BEN PERİYE PERİ DEMEM, PERİ GÖZE GÖZÜKMEYİNCE!



1992 yılının şapkasından tavşan yerine, bahar aylarını çıkardığı
günlerinden birinde, telefonum çaldı. Arayan genç bir kadındı. Bir kadın
dergisi için yazı yazıp yazamayacağımı soruyordu. Derginin bir "anti" köşesi
vardı ve her ay bir sanatçı buraya "karşı olduğu" bir konuda yazı yazıyordu.
Öneriye önce şüphe ile yaklaştım, sonra bu teklifi ancak konuyu kendim
seçersem kabul edebileceğimi söyledim. İsteğim hemen onaylandı. Ertesi gün
dergiyi arayıp hayvanat bahçeleriyle güzellik yarışmalarını birbirine
bağlayan bir yazı yazacağımı bildirdim. Birkaç gün sonra da, dergiye gidip
yazıyı teslim ettim. Orada, yazı ile birlikte yayınlanmak üzere,
fotoğraflarımı da çektiler. O zamanlar, bugünkü gibi tombul fok benzeri biri
olmadığım için, fotoğraf karelerine sığıyordum. Sorun çıkmadı. Haziran
ayında da, yazı "HAYVAN ET (!) BAHÇESİNDEKİ GÜZELLİK YARIŞMASI" başlığı ile
yayınlandı. Şimdi çoluğu çocuğu alıp o yazının içine yeniden girelim:

Geçen yıl Ankara Hayvanat Bahçesi'nin sevimli foku aniden
hastalanıp öldü. Yapılan otopside, midesinden çivi, cam ve tel parçalarıyla
taş ve kum taneleri çıktı. Fokun ölümünün, onu doğal ortamından koparıp
alan, hatta doğal ortamını da bozan o uygar (!) insanların kendisine
attıkları bu nesneler yüzünden olduğu anlaşıldı. Fok yavrusuna, yiyecek
sanıp havada kapıyor diye, cam parçaları ve çivi atan insanların birkaçı,
belki de, aynı akşam bir gece kulübünde şarkıcıların başından aşağı gül
yaprakları döküyor, paralar fırlatıyorlardı.
Bir hayvan : Midesinde cam parçaları ve çivilerle, acılar içinde kıvranarak
ölen yavru fok.
Bir bitki : Arabesk fonda, yırtık yaprakları kirli ayakkabılar altında
ezilen gül.
Bir insan : Fok yavrusuna çivi, yatmak ve etine sahip olmak için peşinde
koştuğu şarkıcıya da gül yaprağı atan biri. İçimizden biri.


Neden anlatıyorum sizlere bunları ? Çünkü, metropollerin ortasındaki
hayvanat bahçelerinin bana verdiği, hep bir suçluluk duygusu olmuştur. Orada
hayvanlar, kirli suların, demir parmaklıkların, tel örgülerin içinde sirk
gurbetçileri gibi dururlar. Biz ise, maymunlara sigara ikram etmek gibi
girişimci ve kibar (!) davranışlarla, tavuskuşlarını kovalayıp
kuyruklarından birer tüy koparma çabası içinde gezeriz Hayvanat Bahçesi'ni.
Hayvanların protesto ve grev hakları yoktur. (İnsanların var mı ki, çocuk ?)

Yıllar önce, yine Ankara Hayvanat Bahçesi'nde tüylerimi diken diken eden
bir olaya tanık oldum. Bahçeyi çevreleyen duvarların da dışına taşan, acı
dolu bir hayvan sesi ortalığı korkuya boğuyordu. Sabahtı. Sesin sahibini,
kedigillerin kafeslerinden birinde buldum. Bir köşede, minik gözleriyle
korku içinde bakan iki yavru leoparın annesi, topallayarak kafesin içinde
dolanıyordu. Etrafı süpüren çöpçülerden biri, durumu açıkladı. Dün,
yavruları almak ve anneden ayırarak ehlileştirmek isteyen görevlilere pençe
atarak karşılık veren anne leoparın kafesten çıkan ayağı, bu kişilerce
sopayla vurularak kırılmıştı. Başaramamamın intikamını bu şekilde
almışlardı. Leoparla bir an gözgöze geldiğimde, nefretinin soyut bir uzay
kadar uçsuz bucaksız olduğunu anladım. Kendisine bir eşya, bir köle, bir
gösteri canlısı olarak bakan insan türüne duyduğu sonsuz kini iliklerimde
hissettim.
Geçenlerde güzellik yarışmalarından birine katılan bir arkadaşım,
yarışmadan söz ederken, salondaki birçok erkeğin kendilerine yiyecekmiş gibi
baktıklarını, o an kendisini kafesteki bir hayvan gibi duyumsadığını
söyledi. Bu sözler, yaşamı ve şiiri sorular üzerine kurulu olan beni, bu
ipikırık şairi, yeni soru yumaklarına ve televizyondaki bir güzellik
yarışmasını izlemeye yöneltti. Parlak ışıklar altında, geleceklerinin bu
yarışma sonucuna bağlı olduğuna inanmış genç kızlar, bedenlerinin bütün
çizgilerini, girinti çıkıntılarını gözler önüne seren mayolarla
podyumdaydılar. Güzellik yarışması, doğal yolla gelen, sonradan kazanılması
olanaksız bir fiziksel yapının derecelendirilmesini içeriyordu. Kafesteki
leoparın, nasıl ki leopar olarak doğmak kendi seçimi değilse, kızların da
yarıştıkları ve sergiledikleri bedenlerine birkaç fırça darbesi dışında
ekleyebilecekleri fazla bir şey yoktu. (Estetikçilerin parmaklarının
kalktığını görüyorum!) Bir yetenekten, çaba ve emek ürününden çok, genetik
bir mirasın taşıyıcısıydılar. Güzellik yarışması gazisi arkadaşımın
sözlerini anımsayınca, ekranda kızlar yerine, hayvanat bahçesinde dolaşan
tavuskuşları görür gibi oldum. Ve bardaktan boşanırcasına sorular yağmuru
başladı bu kıvırcık saçlı kafamda :
Güzellik yarışmalarının kendi içlerinde bir dizi çelişkisi yok muydu ?
Sadece 20-25 kişi arasından seçilen güzeli, yarışmayı düzenleyen X
kuruluşu, "X Güzeli" olarak adlandırmak yerine, ne hakla "Türkiye Güzeli"
olarak lanse edebiliyordu? Yarışmaya evliler ve dullar neden
katılamıyorlardı? Evlenmek ya da boşanmak kadınları çirkinleştiriyor muydu?
Yoksa bir kızın kızlığı bozulunca güzelliğinin büyüsü de mi bozuluyordu? Ya
da benim bilmediğim birtakım geyik muhabbetleri mi vardı işin içinde?
Jürilerdeki "milli çapkınlar", "çapkın aktörler" bu sıfatlarını kadın
bedenlerini eşya gibi kullandıkları için almamışlar mıydı? O halde Matild
Manukyan'ın da jürilere alınması doğru olmaz mıydı? Genç kızlar, kadın
bedenini aşağılayan bu kişilerin, bir kısmı kadını terbiye etmek için
dayağın gerekli olduğunu söyleyen jüri üyelerinin bedenlerini
derecelendirmelerine nasıl izin veriyorlardı? Kızlar, podyuma neden mayo ile
çıkıyorlardı? O zaman, çıplak olarak yarışmaları gerekmez miydi? Gerçekte,
çok güzel olmak, çok çirkin olmak gibi bir olağandışılık, bir anormallik
değil miydi? Peki, neden çok çirkinlerin katıldığı, en çirkinin seçildiği ve
görkemli bir şekilde ödüllendirildiği yarışmalar yapılmıyordu?
Çağdaş insanat bahçesinin bir köşesindeki bu güzellik yarışması, karanlıkta
uçuşan ateşböcekleri gibi gecenin içinden geçerek uykumu kaçırdı.
Yarışmadaki genç kızlar, kendilerini cinsel kimliklerine, evli mi bekar mı
olduklarına bakarak değerlendiren bu yarışmada neler duyumsuyorlardı? Onlar
da kalçalarına, bacaklarına ve bedenlerinin diğer bölümlerine yiyecekmiş
gibi bakan gözler görüp kendilerini kafesteki hayvanlar gibi kıstırılmış ve
aşağılanmış duyumsamışlar mıydı? Yoksa ün ve zenginlik düşlerinin
pırıltılarıyla kendilerini kanatlı periler gibi mi görüyorlardı?
Neden anlatıyorum bütün bunları sizlere? Çünkü, sabaha karşı daldığım
uykumun en pireler uçuşan yerinde, kendimi HAYVAN ET BAHÇESİ'ndeki bir
güzellik yarışmasında jüri üyesi olarak gördüm.
Oyumu kime mi verdim ?
Kime olacak, iskelete !

(Bu son, "Dedikedi Gökdeleni, Numara : Elli Yedi" adlı uzun şiirimden,
kendimin göz yummasıyla araklanmıştır. Düzyazı, her zaman şiirden bir şeyler
çalmamış mıdır zaten?)


Yayınlandıktan sonra, hayvanlar arasında dedikodulara yol açan bu yazı,
güzellik kraliçesi adayları tarafından okunmadı büyük olasılıkla. Her neyse,
yine de onlara kırgın değilim! Benim sizlere anlatmak istediğim, yazı
yayınlandıktan sonra başıma gelenler!

Birkaç gün sonra, sakal traşı olmak için, işyerimin yakınındaki berbere
gittim. Berberin kanaryasının selamını aldıktan sonra, traş koltuğuna
oturdum. Berber sakallarımı kılların tarihinin derinliklerine gömmeye
başlamadan önce, alışılmadık bir şey yaptı. Dolapların birinden mis gibi
kokan bir damat havlusu çıkardı ve boynuma bağladı. Ardından, ustalık
sınavında kullandığı sedef kakmalı usturasını gün ışığına çıkardı. Yüzümün
derisini sıcak ve nemli havlularla yumuşattıktan sonra, traş etti. O kadar
özenerek traş ediyordu ki, pirelendim. Yoksa berber traş parasına zam mı
yapmıştı? Yooo, duvarda asılı duran fiyat listesi değişmemişti. Derken,
bıyıklarımı makasla düzelttikten sonra, yine o güne kadar yapmadığı bir şey
yaptı. Burun deliklerimin içinde tozlara karşı nöbet tutan kılları
makaslayıverdi, ardından da çakmağını yakarak kulağımın içinde boy gösteren
kılımsıları kavurdu. İyice tedirgin olmuştum. Bu kadarla da kalmadı, traşın
bitiminde alnımı kolonya ile ovup beynimin kabuğuna masaj yaptı. Sonunda,
yine özel bir bölmeden çıkardığı Avrupa malı bir erkek kokusunu üzerime
sıkarken, baklayı gıdığımın altından çıkardı.
"Abi," dedi, "bugün senin fotoğrafını gazetede gördüm. Ünlü bir şairmişsin
meğerse, kusura bakma bilmiyo'dum. Gaz'tede söylediklerinde çok haklısın
abi. Ben de senin gibi düşünüyorum. İmzalı bir kitabını rica etsem ayıp
olmaz di mi abi?"
Berberin suratına mefailün mefailün baktım.
"Hangi gazetede gördün beni?"
Adını söylediği gazete, kumsalda iki üstsüz turist kızın fotoğrafını
gizlice çekip, altına "Helga ile Ulrike, 'Bizim ateşimizi deniz değil, ancak
Türk erkekleri söndürebilir' dedi" yazan ve asparagas haberlerle tıka basa
doldurulan gazetelerden biriydi. İçinde köşe yazarından çok kadın memesi
bulunurdu! Bu yüzden, sütçüler ve oturdukları kentin yakınından tren yolu
geçmeyen öküzler tarafından çok okunurdu!
İyice şaşırmıştım.
Gazeteyi sorduğumda, çarşı kasabının aldığını söyledi. "Bu konu beni
yakından ilgilendiriyor" deyip götürmüş gazeteyi.
Berberin çırağı bir koşu gidip yeni bir gazete aldı.
Gazetenin arka sayfasında, yarı çıplak bir hatun fotoğrafı vardı ve bu dişi
kişi "kendisini kütürdetmek isteyenler için" bazı ön ve arka bilgiler
veriyordu! Hatunun hemen altındaki yazıda benim fotoğrafım bulunmaktaydı ve
ben tam tamına hatun kişinin göbeğinden yeni düşmüş gibi bakıyordum!
Fotoğrafım, kadın dergisindeki yazı için çekilen fotoğraftı ve altında
"Yarışan ne? : Şair Akgün Akova, 'Kızlar genetik olarak kazandıkları bir
fiziksel yapı ile yarışıyor. Allah vergisinin yarışması mı olur?' dedi"
yazıyordu.
Artık mefailün mefailün değil, failatün failatün bakmaya başlamıştım.
Fotoğrafın yanındaki manda gözü büyüklüğündeki başlığı okudum:

"Güzellik yarışmalarına bir erkeğin tepkisi : GÜZELLERİ NEDEN HEP
ÇAPKINLARA SEÇTİRİYORLAR?..."

Haberin (!) yazısı ise şöyleydi:
"Şair Akgün Akova, 'Jürilerdeki milli çapkınlar, çapkın aktörler ve çapkın
şarkıcılar, bu ünvanlarını, kadınları eşya gibi kullandıkları için aldı. O
halde Matild Manukyan'ın da jüri üyeliğine alınması gerekmez mi?' dedi.
Güzellik yarışmalarını 'Hayvan-et Bahçesi' olarak değerlendiren ünlü şair
'Neden bu yarışmalara sadece bekar kızlar katılabiliyor? Neden evliler ve
dullar katılamıyor? Yoksa bir kız, bekareti bozulunca çirkinleşiyor mu diye
sordu?"
Haber(!) bu kadardı. Kadın dergisinde yayınlanan yazımın orasından
burasından apartmalar yapılmış, o dergideki fotoğrafım olduğu gibi
araklanmış ve ben sanki o gazeteden biriyle görüşmüşüm havası yaratılmıştı.
Yazının aslından söz edilmediği gibi, şunu demeye getiriliyordum: "Yahu, şu
güzelleri biraz da biz seçsek!"
Berberden çıkınca telefona sarılıp kadın dergisini aradım. Dergiyle gazete
birbirine rakip iki medya grubu tarafından yayınlanıyordu. Dergi
sorumlusuna, gazetede çıkan yazıdan söz ettim. Gülerek, "Eee?" dedi. "Ne
eee'si?" diye çıkıştım, "Sizden ve benden izinsiz çıkan bu yazıya karşı bir
şey yapmayacak mısınız?" Yanıt kısa ve şekersizdi: "Hayır!"
"Ama," dedim, "hırsızlık değil mi yaptıkları?!" "Önemli değil," dedi, "biz
de onların dergilerinden ve gazetelerinden alıntı yapıyoruz!"
Telefonu kötü harf kokmaya başlayan ağzımdan uzaklaştırıp, yandaki aynaya
baktım. Annemin yumurtasıyla babamın sperminin işbirliği sonucu yaşamdan
alıntılanmış olan yüzümdeki şapşalca anlamla göz göze geldim. Yüzümün "alın"
bölümünü hemen buldum, ama "tı" bölümünü bulamadım. Kadın, telefonun karşı
tarafında "alıntı" ve "çalıntı" konularında küçük bir konferansa başlamıştı
ki, telefonu kapattım. Çünkü çok alınmıştım.
Gazetede görülmemden birkaç gün sonra oturduğum şehirde artık tanınan biri
olduğumu farkettim! Mahallenin manavı bana meyve verirken, çürük ve
eziklerini ayırıyor; kasap et tartarken söylediğimden fazla gelen bölümünü
geri almıyor; resmi dairelere işim düştüğünde ben ikram edilen çayı müdürün
odasında yudumlarken, gereken kağıtlarım memurlar tarafından özenle
hazırlanıyordu. Oysa, o zamana kadar yüzü aşkın şiirim edebiyat dergilerinde
yayınlanmış ve bundan kimsenin haberi olmamıştı. Rastlantı eseri duyanların
ise kılı bile kıpırdamamıştı! Afedersiniz, kılı kıpırdayanlar vardı elbet,
onlar da bu "şair adayı"nı, ne olur ne olmaz diye, fişlediler!

Sonra, zamanın tekerleği bütün anıları ezdi geçti ve bu güzellik yarışması
haberi(!) de unutuldu gitti. Belleğim de, onu bir yerlere ödünç verdi. Ama
altı yıl sonra bir başka dergide, Gökhan Akçura'nın, Türkiye'de yapılan
güzellik yarışmalarının tarihini anlatan yazılarını okuyunca, beynim
kaşındı. Şimdi o yazılardan öğrendiklerimi ve çıkardıklarımı, çamaşırlarımı
da kuruttuğum ipe, siz de öğrenin diye, asayım:

Türkiye'deki ilk güzellik yarışmasını açıkgözlü birinin yönettiği bir film
şirketi, 1925 ya da 1926 yıllarında düzenlemiş. Yarışmada, sahneye çıkan
kızların bazıları alkış ve ıslıklarla karşılanmış; birtakım bıçkınlar
beğendikleri kızlar için tezahürat yapmışlar. Gazetelerin alaya aldıkları bu
yarışmayı, Araksi Çetinyan adında bir Ermeni kızı kazanmış. Onun bu
yarışmayı kazanmasında "kendi sahasında" olmasının rolü vardı mutlaka!
Çünkü, Çetinyan, yarışmanın yapıldığı Melek Sineması'nda yer gösterici
olarak çalışıyormuş!
Ülkemizde yapılan ilk "resmi" ve "ciddi" güzellik yarışmasını
gerçekleştirmek ise 1929 yılında Cumhuriyet gazetesine nasip olmuş. Her
"namuslu" Türk kızının katılabileceğinin belirtildiği bu yarışma
"şartnamesi"nde şöyle bir madde de var: "Bar kadınları müsabakaya iştirak
edemezler."
Aday fotoğraflarının Cumhuriyet gazetesinde yayınlanması aylar boyunca
sürmüş. Bu zaman içinde gazeteye gönderilen mektuplar ise, başka bir yazının
konusu olabilir. Ama, tadımlık olsun diye birinden söz edeyim: Bir kadın
okur -Cumhuriyet tarihinin ilk feministlerinden miydi?- şöyle yazmış: "Kadın
güzelliğinden erkekler anlamaz!"
Bazı kötü niyetli kişiler de, ellerine geçirdikleri genç kız fotoğraflarını
onlardan habersiz gazeteye yollayarak, bazı evlerde aile facialarına yol
açmışlar. Bunun sonucunda Cumhuriyet'te çıkan bir yazıda şöyle denmiş: "Bu
çok ayıp bir şeydir. Bir hanımın resmini ancak peder, valide, birader, veli
gibi zevat yollayabilir."
Evet, her biri, tek kişinin katıldığı bir güzellik yarışmasını kazanacak
özellikteki sevgili okurlar, şimdi sıkı durun! Bu yazı, kavunlarla
karpuzların farkını anlatmak için yazılmadı! Bu yazının yazılmasına neden
olan şey, Türkiye'de yapılan ilk "resmi" güzellik yarışmasının seçici
kurulundaki isimlerdir ve adlarını okuduğu zaman Akgün Akova'nın beyni
geçmişe gidip Feriha Tevfik'i yanağından öpmüştür!
60 kişilik seçici kuruldaki isimlerden bazıları, insana "Aaah! Nerde o eski
güzellik yarışmaları!" dedirtiyor. (Yanlış anlamayın, "Nerde eski güzeller"
anlamında söylemiyorum bunu, "Nerde eski güzellik yarışması seçici
kurulları!" demek istiyorum!): Güzel Sanatlar Birliği'nin Edebiyat
şubesinden Abdülhak Hamit ve eşi Lüsyen Hanım, Halit Ziya (Uşaklıgil),
Peyami Safa, Cenap Şahabettin, Hüseyin Rahmi (Gürpınar) ve Halit Fahri
Ozansoy; Resim şubesinden Namık İsmail ve Çallı İbrahim; Musiki kısmından
Mesut Cemil (Tel) ve Muhittin Sadak; Mimari kısmından Vedat (Tek); Tiyatro
şubesinden İ.Galip Arcan, Vasfi Rıza (Zobu) ve Bedia Muvahhit;
Sinemacılardan Fahri (İpekçi); Gazetecilerden Necmettin Sadak, Zekeriya ve
Sabiha (Sertel), Vala Nureddin ve Yusuf Ziya (Ortaç).
Gerçi bunların bir bölümü sonradan Hitler'ci olmuş ya da okuyucuları
"şiirin içine ettikleri için Orhan Veli ve arkadaşlarının yüzlerine
tükürmeye çağırmışlar"dır ama, yine de sıkı bir seçici kurul vardır ortada.
Ve bunun sonucu, güzellerin sandalyelerin üstüne çıkarak boy gösterdikleri
ilk geçitin bitiminde görülür. İlk bölümün sonunda birinci seçilen Hicran
Hanımın, kısa bir zaman önce evlendiği anlaşılınca, seçici kurul üyesi Halit
Ziya (Uşaklıgil) genç kızın hicranlı gözlerine bakarak şöyle der: "Siz
evlenmek suretiyle en iyi iltifata nail olmuşsunuz. Bizim iltifatımıza
ihtiyacınız yok!"
Bu gerçekten etkileyici sözlerin özeti şudur: "Allah sahibine bağışlasın!"
Hicran Hanım, gözyaşları arasında "yuvası"na döndükten sonra, evinin kadını
mı oldu, yoksa yarışma sonunda başından bir evlilik geçtiği anlaşılan ve
tacı geri alınan sabık güzellik kraliçemiz Hülya Avşar gibi başka dallara mı
kondu, bilmiyorum! Bilgisizliğim fil kulağı gibi ortaya çıkmasın diye, ben
Gökhan Akçura'nın yazılarından öğrendiklerimi, biraz ballayıp, biraz
şekerleyip size anlatmayı sürdüreyim:

Yarışmayı Feriha Tevfik kazanır. Sarı saçlarıyla yürek gümbürdetip yuva
çatırdatan Tevfik'in, sonradan şehir hatları vapurlarından birinde,
torunları mutlaka iç çamaşır fetişisti olan biri tarafından uzun
buklelerinden biri kesilip çalınır ya, o da başka hikaye! Erol Taş'ın
kesilen bacağının gömüldüğü mezarlıktan çalındığı düşünülürse, o zamanlar
hırsızların bugünkünden daha insaflı olduğunu bile söyleyebiliriz.

1930'da ikinci "resmi" güzellik yarışması yapılır. Seçici kuruldaki
"sanatçı" üstünlüğü sürmektedir. Hatta bir bölümü, yaşlı yüreklerinin bu göz
banyosuna dayanıp dayanamıyacağını düşünmeyip büyük bir heyecanla yarışmayı
beklerler! 12 Ocak 1930'da, Beyoğlu Türkuaz Gazinosu görkemli bir gece
yaşar. Bu kez, Mübeccel Namık birinci seçilir. Gecenin sözü, yine bir yazara
aittir ve sahibi Hüseyin Rahmi (Gürpınar)'dir: "O yirmi iki perinin hepsini
birden seçememenin imkansızlığından aldığım elemle yüreğim ezim ezim
eziliyor..."
Bu sözlerin de özeti şudur: "Allahım! Dünyada bu kadar peri varken, sen
bize ne diye göze görünmeyen esin perisi gönderirsin!"
Mübeccel Namık'ın katıldığı Avrupa Güzellik Yarışması'nda ise kalemizde iki
gol birden görürüz: Birincisi, güzelimiz dereceye giremez; ikincisi, Yunan
güzeli birinci olur!
1931 yılının seçici kurulunda ise tam 120 kişi vardır ve bir ilkokul
öğretmeni olan Naşide Saffet birinci seçilir. Sonra yer yerinden oynar. Bazı
gazeteler, bir öğretmenin bu tür yarışmalara girmesinin, öğrenim çağındaki
genç kızların "ruhi ve fikri terbiyeleri" üzerinde olumsuz etkiler
yaratabileceğini yazarlar. Bazılarına göre ise, öğretmenliğin "namusu" beş
paralık olmuştur. Milliyet gazetesinde Falih Rıfkı şöyle buyurur:
"Güzellik temiz ve asil bir şeydir. Fakat muallimlikle bu müsabakalar
arasında bir tezat olduğunu da şaşmamak lazım gelir. Eğer Maarif Vekilliği
deniz esbabı ile dolaştırılmış, ayak bileği, kalçası ölçülmüş ve talebeleri
tarafından gazetelerde çıplak resmi görülmüş bir hoca hanımı sınıf içinde
biraz garip bulursa eski kafalılık göstermiş olmayacaktır."
Naşide Hanımın öğretmenliğine son verildi mi verilmedi mi, bilmiyorum.
(Bilmiyorsan, öğren de gel kardeşim!) Ama bildiğim bir şey var ki, o da 1932
Türkiye Güzellik Yarışması seçici kurulu yine "mürekkep yalamışlar"la dolu:
Abdülhak Hamit, Halit Ziya, Cenap Şahabettin, Hüseyin Cahit, Ahmet Haşim,
İzzet Melih, Peyami Safa, vs...
Edebiyat dünyasının bu işe bu kadar gönülden sarılmasının nedeni, acaba
şiirler ve yazılar için "kanatsız ilham perisi" yedeklemek midir? Yoksa o
zamanlar edebiyat, "edebi"yle yapılmaya devam mı etmektedir? Her neyse,
böyle dolambaçlı konulara girip kendimizi deve güreşlerinde bulmadan 1932
yılına geri dönelim:
1932 yılı aday sayısı için kıtlık zamanıdır. Yarışmalarda ve sonrasında
güzellerin başına gelenler, yeni adayların güzellik kraliçesi olma
heveslerini kırmıştır. Ama yedi genç kız, her şeyi göze alıp katılırlar ve
on sekiz yaşının güzelliğini gülüşüne de taşıyan Keriman Halis birinci
seçilir. Ve "uygar bir ülke olma" yolunun "Türk gibi güzel" sözünün
kanıtlanmasıyla gerçekleşeceğini düşünenleri mutlu eder Halis: O yıl
Belçika'da yapılan Dünya Güzellik Yarışmasında kraliçe koltuğuna oturur!
Cumhuriyet Türkiyesi böyle bir propagandayı bir daha ancak doksanlı yıllara
doğru halterci Naim Süleymanoğlu ile yakalayacak, dönemin başbakanı Turgut
Özal, Avustralya'dan özel uçakla kaçırıp getirdiği Türk asıllı sporcuyu
krallar gibi karşılayacak, Naim dünya rekorları kırdıktan sonra da, onu
yürüyen bir takın üzerinde sokaklarda bir palyaço gibi dolaştırarak kendi
siyasi reklamına alet edecektir.
Hay dilimi eşekarısı soksun! Nerden girdik kaldıramayacağımız kadar ağır
olan şu halterin altına! Biz, yeniden Keriman Halis'e dönelim. Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları, "telgırafın tellerine konan kuşlar"a aldırmadan,
üç gün içinde güzelimize otuz bin tebrik telgrafı çekerler. Bu rakam gerçek
midir, bilmiyorum. (Bilmiyorsan, bunu da öğren gel kardeşim!) Ama gerçekse,
telgraf memurlarının hiçbirinin o üç gün içinde gözüne uyku gözü girmediği
kesin. Bu yarışmadan yirmi yıl sonra, Melih Cevdet Anday, "başka
birileri"nin şiirini "Telgrafhane" adıyla yayınlar. Şimdi bu kadar
"güzelliğin" arasında "garip" kaçsa bile, o "çok güzel" şiiri anımsayalım.
Çünkü, bu yazıyı inatla yazmayı sürdüren kişinin o şiirle bir gönül bağı
vardır:

Uyuyamıyacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki....
Uyuyamıyacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.


Kuşkusuz Keriman Halis, sis çanı gibi gecenin içinde ses çıkaranlardan daha
çok ilgi çeker o zamanın Türkiye'sinde. Gerçi bugün, o günkünden daha az sis
çanı ve daha çok güzellik kraliçesi var ortalıkta ama, isterseniz yazının
iyice kuyruk salmaması için bu konudaki yorumları sizlere bırakayım!
Evet, 1932 yılında kalmıştık. 8 Ağustos'ta, Abdülhak Hamit, bıyıklarını
burarak kalemi eline alır ve Keriman Halis için şunları döktürür: "İşittim
ki Keriman Hanım kendi güzelliği için 'fanidir' demiş. Bir ilahe nasıl fani
olur? Güzellik bir ilahe halkadır."

(Sevgili Keriman Halis, güzelliğin için 'fanidir' diyerek nasıl da gözüme
girdin! Toprağın bol olsun...)

Her şey böyle tatlı tatlı giderken, 1933 yılında beklenmedik bir şey olur.
Yarışmanın seçici kurulu, iki güzel, Birsen ve Nazire için birbirine girer.
Ardından da, Aka Gündüz'ün deyimiyle, "Monmarter kabareleri"ndekileri
geçtiği için, güzellik yarışmaları sona erdirilir. Türkiye, 1950'de
yarışmalar yeniden başlayıncaya kadar güzelsiz kalır. Güzelsiz mi kalır?
Hadi canım, daha neler!
Sonrasını merak edenler, konunun ıcık cıcıkcısı Gökhan Akçura'yı bulup anı
tazeletsinler!

Ve biz, günümüzde televizyon tekellerinin allayıp pullayıp oyalanalım diye
önümüze sürdüğü bu yarışmaları bir tarafa bırakıp yazımızı Fırat'la sona
erdirelim.
Üç buçuk yaşındaki Fırat, anaokulundan dönmüştü. Yüzünün sol yanında,
lacivert boya kalemiyle yapılmış koca bir çizik. "Kim çizdi yüzünü Fırat?"
diye sordum. Pişmiş kelle gibi sırıtarak yanıtladı: "Ben boyadım!
Arkadaşlarım beni çirkin çirkin de görsünler diye!"



AKGUN AKOVA, Elimi Tut Yeter, Çınar Yayınları

akova@orion.net.tr Akgün AKOVA