Kent ve Yurttaşlık                

Kent ve yurttaşlık kavramları giderek öne çıkan kavramlar olmakta ve yerel siyasetle ilgili tartışmaların odağında yer almaktadırlar. Bunun nedeni, yurttaşlığın tarihsel kökenlerinin kentle birlikte ortaya çıkması ve bugün de yurttaşlığın kentlerde yükseliyor olmasıdır. Yurttaşlık kavramıyla neredeyse özdeşleşen demokrasi, kentin ürünüdür. Bugünkü dünyada demokrasi, “küresel bir norm” olarak kendini kabul ettirmiştir. Bunun en önemli göstergesi dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlasının demokratik anayasalı devletlerde yaşıyor olmasıdır. Ekonomi, siyaset ve kültürel alanlarda görülen “küreselleşme” etkileri, demokrasinin daha da yayılmasını ve güçlenmesini getirecektir.[1] Bu gelişme, küçük ölçekli yönetim ve yerleşim alanları olan kentlere büyük ölçüde bağımlıdır. Doğaldır ki, kentlerin yurttaşlığın gelişip güçlenmesine katkı yapabilecek kamusal alanlara dönüşebilmesi, herşeyden önce kentin demokratik bir kimliğe büründürülmesine bağlıdır. İdeoloji sayısı kadar ya da çıkar çevresi sayısı kadar, kente çok farklı sayıda ve nitelikte bakış sözkonusu olabilir. Çünkü, gerçeğin tek yüzü yoktur. Ancak, bütün yaklaşımların ötesinde, kenti demokratik atmosferiyle yaşanabilir kılmak, gerçek anlamda kentin “yurttaşlarının” varlığıyla olanaklıdır.

Organizma Olarak Kent

Birçok düşünür ve kentbilimci kentleri organizmaya benzetirler. Örneğin, Bookchin “Kentin, insanın saldırgan ve mütehakkim karakterinin günahkar bir cisimlenmesi olduğu söylenir...” demektedir.[2] İnsan karakterinin “saldırgan ve mütehakkim (zorba)” yanının bir yansıması olduğuna göre kent, doğaya egemen olma sevdasıyla doğayı yıkıma ve bozguna uğratan bir organizmadır. Bu durumda kentleşme, daha çok bir yıkım sürecidir. Bookchin, bu yaklaşımın “kent karşıtı bir duygusallık” olduğunun da altını çizerek, kentleri “insan yaratıcılığının olağanüstü ürünleri..”[3] olarak görmektedir.

Yine, kentin yaşamın bir “ürünü, salgısı, kılıfı” ve aynı zamanda “bir araç, zırh, giysi ve pazar”[4] olduğu biçiminde kentin yaşayan bir varlık olduğunu kabul etmeyen yaklaşımlar da vardır. Bu bağlamda kent, toplumun kendini ayakta tutmak ve sürdürmek için kullandığı bir araçtır.

Metal çağında ortaya çıkan ve tarihsel süreç içinde “köylere baş eğdiren”[5] kentler, bugün de, kırsal kesime olan bu üstünlüklerini sürdürmektedirler. Kentleri ister “doğaya egemen olma” isteğinin bir cisimlenmesi, isterse bu ihtirasın geri tepmesi olarak, kendi kendilerini yok etmeye başlayan ya da en azından kendi bünyelerine zarar veren sosyal yerleşmeler olarak ele alalım; bu yerleşim birimleri bugün birer organizma olarak ele alınmak zorundadırlar ki, bir canlının herhangi bir yaşamsal organına zarar vermenin nasıl onun yaşamına mal olacağı düşünülüyorsa, kentsel sistemlere zarar  vermenin de aynı sonuçları doğuracağı düşünülsün ve kentsel alanların duyarsızlığın ve çıkarların kurbanları olmaları önlensin.

Ancak, bu tür bir yaklaşımda kentin hem yurttaşlar hem de yöneticilerce nasıl algılandığı çok etkin bir rol oynar. “Kent” kavramının ilk zihinsel çağrışımları nelerdir?  Hükümet meydanı, parklar, ekonomik olanaklar, kültür, tarih, trafik, ışıklı cadde ve sokaklar, çevre sorunları, eğlence, eğitim olanakları, gökdelenler, sinema, siyaset, yönetim, tiyatro ve belki mafya gibi birçok kavram, kent denince ortaya çıkan ilk zihinsel çağrışımlardır. Bu ögelerin herbiri, kentin birer alt sistemini oluşturmaktadırlar. Bu çağrışımlar biraz daha genişletilince, çok daha geniş tarihsel ve felsefi boyutlar da ortaya çıkmaktadır. Kent, “farklı olma izni” anlamında “özgürlük adasıdır!”[6] Tarih boyunca kentler, farklılıkları barındıran yapısıyla siyasal ve düşünsel gelişmenin ve yayılmanın merkezleri olmuşlardır. Bireyi ve yurttaşı ortaya çıkaran kenttir. Farklılıkları barındıran yapısı, bu sonuçların ortaya çıkmasına elverişli araçları her zaman kendisinde bulundurmasına olanak vermektedir. Kent, aynı zamanda “kırdan göç eden yığınların modernite deneyimi yaşadıkları”[7] yerdir. Özellikle, Türkiye gibi ülkelerde bu “modernite deneyiminin” ne kadar başarılı olduğu çok tartışılır konumunu sürdürmektedir. Köylerin kente taşınması, kentle özdeşleşmeyi getirmiyor, tam karşısında, kentleri köylere dönüştürüyor. Köyleşmiş kentsel alanların, kentsel kimliği kazanmaya doğru açılımlarda bulunması ise yıllar alıyor. Bu arada olan ulusal kaynaklara oluyor.

Kentsel organizmalar, ülkede uygulanan genel siyasetin yansıması olarak, ya sağlıklı birer organizma olarak serpilip büyüyorlar ya da felçli, kötürüm, birkaç organı işlevini kaybetmiş birer organik yapıya bürünüyorlar. Castells’e göre, “Kent ve çevre konuları, siyasetin, özellikle hükümet ideolojilerinin merkezinde yer alır.”[8]  Bu ideolojiler ya da kamusal plan ve politikalar, ne kadar sağlıklı ve uygulanabilir olursa, kentler de o kadar sağlıklı ve canlı organizmalar olarak varolmaktadırlar. Bu politika ve planların içinde, sağlıklı bir kentleşme sürecinin başarıyla yürümesi için gerekli araçların olması zorunlu olduğu gibi, uygulanan araçların kentte yaşayan tüm sosyal kesimlere aynı adalet ve eşitlik anlayışıyla yaklaşması da, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ele alınmak zorundadırlar.

Kentbilimciler, sağlıksız kentleşmenin bazı erozyonlarla biçimlendiğini söylerler. Bu erozyonlar sosyal olabildikleri gibi ekonomik de olabilmektedirler.[9] Erozyonların ortaya çıkardığı sorunlar yalnızca kentleri değil, yetişmiş insan gücü ve ekonomik kaynakların kentlere taşınmasıyla kırsal alanları da felce uğratmaktadırlar. Kentler, eğer birtakım erozyonlarla biçimlenmişse, kentlerde yaşayan sosyal topluluklar da bu erozyonların izleriyle yaşamaya devam etmek zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla kentsel organizma da, hastalıklı bir biçimde varlığını koruma savaşı vermek zorunda kalıyor.

 

 

 

“Kavranabilir” Kent

Esenlikli bir kentsel yaşam çevresini kurmaya yardım edecek kavramlardan birisi, Hill’in sözünü ettiği “kavranabilen kent”[10] kavramıdır. “Kavranabilen kent” her yanıyla kentlilerce özümsenen ve bütün kentsel sistemlerle kentlilerin uyum içerisinde olduğu bir kenttir. Bu yaklaşım, kenti herşeyden önce, kentte yaşayanların “etkileşimine” dayalı bir birliktelik olarak görür. Kentin tarihsel temelinde, şimdilerde sürgün yaşayan “diyalog” vardır.[11] Diyalog, kentsel yaşama yurttaş katılımını öngörür. Kenti biçimlendiren, yalnız birkaç seçkin ya da çıkar çevreleri değil, tüm kentlilerdir. İşte bu anlamda, “..yurttaşlık katılımı, biyolojik ortak yaşamın toplumsal karşılığı...” ve yurttaşlık “..eko-topluluğu oluşturan canlıların arasındaki rol dağılımının toplumsal karşılığı...”[12] olarak görülmelidir. Böyle bir toplumsal/kentsel ortamda, toplumun her kesimine açık farklı, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel olanaklar vardır. Bu ortamın gelişmesi için kentsel kamusal alanı paylaşan herkesin deneyiminden bilgisinden ve düşüncelerinden yararlanılır. Yine böyle bir ortamda, tarihle bugün, doğal çevreyle sosyal çevre barışıktır; birbirini yok etmek ya da birbiri üzerinde egemenlik kurmak üzere çaba göstermezler. Çünkü, birbirlerinin tamamlayıcısı oldukları kendiliğinden kabul edilir. Etkileşimin olduğu yerde, kenti biçimlendiren, ondan yararlanan ya da onu hoyratça kullanan, onu “..kendisinden çıkar sağlanacak bir nesne olarak gören...”[13] “birileri” yoktur. Etkileşimin olduğu yerde, “ortak yararın” sağlanabilmesi için her kurum üzerine düşen sorumluluğu yerine getirir. Herşeyden önce, “kavranabilen” bir kentin, o kentin biçimlenmesini siyasetçilere bırakmayan, kentiyle özdeşleşen, kötü kullanımın hiçbir türüne izin vermeyen  bilinçli ve özgüvene sahip “yurttaşa” gereksinimi vardır. Böyle bir yurttaşı ya da kentdaşı bulunmayan kentler, çıkarın, ihtirasın, beceriksizliğin, kaosun yaşam alanlarına dönecekler ve acı çekmeyi sürdüreceklerdir.

Sonuç

Bir organizma anlamında kent acı çeker mi? Eğer kent merkezleri anlamında kalbin üzerinde büyük bir baskı varsa, kentteki yeşil alanların yetersizliği anlamında akciğerler gerekli temiz havadan yoksun bırakılıyorsa, kent içerisindeki cadde ve sokaklar anlamında damarlar gerekli kan dolaşımına elverişli olmaktan çıkmışsa ve canlılığını kaybetmişse kentlerde acı çeker ve ölüm sürecine girer. “Nekropolis”[14] kavramı da, bu durumu anlatmak üzere kullanılıyor olsa gerektir. Kentleşmenin son aşaması olarak nekropolis, kentin ölümünü anlatır. Bizim kentlerimizin de yaşamsal sorunları olduğu herkesin gözü önündedir. Çünkü, kentlerimiz kitlesel göçlerin, plansız yerleşmelerin, olmayan sosyo-ekonomik planlamaların kurbanlarıdırlar. Büyük kentlerimiz de, orta büyüklükteki kentlerimizde hastalıklı kalplere ve işlevini yitirmiş organlara sahiptirler.   Rant savaşları, estetik düşmanlığı, kentle bütünleşememe ve onu kendinden bir parça olarak görmeme yeteneksizliği kentlerimizi, insanların pek de kendilerini özgür hissetmediği “kavranamayan” mekanlara dönüştürmektedir.

 Oysa, kentlerin “kavranabilir” mekanlara dönüşmesi çok güç değildir. Kentlerin gereksinim duyduğu, yalnızca kenti kendinden bir parça olarak gören yurttaşlardır. “Ne olursa olsun, kent kalıcıdır. Gerçekten de, insanlık tarihinin çok önemli bir bölümünü oluşturmuş, yaklaşık yedi bin yıldır insan zekasının oluşumunda etmen olmuştur. Bunu görmezlikten gelmeye gücümüz yeter mi? Onu olduğu gibi kabul edip kırsal kesimi de tehdit eden yayılmacı bir kentleşme sonucu yokoluşla yüzyüze kalmış bir varlık olarak mı ele almalıyız? Yoksa kente yeni bir anlam, yeni bir politika, yeni bir yön duygusu kazandırıp aslında geçmişte çoğuna büyük ölçüde ulaşılmış yeni yurttaşlık idealleri yaratabilir miyiz? Kenti ve yurttaşlığı görmezlikten gelmekle, kentleşmenin yarattığı isimsizlik ve güçsüzlüğün tehdit ettiği büyük insanlık kitlesinden yalıtılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.”[15] Böylesine olumsuz bir sonuçtan kaçınmak, kentin ve yaşam çevresinin bilincine sahip; tebaa/uyruk değil, “birey yurttaşların” nicelik ve nitelik olarak yeterli düzeyde olmasına bağlıdır.



[1] Andreas Bummel, “Globalisierung und Demokratie”, in: Zeitschrift für Direkte Demokratie, Nr. 36, 3/97, München, s. 34

[2] Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, (Çev. Burak Özyalçın), Ayrıntı Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 14

[3] A.k., s. 15

[4] Henri Laborit, İnsan ve Kent, (Çev. Bertan Onaran), Payel Yayınevi, İstanbul, 1990, s. 27

[5] Egon Ernest Begel, “Kentlerin Doğuşu”, (Çev. Özden Arıkan), Cogito, 3.Baskı, Sayı:8, 1996, s. 8

 

[6] Tarık Demirkan, “Tarih Boyunca Kuşatılan Özgürlük Adaları; Kentler”, Cogito, 3.Baskı, Sayı:8, 1996, s. 17

[7] Rana A. Aslanoğlu, Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa, ASA Yayınevi, 1998, s. 103

[8] Manuel Castells, Kent, Sınıf, İktidar, (Çev. Asuman Erendil), Bilim ve Sanat Yayınevi, Ankara, 1997, s. 13

[9] Ruşen Keleş, Kentleşme Politikası, 4. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara, 1997, s. 53-54

 

[10] Hermann Hill, “Die begreifbare Stadt”, in: Hermann Hill (Hrsg), Die begreifbare Stadt, Carl Heymans Verlag, Köln, 1994, s. 17

[11] Kürşat Bumin, Demokrasi Arayışında Kent, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1990, s. 19

[12] Bookchin, a.g.k., s. 16

[13]  Bumin, a.g.k., s. 12

[14] L. Mumford, The City in History, London, 1975, s. 114’ e göndermede bulunan Eyüp G. İsbir, Şehirleşme ve Meseleleri, 2. Baskı, Ankara, Gazi Büro Yayınları, 1991, s. 12

[15] Bookchin, a.g.k., s. 12