ÖRNEK İNSAN
HAZRETİ MUHAMMED KONFERANSI METNİ
VEHBİ AKŞİT AFYON
BAŞMAKÇI MÜFTÜSÜ
27.05.2002
SİNCANLI SAAT 18.00
Sayın Garnizon
Komutanım, Belediye Başkanlarım, Sincanlı Müftüm, Daire Amirlerim, Kıymetli
Sincanlılar ve Çok Değerli Hanım Kardeşlerim.
Sincanlı
Müftülüğümüz ve T.D.V. Sincanlı Şubemiz işbirliği ile düzenlenen “Örnek İnsan
Hz. Muhammed SAV” konulu konferansa hoş geldiniz der, saygılar sunarım.
Bizler; iyiyi
kötüden ayırt etmeyi, birbirimizi sevmeyi, paylaşmayı, yardımlaşmayı, ahlakın
güzelliklerini, dürüstlüğü, doğruluğu, erdemli bir davranışı, hoşgörünün en
mükemmelini, insana saygının en yücesini, şefkat ve merhametin sınır tanımayan
boyutunu, adaletin en güzel tatbikatını, kısaca her şeyin en iyisini ve en
güzelini, o Rahmet Peygamberinin tebliğ, tavsiye ve uygulamalarından öğrendik.
Hayatımızı anlamlı kılan değerlerimizi, dünya ve ahiret dengesini, insan onuruna
uyan yaşama sanatını bizlere hep o gösterdi.
Bugün sizlere, Örnek
İnsan Hazreti Muhammed (SAV)’i anlatmaya çalışacağım. Toplumda örnek alınan
insanların sayısı çok fazla değildir. Hanımlar, komşusunun elinde örmeye
çalıştığı bir oyayı görünce ve onu da beğenince bir örneğini çıkarmaya çalışır.
Kimilerinin hafızası o kadar kuvvetlidir ki, birinin üzerindeki kazağın örneğini
bir bakışta çıkarıverir.
Bazen, huyunu,
ahlakını beğendiğimiz bir kimsenin oğlunu, kızını, damadını, gelinini; kendi
oğlumuz, kızımız, damadımız ve gelinimiz ile karşılaştırırız. Bazen kendi
canlarımızı yereriz. Niye? Onları beğenmediğimiz için…. Yaptıklarının doğru
olmadığını belirtmek için… O anlattığımız, örnek aldığımız kimseler gibi
olmadığı için….
Üstad Necip Fazıl
KISAKÜREK, Peygamberimizin örnekliğini, onu ölçü almamızı, ona uymayan
ölçünün hayat bile olsa önemli olmadığını, reddedilmesi gerektiğini bakın ne
güzel ifade etmiş:
“Müjdecim,
Kurtarıcım, Rehberim, Peygamberim
Sana uymayan
ölçü hayat olsa teperim.”
Ölçümüz, örnek
alacağımız insanın Hazreti Muhammed (sav) olması gerektiği başka nasıl ifade
edilebilir.
Bizleri yaratan
Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de peygamberimizden bahisle: “Andolsun ki,
Allah’ın Rasülünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve
Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”
buyuruyor. İşte bu yüzden, ashab-ı kiram onun hayatını titizlikle incelemiş,
ilke ve prensiplerini önce kendileri için örnek almış, hem de kendilerinden
sonra gelecek olan nesillere aktarmak için büyük bir gayret ve özen
göstermişlerdir.
İslam bilginlerinden
İbni Hazm’ın, şöyle söylediği kaydedilmektedir: “Ahiret iyiliğini, düzgün
yaşayışı ve bütün faziletleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammed’i örnek
alsın. Çünkü Rasülullah, bütün hayırlarda en ileridedir. Allah onun ahlakını
övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve onu her türlü
kusurlardan arındırmıştır.”
O Yüce Peygamber
asırlar öncesinde günümüze hitap ederek bizleri uyarmıştır. Şimdi gündüz
arabanızla yolda giderken, karşı yönden gelen bir sürücü farlarını yakarak
sizlere bir şeyler anlatmak istese ne yaparsınız? Ne düşünürsünüz? Bu karşıdan
gelen sürücü beni tanımadığı halde niçin böyle bir davranış içine girmiştir?
Bana ne anlatmak istemiştir? Belki de karşıdan gelen sürücü yolda bir polis
aracının olduğunu, kontrol olduğunu, radarla hız kontrolü yapıldığını haber
veriyorsa, farlarını yakıp beni uyardı diye o kimseye teşekkür mü etmek lazım
yoksa yaktığı farların ışıkları gözlerimi rahatsız etti diye kızmak mı?
İşte kendisini
kendimize rehber, müjdeci, kurtarıcı ve ölçü olarak aldığımız o yüce peygamber
de, hayat yolunda önümüze çıkacak engeller gelmeden önce bizi hadisleriyle güzel
bir şekilde uyarıyor.
Rasülüllah Efendimiz
bize kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi öğreten; neye hangi gözle
bakmamız gerektiğini anlatan; en iyiye ve mükemmele nasıl ulaşacağımızı belleten
bir peygamberdir. Kısacası fani ömrü en iyi şekilde değerlendirmenin yolunu,
dünya hayatında başarılı olmanın yöntemini gösterendir.
Sözlerin en
hayırlısının Kur’an-ı Kerim, gidilecek yolların en iyisinin kendi yolu olduğunu
kesin bir dille söyleyen; Allah’ın kitabını elimize alarak kendi yoluna
düşmemizi, Kitabullah’ı okuya okuya, buyruklarını yapa yapa izinden gitmemizi
tembih eden O’dur. Böyle yaptığımız takdirde hiçbir yanlışa düşmeden, bizi
yutmayı bekleyen kurtlara yem olmadan yolun sonuna varacağımızı hatırlatan
O’dur.
Gösterdiği yolun
Cennet’e çıkacağını, ama daha önce sarp dağlardan, taşlı, dikenli yerlerden
geçileceğini bildiren yine O’dur. Zahmetli de olsa bu yoldan gitmeye bakın,
diyen de O dur. Daha düz ve cazip, adeta güllük, gülistanlık görünen ikinci bir
yoldan daha bahsederek o yolun cehenneme çıktığını söyleyen ve o yola girmeyin
diye sıkı sıkı tembih eden de O’dur.
“Cehennem, nefse
hoş gelen şeylerle kuşatılmıştır; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle
çepeçevre sarılmıştır.”
Nefsin istekleri ne
kadar cazip de olsa onlara boyun eğmemek, ibadetler ve diğer buyruklar nefse ne
kadar zor ve ağır gelse de onları seve seve yapmak gerektiğini bize o anlattı.
“Cennet size
ayakkabı bağınızdan daha yakındır, cehennem de öyle”
diyerek cennetin de, cehennemin de bize pek yakın olduğunu hatırlattı. Tercih
edeceğimiz hayat tarzına göre cennete de cehenneme de kolayca girebileceğimizi
O anlattı. Yapacağımız işlerde, hatta söyleyeceğimiz sözlerle cenneti veya
cehennemi kolayca kazanabileceğimizi gösterdi:
“Söylediğiniz
güzel bir söz sebebiyle Allah’ın hoşnutluğunu kazanabileceğimizi, iyice düşünüp
taşınmadan söyleyeceğimiz bir söz sebebiyle de cehennemi boylayabileceğimizi”
hatırlattı.
Bir gün Peygamber
Efendimiz ikindi namazını henüz kıldırmıştı. Selam verir vermez yerinden kalktı,
safları yararak süratle arkaya doğru gitti ve evine girdi. Onun sakin, yumuşak
ve ağır başlı haline alışık olan sahabiler, fahr-i kainat’ı böylesine telaşlı
görünce derin bir hayrete düştüler. Acaba hangi önemli şey Rasülullah’ı
telaşlandırdı, diye endişeyle beklediler. Allah’ın Rasülü çok geçmeden geri
döndü. Ashabının merakla kendisine baktığını görünce onlara durumu şöyle
açıkladı:
“Sadaka olarak
dağıtılmak üzere eve bir miktar altın (veya) gümüş bırakmıştım. Namazda onu
hatırladım. Bu malın beni hayırda acele etmekten alıkoymasını istemedim ve hemen
dağıtılmasını emrettim.”
Peki biz kendimize
örnek aldığımız Hazreti Muhammed Mustafa (sav) gibi böyle bir ikindi namazı
kıldık mı? Yani namazda hatırımıza, yapabileceğimiz bir hayrı çabuklaştırmak
için bir çabaya girdik mi? Dağıtacağımız zekatımız namazda aklımıza gelip de,
onun dağıtılması için birilerine talimat verebildik mi?
Yoksa namazda
aklımıza böyle hayırlar gelmiyor mu? Namazda biz örnek aldığımız o yüce insan
gibi sadaka ve zekatların hemen yerine ulaşması için gayret gösterebiliyor
muyuz?
Sahi biz nasıl namaz
kılıyoruz?
Şimdi bizler,
kendimize rehber, kurtarıcı, müjdeci, örnek ve ölçü aldığımız O Yüce
Peygamberin sözlerinden, hadislerinden hareketle kendi kendimize, bir köşeye
çekilerek bazı sorular soralım.
Bizim en önemli
meselemiz, iyi bir Müslüman, iyi bir mü’min olabilmektir. Mü’min olabilmek için
de kendimizi her an hesaba çekmemiz yani düşünce ve davranışlarımızı her an
kontrol etmemiz gerekmektedir. Peygamber Efendimiz bu konuda bize şunları
söylüyor:
“Akıllı kişi,
nefsine hakim olan ve ölüm sonrası için çalışandır”
Diğer bir
söyleyişle, akıllı adam kıyamette hesaba çekilmeden önce kendini dünyada hesaba
çeken kişidir. Hz. Ömer’in konuyla ilgili sözü ne kadar güzeldir.
“Hesaba
çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. Allah’ın huzurunda vereceğiniz o büyük
hesaba kendinizi şimdiden hazırlayınız. Kendini daha dünyada iken hesaba
çekenlerin ahiretteki hesapları kolay geçecektir.”
Kendini hesaba
çekmenin çeşitli yolları vardır. İnsan kendi kendine bazı sorular sormak ve bu
soruların cevabını aramak suretiyle de nefis muhasebesi yapabilir.
Peygamber Efendimiz
bizim için örnek, rehber, kurtarıcı, müjdeci ve ölçüdür demiştik. Şimdi
yaşadığımız Müslümanlık ile, kendimize örnek aldığımız Hz. Muhammed’in
ölçülerini karşılaştırarak, Müslümanlığımızın derecesini ölçmemeye çalışalım.
Bir köşeye mi
çekiliriz, yoksa nerede olursa olsun hafif bir tefekküre mi dalarız onu sizlere
bırakıyorum. Ancak Müslümanlığımızın yüzdesini öğrenebilmek için madde madde
soracağımızı soruları kendi nefsimizde değerlendirmenizi istiyorum.
Madem Peygamberimizi
çok seviyoruz, onu Kutlu Doğum haftalarında büyük bir coşku ile anıyoruz, salat
ve selam gönderiyoruz, şefaatine kavuşmak için dualar ediyoruz. O halde biz ne
kadar peygambere yakınız, peygamber bize ne kadar yakın….
Oğlumuza, kızımıza
bir iş buyurduğumuzda, o işin zamanında ve dediğimiz gibi olmadığını görünce
tepkimiz nasıl oluyor? Emrettiğimiz, yapılmasını istediğimiz işin yerine
getirilmemesi bizi mutlu mu ediyor, yoksa mutsuz mu? Bir beşer olarak, kendi
canımızdan, kendi kanımızdan meydana gelen evlatlarımıza, olumsuz tepki
gösterebiliyor, azarlayabiliyor hatta onları maddi olarak incitebiliyoruz.
Peki aynı şeyi
Rasülullah bize söylüyor, biz yapmadığımız takdirde bir an kendimizi
Peygamberimizin yerine koyuyor, acaba hükmü doğru olarak verebiliyor muyuz?
Şimdi küçük bir
denemesini yapalım. Kendimize sorular yöneltelim. Cevaplarını da kendimiz
vermeye çalışalım. Ama cevap vermeden önce Peygamberimizin bu konudaki
fikirlerini, hadislerini de dikkate alalım.
İşte birinci soru
geliyor:
1) ACABA BEN
KONUŞTUĞUM ZAMAN FAYDALI VE HAYIRLI SÖZ SÖYLÜYOR MUYUM?
Çünkü Rasülullah
(sav):
“….. Allah’a ve
ahiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun.”
buyurmaktadır. Konuşmak isteyen kimse önce düşünmelidir. Söyleyeceğim sözün
kendisine veya başkasına fayda getirip getirmeyeceğine bakmalıdır. Söyleyeceği
söz faydalı ise söylemeli, değilse susmalıdır.
Susmak, faydasız
söylemekten çok daha faziletli o zaman…. Şöyle kendimize bakalım. Bir gün
boyunca başta eşimize, çocuklarımıza, cami cemaatine, komşumuza, bakkalımıza,
esnafımıza, köylümüze, işçimize, memurumuza, amirimize faydalı ne söyledik?
Kendimize ve başkalarını faydası dokunmayan neler söyledik?
Faydasız konuşmalar
çoğu zaman bizi günaha götürür. Manasını düşünmeden söylediğimiz bir söz Allah
Teala’yı gücendirebilir: İnsanları birbirine düşürebilir. Unutmamalıdır ki,
büyük günahları hazırlayan da gereksiz ve faydasız konuşmalardır. Dilini tutun,
kendini fenalıklardan korumuş olur.
“Kendisini
(doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.”
Yeri gelince doğru
ve faydalı söz söylemek ise bir ibadet olur. Yerinde söz söyleyerek bir
haksızlığı ortaya koymak, insana Allah rızasını kazandırır.
Peygamber Efendimiz
bu üç ahlak esasından her birini ortaya koyarken “Kim Allah’a ve ahiret
gününe inanıyorsa” buyurmakla bu konuların önemin belirtmek istemiştir.
Esasına bakılırsa, Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimselerin yapması gereken
davranışlar bunlardan ibaret değildir. Rasülullah Efendimiz bu üç tavsiyeyi
tutan kimselerin mükemmel bir imana sahip olduklarını anlatmak istemiştir.
Demek ki konuştuğum
zaman hem kendime hem de başkalarına fayda verecek sözler söylemeliyim. Aksi
halde konuştuğum her faydasız ve zararlı sözün hesabı benden sorulacaktır. Çünkü
Allah Teala benim yanımda beni gözetleyen, konuştuğum zaman her sözü yazmaya
hazır vaziyette bekleyen bir melek bulunduğunu haber vermektedir.
“Onun sağında
ve solunda oturan iki alıcı (melek, onun sözlerini ve işlerini) kaydetmektedir.
(İnsan), hiçbir söz söylemez ki yanında kendinizi gözetleyen, dediklerini
zapteden (bir melek) hazır bulunmasın.”
Bunun biz canlı
örmeklerini dünya hayatında görmekteyiz. Haber programlarında, bir işini
yaptırmak isteyen vatandaştan rüşvet isterken görüntülenen, kayıt altına alınan
insanlara “Niye falancadan rüşvet aldın? diye sorulunca, o kimseyi tanımadığını
söylemekte, hatta bu kimseyi ilk defa şimdi gördüğünü ifade edebilmekte, ancak
kendisine kaydedilen görüntüler ve konuşmalar izlettirildiği zaman söyleyecek,
konuşacak söz bulamamaktadır.
Müjdecim,
kurtarıcım, rehberim, peygamberim dediğimiz ona uymayan ölçü hayat bile teperim
dediğimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’e inen Kur’an-ı Kerim ve bazılarınızın
Cuma geceleri geçmişlerinin ruhuna okuduğu Yasin suresinde, biz farkında olmadan
neler okuyoruz bakın bir dinleyelim. Yukarıda rüşvet alırken görüntülenip, daha
sonra inkar eden; ama çekilen görüntüleri izledikten sonra ağzı dut yemiş bülbül
gibi kilitlenen insanlar hakkında, Cenab-ı Allah ne buyuruyor? Kıyamet
sahnelerinden bir sahneyi arz ediyor. Dünyada iken bizleri ikaz ediyor.
“O gün onların
ağızlarınızı mühürleriz. Neler yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da
şahitlik eder.”
Allah Teala’nın
gönderdiği son nebi, son rasül Hz. Muhammad (sav) ağızların mühürleneceği,
ellerin konuşacağı ve ayakların şahitlik yapacağı gün gelmeden, bizleri asırlar
öncesinden uyaran, ileride tehlike var, radar var diyerek bizleri, yolda uyaran
sürücü gibi uyarıyor. Eğer bu uyarıya kulak verir ve kendi üzerimize alır isek,
bu işten kârlı çıkacak biz oluruz. Aman canım sen de dersek, o gün gelmeden önce
tedbirimizi almazsak vay halimize….
O halde ben, Allah’a
da inanıyorum, ahirete de inanıyorum. İnsanlara fayda verecek bir şey
söyleyeceksem, susmalıyım. Amel defterimi, aleyhime olacak sözlerle
doldurmamalıyım. Konuşacağım her faydasız söz kalbimin katılaşmasına, benim
Allah’tan biraz daha uzaklaşmama sebep olacaktır. Öyleyse ben faydamı ve
zararımı bilmeliyim.
Bu ilk soruyu başarı
ile geçtikten sonra şimdi ikinci soruyu kendi kendimize soralım ve cevabını da
bulmaya çalışalım…
2) ACABA BEN DİN
KARDEŞLERİMİ, ONLARIN HOŞUNA GİTMEYECEK ŞEKİLDE ANIYOR, GIYBETLERİNİ YAPIYOR
MUYUM?
Enes (ra)’den
rivayet edildiğine göre Rasülullah (sav) şöyle buyurdu:
“Mi’rac’a
çıkarıldığımda ben bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir
topluluğun yanından geçtim.
-
Ey
Cebrail! Bunlar kimlerdir? diye sordum.
-
Bunlar, (gıybet etmek suretiyle) insanların etlerini yiyenler ve onların şeref
ve namuslarıyla oynayanlardır, cevabını verdi.
Peygamber Efendimiz,
baştan sona mucizevi bir ortamda cereyan etmiş olan Mi’rac olayında, müşahede
ettiği bazı hususları haber vermiş bulunmaktadır. Hadisimiz, Efendimizin bu
kabil gözlemlerinden bir sahneyi bize aktarmaktadır.
Aslında
tırnaklarıyla yüz ve göğüslerini tırmalamak, yaralamak özellikle cahiliye
döneminde ağıtçı kadınların yaptıkları harekettir. Maalesef bu yaka-paça ölüye
ağlamak demek olan niyâhâ âdetinin yurdumuzun değişik yörelerinde
kadınlarımız arasında halen devam ettiği de acı bir gerçektir.
İşte Peygamber
Efendimiz, Mi’rac esnasında bu cahiliye kadınları gibi demir tırnaklarıyla yüz
ve göğüslerini tırmalayan bir topluluk görmüş ve bunların kimler olduğunu
Cebrâil (as)’dan sormuş, Cebrâil de bu şekilde azap olunan kimselerin,
“gıybet edenler ve insanların şeref ve namuslarıyla oynayanlar” olduğunu
bildirmiştir.
Efendimiz’in bu
beyanı, gıybetin ahirette ne tür bir cezaya sebep olacağını açık bir şekilde
ortaya koymaktadır. O halde böylesine çirkin ve cezası ağır olan gıybetten uzak
durmaya çalışmak, her Müslüman’ın özen göstermesi gerekli bir konu olmaktadır.
Müjdecim.
Kurtarıcım, rehberim, peygamberim, önderim dediğim, ona uymayan ölçü hayat bile
olsa teperim dediğim Adı güzel kendi güzel Hz. Muhammed (sav), Allahü Teala ile
görüştüğü Mirac hadisesinde biz ümmetini uyarıyor. Yolda giderken ilerde radar
var, hızına dikkat et, yoksa cezayı yersin anlamında bizi farlarını yakıp
söndürerek uyaran sürücü gibi, siz de benim miracta gördüğüm insanlar gibi olmak
istemezsiniz, cehenneme girmek istemezsiniz, siz cennet istersiniz diyor. Yani
dedikodu ederek, gıybet ederek, insanların etlerini yemek suretiyle şeref ve
namuslarıyla oynayanlar, bu şekilde akibetlerini göreceklerdir. Eğer hala bu
hadis-i şerifi okuyup, dinledikleri halde aynı kötülüğe devam edenlerin vay
haline diyerek bizleri uyarıyor.
O halde ben de
Müslüman kardeşlerimin bulunmadığı yerde, kendilerinde olan bazı kusurları
söyleyerek bu kardeşlerimi çekiştirirsem, sözlerimi duydukları zaman üzülürler.
Nitekim Peygamber Efendimiz, kısa boylu bir adamın bulunmadığı yerde onun
kısalığından söz etmenin bile haram olduğunu söylemiş, insanların şeref ve
namuslarıyla oynamak kabul ettiği bu tür sözleri yasaklamıştır.
Şayet ben insanları,
duydukları zaman üzülecekleri sözler söyleyerek çekiştirirsem, hem onların
kalbini kırmış hem de gıybetlerini yaparak günah kazanmış olurum. Böyle bir şeyi
kesinlikle yapmamalıyım.
Konferansımızın
başında Müslümanlığımızın derecesini ölçmek zorundayız. Hazreti Peygamberin
ölçülerine göre ne kadar Müslümanız sorusuna cevap arayacağımızı söylemiştik.
Eğer bunu soracağımız beş soru ile test edecek olursak ve her sorunun doğru
cevabını yüzde yirmi ile hesaplarsak şu ana kadar iki soru sorduk ve iki sorunun
tam cevabını aldık. Dolayısıyla yüz üzerinden beş soruda ikiyi doğru cevaplamış
olduk. Yani birinci sorunun cevabında; artık konuştuğumuz zaman faydalı ve
hayırlı söz söyleyeceğiz. İkinci soruya da gıybet yapmamaya söz veriyoruz.
Böylece % 40’lık bölümü başarı ile tamamladık. Geldik geriye kalan % 60’lık
bölüme…. Şimdi üçüncü soruyu sorup cevaplandırmaya çalışacağız.
3) ACABA BEN,
BİRİLERİNİ ÇEKİŞTİRENLERİ YANİ ONLARIN GIYBETİNİ YAPAN KİMSELERİ DİNLİYOR MUYUM?
Allahü Teala iyi
mü’minlerin: “Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirmeleri gerektiğini”
söylüyor. Üstelik dinlediği sözlerden dolayı kulaklarının sorumlu olduğunu
belirtiyor.
Kurtuluşa eren
mü’minlerin vasıflarının tek tek sayıldığı Mü’minun suresinde, onların namazda
huşu içinde oldukları bildirildikten sonra hemen ikinci vasıf olarak “Boş ve
faydasız sözlerden yüz çevirdikleri” ifade buyurulmaktadır. Bir anlamda, boş ve
faydasız şeylerden yüz çevirmenin günlük hayatın huşuu demek olduğuna dikkat
çekilmektedir. Namazda gönül huzuru ne ise, günlük hayatta da boş laflardan uzak
kalmak odur. Yani insana aynı duruluğu ve huzuru yaşatır. Ancak şu da bir başka
gerçektir ki, namazda huşu’ nasıl her zaman yakalanmazsa, boş ve faydasız
sözlerden uzak kalabilmek de o kadar zordur. Bu yönüyle de aralarından bir
benzerlik bulunmaktadır. Başarılabilmesi halinde her ikisinin de mü’mine
kazandıracağı mutluluk ve seviye gerçekten son derece büyüktür.
“Bilmediğin bir
şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o (yaptığı) ndan
sorumludur.”
Gıybet etmenin,
herhangi bir Müslümanı, hoşlanmayacağı şeyleri arkasından söyleyerek
çekiştirmenin haram olduğunu biliyoruz. Burada ise, bizzat kendisi gıybet
etmemekle beraber, başkasının yaptığı gıybeti dinlemenin de yasak olduğunu
öğrenmekteyiz. Böyle bir durumla karşılaşınca yapılacak ilk iş, bir yolunu bulup
bu gıybet olayına mâni olmaktır. Hadisimiz işte böylesi bir müdâhalenin yani
gıybeti yapılan Müslümanı savunmanın, ahiretteki sonucunu bildirmektedir.
Öyleyse ben
Rasülullah Efendimiz’in tavsiye ettiği gibi, ya din kardeşimin haysiyetini, ırz
ve namusunu, onu çekiştirenlere kaşı korumalıyım veya böyle meclislerden kalkıp
giderek tavrımı koymalıyım.
Hemen hemen her gün
ve saatte yaşadığımız bir olaydır. Bir dost meclisinde, bir kahve toplantısında,
hanımların bir araya geldiği altın günlerinde vb. toplantılarda, ya gıybet
yapılır ya da gıybet dinlenir.
Peki gıybet’e Kur’an
nasıl bakıyor? Biz mü’minleri hangi tehlikelerin beklediğini haber veriyor?
Gıybet yapılırsa gıybet edenin ve edilenin durumu ne olacaktır? İşte bu
soruların cevabını bakın Allahü Teala bize nasıl haber veriyor?
“ Ey iman
edenler! Zannın çoğundan kaçının. Zira zannın bazısı günahtır. Birbirinizin
kusurunu araştırmayın ve bazınız bazınızı gıybet etmesin. Sizden biriniz ölü
kardeşinin etini yemeyi sever mi? Bak hemen ondan tiksindiniz. Allah’tan korkun,
şüphesiz Allah tövbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.”
Hüsn-ü zan;
her şeyi iyiye yorma, her şeyin iyi tarafını görmedir.
Su-i zan
da; bunun tam tersidir.
Bu zan’na bir örnek
verelim: İki arkadaş bir köşe başında durmuş karşıdan sallanarak gelen ve elinde
de gazete kağıdına sarılı bir şişe olan adam görüyorlar, birisi şöyle diyor;
“Adama bak, akşama kadar meyhanede içmiş, doyamamış eline bir şişe almış içmeye
devam ediyor.” Diğer arkadaş ise; “ Adam akşama kadar ayakta çalışmış,
yorgun düşmüş akşam da çocuğuna süt götürüyor.” Bu arkadaşlardan ikisi de o
şahsı içerken görmediler. Birisinin ki “hüsnü zan”, diğerinin ki “sui
zandır”. Hüsn-ü zanda bulunan her zaman sevap alır. Sui zanda bulunan ise,
dediği doğru olsa bile günaha girer. Çünkü gözü ile görmediği bir konuda karar
vermiştir.
Efendimiz “gıybet
için yapılan söz denize karışsa bulandırır”
Gıybetin rüzgarların kokusunu bile değiştireceğine işareten bir gün rüzgarda
kötü bir koku hissedilince Efendimiz “Bu koku insanların gıybetini yapanların
kokusudur”
buyurmuştur.
Efendimize
“Gıybet nedir?” denildiğinde “Kardeşinin hoşlanmadığı şekilde onu
anmandır”
buyurdu.
Yani gıybet etmenin
ne kadar kötü ve iğrenç bir karşılığı olacağının ifadesidir.
İnsanlar
birbirlerinin yüzlerine karşı söyleyemedikleri sözleri niçin söylerler? Sevdiği,
konuştuğu kardeşi bu çirkin sözleri niye yüzüne karşı söyleyemez. Günümüzün
gelişen teknolojisinden istifade ederek, bazı kişiler cep telefonlarına mesaj
göndererek, meramlarını ifade edebilmektedirler. Kişilerin şeref, haysiyet ve
namuslarına dil uzatabilmektedirler.
Rasülullah (sav):
“Kim din kardeşinin haysiyetini, ırz ve namusunu, onu çekiştirenlere karşı
korursa Allah da onu kıyamet gününde korur.”
O zaman başkalarının
yapmış olduğu gıybeti dinlemeyeceğiz ve din kardeşimizin şeref ve haysiyetine
dil uzatıldığı zaman sessiz kalmayacağız. Böylece üç soruyu tamamladık. Eğer
gıybet dinlememeye de söz verdiğimiz takdirde, müjdecim, kurtarıcım, rehberim,
peygamberim dediğimiz, peygamberimizin ölçülerine göre Müslümanlığımızın
derecesi yükselecektir. % 40 olan başarı yüzdemiz şimdi bu üçüncü madde ile
birlikte % 60’a yükselecektir.
Şimdi de dördüncü
soruya gelelim. Bu soru ve alacağımız cevap da son derece önemlidir. Çünkü biz
faydalı söz söylemeye, gıybet, dedikodu yapmamaya söz verdikten sonra bir de
gıybeti dinlememeye ve dinleyenleri de önlemeye söz vermiştik. Bakalım dördüncü
maddede ne var?
4) ACABA BEN
İNSANLARIN ARASINI BOZMAK İÇİN SÖZ TAŞIYOR YANİ KOĞUCULUK YAPIYOR MUYUM?
Peygamberimiz
Efendimiz (sav)’in “Koğuculuk yapan cennete giremez”
buyurduğunu, insanların arasını bozmak için laf taşıyanların kabirlerinde azap
göreceklerini söylediğini unutmayalım. Konuyla ilgili şöyle bir hadis rivayet
ediliyor:
“İbn Abbas (R.Anhüma)
anlatıyor: Rasülullah (sav) (bir gün) iki kabre uğradı ve:
“(Bunlarda
yatanlar) azab çekiyorlar. Azapları da büyük bir günahtan değil” buyurdular.
Sonra sözlerine şöyle devam ettiler:
“Evet! Biri,
nemimede (laf getirip götürmede) bulunurdu. Diğeri de idrar sıçrantısına karşı
korunmazdı.” Aleyhisselatü vesselam sonra yaş bir hurma dalı istedi. İkiye
böldü. Birini birinin üzerine dikti, birini de öbürünün üzerine dikti. Sonra da:
“Belki bunlar yaş
kaldıkça azapları hafifler.”
Buyurdular.
İnsanların arasını
bozmak, onları birbirine düşürmek maksadıyla söz getirip işini çokça yapan, onu
iş edinmiş olana nemmâm denildiği onun da cennete giremeyeceği çok kesin bir
şekilde ifade buyurulmaktadır.
Halkımızın
ifadesiyle “müzevirlik yapmak”, “koğuculuk etmek”
demek olan nemime, iki kişinin arasına bozma amacına dayalı olması
dolayısıyla gıybetten ayrılır. Çünkü gıybet, orada olmayan bir kimseyi
hoşlanmayacağı bir şey ile anmaktır. Gıybette bozgunculuk maksadı bulunması şart
değildir. Nemime insanların birbirleri hakkında söyledikleri sözlerin, onların
yanında veya gıyabınca aralarını bozmak maksadıyla diğerine nakledilmesi
demektir.
Aslında nemime,
birinin sözünü onun gıyabında hakkında söz edilmiş olan kimseye götürüp “falan
senin hakkında şöyle şöyle diyor” şeklinde konuşmaktır. Kişinin gıyabında olması
yönüyle gıybete benzer ise de, sözü söyleyen ile nakledilen kişinin arasını
bozma niyeti onu gıybetten ayırır. Bu haliyle nemime, gıybetten daha ağır bir
günahtır.
Peygamberimizin
kabirlerini ziyaret ederek, haklarında konuştukları iki kişiden biri olan
koğucunun mezarında da rahat olamayacağı, azaba tabi tutulacağı
bildirilmektedir. Peygamber Efendimiz’in, kabirlerinde azab gören o kişi
hakkında “Azab görmeleri büyük bir günah sebebiyle de değil” buyurması,
“onlara göre büyük olmayan” demektir. Yoksa gerçekten “büyük bir suç
olmayan” demek değildir. Esasen Peygamber Efendimiz de “Evet, aslında
günahları büyüktür” buyurmak suretiyle durumu açıklamış oluyor.
Nitekim işledikleri
günahları ve hataları önemsemeyen, basite alan ve küçük gören çok insan vardır.
Hadisimizdeki iki kişinin de bir anlamda, söz ve idrar damlacıkları arasında bir
ilgi kurarak, “Bir iki söz değil mi, bir iki damlacık değil mi ne çıkar
bundan” anlayışı içinde davrananlardan olduklarına işaret edilmektedir.
Hatasını küçük görme halet-i ruhiyesine Hz. Aişe validemize iftira edilmesi
olayı dolayısıyla yüce kitabımızda şöyle işaret buyurulur. “Siz önemsiz
olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir suçtur.”
Hadisimizden,
koğuculuk niyetiyle ağızdan çıkacak kelimelerin, ortalığı berbat etmek
bakımından idrar damlacıklarına benzetildiği izlenimini edinmek mümkün
gözükmektedir. Bu da bizi, nemimenin mutlaka korunulması, temizlenilmesi gereken
bir pislik olduğu sonucuna götürür.
Rasülü Ekrem
Efendimizin yaş bir hurma çubuğu isteyip onu ikiye ayırdıktan sonra,
“Bunlar yeşil kaldıkça belki azapları hafifler” buyurarak o iki
mezarın üzerine diktiği kaydedilir. Bu da Efendimizin günahkarlara karşı olan
şefkatinin bir göstergesidir. Aynı zamanda kabristanların ağaçlandırılması ve
yeşillendirilmesini teşviktir.
Evet, artık bu kadar
geniş bir açıklamadan sonra kim koğuculuk yaparak, kendisine cenneti haram
kılmak ister. Bizim mücadelemiz, bütün gayretimiz, ibadetlerimiz hep cenneti
kazanmak için değil midir? O halde peygamberimizin ölçülerine göre
Müslümanlığımızın kalitesini bulmak için yaptığımız hesaplamayı hatırlarsak,
koğuculuk yapmaktan da vazgeçtiğimize göre, % 80’e çıkmıştır. Artık geriye % 20
lik bir oran kalmıştır.
Şimdi % 80 müslüman
olan bizlerin son bir gayretle bir soru da sorarak ve cevabını da doğru olarak
vererek bunu % 100’e çıkaralım. İşte son soru da geliyor:
5) ACABA BEN
YALAN SÖYLÜYOR MUYUM?
Halbuki benim
müjdecim, kurtarıcım, rehberim, peygamberim, önderim dediğim, kendime ölçü
olarak aldığım Peygamberim, yalancılığın, Müslümana yakışmayacağını, bunun
münafıkların huyu olduğunu, görmediği bir rüyayı gördüm diye anlatmanın bile
yalancılık sayıldığını,
yalancının önünde sonunda cehenneme gireceğini haber veriyor:
Abdullah İbn Mes’ud
(ra)’den rivayet edildiğine göre Nebi (sav) şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki
sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete
iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye
kaydedilir. Yalancılık yoldan çıkmaya (fucûr) sürükler. Fucûr da cehenneme
götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb)
diye yazılır.”
Hadiste, yalan
konuşa konuşa insanın yalancılığı adeta meslek edineceği, yalana iyice
alışacağı, yalana alışan insanın da fücur denilen her türlü kötülüğe hazır hale
geleceği bildirilmektedir. Fücurun ise insanı cehenneme götüreceği
anlatılmaktadır. Bu tesbit, yalan konusunda son derece dikkatli olunması için
çok ciddi ve açık bir uyarıdır. Yalanın küçüğü büyüğü olmaz demektir. Ayrıca
yalancılığın ve sahteciliğin İslam’da yeri olmadığını ortaya koymaktadır.
Yalancılığı âdet
edinen kişinin Allah katında “kezzâb” diye tescil edilmesi, yalanın
insanı ne kadar ağır ve kötü bir duruma düşürdüğünü göstermektedir. Ahirete ait
sonuç ise, cehennem olmaktadır.
Müjdecim,
kurtarıcım, rehberim, peygamberim dediğim ve kendisine uymayan ölçü hayat bile
olsa teperim dediğimiz o yüce insan, bizi münafık olmaktan korumak için bakın,
münafıkları nasıl tarif ediyor:
“Dört huy vardır
ki bunlar kimde bulunursa o kişi tam münafık olur. Kimde de bu huylardan biri
bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir sıfat bulunmuş
olur:
Kendisine bir şey
emanet edildiği zaman ona ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verince
sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.
Hadiste geçen nifak,
inançta iki yüzlülüktür. Yani içinden inanmadığı halde inanıyormuş gibi
davranmak demektir. Böylesi bir inanç sahtekarlığının dışa vurumunun dört yolu
hadisimizde teşhis edilmektedir. Bu dört huyun hepsinin birden bir kişide
bulunması o kişinin tereddütsüz ve katıksız bir münafık olduğunu göstermektedir.
Bu dört huydan herhangi birinin kendisinde bulunduğu kişi, o huyu terk edinceye
kadar, münafıklıktan bir alamet taşımaya devam eder. Kişinin münafıklığını
gösteren işaretlerden biri de yalancılıktır.
Yalan konuşmayı,
yalan dolanla iş çevirmeyi beceri ve başarı sayanlar, bu hadis-i şerifin
taşıdığı tehdit unsurunu iyice düşünmelidirler. Tabii münafığın, kafirden daha
beter bir durumda olduğunu unutmadan bu değerlendirmeyi yapmalıdırlar.
Hadisimiz, bir
bakıma yalanın haram kılınmasının gerekçesini de gözlerimiz önüne sermektedir.
Çünkü insanı münafık durumuna düşüren bir huy elbette müslümana yakışmaz.
Müslümanın ondan uzak kalması gerekir.
Bizi bizden daha çok
düşünen Rabbimiz’in yalan konusunda koyduğu yasağı dikkate alıp ona göre doğru
sözlü, dürüst bir Müslüman olarak yaşamaya bakmak bizlere düşen en önemli görev
olmalıdır. İzzet, şeref ve mutluluk her konuda olduğu gibi bu mevzuda da yüce
dinimizin koyduğu sınırlara bağlı kalmakla sağlanabilir.
Emanete ihanet,
sözünde durmamak, düşmanlıkta aşırı gidip haksızlık etmek gibi hadisimizde
zikredilen münafıklık alametlerinin her birinin ne kadar büyük kusurlar olduğu
ve onlardan uzak kalmanın ne kadar gerekli bulunduğu günümüzde çok daha iyi
anlaşılmaktadır. Kendi iç güvenini büyük ölçüde kaybetmiş bir toplumun fertleri
olarak, bu hadisi herhalde en iyi biz anlamaktayız. “Temiz toplum” bu
ahlaki ve yaygın kusurlardan kurtulmadan nasıl oluşturulabilir ki?
Hadis-i şerifte
sayılan dört alametten birincisi yani;
1.
Yalan söylemek;
sözün bozuk olmasına;
2.
Va’dinden dönmek;
niyetin bozukluğuna,
3.
Hıyanet;
fiilin, davranışın bozukluğuna,
4.
Düşmanlıkta haddi aşmak;
karakterin ve seciyenin bozukluğuna delalet eder.
Bu alametler, bazen
gerçekten Müslüman birinde bulunabilir. O takdirde o kimseyi küfürle veya
münafıklıkla mı itham edeceğiz? Halbuki bir müslümanın kafir veya münafık
olduğuna hükmetmenin caiz olmadığı, hatta bunun haram olduğu konusunda ümmetin
icmai vardır. İmam Nevevi, kendisinde bu nitelikler bulunan müslümanın münafığa
benzediğini ve münafıkların ahlakıyla ahlaklandığını fakat kafir ya da münafık
olmadığını söyler. Rasül-ü Ekrem Efendimiz, Müslümanların münafıklık
alametlerini adet ve ahlak haline getirmemelerini ihtar eder ve onları bundan
sakındırır.
O halde ben de
yalandan sakınmalıyım, Şahsiyetli bir Müslüman olduğumu hiçbir zaman
unutmamalıyım.
Şimdi bu beş soruyu
değerlendirdiğimiz zaman, hepsine olumlu cevap verdiğimiz zaman
Müslümanlığımızın derecesi % 100’e çıkmaktadır. Tabii ki bu soruları arttırmak,
farklı alanlarda sorular sormak mümkündür. Ancak bu konferans çerçevesinde bu
sınırı da çizmek gerekir.
Evet, artık yalan
söylemenin müslümana ait bir sıfat olmadığını da öğrendik. Müslüman doğru
olacak, Peygamber Efendimize cahiliye döneminde söylenildiği gibi “el-Emin”
diye anılacak. Adımızın Hasan, Hüseyin, Ahmet, Mehmet olması ne kadar normal ve
tabii ise, “el-Emin” olmak da o kadar tabii ve normal olmalıdır. Hiçbir
Müslüman, ben hem müslümanım hem de bana güvenilmez demek istemez. Peki bu nasıl
olur?
Müslümanın kardeşine
yardım etmesi, güler yüz göstermesi, ihtiyacı olduğunda karşılaması, sıkıntısı
varsa sıkıntısını gidermesi onun vasıflarındandır.
Hz. Peygamber, söz
ve fiillerinde insanlığın, hayatın her sahasına dair takip edeceği misaller
bulunan, yolundan gidenlerin, hayatlarını sevgi, güzellik, huzur ve hayırla
süsleyecekleri örnek insandı.
Kendisine Peygamberlik vazifesi verilmesinin ilk dönemlerinde, üstlendiği
görevin ağırlığını ve karşılaşabileceğini tahmin ettiği gelişmelerin kaygısını
çekerken, Hz. Hatice’nin söylediği şu sözler, onun kişiliğini tanımak açısından
oldukça önemlidir.
“… Vallahi, Allah
seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabalarına bakarsın, sözün doğrusunu söylersin,
fakir ve muhtaçlara elinden gelen yardımı yapar, hiç kimsenin
kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafirlere ikram eder, onları ağırlarsın,
Hak’tan gelen felaketler karşısında insanlar yardım edersin.”
Peygamberim de
mü’minlerin tıpkı, bir binanın parçaları gibi birbirine tutkun olmaları
gerektiğini, Müslümanların din kardeşini düşmana teslim etmeyeceğini, sıkıntıda
ise sıkıntısını gidereceğini, darda ise elinden bir birbirlerine tıpkı bir beden
gibi sargın olacaklarını, birbirinin derdiyle dertleneceklerini söylüyor.
“Müslüman
müslümanın (din) kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu düşmana terk etmez. Kim (din)
kardeşinin bir ihtiyacını karşılarsa Allah da onun bir ihtiyacını karşılar. Kim
bir müslümandan dünya sıkıntısını giderirse Allah da buna karşılık ondan kıyamet
gününün sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderir. Kim bir müslümanın ayıbını
gizlerse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.
Müslümanların
kardeşliği İslamiyet itibariyledir. Nitekim Allah (c.c.) “Mü’minler ancak
kardeştir.”
buyurmuştur.
Canlıların rızkını
Allah üstlenmiştir. Onların sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını gidermek, onlara
iyilik yapmaktır. Müslümana zulmetmek ve onu zalimlerin eline terk etmek
haramdır. Müslümanın ihtiyacını karşılamak ve sıkıntısını gidermek için çalışmak
Müslümanların görevidir.
Konumuzla ilgili bir
diğer hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Birbirlerini
sevmekte, karşılıklı acımalarında, esirgemelerinde mü’minler, uzuvlarından biri
hastalanınca diğer azalarının da birbirlerini uykusuz ve ateş içinde bırakarak
onun acısına ortak olan vücut gibidir.”
Benim Peygamberim
aynı zamanda; “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi
için de sevip arzu etmedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” buyuruyor.
Yine benim Efendim
Müslümanların karşılıklı görevlerinden söz ederek birbirinize selam verin alın,
hastalandığınız zaman birbirinizi ziyaret edin, ölenlerinizi defnedin,
haksızlığa uğrayanlara yardım edin, davet edenin davetine katılın, aksırana
teşmit edin, diyor.
Acaba ben din
kardeşlerime ne ölçüde yakınlık duyuyor, onlarla ne kadar ilgileniyorum?
Haksızlığa uğrayan kardeşime ne kadar yardım ediyor, yanlarında ne ölçüde yer
alıyorum? Kısacası ben onlara ne kadar değer veriyorum?
Netice itibariyle
benim Peygamberim Allah’tan aldığı buyrukları getirdi, uymam ve uygulamam için
ortaya bir hayat tarzı koydu. Bana, dünya imtihanında başarılı olmanın yolunu ve
usulünü gösterdi. Acaba ben onun ortaya koyduğu hayat tarzını ne kadar
benimsiyorum? Onun buyruklarına ne kadar saygılı, sünnetine ne kadar bağlıyım?
Hepsinden önemlisi, acaba ben, onun koyduğu ölçülere göre ne kadar müslümanım?
Yaşadığımız hayatı
yeniden gözden geçirelim. İçinde 24 saatimizi geçirdiğimiz evin ne kadarı
Muhammedî kokuyor, çocuklarımızla münasebetimizde peygamberimizin şefkatini,
merhametini onlara da aktarabiliyor muyuz? Çocuklarla çocuk olabiliyor, onların
dilinden anlayabiliyor muyuz? Çocuklarımıza peygamberimizi tanıttık mı?
Babam, biz çocukken
şöyle anlatırdı. “Oğlum biz sizi dedenizin yanında sevemedik. O zaman bir
babanın yanında çocuğunu öpmek, sevmek, okşamak ayıp sayılırdı.” diye anlatırdı.
Örf adına, adet adına ne kadar yanlışlar yapılıyor.
Peygamber Efendimiz
torunlarını sevip öperken, onu gören birinin “Ya Rasülallah! Benim on tane
çocuğum var. Hiçbirini sizin gibi öpmedim” demesine karşılık:
-
“Allah senin kalbinden merhameti almışsa ben ne yapabilirim”,
şeklinde cevap
vermiştir.
Şimdi benim iki tane
kızım var. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminde, İzmit’te kayınpederime ait 7
katlı evin üçüncü katında iken bina depremde dümdüz oluyor. Tam 38 saat sonra
eşim, iki kızım ve kayınvalidemi Allah bize bağışladı. Kayınpederim vefat etti.
Kayınpederim 20 yıl
Almanya’da çalıştı. Bütün parasını bir eve yatırdı. Dört katlı idi. 3 Kat daha
çıktı. Son katı teras katı olarak yaptı. Bizler damadı, kızı, torunları, oğlu,
gelini ziyaretlerine geldiğimizde rahat edelim diye yaptı.
Eğer o binanın
kendisine mezar olacağını bilseydi, yapar mıydı? Sizler bu konferansa gelirken
yolda kaza yapacağınızı bilseniz gelir miydiniz?
Evet, babam bizleri
küçükken öpemediğinden yakınırken, ben onun anlattıklarına göre şöyle düşündüm.
“Oğlum biz çocuklarımızı dedenin yanında öpemedik. Ama siz çocuklarınızı
öpün, sevin, bizim yapamadığımız güzellikleri siz yaşayın” şeklinde anladım.
Ama yanlış anlamışım. Çünkü ben kızlarımı babamın, annemin yanında sevince,
babam anneme. ”Şu bizim Vehbi’ye söyle, fazla ileri gidiyor. Bıraksın da
buradayken biz sevelim. Onlar evlerine gidince sevsin” diyor.
Şimdi ben merak
ediyorum. Bu davranışın hangi tarafı Peygamberî kokuyor? Onun için sevin
çocuklarınızı, öpün, koklayın. İnsan çocuğunu sevmek için babasından, annesinden
izin mi alacak? Babacığım diye kollarını açarak size koşan yavrunuza, “Babam,
annem var seni kucağıma alamam” diye nasıl dersiniz? diyemezsiniz.
Çocuklarımıza karşı
davranışımızda, aile münasebetlerimizde, evde yaşayışımıza bir göz atalım? Hani
bir gün kapımız çalınsa da Peygamberimiz evimize gelse… Kendi getirdiği İslam
dininin kaçta kaçını yaşadığımızı bize sormaya, görmeye gelse…
Merak ediyorum.
Eğer bir gün
Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse, Yalnızca birkaç günlüğüne aniden çalsa
kapınızı, Merak ediyorum neler yapacağınızı... Biliyorum ama böylesine şerefli
bir konuğa açacağınızı en güzel odanızı, Ona sunacağınız yemeklerin en iyisi
olacağını ve inandırmaya çalışacağınızı, Onu evinizde görüyor olmaktan mutluluk
duyacağınızı; Gerçekten evinizde ona hizmet etmekten alacağınız hazzı.
Fakat söyleyin bana,
Efendimizi evinize doğru gelirken gördüğünüzde, Onu kapıda mı karşılayacaksınız?
Yoksa onu içeri almadan önce, aceleyle, bazı dergileri, gazeteleri çarçabuk
saklayıp yerine Kur'an’ı mı koyacaksınız? Peki hala Amerikan filmlerini
seyredecek misiniz televizyonda? Yoksa kapatmaya mı koşacaksınız aceleyle, O
size kızmadan önce? Kim bilir?
Belki de ağzınızdan
hiç çıkmamış olmasını mı dilerdiniz, Hatırlayamadığınız en son çirkin
kelimeyi... Peki ya dünyalık müziğinizi, kasetlerinizi de saklayacak mısınız? Ve
bunun yerine ortalığa, kitaplığınızın raflarında tozlanmış, Hadis kitaplarını mı
çıkaracaksınız? Hemence içeriye girmesine izin verecek misiniz? Yoksa telaşla ne
yapayım diyerek, sağa sola mı koşturacaksınız?
Merak ediyorum:
Eğer Peygamber Efendimiz, Bir kaç günlüğüne sizinle birlikte yaşasa, yapmaya
devam edecek misiniz, her zaman yaptığınız şeyleri? Ailenizdeki sohbetler eski
halini koruyacak mi? Her yemekten sonra sofra duası etmeyi, yine zor mu
bulacaksınız? Hiç yüzünüzü asmadan, oflayıp puflamadan, her vakit namazınızı
kılacak mısınız?
Ya sabah namazı
için, sıcacık yatağınızdan, erkenden fırlayacak mısınız? Peki ya yine
mırıldanacak mısınız, her zaman söylediğiniz şarkıları? Ve okuyacak mısınız, her
zaman okuduğunuz kitapları? Peki bilmesine izin verecek misiniz, aklınızın ve
ruhunuzun beslendiği şeyleri? Yoksa hiç bilmemesini mi isterdiniz? Şöyle diyelim
ya da:
Gideceğiniz her yere
götürebilecek misiniz Peygamberi de? Yoksa birkaç günlüğüne değişecek mi
planlarınız? Tanıştırmaktan onur duyacak mısınız en yakın arkadaşınızı onunla?
Yoksa hiç karşılaşmamalarını mı umardınız, Peygamberin ziyareti bitene dek
birbirleriyle?
Şimdi söyleyin açık
yüreklilikle, Onun kalmasını ister misiniz sizinle? Sonsuza dek, hep birlikte...
Yoksa rahat bir nefes mi alacaksınız, ziyareti bitip gittiğinde? Gerçekten
bilmek ilgi çekici olabilir değil mi? Bilmek ve düşünmek… Eğer bir gün
Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse yapacağımız şeyleri... Eğer bir gün
Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse, yalnızca birkaç günlüğüne aniden çalsa
kapınızı, Merak ediyorum neler yapacağınızı ...
BİR GÜN KAPI ÇALAR
Sabahın erken saatlerinde... Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün
litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz.
Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden "Bugün
kahvaltıyı bahçede yapayım" diye geçirirsiniz...
Kapı Çalar...
Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kağıda imza atarsınız.
Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten
tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır. "Artık canım
sıkılmayacak " deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga
uzanırsınız…
Kapı
Çalar...
Kapıya koşarsınız. Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz.
Sohbetleriniz saatler boyu, hatta bütün gün sürer. "Yaşamak ne güzel "
dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken..
Kapı
Çalar...
Çalmadan içiniz titremiştir zaten "O" dur gelen. Yüzyıllardır bekliyormuş gibi
koşarsınız kapıya. Oysa dün gece ayrılmışsınızdır. Teninin tuzu hala
dudaklarınızda, kokusu burnunuzda, sesi kulaklarınızdadır. "Nerede kaldın?"
dersiniz. "Öyle özlemiştim ki ..." Sarılırsınız bir daha kopmamacasına,
öpersiniz doyasıya, hayır hayır doyamamacasına.
Kapı
Çalar...
Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz.
Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok, tam o sırada bir daha çalınca kapıyı
açarsınız. Komşunuzun oğlu, elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları
bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz. "Elbette
göremem. Keratanın boyu bir metre.." Bu küçük hadise neşelendiriverir
ortalığı....
Kapı
Çalar...
Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne
çıkmıştır. "Oğlum benim.." diye hasretle kucaklarken göz yaşlarınızı
zaptedemezsiniz. Mutluluğunuz oğlunuzun izni kadar uzar... Kapının her
çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her
sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar...
Ve
kapı çalmaz.
O
gün en büyük misafiriniz gelir. Adeta kapıyı kırmıştır. Alıp gider sizi,
şaşırırsınız.
"Niye haber vermedi?" diye içinizden geçirirken; "Doğduğundan beri
zile basmaktayım" der. Bir şeyler söylemek istersiniz o an. Ama o andan
sonra diliniz dönmez. Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir...
Evet, biz o Yüce Peygamberi çok özledik. Bir gün kapımızı çalar diye bekliyoruz.
Evimiz her onu misafir etmeye hazır bir şekilde bekliyor. Başta kendimiz,
ailemiz, çocuklarımız hep onun izinde, onun yolunda. Yani Peygamberimiz gelse
hazırız değil mi? O Yüce insanı, “Hoş Geldin Ya Rasulallah” İşte bu benim eşim,
benim kızım, oğlum Ya Rasulallah.. Buyur, evimizin en güzel köşesini, en güzel
odasını Senin için hazırladık. Evimize şeref verdin demeye hazırız.
Sonuç olarak;
Hz.
Peygamberi örnek almayı ve onun hayatından davranış modelleri çıkarmayı; sahip
olduğu ahlâki faziletleri hayata geçirmeyi, getirmiş olduğu dini zihniyeti
benimsemek ve gelişen olaylar karşısında onun gibi tavır alabilmek şeklinde
anlamamız gerektiği kanaatindeyiz.
Ne
olur.
Gel
Ey Muhammed bahardır
Dudaklar ardında saklı
Aminlerimiz vardır.
Hac’dan döner gibi gel
Mirac’tan iner gibi gel
Bekliyoruz yıllardır.
Bir
demet gül var elimizde, titreyen yüreğimiz var. Güllerimiz solmadan, gül kurusu
ağlamadan yüreğimiz, ne olur gel Efendimiz.
Sevgili
Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (SAV)’in kutlu doğumunun 1431.
yıldönümünün, cennet vatanımızın huzur ve mutluluğuna, necip milletimizin birlik
ve beraberliğine, bütün insanlığın hidayetine, Müslümanların da peygamber
ahlâkına ve yaşantısına yönelmesine vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz eder,
hepinize gecemize şeref verdiğiniz için teşekkür eder, saygılar sunarım.
|