmediğini sorudum; fakat öğrencinin cevabi: "Hayır vazgeçmedim"
seklindeydi.
  "Bu soruya verilebilecek pek çok yanıtı olduğunu, bunlardan en
iyisini seçmeye çalıştığını" belirtti. Karıştığım için özür dileyip,soruyu
çözmeye devam etmesini söyledim.
  Bir dakika sonra öğrenci yanıtını verdi:
"Barometreyi binanın en üstüne çıkarırım ve çatı katından aşağı
eğilerek barometreyi bırakırım. Bırakır bırakmaz kronometreyle zaman 
tutmaya baslarım. Barometre yere çarpar çarpmaz kronometreyi durdurur ve "S= 1/2 a
t2 " (S eşit bir bolu iki a t kare) formülü ile binanın yüksekliğini
hesaplarım. "Bu yanıt karsısında, meslektaşıma devam etmek isteyip
istemediğini sordum.
Meslektaşım öğrenciye hak ettiği puanı vereceğini söyledi. Tam
yanlarından ayrılırken öğrencinin "pek çok yanıtı bulunduğunu"
söylediğini hatırlayarak, diğer yanıtların neler olduğunu sordum.
  "Evet, barometre yardımıyla yüksek bir binanın yüksekliğini
bulmanın pek çok yolu vardır" dedi.
  "Örneğin,güneşli bir günde dışarı çıkar, hem barometrenin gölgesini hem
de barometrenin boyunu, daha sonra da binanın gölgesini ölçerek, basit bir
oranlamayla yüksekliğini bulabiliriz."
  "Çok güzel, diğer yöntemlerin nedir?" diye sordum.
  "Çok basit bir yöntem daha var ki onu siz de beğeneceksiniz. Bu
yöntemde, barometreyi elimize alır ve binanın merdivenlerinden en üst
kata doğru tırmanmaya baslarız. Merdivenleri tırmanırken barometrenin
boyu kadar duvar boyunca işaretleyerek ilerleriz. Daha sonra
işaretleri sayarız ve işaretlerin sayısı bize barometrenin birimi
cinsinden binanın yüksekliğini verir. Bu yöntem doğrudan ölçmeye
örnektir."
  Daha karmaşık bir yöntem isterseniz, bunun için barometreyi bir ipin
ucuna bağlar ve sarkaç gibi sallamaya başlarsınız. Böylece en alt katta ve
binanın en üstünde "g" değerini saptayabilirsiniz. Bu iki g değerinin
farkından ilke olarak binanın yüksekliğini bulabilirsiniz."
  Sonunda öğrenci sözlerini şu şekilde tamamladı:
  "Eğer çözüm için, fizikle bir sınırlama getirmezseniz daha
pek çok yanıt bulunabilir. Örneğin, barometreyi alıp alt kattaki
kapıcının odasına gidersiniz. Kapıcıya eğer binanın yüksekliğini size
söyleyecek olursa barometreyi ona vereceğinizi bildirir ve binanın
yüksekliğini öğrenebilirsiniz."

Kaynak: Measurement and Evaluation in Education and Psychology.
  William A.
 Mehrens, Irvin J.
  Lehmann.


 700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT

Geçenlerde bir arkadaşım getirdi. Osmanlı İmparatorluğunu kuran 
Osman Bey' e ünlü İslam Alimi, Şeyh Edeb-Ali'nin verdiği öğütleri 
anlatan bir yazı. Çok hoşuma gitti. Neredeyse 1700 yıl önce 
söylenmiş ama hiç mi hiç eskimemiş. Tüm zamanlar için geçerli.

"Oğul insanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. 
Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın, 
ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah 
rüzgarında savrulur gidersin...
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve 
iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük 
değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, 
görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına 
çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir. 
Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere
dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, 
bildin bilme.

Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.

Üç kişiye acı:
* Cahiller arasındaki alime,
* Zenginken fakir düşene,
* Hatırlı iken itibarını kaybedene.

Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğunda mücadeleden korkma.

"Bilesin ki atın iyisine DORU,"
"Yiğidin iyisine DELİ derler." 

Tahta Perdedeki Çivi

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona
çivilerle dolu bir torba vermiş. " arkadaşların ile tartışıp
kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak"
demiş.
Genç, birinci (ilk) günde tahta perdeye 37 çivi çakmış.
sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve
geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki
hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden
tahta perdenin önüne götürmüş. Gence "bugünden başlayarak
tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden
bir çivi çıkart (sök)" demiş.
Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası
ona "aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık
çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir.
Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Bir çatal bir arkadaşlara
(bu cümle anlaşılmıyor) sokabilirsin ve çıkartabilirsin, Arkadaşına
bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen
kalacak(kapanmayacak). Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir.
Seni güldürür yüreklendirir sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur
seni dinler sana yüreğini açar" demiş.