Osman Cemal Kaygılı
"Dustursuz Abdest Bozan" Yazar

|Ana Sayfa| Milli Edebiyat | Baglantilar | Bizimle yazismak icin |


Onbeş ile onsekiz yaşlarında herhangi bir genç, günün birinde ya Kuşdili Çayırında, ya Göksu'da yahut başka bir seyrangahta eskaza, gözü kendi gibi bir küçük hanıma ilişir ve derhal gönlü o tarafa doğru meyle başlar. Bir iki tesadüf ve bil-iltizam karşılaşmalar başlar. İşte o zaman çocuk ise evdeki ağabeysinin veya hemşiresinin kitaplarını, mecmualarını karıştırarak bunların içinden bir takım aşıkane kelimeler, cümleler, mısralar aşırıp mektuplarına derç eder. Derken kendi de böyle kelimeler, bir iki tane yazar, çizer.(...) Günün birinde parmak hesabıyla yazdığı onsekiz mısralık bir manzumeyi posta ile bir mecmuaya gönderir. O mecmuayı idare edenler dahi evvelce böyle alaydan yetişme oldukları için, onu fevkalade güzel bulurlar. Hatta içindeki hataların bile farkında olmayıp mecmuanın çıkacak nüshasına derç ve gelecek haftaya şairin resmini basacaklarını ilan ederler.”

Lucien Goldmann, Diyalektik Araştırmalar adlı inceleme kitabında, eleştirinin yazarın özyaşamıyla mı, yapıtıyla mı ilgili olacağını tartışır ve yapıtı yazarın özyaşamının (ve ideolojisinin) önüne koymak gerektiğini yazar. Refik Halit'i değerlendirirken bu ikisinden birisine yapılacak vurgu bizi 180 derece karşıt noktalara götürebilir. Refik Halit, edebiyatımızın "kendine özgü" yazarlarından biridir, yapıtları da öyle. Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı kitabında onu bir bohem olarak çizer. Yanıltıcı bir tablo değildir bu; Yakup Kadri'yle ilk gençlik dostlarıdırlar ve Yakup Kadri'nin püritenliğinin yanında Refik Halit, çapkın mı çapkın, keyfine düşkün bir bohemdir. Yakup Kadri, Refik Halit'i "hayat adamı", kendisini de "kitap adamı" olarak tanımlar anılarında.

Osman Cemal Kaygılı'nın 29 Şubat 1340 tarihli Aydede Dergisinde yayınlanan “Matbuat Alemiden: Şair Nasıl Yetişir?” başlıklı yazısından yaptığım alıntı, onun hem sivri dilini, hem de döneminin “matbuat alemine” bakışını sergiliyor. Eºek, Alay, Ayna, ªebab, Aydede, Karagöz, Akbaba.. gibi döneminin pek çok dergisinde ve Sabah, Ikdam, Alemdar, Akºam, Cumhuriyet, Yenigün Vakit, Son Posta, Haber gibi gazetesinde farklı türlerde yazılar yayınlamış olmasına karşın, adı kolay anımsanan, adına anma günleri düzenlenen yazarlardan olmaması, onun sivri dilinden ve bakışından kaynaklanmış olsa gerek. Edebiyat çevrelerinde, yıllarca adından pek söz edilmeyen Osman Cemal'in son bir yıl içerisinde romanlarının iki ayrı yayınevinde birden yayınlanmaya başlaması ile adı ve yapıtları yeniden gündeme gelmeye başladı.

Osman Cemal Kaygılı, (“kaygılı” birisi olduğunu anlaya kadarki soyadıyla Kaygısız) yaşadığı dönemde de, belirli bir çevrede ilgi görmüştü. Sait Faik, onun için bir sohbet esnasında, “en beğendiğim yazar” yazar demiş ve bir yazısında da, “Osman Cemal şimdiden sonra tek yazı yazmasa Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle (Çinganeler) gene mahzun ve gene yarı meçhul aramızda dolaşsa, bu hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir,” diye yazmıştır. Osman Cemal'in son yıllarda gördüğü ilgi, belki de Sait Faik'in kehanetinin kısmen gerçekleşmesidir. (Kısmen çünkü Sait Faik, kısa zamanda bu romanın yüzüncü baskısını yapacağını ummuştur.)

Osman Cemal'in ve yapıtlarının layık olduğu yere ulaşamaması, ya da yıllar sonra ulaşacak olmasının bir nedeni de, Sait Faik'in tanımıyla “yarı meçhul”lüğünden gelmiş olmalı. Yukarıda bir bölümünü andığım dergi ve gazetelerde yazmış olmasına karşın Osman Cemal, “matbuat alemi” için yarı meçhul birisidir. Matbuat ve edebiyat aleminin dışında bir hayat sürmüştür. Döneminin ünlü yazarları, gündüzleri Cağaloğlu'nda, akşamları Beyoğlu'nda bir araya gelirken, o gündüzleri bambaşka işler yapmıştır; inekçilik, sütçülük, tuluatçılık, öğretmenlik gibi her biri ayrı bir yaşam biçimi gerektiren mesleklerle uğraşmış, hatta bir dönem bu işlerin hepsini birlikte yürütmüştür. Geceleri de kafayı Fener'deki Rum meyhanelerinde, Vidos köyündeki çingene çadırlarında çekmiştir. Matbuat ve edebiyat aleminin gözü önünde yaşamayan yazarın bu “dışarıda” duruşu, bu alemi daha farklı görmesini sağlamıştır. Gazete ve dergilerinde kalmış yazılarında bu entelektüel ve siyasi alemle uğraşmış, ama roman ve hikayelerinde başka bir alemi anlatmıştır. Osman Cemal, bambaşka bir alemin insanıdır ve o alemi yazmıştır. Çingeneler, Surdışı'ndaki hayat gibi o yıllarda edebiyata konu olmayan yaşam biçimlerini kaleme almış, döneminin giderek yok olmakta olan sözlü kültürünün ögelerini, semai kahvelerini, tuluatçıları, meddahları, Istanbul argosunu tanımış ve yazılı kültüre geçirmiştir. Bu yanıyla, tam bir “dışarıdan” bakış kazanmıştır. Yazının başındaki sivri cümleleri yazarkenki cesaretini de bu dışarlıklığından almıştır.

Onun dışarlıklığı, bir anlamdaki “lanetliliği” gençliğinde başlamış bir şeydir. 1912'de, 22 yaşındayken Ittihad ve Terakki aleyhine Tepebaşı Tiyatrosunda yapılan bir gösteriye katıldığı için 1913'te, Sinop'a sürgüne gönderilir. Osman Cemal, bir arkadaşına gönderdiği fotoğrafın arkasına, “siyaset mezarlığına destursuz abdest bozduğu” için sürgüne gönderildiği yazmıştır. Bu alaylı ve alaycı yazar, yalnız siyaset mezarlığına değil, matbuat ve edebiyat alemine de destursuz abdest bozmuştur. Cumhuriyet'in Ittihad ve Terakki ideolojisinden pek de uzak olmadığı, Cumhuriyet aydınının resmi ideolojiden kopamadığı düşünülürse, hem Ittihad ve Terakki'ye karşı çıkmış, hem Cumhuriyet'in gösterdiği “muasır medeni” yaşam biçimi yerine, eski Istanbul'un kenar mahallelerini, alt tabakalarını, çingeneler gibi modernizmin görüldüğü yerde yok etmekten çekinmediği bir kesimi anlatmış yazarın “lanetliliği” daha iyi anlaşılabilir. Ömer Faruk Toprak'ın, Osman Cemal'le ilgili bir yazısını bitirirken dile getirdiği, “Varlık Yayınevi'nin Osman Cemal Kaygılı'yı gün ışığına çıkarması, onun ak yazısı olur,” biçimindeki beklenti, tabii ki gerçekleşmemiştir. Nahid Sırrı Örik'i, arkadaşı olduğu halde dil ve anlatımı eski diyerek yayınlamayan mantık, Osman Cemal'i de yukarıda yazdığım nedenlerle yayınlamamış olmalı. Cumhuriyet ideolojisinin görmezden geldiği yazarların bir kısmı İslami kesimle, başka bir kısmı da, özellikle aydınlar arasında albenisi olan sosyalizm ve sosyalist örgütlerle ilişkileri sayesinde görünürlüklerini korumuşlardır. Osman Cemal ise, bağımsız bir aydın olarak Sait Faik'in dediği gibi “yarı meçhul” kalmıştır. Onu “görünür” kılacak olan yapıtlarıdır ve biz bugün kitapçı raflarında onun romanlarını görebiliyoruz.

Osman Cemal, ilk uzun hikayesini de, “lanet”inin başladığı yıllarda, sürgünde yazmıştır. Bu hikaye, 1920'de Alay'da yayımlanan "Çuvalcı Şeyhinin Halefi"dir. Daha ilk cümlesinde okuyanı kendisine çeker: “Çuvalcı şeyhi esseyid Mehmed Kadri Efendinin mahdumu Cemil, 1317 senesi bidayetinde onsekiz yaşında iken devam ettiği mektebden son defa olarak tard ve mahalle imamının himmet ve geyretiyle çalıştığı hıfzı yarıda bırakarak, öteden beri heveskar bulunduğu Edinekapısı Tulumbasına senede bir çift yemeni ve biz dizlik tayin ile ikmal efradı olarak kaydoldu.” Bu hikayede, eski Istanbul'un pek çok yönünü görürüz. Bir yanda, mürşidi, müridi ve ayin-i tarikatıyla bir tekke, bir yanda Istanbul'un bitirimlerini, esrarkeşlerini bünyesinde toplayan tulumbacılar vardır. Istanbul hayatının pek çok görünüşünü iyi bilen Osman Cemal, bu iki kesimi de başarıyla anlatır. Semai kahveleri, esrar muhabbetleri, eğlenti ve rakı alemleri, tedavi-i bilmayis (hastayı gübreye yatırarak iyileştirme) gibi, edebiyatın pek de ilgilenmediği konuları, daha ilk hikayesinde açık seçik anlatılmaktan çekinmemiştir. Osman Cemal'in mekan ve adetleri anlatırkenki yalınlığı, bir kaç cümleyle bize o mekanın ya da adetin atmosferini duyurur; bu özellik, diyaloglardaki otantiklikle birleştiğinde, hem o dönemin, o yaşam biçiminin canlı bir resmini görürüz, hem de kullandığı dile ve anlattığı yaşam biçimine hakim yazarlardan aldığımız o lezzeti alırız. Osman Cemal'in en meşhur romanı Çingeneler'dir. Bu, Osman Cemal'in, bugün pek benzeri ya da sürdürücüsü kalmamış olan halk yazarlığı ile Batılı anlamda roman yazarlığını buluşturduğu bir yapıttır. Yıllar önce, Nurullah Ataç ile Sait Faik'in hakkında tartıştıkları bir romandır. Sait Faik, Vakit Gazetesi'ndeki yazısında, bu romanın röportaj koktuğunu iddia edenlere, “Kokladım, mis gibi bir şaheser, bir hakiki roman d'avantür, avantür roman kokuyor,” diye yanıt vermesi üzerine Ataç, birinci görüşü savunmuştur; röportaj romanın sergüzeşt roman ya da tahlil romanı kadar güzel olabileceğini ekleyerek. Ataç, Osman Cemal'in bu kitabıyla “Hayatta şiir unsurlarının bulunduğunu gösterebil”diğini yazar. Ona göre, "Hayatı olduğu gibi tasvire çalışmak, şerefsiz bir faaliyet değildir. Osman Cemal de, “Hayali bir vakayı anlatan romanına hakiki hayatın tasviri halini verebildiği için” başarılıdır.Sait Faik ise, Çingeneler'in kurgu özelliklerinden dem vurur; onun için yapıt öncelikle bir romandır, romanın başarısı da anlatımdan kaynaklanmaktadır. Romanın şiirsel ve masalsı havasından söz ettikten sonra, bu romanda iki “janr”ın, avantür romanı ile örf ve adet romanının buluştuğunu belirtir ve ekler, “Bazan bizi inandırmak, bizi sürüklemek için o kadar ustalık ve tabiilikle bulduğu entrikler bize Osman Cemal'in hakikaten harikulade ve anadan doğma olan artist kıymetine bir ustalık, olmuşluk ifadesi veriyor.”

Romanı ilk yayınlanışından yaklaşık 60 yıl sonra okuyunca Ataç'ın vurguladığı roman-hayat ilişkisinden çok, Sait Faik'in sözünü ettiği özellikler insanı etkiliyor. Zaman zaman çingeneler hakkındaki bir monografi gibi başvurulan bu yapıt, kurgusu, anlatımı, kişileri, doğa ve insan betimlemeleri ile gerçek bir romandır. Bazı eleştirmenlerinn romandan aldıkları “röportaj kokusu”, kahramanların çoğunun çingene oluşundan ve çingenelerin dünyasının anlaşılabilmesi için yazarın onların yaşam biçimlerini, göreneklerini ayrıntılı bir biçimde anlatmasından kaynaklanmış olabilir. Ancak bu ayrıntılar arasında, romanda bulunmasa da olurdu diyeceğimiz bir bölüm yoktur. Ataç, yazısında özellikle sulukule kavgasının anlatıldığı bölümün, “Hayatta tesadüf olunabilen bir sahneyi anlatmak için yazıl"dığından söz eder. Bu bölümün ve benzeri başka bölümlerin romanın dayandığı çelişkilerin daha iyi anlaşılabilmesi için yazıldığını düşünüyorum. İlk çelişki, çingeneleri gözlemek ve onların müziğinden de etkilenerek bir opera yazmak isteyen romanın baş kahramanı Irfan'ın giderek kendisini gözlediklerinin arasında, adeta onlardan biri gibi bulmasıdır. Üstelik Irfan'ın gönlünde iki çingene kadını vardır, birincisi harmancı denilen göçebe çingenlerdendir, öteki ise şehirli, Sulukulelidir. Önce Irfan'ın okumuş bir Istanbullu olmasına karşın çingenelerle düşüp kalkmasının yarattığı gerilimi, sonra da çingeneler arasındaki iki farklı gruptan iki ayrı kadına olan ilgisinin yarattığı iç karmaşayı duyarız romanda. Bu çelişkilerin daha anlaşılır olmasını sağlayan, hiç kuşkusuz romanda “röportaj koktuğu” söylenen bölümlerdir. Irfan'ın göçebe çingene Nazlı ile Sulukuleli Yanık Emine'de buldukları ayrı ayrıdır. Bu iki kadını, içinden geldikleri kesimleri, bu kesimlerin adet ve görneklerini tanıdıkça Irfan'ı ve aşkını daha iyi anlarız.

Romanın ikinci önemli karakteri, Irfan'ın sevgililerinden birisi değil, Irfan'ın (ve okurun) roman boyunca nasıl bir adam olduğunu kestiremedikleri Gavur Etem adlı, yarı çingene birisidir. Etem, romanda gerçekçi bir biçimde çizilmiştir; onun üçkağıtçı mı, yoksa vefalı bir dost mu olduğu sorusu, Irfan'ın sonu nereye varacak, hangi kadını seçecek sorularıyla birlikte romandaki merak ögesini besler. Etem, çingeneler arasında çingene olmayanların arasına en çok sokulanı, bu nedenle de en çok tepki toplayanıdır. Bununla birlikte, Etem'deki “melezlik”, bir yandan bize kültürel melezliği de duyurur. Özellikle onun namaz kılarken okuduğu dua ve Irfan'a yazdığı mektup, çingene söylemi ile dinsel/edebi söylemin melezleştiği alanların ironik örneklerindendir.

Sait Faik'in de belirttiği gibi, romanın anlatımı kuru bir ropörtajdan çok şiirseldir. Bunu sağlayan bir yanıyla çingenelerin hayatındaki şiirsellikse, ondan da çok halk söyleyişini iyi bilen yazarın sıcak anlatımıdır. Osman Cemal'in hayatının Istanbul'un kenar mahallelerinde, Surdışı'nda geçtiğini yazmıştım. Romanın dil ve anlatımındaki yalınlık, “konuşur gibi”lik, onun gözlem gücünün ve yaşadığı yerleri, birlikte olduğu insnaları iyi tanımasının sonucudur. Onu başarılı bir yazar yapan gözlem gücü, Direklerarası'nda sahneye çıkmasını sağlayan özelliklerinden biri olmalı. Yine onun gülmece ustalığı ve duyarlığını, gazete ve dergilerde kalmış mizah yazılarının yanı sıra bu romanın anlatımında da görürüz. “Ayıp değil ya, kimi kanarya, florya, papağan dinler, zevk alır; kimi de bizim gibi işte böyle ağustosböceği, kurbağa dinlemekten hoşlanır.” Romandaki diyaloglar da, çingene ağzının doğal sıcaklığının yanı sıra, tuluatvari yanıtlarıyla göze çarpar. Bütün bu özellikleriyle Çingeneler, Sait Faik'in “Türk Edebiyatının ilk avantür roman tarzının bir şaheser numunesi” tespitini haklı çıkarmaktadır.

Osman Cemal'in yakın zamanlarda yayınlanan öbür romanı, daha baştan adıyla yarattığı aura ile okuyucuyu kendisine çekmektedir: Aygır Fatma. Bu roman, bazı yanlarıyla Çingeneler'e benzemektedir. Burada da, roman kahramanı Hasan, bir kaç kadın arasında gidip gelir. Hasan da, tıpkı Irfan gibi, ama ondan daha genç yaşta, efendi bir hayat sürmekle sergüzeştler yaşamak arasında sıkışır. Yine Irfan gibi, toplumsal olarak kendisine uzak olanları değil, kendisine denk olanı seçer, ama hayat onu cezaevi ve tiyatroculuk gibi, çok başka yerlere götürür. Hasan'ın hikayesi çocukluğundan başlar ve romanın büyük bir bölümünde gençliğinde sürer. Aygır Fatma'da, romanın kahramanını sürekli olarak izleyen bir imge dikkat çekicidir. Daha 5 yaşındayken kendisini yangından kurtaran mahalleli ablanın kokusu, 7 yaşında darbukacı ablada, sonraları kahvede şiir yazarken baktığı resimde, mahalledeki sevgilisi Zaika'da, hatta Arnavut kızında devam eder. Osman Cemal, bu imgeyi “kadın-ana kokusu” olarak tanımlar ve bu imgeye en uzak olan çocukluk aşkının yokluğunu bile “anası ölmüş öksüz çocuklar” imgesiyle anlatır. Romanın sonu da, bu açıdan ilginç. Annesi de dahil, hayatındaki bütün kadınları bir bir kaybeden Hasan'a yalnızca, “ana” dediği Aygır Fatma kalır. Bu roman, bir erkeğin iç dünyasını, aşkını, kadınlardan beklentilerini, farklı kadınlara duyduğu farklı ilgileri dışlaştırması, bu sırada yaşadığı iç gerilimi, insan (bu romanda erkek) psikolojisini, hiçbir tahlile girmeden olaylarla anlatabilmiş oluşuyla gerçekten de ilgi çekicidir. Istanbul'un bir kenar mahallesinin atmosferinin yanı sıra, Aygır Fatma'da o dönemin tiyatrolarının atmosferini de soluruz.

Osman Cemal'in roman ve hikayelerinin edebiyatımızdaki yeri, anlattığı toplumsal kesimlerin farklılığı olduğu kadar, bunları anlatırken kullandığı üsluptur. Hüseyin Rahmi ile halktan kimselerin hikayeleri edebiyata girnişse de, Osman Cemal'de anlatıcı da halk ağzıyla ve ince bir mizahla konuşmaya başlamıştır. Sandalım Geliyor Varda'nın başlarındaki şu cümle, örneğin: “Asıl anlatmak istediğim bu çok hoş, çok tatlı ve oldukça eğlenceli maceramı yazmaya başlamadan önce, size o iki deniz vak'asından kısaca bahsetmem ise, iştahınızı açmak içindir.” Osman Cemal'i, bu anlamda Hüseyin Rahmi ile Sait Faik arasında bir köprü olarak düşünebiliriz.

Son olarak, Osman Cemal'in bir önceki yüzyılın halk sanatlarından beslendiğini vurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Sözlü kültürümüzün kimi ögelerini yazılı kültüre aktarmak gibi ciddi bir görevi üstlenmiş az sayıdaki yazardan birisidir. Bu aktarmayı romanlarında, roman sanatının özellikleriyle yoğurarak gerçekleştirdiği gibi, doğrudan yaptığı araştırmalarıyla da yitmekte olan bir kültüre saygısını, sevgisini göstermiştir. Onun, Istanbul Argosu Lugati ile >Istanbul'da Semai Kahveleri ve Meydan ªairleri adllı incelemeleri, romanları gibi yeniden yayınlandıklarında kültür dünyamızı zenginleştireceklerdir. Dergilerde kalan yazıları da, onun gibi çalışkan ve istekli araştırmacıları beklemeyi sürdürüyorlar.

© 1999 Behcet Celik
Başa Dön| Ana Sayfa|Milli Edebiyat | Baglantilar |Bizimle yazismak icin|