şeker ticaret


“Saf çocuğu masum Anadolu’nun” tabirine uygun bir genç okulu bitirip polis olmuş. İlk olarak da Fâtih – Balat Karakolu’nda işe başlamış. İlk gününü masasını düzelterek, çekmecelerini, dolabını yerleştirerek geçirdikten sonra, akşam hizmetli masasına gelmiş. Bir miktarı parayı uzatıp :
“Al” demiş, “Bugünkü hasılattan payın.”
Şaşırmış bizimki :
“Ne hasılatı, ne payı? Kim gönderdi bu parayı?”
Aldırmamış hizmetli, “Al işte” demiş, “Bu parayı baba gönderdi.”
“Kimdir bu baba?”
“Bu karakolun komiseri.”
“Yok hemşehrim, ben öyle bilmediğim parayı almam.”
“Sen bilirsin” demiş adam ve çıkıp gitmiş.
Ertesi sabah âniden Fethiye Karakolu’na tâyin olduğunu öğrenmiş zavallı genç. Ne yapsın, gitmiş bir gün de oraya yerleşmekle uğraşmış. Akşama kadar masasını düzeltmiş, eşyalarını yerleştirmiş, akşam olunca yine birisi parayla çıkagelmiş.
“Al bu parayı baba gönderdi.”
“Hangi baba?”
“Karakolun komiseri.”
“Yok, ben öyle bilmediğim parayı almam.”
Sonraki sabah da tayini Çarşamba Karakolu’na çıkmış. Fakat bu sefer karakol komiseri genç polisin dosyasına bakıp, üçüncü günde üçüncü karakola geldiğini görünce merâk etmiş. “Şu yeni geleni gönderin bir bana bakayım” demiş. Çağırmışlar...
“Ne bu iş oğlum, üçüncü günde üçüncü karakol?”
“Bilmiyorum komiserim.”
“Nasıl bilmezsin? Ne yaptın da böyle oldu?”
“Ben bir şey yapmadım komiserim.”
“Yapmışsın yapmışsın, yapmasan böyle olmaz.”
“Hani ille bir şey yapmışsam, o da akşamları bir para gönderdiler, onu almadım.”
“İşte... Daha ne yapacaksın oğlum. Bak buranın babası da benim. Bu akşam da gönderilen parayı almazsan, dördüncü karakol olmaz.”
“Ama komiserim, bu kadar okudum...”
“Yok öyle! Sen dürüst bir çocuğa benziyorsun. Cumaya da gidiyor musun?”
“Gidiyorum komiserim.”
“Bak o zaman, akşamları benim gönderdiğim paraları al, sol cebine koy. Her hafta Cuma çıkışında fakirlere dağıtırsın.”
“Eh ne yapayım komiserim, bâri öyle olsun.”
“Hadi bakalım.”
Bizimki çâresiz komiserin dediğini yapmaya başlamış. İlk hafta topladığı paraları götürüp Cuma çıkışı dağıtmış. İkinci hafta, üçüncü hafta derken dördüncü hafta bir bakmış ki, sağ cepte para bitmiş.
“En iyisi” demiş “Ben sol cepten sağ cebe bu haftalığı borç alayım, ay başı gelince öderim.”
Dediği gibi de yapmış, o hafta Cuma’da dağıtacağı parayı yemiş, öbür hafta ay başında da Cuma günü gidip, iki haftalık dağıtmış. Fakat o ay parası iki hafta erken bitince, iki haftalık borç almak zorunda kalmış. Yine ay başında bu sefer üç haftalık dağıtarak borcunu ödemiş.
Fakat iki ay sonra, ay başı gelince, maaşı alınca bir bakmış ki, beş haftalık borcu var ve elindeki para da o kadar. Yâni Cuma’da borçlarını da verirse hiç parası kalmayacak. Sıkıntılı sıkıntılı ceplerini karıştırmış ve :
“Aman canım” demiş, “Sağ cebin de sol cebe borcu mu olurmuş?”
 

 MUHACİR saygı ve sevgiler sunar...


Rumuz "Goncagül"İlginç Hikayeler07.07.2001


Su topu Milli Takımı’nın bir oyuncusu anlatmıştı:

'Evliliğimin dördüncü yılında eşimle ilişkimiz tek düze bir hâl almıştı. Heyecansız ve sıradan. Severek evlenmiştik hâlbuki...

Bir gece evde İnternet’te dolaşırken, bir erişim sisteminde, bir yerde o 'Tanışma Hattı' na rastladım. Geceler boyu bilgisayar başındaydım artık. Bıraktığım mesaja her gece bakıyordum. Beş gün sonra cevap geldi. 'Vefâsız' diye rumuz kullanmıştım. Gelen cevabın rumuzu, bir Türk filminden mülhem 'Goncagül' kelimesiydi. Gerçekten oraya da mesaj geçince, artık özel yazışmalarımız başlamıştı. Tek problemimiz, o gündüz ben gece yazabiliyorduk.

Buluşma teklifimi kabul ettiğini öğrendiğim gece uyuyamadım. Heyecanımı eşime belli etmemek için, büyük çaba harcıyordum ama nâfile... Sabah ne giyeceğini akşamdan hazırlamaya kalkan, ikide bir dişlerini, saçlarını kontrol eden, yatakta sağa sola dönüp duran bir adam ne kadar saklayabilir ki heyecanını?.. 'Aşk insanı silâhsız bırakır.' diye boşuna dememişler.

Buluşma yerimiz Dolmabahçe’ydi Öğleye kadar kulüpte bekledim. 'Bekledim' sözü, de ne demek, saate baka baka saatlerce volta attım. Akrep niye bu kadar ağır ilerliyor? Yelkovan gibi hızlı olamaz mı? 'Ne çıkacak, nasıl bir tip?' gibi merakla karışık korku soruları da kafamda fink atıyor.

Parolamız, bir günlük gazeteydi. Belirlediğimiz bank’ta gazeteyi okuyordu. Arkasından korkarak yaklaştım: 'Merhaba Goncagül!'

Yavaş ve kendinden emin hareketlerle ayağa kalkıp, yüzünü bana döndüğünde, sendeledim!.. Düşmemek için bank’a yapıştım. 'Merhabâ vefâsız!' dedi... Eşimdi!..
 

 Sâdık Söztutan / Türkiye Gazetesi / 23.04.1999
Dünya Fânî İmişİlginç Hikayeler27.02.2001


Eskiden, yoldan geçen birisi, bahçesinde acâyip hareketler yapan bir adama sorar:

- Niye öyle tepinip duruyorsun?
- Keçe tepiyorum. Sıkıştırıp pazarda satacağım. Ne yapalım, fâni dünya işte; üç-beş kuruş kazanıyoruz!..
- Başındaki çıngırak ne?
- Çevredeki bahçelerin ekin ve meyvelerine kuşların gelmemesi için, çıngırakla ses çıkarıyorum. Sâhipleri de bana bunun için biraz ücret ödüyor. Ne yapalım, fâni dünya işte; üç-beş kuruş kazanıyoruz!..
- Peki, sırtındaki yük nedir?
- Bu yayıktır. Yoğurttan yağ çıkarıyorum. Sonra da götürüp pazarda satacağım. Ne yapalım, fâni dünya işte; üç-beş kuruş kazanıyoruz!..
- O elinde döndürdüğün nedir?
- Elimdeki kirmen. Komşuların yünlerini eğiriyorum. Onlar da ücretini ödüyor. Ne yapalım, fâni dünya işte; üç-beş kuruş kazanıyoruz!..
- Ağzınla ne mırıldanıyorsun?
- Hatmi tehlil okuyorum. isteyenlere hediye ediyorum. Onlar da bana çeşitli hediyeler veriyorlar. Ne yapalım, fâni dünya işte; üç-beş kuruş kazanıyoruz!..
- Gözlerini niye öyle çevirip duruyorsun?
- Komşu çocuklarını tâkip ediyorum. Onları tehlikelerden korumak için bakıcılık yapıyorum. Komşular da bana ufak-tefek biraz hediye veriyorlar. Ne yapalım, fâni dünya işte; üç-beş kuruş kazanıyoruz!..
- Peki, dünya fâni olmasaydı daha neler yapardın?
- Fani olmasaydı ona göre tedbir alırdım.
 

 

Teminatİlginç Hikayeler17.01.2001


Çok şık giyimli adamın biri New York şehrinin en iyi bankalarından birine girer. Sırasını bekledikten sonra, müşteri temsilcisinin önündeki koltuğa oturur ve utangaç bir eda ile
'Çok acele 5,000 dolara 3 haftalığına ihtiyacım var, bunu sizden hemen temin edebilir miyim diye sorar ?'
Müşteri temsilcisi adamın giyiminden ve konuşmasından çok etkilenmesine rağmen, kendi bankaları ile dah önce hiç çalışıp çalışmadığı veya herhangi bir referansı olup, olmadığı gibi beylik sorularını, ezberletildiği şekilde sorar.
Adam, bunun üzerine kibarca ve ezilerek bunların aslında hepsini kendisine temin edebileceğini, fakat çok acelesinin olduğunu ve müşteri temsilcisinin temkinli yaklaşımını da gayet anlayışla karşıladığını anlatır ve sorar:
'Benim aklıma bir çözüm yolu geliyor; kapınızın önünde 200.000 dolar değerinde Rolls Royce arabam var, bunu size teminat olarak bırakayım, 3 hafta sonra 5.000 doları ve faizini ödedikten sonra arabamı geri alırım, böyle bir çözüm sizce uygun mu?'
Müşteri temsilcisi bunu hemen sevinçle kabul eder, adamın Rolls Royce'u bankanın garajına park edilir ve adam arzu ettiği 5.000 doları alıp gider.
Adam 3 hafta sonra yine aynı müşteri temsilcisinin önüne gelir, borç aldığı 5.000 doları ve 3 haftalık süre için tahakkuk eden 15 dolar 42 cent faizi öder. Müşteri tam Rolls Royce'u ile bankanın önünden ayrılırken, müşteri temsilcisi biraz utanarak:
'Kusura bakmayın ama, sizin gibi bir beyefendi nasıl olur da, kredi kartı ile çekebileceği 5.000 dolar için 200.000 dolar değerindeki Rolls Royce arabasını rehin bırakıp 5.000 dolar kredi alır ?' diye sorar. Bunun üzerine müşteri:
'Peki siz New York'da Rolls Royce'umun başına bir şey gelmeyeceğinden bu kadar emin olduğunuz ve 3 haftalık park ücretinin 15 dolar 42 cent tuttuğu başka bir park yeri biliyor musunuz?' sorusuyla cevap verir.
 

 

HESAP DEĞİL DE NE?

Hesap 1: Yüzde otuz...
Günde 3,5 saat televizyon izleyen bir kişi, haftanın tam "1" gününü televizyona harcamış oluyor. Evet, aralıksız 24,5 saat. Televoleleri, zırtları, pırtları izleyenler için ise bu hesap haftada "2" güne dayanıyor.
Ömrünün aralıksız yüzde 30'u değil de ne?!!

Hesap 2: Görüş alanı...
Haftanın 24 saatini televizyona bakarak geçiren bir kişinin görüş alanı, ömrünün 10 yılı boyunca 45X40 santimetreden daha fazla olmuyor. Gözlük takılmış atlar bile daha geniş bir ala
nı görebiliyorlar.
Dar görüşlülük değil de ne?!!

Hesap 3: İnekler daha hızlı...
İneklerin saatte 5 km., insanların da saatte 6 km. ortalama hızla yürüdüğü varsayılıyor. Haftanın iki günü televizyon karşısında duran, diğer beş günde yürüyecek olan bu ins
anlarla inekler aynı anda yola çıksa, 10 hafta sonra kim, nereye varır? Cevap: İki gün TV izleyip beş gün yürüyen İnsanlar topluluğu,
10 hafta sonra Hindistan civarlarında iken, inekler Hindistan'ı çoktan aşıp Japonya'ya varabiliyorlar. İnekten daha yavaş
değil de ne?!!

Hesap 4: İki kere iki dört...
İnekler gördükleri bir şeyi 5 dakika sonra algılayabiliyorlar. Balıklar ise bir şeyi yalnızca 2 saniye akılda tutabiliyorlar. Televole'nin şok görüntüleri
2 saniyede 1, hatta 1 saniyede 2 kere tekrarlanıyor
. Programdaki konular ise
5 dakikada bir yeniden gösteriliyor. Bu programlar ineklere ve balıklara göre değil de ne?!!

 

LANETLİ TİCARET

Avrupalılar Amerika'ya ayak basmıştır. Kızılderililerle tanışırlar ve ticaret yapmak istediklerini bildirirler.

Kızılderililer ticaret denen şeyi bilmemektedir. Avrupalılar yol gösterir:

"Biz size değerli eşyalar vereceğiz, buna karşılık siz de bize kendi değerli eşyalarınızı vereceksiniz.Böylece sizin daha önce hayatınızda hiç görmediğiniz eşyalarınız olacak, biz d
e evimize sizden aldığımız değerli eşyaları götüreceğiz."

Beyazlar kıyıdaki küçük ada üzerinde bir pazar yeri açarlar ve kızılderilileri beklemeye başlarlar.

Avladıkları hayvan postlarını getiren kızılderililer karşılığında ayna,tarak gibi beyazların g
etirdigi gerçekten de daha önce hiç görmedikleri eşyalara sahip olmaktadırlar.

Derken iki sarhoş beyaz pazar yerine gelen bir kızılderiliyi öldürür. Ve mallarına el koyarlar.

Kızılderililer şaşırır. "Sizler neden arkadaşımızı öldürdünüz? Buna gerek yokt
u ki!.. O zaten elindeki eşyaları sizlere vermeye gelmişti..."

Gerçekten de böyle bir ticareti anlayamazlar. Pazar yeri lanetlenir..

Bu olaydan sonra hiç bir kızılderili buraya gelmez ve bu bölgeye "İki büyük sarhoş adam" adı verilir.

Yani kızılderili
dilinde "Man-hot-tan"

Derken bu bölge New York ve Amerikan ticaretinin merkezi olur, ve iki koca gökdelen dikilir...

Amaç ticarettir...

 

FATURA

Sayın abonemiz. Bu ay üç damla bir, üç damla diğer gözünüzden olmak üzere toplam 6 damla ağladınız. Gözlerinize gelen su faturası ilişiktedir. Lütfen, son ödeme tarihine kadar yatırınız.

Sayın abonemiz. Sinirlerinize gelen elektrik faturanız, itirazınız üzerine incelenmiş ve son günlerde çok gergin olduğunuz tesbi
t edilerek, faturanızda bir hata olmadığı sonucuna varılmıştır.

Sayın vergi mükellefimiz. Bu yıl yürüdüğünüz 399 km yolun vergisi, bağlı bulunduğunuz vergi dairesince hesaplanmıştır. Gittiğiniz yollardan geri dönüşleriniz, 'U' dönüşleriniz, kayboluşlarını
z, yolunuzu şaşırmalarınız, umutsuzca sağa sola yalpalamalarınız vergi matrahından düşülmüştür. Lütfen en kısa sürede verginizi ödeyiniz. Malum, vergi bir vatandaşlık görevidir.

Sayın öğrencimiz. Hayat Okulu'nda, deprem, sel gibi afetlerin ne mânâya geldiğini, her kışın bir baharı, her gecenin de bir sabahı olduğunu öğrenmiş bulunuyorsunuz. Bu değerli bilgilerin karşılığı olarak ödemeniz gereken tutar ilişiktedir. İyi dersler.

Sayın vatandaşımız. Tahsili belediyemize devredilmiş olan 'Nefes alış-veriş' ve
rgisi için bir hafta ek süre verilmiştir. Lütfen bu süreyi iyi değerlendirip verginizi yatırınız. Aldığınız ve verdiğiniz her nefes karşılığı ödeyeceğiniz her kuruş vergi size hava olarak geri dönecektir.

Sayın üyemiz. Bütün dünyalılara uygulanan 'Ekinoks
' ücretini ödemediğiniz tesbit edilmiştir. 23 Martta gece-gündüz eşitliğinden yararlanamadığınızı ispat etmedikçe bu ücreti ödemeniz sözleşme gereğidir. "Ekinoks mu? O da ne?" diyenlerdenseniz, "Ekinoks nedir?" adlı kitabı temin ederek öğrenebilirsiniz. Kitabın bedeli bir sonraki faturanıza yansıtılacaktır.

Sayın kuzey kutuplu hemşehrimiz. Kuzey Kutbu Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği aidatınızı ilişikteki banka şubelerinden birine, yahut Dünya Bankası Kuzey Kutbu Departmanına yatırmanızı saygılarımızla ric
a ederiz.

Dünyaya çarpacağı tahmin edilen meteor için bütün dünyalılar sigortalanmıştır. Sigorta bedelinin tahsilinde uzaylı kardeşlerimize gerekli yardım ve kolaylığı göstereceğiniz için şimdiden teşekkür ederiz.

Sayın okuyucum. Sana her hangi bir fatur
a çıkarmıyorum. Yazının burasına kadar gelmen bile bir bedeldir. Zaman ayırdığın için teşekkür ederim.

PİYANGODAN NE ÇIKTI?

Genc Kenny gördüğü yaşlı ama sevimli eseği köy yerinde sahibinden 100 dolara satın almak istedi. Köylü amca eşeği sattı ve 100 doları alırken "Yarın eşeği kasabaya getirip sana teslim ederim" dedi. Ertesi gün Kenny, amcayı kasaba meydanında buldu ve eşeği sordu. Amca:

"Çok üzgünüm ama eşek sizlere ömür" dedi.

Kenny de: "Peki, o zaman para
mı iade edin" dedi.

Ama, parayı alır almaz harcadığını ve iade edemeyeceğini söyledi. Caresiz Kenny de:

"Eşeğin ölüsünü istiyorum" dedi. Amca ne yapacagını sorunca da "Piyangoda ödül olarak kullanacağım" dedi ve eşeğin ölüsünü teslim alıp ayrıldı.

Bizim
amca Kenny'i bir ay sonra şehirde gördü ve "Nasıl eşeğin ölüsü işine yaradı mı bari?" diye sordu...

Kenny büyük bir gülümseme ile:

"Evet, büyük ödülün eşek olduğu piyangoda biletleri ikişer dolardan sattım ve 500 biletten toplam 898 dolar kar ettim."

A
mca:

"Peki ölü eşeğe kimse itiraz etmedi mi?" diye sorunca Keny'nin cevabı şu oldu:

"Evet, bir tek piyangoyu kazanan itiraz etti; ona da iki dolarını iade ettim."

Genc Kenny büyüdü ve Enron şirketinin genel müdürü oldu...

80 YILLIK PARMAK

Hollanda'da çalışıp emekli olduktan sonra memleketine dönen, okuma yazma bilmeyen bir Türk, hayatta olduğunu ispât etmek için düzenli aralıklarla Hollanda'dan gönderilen belgelere parmak basarak maaşını alır.

Aradan uzun yıllar geçer, söz konusu kişinin yaşı kâğıt
üzerinde 80'i geçince şüphelenen Hollanda'lı müfettişler Türkiye'ye gelirler.

Hollanda'dan emekli vatandaşın öldüğünü, onun sağ başparmağını kesip derin dondurucuda saklayan âilesinin gelen belgelere parmağı basarak, yıllarca bu yolla emekli maaşı aldığını öğrenirler.

NE İDO MU ÖLMÜŞ?

- Ablaaa, ablaaa İbrahim Tatlıses'in oğlu İdo ölmüş...
- Hiiiiiii !!!!
- Abla adamları aşağıda para dağıtıyorlar, git sen de al abla...
- Hani? nerde???
- Aşağıda abla, bakkalın yanında, yalnız giderken bileziklerini falan çıkar, yoksa zengin sanarlar, para vermezler, çıkar altınlarını güzel ablam...
- Tamam, tamam çıkarıyorum... Vınnnnnnnnnnn...

Evet bu diyaloğun benzerleri muhtemelen yaşanmış...
Bakın ne demiş yakalanan Efendi Fidan adlı hırsız kişi: 'Varoşlardaki kolunda
künye ve bilezik bulunan kadınları hedef seçiyordum. Yanlarına gidip, 'İbrahim Tatlıses'in oğlu İdo öldü. Adamları ileride para dağıtıyorlar' diyordum ve kadınların bana inanması için cebimden 1 milyara yakın para tomarı çıkarıyordum. Kadınlar parayı almak için o tarafa doğru gitmek istiyordu. Kendilerine bu sefer de 'Bilezik ve künyelerinizi çıkarın yoksa sizi zengin sanıp para vermezler' diye kandırıyordum. Telaşla çıkardıkları bilezik ve künyelerini ellerinden kapıp kaçıyordum...'

Adamdaki hayal gücü d
ozuna mı, yoksa insanımızın saflık dozuna mı şaşalım bilemedik. Söyleyecek laf bulamadık, valla tıkadın bizi Efendi Fidan...

 

EŞİ BAŞKA HANIMI BAŞKA?

Hava taşımacılığının ilk yıllarında insanlar uçağa binmekten korktuğu için bir türlü istenen yolcu sayısına ulaşılamıyormuş. Bu şirketin promosyon sorumlusu uçaklarında seyahat eden iş adamlarına birer mektup göndererek, eğer o hafta rezervasyon yaptırırlarsa bundan sonraki ilk beş seyahatlerinde eşlerinden para alınmayacağını bildirmiş. Bunun üzerine epeyce başvuru olmuş doğal olarak. Şirket kampanya sona erdikten sonra bu kez işadamlarının eşlerine birer mektup göndererek, 'Seyahatlerinden memnun olup olmadıklarını' sormuş. Ancak mektup gönderilen kadınların yüzde doksanından şu yanıt gelmiş:
'Ne seyahati?'

MUM HESABI

Hazreti Ömer 'radıyallahü anh' halife. Bir gece. Makamında. Ashabtan biri ziyaretine gelir. Selam verir. Selamı alınmamıştır. Oturur. Ömer işiyle meşgul. Sahabe bekler. Hz. Ömer çalışır. Selam alınmamış, yüzüne bile bakılmamıştır.

İş biter. Hz. Ömer mumu söndürür. Bir başka mumu yakar. O anda selamını alır. Konuşmaya başlar.

Sahabe sorar:

-Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve niçin bir mumu söndürüp diğer mumu yaktın ve ondan sonra benle konuşmaya başladın?

Hazreti Ömer :

-Evvelki
mum devletin hazinesinden alınmışdı.O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum. Seninle devlet işi konuşmayacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle meşgul olmaya başladım.

Sahabenin gözleri yaşarır, ellerini kaldırarak şöyle dua eder:

-Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!

BAYKUŞUN BAŞLIK PARASI

Adaletiyle meşhur İran hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda, halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış, o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki, millet artık canından bıkar hale gelmiş, en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan, bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar, yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken, iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar. Baykuşların o nağmeleri Nuşirevan'ın hoşuna gitmiş olacak ki, vezirine:

-İnsan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse... Kim bilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi.

Vezirin, derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:

-Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini bil
iyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız, bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim, dedi.

Nuşirevan, hayretle:

-Gazabımdan emin olabilirsin, anlat, dedi.

Vezir:

-Sultanım affınıza sığınarak arz ediyorum. Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim, diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on harabe veririm. Y
eter ki sen kızı oğluma ver diyor. İşte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir, dedi.

Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğruca avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle
adil, öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mâmur ve müreffeh olmuştu. Nerede o şuurlu idareciler, nerede o hükümdarlar?

BİR BARDAK SUDA

Sultan II. Abdülhamid devrinde yaşamış ve Hasköylü Salih olarak bilinen yaman bir denizci vardı.

istanbul Haliç'te sandalcılık yaparak geçimini temin eden bu kurt denizci, Boğaz sularında ekmek teknesiyle tam 15 defa deniz kazası geçirmiş, hepsinden de sağ salim
kurtulmak nasip olmuştu.

Feleğin çemberinden geçmiş tecrübeli bir denizci olan Salih, günün birinde Hasköy'de kahvehanede otururken kahveciden içmek için bir bardak su istedi.

Kaderin garip tecellisine bakın ki, 15 deniz kazasından kurtulup sağ kalabilen
bu tecrübeli denizci, içtiği bir bardak sudan boğularak hayatını kaybetti.

TİTO'NUN MÜTHİŞ İTİRAFI

Ömrünün 50 yılını komünist ideoloji yolunda harcayan Salih Gökkaya, daha sonra İslâm'la müşerref olarak vefât etmiştir. 'Türkiye Komünist Talebe Teşkilâtı Başkanı' sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito'nun şeref misafiri olarak Belgrad'a gitmiş ve ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret etmiştir. Onu, milyonlara hitap eden o dil ve çenesi düşmüş, eller ve bacakları tam bir değnek hâlini almış, gözleri yaşla dolmuş, dudakları titrer hâlde ve yüzündeki acı ifâdelerle görünce, teselli vermek için demiş ki:

'Efendim ölüm sizi korkutmasın. Belki maddeten aralarından ayrılacaksınız ama, yaptığınız inanılmaz hizmetinizle kalplerde ebediy
yen yaşayacaksınız.' Tito, büyük bir pişmanlık içinde şu müthiş itirafta bulunur:

'Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün ölm
ek, yok olmak. Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş. İşte bu çıldırtıyor beni. Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, ünvan ve makamlardan ayrılmak. Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek. Ne korkunç birşey, anlamıyor musunuz?

Yoldaşlarım, sizlere açık
bir kalple itirafta bulunmak istiyorum: Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükâfat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?

Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.

İtiraf etmek zorundayım. Ben Allah'a, peyg
ambere ve âhirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çâre değil. Düşünün, şu kâinatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır. Bence ölüm de son olmamalıdır. Mazlum gidenlerle, zâlimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezâsını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı.

Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu i
drak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inançtayım yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!'

Halit Ertuğrul / Kendini Arayan Adam / s. 105

 

HIRS'IN BEDELİ: CAN

'Hırs ile mutluluk birbirlerini hiç görmezler '
[Benjamin Franklin]

ABD'nin New York şehri, trafik yoğunluğu en çok olan dünyanın belli başlı metropollerinden biridir

işte, New York'un bu oldukça hareketli günlerinin birinde şehrin 5'ci caddesinde yürüyen bir adama bir otomobil hafifçe çarptı. Bu istenmeyen
kazada yayaya birşey olmamıştı. Otomobilin şoförü yayayla konuştu, özür diledi ve iş tatlıya bağlandı.

Fakat yaya tam düştüğü yerden kalkmaya hazırlanıyordu ki, hadiseyi uzaktan görüp gelen bir aklıevvel, düşen adamın yanına gelerek yerinden kalkmadığı t
akdirde yaralandığını öne sürerek sigortadan hatırı sayılır miktarda para alabileceğini söyledi.

Bir anda emeksiz kazanacağı yeşil dolarları gözünün önünde canlandıran adam, paranın cazibesiyle doğrulduğu yerden yeniden arabanın önüne yattı.

Araç sürücüs
ü ise bütün bu olanlardan habersiz, adamın gittiğini düşünüp, bir an önce hadise mahallinden uzaklaşma telaşıyla arabasını çalıştırıp gaza bastı. Bir anlık hırsa kapılan arabanın altındaki adam, daha ne olduğunu bile anlayamadan hırsının bedelini canıyla ödedi.

ŞEHİDİN GÖZYAŞI

Yıl 1994, Mardin'in bir ilçesi. İçimizde kanayan bir yaraydı terör. O gece hilalliydi ay, sır dolu bir karanlık. Mehmed, mevzisinde karanlığı koklayarak derin nefes aldı.

'Bu nöbet son nöbetim. İki gün sonra elvedâ karlı dağlar, dumanlı tepeler...'

Arkadaşı göğüs geçirdi yanında:

'Benim sekiz ayım var. Allah bizi korusun!'

Burası terör yuvasıydı. Konuşmayı kesip, pür dikkat geceyi gözetlemeye başladılar. Mevzi, yol kenarında idi. Herkes geçebilirdi. Kendilerine doğru gelen iki k
araltı gördüler. Bunlar yolcu gibiydi. Selam verip geçtiler. Fakat o da ne öyle? 'Tak!.. Tak!..' Selamla Mehmetçikleri aldatan iki hain, geçer geçmez geri dönüp kurşun sıkmışlardı Mehmed'in ardından. Bir yağmur gibi akmıştı kurşunlar beynine yiğidin. Yâ Rab! Bu ne hainlik böyle? Al kanlar Mehmed'in göğsüne dolarken, o hilale bakarak inliyordu:

'Hainler!.. Bugün analar yüzlerce Mehmed doğurdu... Allah!...'

Anasına son mektubunda yazmıştı: 'Anacığım! Dün gece rüyamda melekler elime kına yaktılar. Hayırdır
inşallah! Bir gün al bayraklı bir tabut görürsen avluda, sakın ağlama!...'

Anası da, son mektupta, doğacak oğlunu müjdelemişti. O gece ana yüreğini kanlı bir sızı kapladı. Namazdan sonra uzun uzun dua etti oğluna. Ne çare, ertesi gün Aydın'a kor yumağı düşmüş, yürekler pâre pâre olmuştu. Anasının gözyaşları sel olurken, Aydınlı haykırıyordu:

'Kahrolsun hainler! Vatan sağolsun!..'

Mehmed'in naaşına bakanlar, hayretler içinde birşey gördüler. Şehidin sağ gözünden ince ince gözyaşları akıyordu yanağına. Kim
bilir? 'Oğlumu göremedim.' mi demek istiyordu?

SULTAN FATİH KABRİNDEN ÇIKMIŞ

Fatih Camiî içinden cemaati hi çeksik olmaz, ya namaz kılarlar, ya hâfızlar hıfza çalışırlar, ya tilâvet-i Kur'ân veyâ selât-ü selâm iderler. Cami hiç boş kalmaz iken büyük zelzelede, yâni (hicrî) 1179 senesi kurban bayramının üçüncü Perşembe günü gün doğduktan bir saat sonra vâkî olan zelzele-i kübrâda camiin büyük kubbesi kâmilen (bütünüyle) iner yıkılır, garâbet şunda ki bu kubbe indikte camiin içinde kimse bulunmaz. Nakle göre o zelzele olacağı dakîkada cami-i şerîfe birisi gelir. "Ne duruyorsunuz, Fâtih Sultan Mehmed kabirden çıkmış?" diye bağırır. Herkes dışarı koşar, camiin kubbesi de o vakit iner. Hoca efendimiz, "Sultan Fâtih'in hulûsudur." buyurdular...

EVDEN KAÇMAK

Çok telaşlı bir günde, kocamla evin içinde oradan oraya koşuştururken, dört buçuk yaşındaki oğlumuz Justin Carl'ı yaptığı yaramazlıklar nedeniyle sürekli azarlıyorduk. Bir süre sonra, kocam dayanamayıp, Justin'e köşede ayakta durma cezası verdi. Justin cezayı sessizce kabullendi, ama pek mutlu görünmüyordu. Birkaç dakika sonra, "Ben evden kaçacağım." Dedi.

Çok şaşırmıştım ve sözlerine çok öfkelenmiştim. "Öyle mi?" diye b
ağırdım. Ama arkamı dönüp bakınca, bana melek gibi göründü, o kadar küçük, masum ve mutsuzdu ki.

Yüreğim sızladı ve çocukken aynı şeyleri söylediğimi, kendimi çok yalnız hissettiğimi ve kimsenin beni sevmediğini düşündüğümü anımsadım. Aslında bu sözlerle
çok daha fazla şey söylüyordu. İçinden ağlıyordu, "Beni görmezden gelmeyin, lütfen fark edin beni! Ben de önemliyim. Lütfen beni istediğinizi, bana gereksinim duyduğunuzu ve beni koşulsuz sevdiğinizi hissettirin bana."

"Tamam Jussie, evden kaçabilirsin."
Diye fısıldadım, bir yandan giysilerini toplarken. "Evet, pijamaların gerekecek, palton ..."
"Anneciğim," dedi, "ne yapıyorsun?"
"Ayrıca benim paltomu ve geceliğimi de almalıyız." Bütün bu giysileri bir çantaya yerleştirdim ve çantayı sokak kapısının önüne
koydum. "Tamam Jussie, evden kaçmak isteğinden emin misin?"
"Evet, ama sen nereye gidiyorsun?"
"Eğer sen evden kaçıyorsan, annen de seninle geliyor, çünkü senin yalnız kalmanı istemem. Seni çok seviyorum, Justin Carl."

Konuşurken birbirimize sarılmıştık.
"Neden benimle gelmek istiyorsun?"
Gözlerinin içine baktım. "Çünkü seni seviyorum, Justin.. Sen gidince benim tüm yaşamım değişir. Bu yüzden eğer sen gidersen, ben de seninle gelirim."

"Babam da gelir mi?"
"Hayır, babanın kardeşlerin Erickson ve Trevor i
le kalması gerek. Biz burada yokken çalışmak ve onlara bakmak zorunda."
"Fereddi (hamster) de bizimle gelebilir mi?"
"Hayır, Freddi'nin de burada kalması gerek.

Bir süre düşündükten sonra, "Anneciğim, biz de burada kalabilir miyiz?" dedi.

"Evet, Justin,
kalabiliriz."
"Anneciğim,"
"Evet, Justin?"
"Seni seviyorum."
"Ben de seni seviyorum, tatlım. Hadi gel, mısır patlatalım. Bana yardım eder misin?"
"Ederim."

O anda anneliğin en güzel yanlarından birinin, çocuğunun güven duygusunu ve benlik saygısını kazanm
asına yardımcı olmak olduğunu anladım.
Kollarımda tuttuğum değerli varlığın, kendisine sarılmamı istediğini, aynı kilden bir çamur parçası gibi, kendisine şekil verip, bir yetişkine çevirmemi beklediğini biliyordum. Anne olarak, çocuklarıma onları istediği
mi, sevdiğimi ve onların benim için çok önemli Tanrı'nın birer armağanı olduklarını gösterme fırsatını kaçırmamam gerektiğini öğrendim./ Lois Krueger

 

ÖDEYEN: ŞEYTAN

Yaşlı kadın oldukça dini bütün bir insanmış... Her sabah kapısının önüne çıkar ve bağıra bağıra dua edermiş:

'Allah'ım bize verdiklerin için sana şükürler olsun'

Ve ardından her seferinde de yan komşusunun sesi duyulurmuş:

'Tanrı yok kadııın Tanrı yok!!!'

Yaşlı teyze ne kadar sinirlense de yine her sabah dua edermiş,öteki komşu da inadın
dan her seferinde ona öyle bağırırmış... Neyse, bir akşam, komşusu yaşlı teyzeye bir oyun etmeye kalkmış... Markete gidip bir sürü meyve sebze ekmek vs. alıp torbalara doldurmuş, yaşlı teyzenin kapısının önüne bırakmış.

Ertesi sabah teyze kapıyı açıp da y
iyecekleri görünce çok şaşırmış ve sevinçle bağırmış:

'Sana şükürler olsun Allah'ım, bu gönderdiğin yiyecekler için sana şükürler olsun!!!'

Ve ağacın arkasından onu seyreden komşusu seslenmiş:

'Tanrı yok kadııın Tanrı yok!!! O yiyecekleri ben aldııııım!
!!' Yaşlı teyze hiç istifini bozmamış:

'Yüce Allah'ım sana ne kadar şükretsem azdır!!!! Hem bu yiyecekleri göndermişsin hem de parasını şeytana ödetmişsin!!!'

 

BESLE İT'İ....

 

Yaşlı kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.

Dedesinin sürekli göz ö
nünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine.

Yaşlı reis,
bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. 'Onlar' dedi, 'benim için iki simgedir evlat.' 'Neyin simgesi' diye sordu çocuk.

'İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur.
Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.'

Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

'Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?'

B
ilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:

'Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem!'

 

ALTIN TOP

Zengin bir ailenin fakir bir komşusu varmış. Evlerindeki saadetin dalgalanmaları, zengin ailenin duvarlarını aşarak kulaklarına kadar ulaşırmış. Akşam olunca, fakir ailenin evindeki gülme ve saadeti duyunca zengin komşu gıpta edermiş. bir gün karısına demiş ki:

-Biz bu kadar zengin olduğumuz halde neden neşemiz yok? Sen yarın fakir komşunun hanımından sor bakalım, saadetlerinin sebebi ne ise, biz de onlar gibi saadete nail olmaya çalışalım.

Kadın sabah olunca fakir komşuyu ziyarete giderek, konuşma sırasında evlerindeki saadetin sebebinden sual açmış, fakir komşunun hanımı demiş ki:

-Bizim küçük
bir altın topumuz var. Akşam olunca ben efendime o da bana altın topu atarak oynar eğleniriz.

Akşam olunca zenginin karısı meseleyi kocasına nakletmiş. Adam ertesi gün bir kuyumcuya giderek altın bir top sipariş etmiş. Topu aldığı günün akşamı karısı ile
karşı karşıya oturup, altın topu birbirlerine atmaya başlamışlarsa da, hayal ettikleri neşe bir türlü doğmamış... Hatta madeni topun ağırlığı sebebiyle canları yanmış; sert atışlar yüzünden topun isabet ettiği vücutları, yer yer morarmış. Sabah olur olmaz zenginin karısı, alelacele fakirin ailesinden sual etmiş:

-Biz senin dediğin altın topu yaptırdık, fakat neşelenemedik, demiş.

Fakir komşu:

-A komşum, o bildiğin gibi top değil. Sarı saçlı masum bakışlı bir yavrumuz var. biz ona 'altın top' diyoruz. akşam olunca kah benim kucağıma, kah babasına koşar ve bizi eğlendirir. Onunla meşgul olurken yorgunluğumuzu unutur, neşeleniriz, cevabını verdi.

Binaya konulan harç, nasıl tuğlaları birbirine kaynaştırır ise, evlat da karı ve kocayı birbirine bağlar.

KAYNANAYI NE YAPMALI

Uzun yıllar önce Çin'de, Li-Li adlı bir kız evlenir ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor olduğunu anlar. İkisininde kişiliği tamamen farklıdır. Sık sık kavga edip tartışırlar. Bu durum Çin geleneklerine göre, hoş bir davranış değildir. Çevrenin oldukça tepkisini alır.

Evde huzur kalmamış, bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından, annesi ile karısı arasında kalan koca içinde, ev cehennem haline gelmistir.

Artık bir şeyler y
apmak gerektiğine inanan Li-Li, doğru babasnın eski bir arkadaşı olan baharatcıya koşar ve derdini anlatır. Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir ekstre hazırlar ve üç ay boyunca hergün azar azar kaynanası için yaptığı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek, böylece kaynanayı gelininin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam gelin hanıma, kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını, ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.

Sevinç içinde eve dönen Li-Li yaşlı
adamın dediklerini aynen uygular. Hergün en güzel yemekleri yapıyor. Kaynanasının tabağına azar azar zehiri damlatıyordu. Kimseler süphelenmesin diye de ona çok iyi davranıyordu. Bir süre sonra kayınvalidesi de çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgarları esiyordu. Bir süre sonra, gelin hanım kendisini ağır bir yük altında hissetti. Yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatcı dükkanının yolunu tuttu ve yaşlı adama şu ana kadar kaynanasına verdigi zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardi. Yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu. Yaşlı adam, yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li ye baktı ve kahkahalarla gülmeye basladı.

-Sevgili Li-Li, sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalide
ni sadece daha da güçlendirdin, hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça, nefret dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı, böylece siz gerçek bir ana kız oldunuz, dedi.

Kıssadan Hisse:

Eski bir Çin atasözü şöyle der;
Gül veren elde, gül kokusu kalır.

Sevilen insan; sevgisini, insanlara veren insandır.

 

PAHALI EV

Aaron Hacker'in emlak bürosunun önünde New York plakalı, kırmızı, spor bir araba durdu. Arabadan inen şişman adam, büroya doğru yürüdü. Sıcaktan ter, ince elbisesinin üstüne kadar çıkmıştı. 50 yaşında görünüyordu. Yüzü heyecandan kızarmış, fakat kısık gözlerindeki kararlı, donuk bakış değişmemişti. İçeriye girince başıyla Aaron'a selam verdi.
'Bay Hacker?'
Aaron g
ülümseyerek, 'Evet benim, sizin için ne yapabilirim. Bay..?'
Şişman adam, 'Dill' diyerek kendisini tanıttı.
'Zamanım çok az, hemen konuya girsek iyi olacak.' dedi.
'Benim için de iyi olur Bay Dill. İlgilendiğiniz belli bir yer var mı?'
'Doğrusunu isterseni
z, evet. Kasabanın kenarındaki eski bina.'
'Sütunlu ev mi?'
'Ta kendisi. Yanılmıyorsam üzerinde SATILIK tabelası var.'
Aaron kuru bir sesle, 'Evet.' dedi, 'Bizim satış listemizdedir.'
Kalınca bir defterin yapraklarını karıştırdı. Sonra daktilo ile yazılmış
bir sayfayı işaret etti:
'160 yıllık bina. 8 odası, 2 banyosu, otomatik gaz fırını, geniş terasları, çevresinde ağaçları var. Çarşıya, okula yakın. 750.000 dolar.' diye okudu ve ekledi:
'Hala ilgileniyor musunuz?'
Adam oturduğu yerde rahatsız olmuş gibi kıpırdandı.
'Neden olmasın. Olumsuz bir yanı mı var?'
Aaron, 'Aslına bakarsanız, bu evi defterime yalnızca yaşlı Sade Grim'in hatırı için kaydettim. Ev asla onun istediği kadar etmez. Uzun zamandır onarım görmemiş çok eski bir binadır. Kirişlerden kimi birk
aç yıl içinde çökecek durumda. Bodrumu ise yılın yarısında su ile doludur.'
'Öyleyse sahibesi neden bu kadar çok istiyor.'
Aaron omuz silkti.
'Herhalde kendisi için manevi değeri olacak. Çok eskiden beri ailesine aitmiş.'
Şişman adam gözlerini yerde gezdi
rdi:
'Bu çok kötü.' dedi.
Başını kaldırıp Aaron'a baktı ve çekingen bir biçimde gülümsedi:
'Hoşuma gitmişti. O, nasıl söylesem bilemiyorum, tam aradığım evdi.'
Aaron güldü:
'100.000 dolara belki iyi bir alışveriş olurdu ama, 750.000 dolara... Sanırım Sade'
in düşüncesini de anlıyorum. Hiç bir zaman fazla parası olmadı. Kendisine kentte çalışan oğlu bakıyordu. Sonra adam 5 yıl önce öldü. Onun için evi satmanın akıllıca bir iş olacağını biliyor. Fakat gönlü bir türlü evden ayrılmaya razı olamıyor. Bu yüzden eve kimsenin almaya yanaşamayacağı bir fiyat koyuyor. Böylece kendini avutuyor.'
Üzgün bir ifade ile başını salladı.
'Dünya ne kadar garip değil mi?'
Dill soğuk bir sesle:
'Evet.' dedi.
Sonra ayağa kalktı.
'Kendisini bulup fiyatı biraz düşürmesini isteyeceği
m.'
Otomobilini Bayan Grim'in evinin önündeki yıkık dökük, çürümüş tahta parmaklıkların önüne park etti. Evin çevresini tümüyle yabani otlar kaplamıştı. Kapıya çıkan kadın kısa boylu, beyaz saçlı idi. Yüzündeki hatlar, küçük inatçı görünüşlü çenesine kadar
iniyordu. Havanın sıcak olmasına karşın sırtında kalın, yün bir örme hırka vardı.
'Bay Dill olmalısınız. Aaron Hacker buraya gelmekte olduğunuzu telefonda söyledi. İçeri girmez misiniz?'
Dill, 'Dışarısı korkunç derecede sıcak.' diye söylendi.
'Öyleyse içe
ri girin. Buzluğa biraz limonata koymuştum. İçeriz.'
İçerisi loş ve serindi. Panjurlar kapatılmıştı. Eski tarz geniş koltuklarla döşenmiş büyük bir salona girdiler. Yaşlı kadın ellerini sıkı kenetleyerek sallanan bir sandalyeye oturdu. Şişman adam öksürdü.

'Bayan Grim, az önce emlâkçınız ile konuştum.'
Kadın, 'Tümünden haberim var.' diye sözünü kesti.
'Aaron fikrimi değiştirebileceğiniz düşüncesi ile sizi buraya yollamakla akılsızlık etmiş. Doğrusunu isterseniz amacımın bu olduğuna da pek emin değilim.'
'Ba
yan Grim, sizinle biraz konuşabileceğimi sanmıştım.'
Bayan Grim sallanan sandalyesini gıcırdatarak arkasına yaslandı:
'Konuşmak için para alınmaz, ne istiyorsanız söyleyin.'
'Evet,haklısınız.'
Adam beyaz bir mendille yüzünün terini sildi:
'İzin verirseniz
anlatayım. Bir iş adamıyım. Bekarım. Uzun yıllar çalıştım ve iyi bir servet yaptım. Artık dinlenmeyi hak ettim. Yaşamımın sonlarını geçirebileceğim sakin bir yer arıyorum. Burayı sevdim. Bir kaç yıl önce Albany'ye giderken buradan geçmiştim. O zaman bir gün buraya yerleşebileceğimi düşünmüştüm. Bugün kasabadan tekrar geçerken, burayı gördüm. Tam istediğim yerdi.'
'Burayı ben de severim, Bay Dill. Böyle oldukça yüksek bir fiyat isteyişimin nedeni de bu zaten.'
Dill gözlerini kaldırıp yaşlı kadına baktı.
'Old
ukça yüksek bir fiyat değil mi? Kabul etmelisiniz ki Bayan Grim, bu günlerde böyle bir ev en fazla...'
'Yeter.' diye bağırdı kadın:
'Bay Dill bu konuda sizinle kesinlikle tartışmak istemiyorum... Eğer istediğim parayı vermeyecekseniz, üzerinde durmayalım.'

'Fakat, Bayan Grim...'
'İyi günler Bay Dill.'
Adamın da aynı şeyleri yapmasını belirten bir tavırla ayağa kalktı. Fakat adam kalkmadı:
'Bir dakika bayan, delilik olduğunu biliyorum ama, istediğiniz parayı ödeyeceğim.'
yaşlı kadın uzun süre adama baktı:
'E
min misiniz, Bay Dill?'
'Kesinlikle, yeterince param var. Eğer evi satmanızın tek yolu buysa, parayı alacaksınız.'
Grim hafifçe gülümsedi:
'Sanırım limonata iyice soğumuştur. Size getireyim. Siz içerken ben de evi anlatırım.'
Kadın elinde tepsi ile geriye
döndüğünde Dill yine mendille alnındaki terleri siliyordu. Limonatayı zevkle yudumlamaya başladı.
Yaşlı kadın sallanan sandalyesine yaslanırken:
'Bu ev...' diye söze başladı, '1902'den beri aileme aittir. Kasabadaki en sağlam ev olmadığını da biliyorum. Oğ
lum Michael doğduktan sonra bodrumum su bastı. O günden bu yana da bir türlü kurutamadık. Aaron bazı yerlerin çürüdüğünü de söylüyor. Yine de bu eski evi severim. Bilmem anlatabiliyor muyum?'
Dill:
'Evet.' dedi.
'Michael 9 yaşında iken babası öldü. Ondan s
onra sıkıntılar başladı. Michael belki de benden çok babasını özlüyordu. Çok vahşi ve haşin bir çocuk olmuştu. Liseyi bitirince kasabayı terk edip kente gitti. Çok hırslı bir insandı. Kentte ne yaptığını bilmiyorum. Fakat başarıya ulaşmış olmalıydı. Bana düzenli para gönderirdi.' Gözleri nemlenmişti.
'Kendisini 9 yıl görmedim. Dokuz yıl sonra geldiğinde başı dertte idi. Zayıf ve yaşlanmış bir durumda bir gece yarısı çıka geldi. Yanında ufak, siyah bir valizden başka bir şey yoktu. Valizi elinden almak isted
iğim zaman bana vurdu. Bana, annesine vurdu. Ertesi gün bir kaç saat için evi terk etmemi söyledi. Ne yapmak istediğini açıklamadı. Döndüğümde valiz ortadan yok olmuştu.'
Şişman adam gözlerini limonata bardağına dikmiş öylece dinliyordu.
'O gece evimize bi
r adam geldi. İçeriye nasıl girdiğini bilmiyorum. Michael'ın odasından sesler duydum. Oğlumun içinde bulunduğu tehlikenin ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Kapının arkasından dinlemeye çalıştım. Fakat yalnızca bağrışmalar tehditler ve...'
Bir an durakladı.
Omuzları sarsılıyordu:
'...ve bir silah sesi duydum.' diye devam etti:
'İçeriye girdiğim zaman yatak odasının penceresi açıktı ve yabancı gitmişti. Michael'ım da yerde yatıyordu. Ölmüştü. Tüm bunlar bundan 5 yıl önce oldu. Ondan sonra polis bana olanları a
nlattı. Michael ve tanımadığım o adam birçok suç işlemişler. Bir sürü yerlerden bir kaç milyon dolar çalmışlar. Michael parayı alıp kaçmış. Parayı bu evde, hala bilemediğim bir yerde saklamıştı. Sonra diğer adam hissesini almak için oğlumu arayıp bulmuştu. Paranın yok olduğunu görünce de oğlumu öldürmüştü.'
Başını kaldırıp adama baktı.
'İşte o zaman evimi 750.000 dolara satışa çıkardım. Bir gün oğlumun katilinin döneceğini biliyordum. O bir gün gelip fiyatı ne olursa olsun evi almak isteyecekti. Bütün yapa
cağım, yaşlı bir kadının köhne evine bu kadar çok para vermeye razı olacak adamı buluncaya kadar beklemekti.'
Sandalyesini ağır ağır sallıyordu. Dill bardağı yere bıraktı, diliyle dudaklarını yaladı.
'Uff!' dedi.
'Bu limonata çok acı...'
Bakışları canlılığını kaybetti, hafif titreme ile başı, omzunun üzerine cansız düştü.

Henry Slesar / Temiz cinayetler, Bütün Dünya / Mayıs 1999

 

 

BORCUM VARDI

Oldukça yaşlı bir adam ,kendisi gibi kamburalaşıp yere yanaşmış bir ağacın altında ağlıyordu. Biraz önce irikıyım bir genç yanına sokulmuş ve kendisinden içki parası istedikten sonra bir de tokat atmıştı. Yaşlı adamın yere yıkıldığını görenler, hemen yardımına koşup:

- Geçmiş olsun dede ,dediler. O serseri ne istedi ki senden?

Adamcağız bir şey olmamış gibi topar
lanmaya çalışırken:

- Eski bir borcum vardı, onu istedi , dedi. Yapması gerekeni yaptı sadece...

Çevresindekiler, ihtiyar adamı yerden kaldırdıktan sonra eline bastonunu tutuşturup aceleyle işlerine koşuştular. Herkes ayrıldığında, hadiseyi başından beri
görmüş olan bir delikanlı onun koluna girerek:

- Fazla hırpalandınız, dedi. Ağacın gölgesinde biraz oturalım mı?

Yaşlı adam yorgun bakışlarını yukarıya yöneltip :

-Benim bu ağacın altında dinlenmeye hakkım yok yavrum dedi. Ölünceye kadar da olmayacak.

Delikanlı, söylenenden bir şey anlamamıştı. Meraklı gözlerle kendisine bakarken, onun tekrar hıçkırıklara boğulduğunu farketti.

Yaşlı adam ,iniltiye benzeyen bir sesle:

- Elli yıl kadar önceydi,diye devam etti. Rahmetli babamı,sigara parası almak için b
u ağacın altında azarlamıştım. Yani biraz önce evladımın beni dövdüğü yerde.

Delikanlı ne diyeceğini bilemedi ve şimdi biraz daha bitkin görünen ihtiyarın sakinleşmesini bekledikten sonra, onu arabayla evine bırakmayı teklif etti.

Adam, titrek adımlarla
yoluna koyulurken:

- Evim oldukça uzaklarda yavrum. Ama ben yürüyerek gideceğim oraya. Babamın da onu azarladıktan sonra, üzüntüsünden yayan döndüğü gibi. Hem şehir dışındaki kabristana uğrayıp bir Yasin le öpeceğim ellerinden...

HELALDAN HARAMA NASIL GİDİLİR?

Hz. Ali efendimiz,namaz kılmak için mescide gittiğinde devesini bir gence emanet bırakmış, fakat döndüğünde devesinin bir yere bağlanmasına rağmen yularının olmadığını görmüştü. Yeni bir yular almak için satıcıya gittiğinde, kaybolan yularının biraz önce bir genç tarafından 10 dirhem gümüşe ona satıldığını öğrendi. Satıcı da üzülmüştü. Hz. Ali (r.a) efendimiz, cebinden 10 dirhem çıkarıp eski yuları alırken:

- O gence yazıklar olsun, dedi. Ben bu parayı
,deveme baktığı için o gence verecektim. Ama o acele etti, helal rızkını harama çevirdi.

 

İLK İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ

Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, ziyaretçi çokluğundan dolayı Resulüllah'ın mescidini genişletmek istemişti. Bunun için Türbe-i Saadet'in etrafındaki arsaları istimlak edip mescide katması gerekiyordu.

Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulundu:
-Evinizi, arsanızı Resulullah'ın mescidini genişletmek için satın almak istiyor
um. Kimse malına değerinden aşağısını vereceğimi sanmasın. Herkes kıymetini söylesin, gönlünden geçirdiği fiyatı bildirsin. Resulullah'ın mescidine zorla alınmış arsa ilave etmeyi düşünmüyorum.

Herkes arsa ve evinin değerini söyler, binalar, arsalar satın
alınır, Resulullah'ın mescidi genişletilmeye müsait duruma gelir. Ancak bir pürüz var. Onu da halletmek gerekiyor.

- Nedir o pürüz?

Hazreti Abbas. Abbas, arsasını satmak istemiyor. Mescide de olsa vermeyi düşünmüyor.

Halife bizzat meşgul olur, teklifl
erini tekrar eder:

-Ya Abbas, arsanın değerinden aşağısını vermeyi düşünmüyoruz. Resulullah'ın mescidine böyle zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi de uygun bulmuyoruz. Şayet verilen fiyat az geliyorsa emsallerinden de fazla fiyat vereyim, arsanı ver de bu
iş bitsin. Mescid-i Nebi ziyaretçileri içine alacak genişliğe ulaşmış olsun, ihtiyacı karşılayacak hale gelsin.

Hayret! Abbas'tan beklenmeyen tavır:

-Hayır, mülk benimse fazla fiyat verseniz de satmak istemiyorum. Zorla alacaksanız o başka!

İçinden çı
kılmaz bir durum söz konusu olunca Halife olayı mahkemeye intikal ettirir. Hakim meşhur hukukçu Übeyd bin Kaab.

Taraflar huzurdalar. Devletin iddiası:

-Biz yönetim olarak Abbas'a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmemeli, arsasını vermeli ki, Resu
lullah'ın mescidi ihtiyacı karşılayacak şekilde genişleme imkanı bulsun.

Hz. Abbas'ın cevabı:
-Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler vermek istemiyorum. Ne para zoruyla, ne de mescide ilave etmek iddiasıyla mülkümü elimden kimse
alamaz.

Mahkemenin kararı:
-İslam hukukunun gereği kimse başkasının mülküne ve arazisini isterse para zoruyla olsun, alamaz. Mescid için de olsa mal sahibini zorlayamaz. Abbas'ın mülkü Abbas'ta kalacak, hükümet istimlak için zorlamayacaktır.

Mahkemenin
tartışma götürmez bu kararı kesinleştikten sonra taraflar kalkıp gitmek üzere kapıya yönelmişken bir ses işitilir. Bu ses Abbas'tan başkasının sesi değildir.

Bakın ne diyor Abbas:

- Ya Übey, mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir değil mi?

- Evet mahkem
e bitmiş, karar kesinleşmiştir. Kimse senin arsanı fazla fiyat vererek de olsa zorla alamaz.

- Öyle ise der, şimdi beni dinleyin. Mahkemenize açıkça ifade ediyorum. Arsamı şu andan itibaren Resulullah'ın mescidine ilhak edilmek üzere hibe ediyorum. Hem de
tek kuruş almadan, hiçbir maddi menfaat beklemeden. Hepiniz şahit olun, parayla alınamayan arsam, hiçbir karşılık verilmeden Resulullah'ın mescidine hibe edilmiştir ve mülk bu andan itibaren halifenin tasarrufuna girmiştir.

Übeyd bin Kab'ın sorusu:

- Ey
Abbas, neden böyle bir tutumu tercih ettin? Önce aşırı fiyatla da olsa vermedin, şimdi ise parasız hibe ediyorsun?

Abbas'ın kitaplık çapta cevabı tek cümleden ibaret:

- İslam'ın insan haklarına gösterdiği saygıyı dünyaya duyurmak için!...

 

BİLMİYORLAR...BİLSELERDİ....