1950 SONRASINDA KENTLEŞME VE İMAR UYGULAMALARI

1.Giriş

1950’den sonra Türkiye’de birçok alanda hızlı bir dönüşüm yaşanmaya başlamıştır. Bu dönüşüm, ekonomik, sosyal, siyasal boyutları olan bir süreçtir. Türkiye’nin dışa açılmasıyla birlikte, bir başka deyişle ülkenin uluslararası iş bölümünde yerini alması olarak tanımlanan bir sürece girmesiyle bir çok alanda değişim süreci başlamıştır. Ülkenin batı ekonomileriyle bütünleşme sürecine girmesi ya da kapitalistleşmenin hızlanmasıyla birlikte kentleşmede hızlı ve olumsuz değişmeler de görülmeye başlamıştır[1].

1950 yılında Türkiye’de kentli nüfus, 5.2 milyon, kır nüfusu 15.7 milyondu. 30 yıl sonra kent nüfusunda 14.4 milyonluk bir artış gerçekleşerek kentli nüfus 19.6 milyona ulaşırken, kır nüfusu da 9.4 milyonluk bir artışla 25.1 milyona yükselmiştir. Böylece, 30 yılda kentli nüfus % 277 (üç kat), kır nüfusu da % 60 artmıştır. Bu dönemde toplam nüfus, 20.9 milyondan 44.7 milyona çıkmıştır. Toplam nüfustaki artış da, % 114 olarak gerçekleşmiştir.

Kentsel nüfusun böylesine hızlı artmasının en önemli nedeni göçlerdir. Bu dönemde her yıl ortalama 350 bin kişinin kentlere göç ettiği tahmin edilmiştir. Buna göre, 30 yıl içerisinde 10 milyon köylü kentlere göç etmiştir[2].

Bu gelişmelerle birlikte belediyecilik yaklaşımı da değişmeye başlamıştır. Bu dönemden önce uygulanan devletçilik politikası, belediyecilikte de devam etmekteydi. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin çok partili siyasal yaşama geçmesi ve çok hızlı bir kentleşme yaşamaya başlaması, geç de olsa 1970’lerden itibaren belediyecilik yaklaşımının da değişmesine neden olmuştur[3].

 

 

2. 1950’DEN SONRA KENTLEŞME

1950’den sonra kentlerin yapısına yön verecek, kentleşmeyi uygun politikalarla kontrol edebilecek bir yaklaşım geliştirildiğini söylemek oldukça güç görünmektedir. Çünkü, alt bölümlerde birkaç kentle ilgili verilecek örneklerde de görüleceği gibi, kentleşme kendi halinde olagelen bir süreç gibi gerçekleşmiştir.

Kentleşmenin hızlanması ve çok partili siyasal yaşama geçilmesi, kentlerin düzenlenmesinde temel işlevi olan belediyelerin dayandığı yasal çerçevede önemli değişikliklere neden olmamıştır. Bunda, 1580 sayılı Belediye Yasasının  çizdiği geniş görev alanının belirlediği esneklik kadar, yeni siyasal sürecin belirli bir kentsel politikasının olmayışı da önemli rol oynamıştır[4].

2.1. 1950 Sonrasında Kentsel Yapılanma

2.1.1. Kentleşme ve Kentsel Rantlar

1950’lerin ortasından 1980’lere kadar olan dönemde, kentlerde kentsel sektörler ve sosyal gruplar arası bölüşüm giderek önem kazanmıştır. Bu dönemde kentsel rantlar sermaye hareketleri bakımından önemli olmuştur. Birikimi hızlandıran kentler, konut ve arsa spekülasyonu ile sanayi sermayesinin birikim sürecini yavaşlatan bir rol de oynamışlardır[5]. Türkiye’de sermaye birikiminin sağlandığı ve yeniden üretildiği ve yeni ekonomik kanallar olma özelliğini de, kentler bu dönemde yoğun bir biçimde yaşamıştır.

Artan nüfus baskısı ve bunun doğurduğu arsa talebinin çok büyük boyutlarda olması nedeniyle ek rantlar oluşmuş, bu gelişme de sanayi yatırımlarına alternatif  olarak gerçekleşmiştir[6]. 

Yaşanan hızlı kentleşme, uzun süreli çözümler yerine, kent yönetimlerinin acil çözümlere yönelmesi, gecekondulaşmayı meşrulaştırma ve küçük altyapı çalışmalarıyla uğraşılması gibi sonuçları getirmiştir. Gelişmeler karşısında adeta bir “kriz yönetimi” gibi davranılmıştır. Yaşanmakta olan kentleşme olgusunu kavramaya çalışmak ve buna uygun çözümler aramak yerine, gelişmelerin arkasından sürüklenilmiştir. Ortaya çıkan kriz, varolan kurumsal yapı ve kent planlaması anlayışıyla aşılmaya çalışılmış, yeniden yapılanma yolunda bir çaba görülmemiştir[7].

1950’de çıkarılan 5656 sayılı yasa, kentlerdeki konut ve arsa sorununu çözebilecek yetkileri belediyelere vermiş olmasına karşın bu yetkiler tam olarak kullanılamamıştır. 5656 sayılı yasa, belediye meclislerine” Belediye meskenleri yapmak ve bu meskenleri belde sakinlerine kiraya vermek veya satmak” işlerini belediyelerin zorunlu görevleri arasına koyabilme yetkisi vermiştir. Belediyeler bu yasa ve 775 sayılı Gecekondu Yasası gereğince, konut piyasasında arsa devralma ve devretme yollarıyla söz sahibi olmuşlardır.  5656 sayılı yasa, belediyelere, kentlerin gelişme alanlarında toprak satın alarak, yeni bir plana göre düzenlemek, yeniden yapı yapmak isteyenlere satıp spekülasyonları önlemek yetkisini de vermiştir. Ancak, sağlıklı kentleşmenin önemli araçlarından sayılabilecek bu yetki pek de kullanılmamıştır[8].

Bu dönemde kentlerin karşılaştıkları önemli sorunların bir nedeni de, demokratik bir süreç içine girilmesine karşın belediyelerde bu yönde bir gelişmenin olmamasıdır. Yerel yönetimlerin merkezi yönetime bağlılığının en üst düzeyde olmasından dolayı, kentlere sahip çıkacak demokratik bir yerel yönetim anlayışının başlaması da gecikmiştir[9].

2.2. “Köylü Plancılar” Döneminin Başlaması

Kentlerimizin yapısının bozulmaya başlaması, gecekonduların yoğun bir biçimde artmaya başlamasıyla birliktedir. 1950’ye kadar İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlerde kentsel gelişme yerli ve yabancı plancılar tarafından yönlendirilmekteydi. Kentleşmenin yoğun olmaması nedeniyle bunda başarılı da olunmuştur.

Kentlerin yoğun bir biçimde göç almaya başlamasıyla birlikte, kentlerin görünümleri ve yapıları da derğişmeye başladı. Artık, ne “mektepli” ne de “politikacı” plancıların engel olabilecekleri yeni bir dönem  başlıyordu. Bu aynı zamanda, kentlerimizi bu güne kadar da yönlendirecek olan “köylü plancılar“ döneminin de başlaması demekti. Bu yeni süreçte, politikacılarla “ köylü plancılar” işbirliği yaparak, maliyeti pek de fazla olan bir kentleşme ve kentlileşme biçiminin doğmasına neden oldular. Bu süreçte politikacıların desteği, gecekonduların sürmesini doğrudan ya da dolaylı biçimde desteklemek, yani hiçbir şey yapmamak vaadi ile oy toplama biçiminde kendini göstermiştir[10].

Kentlerin yapısını bozan ve sorunlarını ağırlaştıran gecekondulaşmanın Türkiye’deki darboğazından en önemlisi, kamu kuruluşlarının sorunu kapsamlı bir biçimde ele almakta gösterdikleri ilgisizliktir. 1964 yılında gecekonduların kamu denetimi altında gelişmesini öngören bir yasa teklifi hazırlanmıştır. Bu yasa teklifi, kente göç edenlerin belediyelerin denetimi altında ve teknik elemanlarının gösterdikleri biçimde konutlarının yapmalarını önermekteydi. Hem parlamento yasa teklifinin kabul etmemiştir, hem de bazı milletvekilleri bazı vatandaşların gecekondulu olarak nitelendirilmesinin doğru bulmadıklarını belirtmişlerdir[11].

2.1.3. Sorunların Kaynağı

Sorunların temelinde, planlama, arsa ve konut konularında kentleşmenin getireceği sorunların üstesinden gelebilecek bir planlamanın gerçekleştirilememiş olması yatmaktadır. Hepsinden öte, sorunların yerinde çözülebilmesi için, demokratik, etkin ve merkezi yönetimin sıkı denetiminden uzak bir yerel yönetim geliştirilememiş olmasının payı büyüktür Çok partili sisteme geçiş belediyelerin kentleri biçimlendirmesi ve düzenlemesi konusunda olumlu bir yaklaşım getirmemiştir[12].

Kentleşmenin çarpık ve dengesiz olmasında popülist politikaların payı büyüktür. 1950’lerden günümüze  imar planlaması, devlet eliyle ve belirli yasal standartlar ve yöntemlerle yürütülmüş ve bugünkü kentsel çevremizin oluşumunda önemli rol oynamıştır. İmar planlarıyla ve merkezi yönetimin aldığı kararlarla, kentsel alanda meydana gelen kentsel rantlar, kentli toplumun büyük bir kesimi dışlanarak yağma edilmiştir. Kentlerin planlanmasında , dolayısıyla biçimlenmesinde katılıma yer verilmemiştir. Oysa, bugünkü kentsel sorunlarımızın giderilmesinde bu mekanizma önemli rol oynayabilirdi[13].

Belediyeler, merkezi yönetimin müdahalesi dışında kalarak iş yapmayı oldukça geç öğrendiler. Çok partili siyasal döneme girildiğinde, belediye yapısında önemli değişiklikler olmamasına karşın, belediye meclislerinde daha çok esnaf ve küçük burjuvazi temsil edilmiştir[14]. Dolayısıyla kentsel rantları da daha çok bu kesim paylaşmıştır.

3. Ankara ve İstanbul’da Kentleşme ve İmar Çalışmaları

1950’lerle birlikte kentler ve imar çalışmaları değişik bir boyut kazanmaya başlamıştır. Bu değişimin yansıdığı yerler de daha çok büyük kentlerimiz olmuştur. Kentlerin tarihsel ve doğal yapıları hızlı bir biçimde değişmeye ve ve bozulmaya başlamıştır. Yapılan bazı çalışmalarda, bu olmusuz gelişmelerin bizzat merkezi yönetim tarafından ve oy kaygılarıyla gerçekleştirildiği gözlenmiştir. 1950 sonrasında kentlerimizin durumunu daha iyi kavrayabilmek için, İstanbul ve Ankara örneklerine bakmak yetecektir.

3.1. Menderes Belediyeciliği ya da İstanbul

İstanbul, 1950’den sonra yeni iktidarın yoğun ilgisiyle karşılaşan bir kent olmuştur. 1956 yılında da İstanbul’da imar çalışmaları başlamıştır. Çünkü, İstanbul o dönemde yoğun göç alan bir kenttir ve tarihten gelen bir çekim merkezi durumundadır. Menderes hükümeti de bu özellikleri gözönüne alarak ve seçim kaygılarıyla, İstanbul’un imarını “İstanbul’un yeniden fethi” olarak yorumlamıştır[15]. İstanbul’un imarı, ülke sorunu olarak kabul edilmiş ve kamuoyuna da böyle yansıtılmıştır.

1956 yılına kadar küçük çapta devam eden, yan yollar üzerinde yürütülen imar çalışmaları, 1956’da birdenbire hızlandırılmıştır. Ekonomik açıdan en irrasyonel dönemde İstanbul şantiyeye çevrilmiştir. Planlamadan çok” genişliğin azameti”,  “hendesenin güzelliği” ve “trafiğin hakimiyeti” üzerinde duruldu[16].

1956’da Tahran’a giden Menderes, burada açılmış bulunan geniş bulvarlardan oldukça etkileniyor ve Tahran dönüşü, yürütülebilecek en başarılı “halkla ilişkiler stratejisi”nin İstanbul’un imarı olduğuna karar veriyor. Aynı zamanda kalkınmanın somut sonuçlarını da ortaya koymayı amaçlıyordu[17].

Menderes, “fiili belediye başkanı” olarak “imar humması”na girişiyor. Bu faaliyetler, hızlı bir yıkım çalışması olarak başlıyor. Yıkım yapılacak bina sahiplerine 48 saat süre veriliyor ve yerleşme için başka yerler bulmak zorunda bırakılıyorlardı.

Ahşap evlerin ve dar sokakların ortadan kaldırılması, geniş meydanların ve yolların açılmasının gerektiği yolunda kamuoyu oluşturuluyor. Sonuçta, basının geniş desteği de sağlanıyordu. Surların yıkılması ve sahil yolunun yapılmasını “çok iyi oldu, şehrin ufku açıldı “ diye yazanlar ve fotoğraflar basarak bu mutluluğu belgeleyenler oldukça fazlaydı.  Hatta basında, caddelerin geniş ve düz olmasıyla, o şehirde yaşayan insanlarında iç dünyalarının etkileneceği ve kötü yola sapmalarının önleneceği arasında ilişkiler kuranlar bile oluyordu[18].

Günü birlik kararlarla yapılan imar çalışmaları sonucunda, birçok tarihi mekan yok edildi. Eski İstanbul’un üzerine yeni bir istanbul çöktü ve eskisini tarihe gömdü. Beyazıt meydanı belki on kez bozulup yapılmıştı. Tarihi eserlerin ihya edileceği belirtiliyor, ancak bir yandan da tarihi simkeşhanenin yıkılma işlemleri yapılıyordu.

Kentin Marmara kıyılarında surlarla son bulan, burunlar ve koylarla eşsiz güzelliğe sahip kıyılar yok edildi. Buralar toprak ve molozlar ile dolduruldu, rıhtımlar yapıldı. Florya sahilinde kıyıların geleceğinin tehlikeye düşüren sahil yolu yapıldı.

Boğaziçi Emirgan ve Kireçburnu’nda kazıklı yollarla daraltıldı. Oysa Boğaziçi, dünyanın en önemli ve güzel doğa anıtlarıondan biri olduğu için daraltılmamalıydı ve el sürülmemeliydi.

Boğaziçinde kuzeyden güneye taşıt tarfiğini azdıran sahil yolları yapıldı. Bu yollar yapılmalıydı, ancak yeşili ortadan kaldırmayacak biçimde ve tepelerden geçmeliydi. Boğaziçi öngörünüm bölgelerindeki yeşil ciddiyetle korunmalıydı.

Yoğunlaştırma ve merkezileştirme yanlışlığı, yalnız sur içi İstanbul ile sınırlı kalmadı. Kentin Eminönü-Karaköy’de odaklaşan eski merkezleri de yoğunlaştırıldı. Önemli şehir meydanları sonu gelmez bir istekle büyütüldü. Meydanlar ne kadar geniş olursa kente o kadar yakışacağı sanıldı. Battal boyutlardaki meydanların kenarları açık kaldı. Oysa kent meydanları, insanın her köşesiyle kendine yakın bulacağı, bütünleşeceği yakın bir çeve biçiminde olmalıydı. Taksim meydanından Boğaziçini seyretmek gerektiği gibi bir yanlışlığa düşüldü.

İstanbul’un bugünkü sorunlarını azaltacak olan metro yapmına girişilmedi. Bunun yerine yoğun bir biçimde yıkımlar yapıldı ve meydanlar açıldı. Çünkü bunlar halkı daha çok etkiliyordu.

Kenti, İstanbbul-Beyoğlu-Kadıköy üçgeni içinde yoğunlaştırmaktan başka çözümler düşünülmedi. Sur içi nüfusu artırmak yerine azaltmak gerekiyordu. Eski İstanbul’u bütün tarihi yapılarıyla korumak ve bu bölgeyi metropoliten gelişmenin yok edici etkilerinden uzak turtmak gerekiyordu. Resmi yapılar sur dışına çıkarılmalı ve kentin bu bölümü tenhalaşmalıydı.

Karayolları görevlileri İstanbul gibi bir şehirde uzun-düz hatlar arıyorlardı. Eminönü-Unkapanı yolunu dinamitlerle açarken Rüstem Paşa Camisinin duvarlarını ve eşsiz çinilerini çatlatıyorlardı[19].

Bütün bunların planlı olarak yapldığı da söyleniyordu. Prost Planı’nın uygulandığı söyleniyordu. Ancak, Prost planı hem tüm İstanbul’u kapsamıyordu, hem de geçerliliğini yitirmişti. Suriçi İstanbul, Kadıköy ve Beyoğlu için bir derece yürütülmüştü. Ancak, 1950-1960 arasında nüfusu ikiye katlanan İstanbul’un planlama gereksinimini karşılamaktan uzaktı. Prost Planı’nın yol güzergahları aynen uygulanmış olsa bile, yol genişlikleri birkaç misline çıkarılmıştı. İstanbul’un imarıyla görevli İtalyan Piccinato şöyle diyordu ” İstanbul’un ahşap yapıları Roma’da yoktur. Bu yüzden Roma’nın İmarı Çok güçtür. İstanbul bu bakımdan çok talihlidir. Çabuk imar edilecektir. İstimlak kanunu da çok iyidir. Üç şansınız var: Biri, coğrafi durum, ikincisi mevzuat, üçüncüsü de Adnan Menderes”[20]

Kamulaştırma işlerinden hangi koşullarda yapılırsa yapılsın, huzursuzluklar doğuyordu. İyi örgütlenen bir avukatlık bürosu, kamulaştırmayı hem engelliyor hem de pahalılaştıryordu. Buna da çok geçmeden çözüm bulundu.  Yıkılmak istenen binalara ” maili inhidam” raporu alınıyordu. Cuma akşamları işlemleri tamamlanan binalar, cumartesi-pazar yıkılıyordu. Planlama için görevlendirilen Prof. Högg, Aksaray’dan Beyazıt’a yükselen ordu Caddesi’nin 70 metreye çıkarılarak, dere tepe düz giderek, Çarşıkapı-Çemberlitaş-Sultanahmet yönünde devam etmesini ve denize kadar uzatılmasını istiyordu. Yolun etrafındaki tarihi yapıların da kaldırılmasını eğer istenirse başka yerlere konulmasını öneriyordu[21].

İkinci planlama görevlisi Prof . Piccinato ise “maili inhidam” maddesi dolayısıyla kamulaştırma yasasını olağanüstü iyi buluyordu. Böylece, eski mekanlar düşüncesizce yok ediliyordu. Sonuçta kozmopolit bir Doğu Akdeniz kenti, yerini ulusal bir metropole bırakmış oluyordu[22].

3.2. Ankara’da İmar Uygulamaları

3.2.1. Yücel-Uybadın Planı ve Ankara

1950’ler, Ankara için de oldukça önemlidir. Çünkü, Jansen’nin 50 yıllık büyüme hedefine  20 yılda ulaşılmıştı ve Ankara bu plan sınırlarının dışına taşıyordu. Yeni bir plan yapılması zorunluluğu gündeme gelince, Ankara planı ikinci kez uluslararası yarışmaya çıkarıldı. Yarışmayı iki Türk plancısı, Raşit Uybadın ve Nihat Yücel kazandı.

Yarışmaya katılanlara 30 yıllık bir süre için 750 bin nüfusluk bir hedef verilmiş ve kent büyümesi belediye sınırları içinde tutulmak istenmişti. Ancak, gelişmeler Yücel-Uybadın planının uygulanmasın Jansen planının yok ediliş süreci haline getirmiştir.

1950’lerde kentleşmenin hızlanması dolayısıyla artan arsa spekülasyonu, diğer kentler gibi Ankara’da da arsa fiyatlarında yüksek değer artışları meydana getirmiştir. Yeni arsa fiyatlarıyla tek parsel üzerine bahçeli ev yaptırma gücü ortadan kalkınca, orta sınıftan insanların kendi ödeme güçlerine göre seçecekleri mekanlara alt yapı götürmek belediyeler için sorun olmaya başladı. Bu sorunları azaltmak amacıyla, 1955’lerde Türk Medeni hukukuna “kat mülkiyeti” kavramı girdi. Kat mülkiyeti kurumu ve orta sınıfa mülk konut edindirme kredilerinin kullanılması için, yap-satçı olarak bilinen küçük girişimciler doğdu.

Konut konusunda oluşan bu piyasa koşulları, Jansen’nin bahçeli evlerinin yerini yüksek yoğunluklu binaların almaya başlamasına neden oldu. Menderes’in siyasal strateji olarak başlattığı imar hareketlerinden Ankara’da payını aldı ve kentin ana yolları genişletme çalışmalarına tabi tutuldu. Bu iki yönlü gelişme, Jansen planının imajını da ortadan kaldırmaya başladı.

Bu dönemde ne imarlı-yüksek yoğunluklu yapılar ne de gecekondular alt yapı bakımından sağlıklı değildi. Kentin büyüyen ulaşım ve su sorunlarını karşılamak için EGO ve Ankara Su İşleri Müdürlüğü kuruldu.

3.2.2. 1965’ler Ankara’sı İçin Değerlendirme

Ankara, yeni planda öngörülen 30 yıllık nüfus hedefini on yılda aşmıştır. Ankara’nın 1935-1965 yılları arasında Türkiye’nin nüfus büyümesinin dört katı ve Türkiye kentleşmesinin iki katı büyüme göstermiştir.

Özel kesim faaliyetleri içinde İstanbul, bürokrasi ve yönetim faaliyetleri içinde de Ankara hep ilk sırada olmuştur. Ancak, özel kesim faaliyetleri içinde de Ankara İstanbul’u izlemiştir. Örneğin 1965-1970’lerde kapital birikimi olarak İstanbul % 47 ile birinci,  Ankara ise % 28 ile ikinci durumdadır.

Çok yüksek oranda göç alan Ankara’da, bu göçü emebilecek büyüklükte örgütlü istihdam alanları geliştirilememiştir. Bu da, kente gelenlerin yarı işli yarı işsiz marjinal kesimleri oluşturmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece mekan organizasyonunda önemli bir ikili yapı oluşmuştur, diğer kentlerimizde olduğu gibi. Bu ikilem yalnızca konut alanında değil, tüm kentsel yapıda kendini gösterecek özellikler taşımaktadır. Kentin zengin kesimlerine ve gecekondu kesimine hizmet eden kent merkezindeki ikili yapı. Arsa piyasasındaki ikili yapı, imarlı ve imarsız arsa olarak kendini göstermiştir. Kamu ulaşımı ve dolmuşculuk ta ulaşımdaki bir ayrı ikilem olarak değerlendirilmiştir.

Çankaya ve Bahçelievler yönünde iki prestijli sektör yer almaktadır. Prestijli sektörlerin uzantısında alt kentleşme eğilimleri (ORAN örneğinde olduğu gibi.) doğmuştur.

1960’larda hava kirliliği de kentte sorun olmaya başladı. Jansen planındaki Ankara, hava kirliliğini 300 binlik nüfusuyla kolayca emiyordu. Ancak 1960’lı yıllarda ulaşılan bir milyon nüfuslu Ankara, hava kirliliğiyle başbaşa kaldı.

3.2.3 Ankara’nın Planlanmasında Üçüncü Aşama

Ankara için Yücel-Uybadın planının da sınırına gelinmesi, kent planlarının bir yarışmayla yaptırılmasının sakıncalı olduğunu ortaya çıkardı. Yarışmayla yaptırılacak plan yerine, planlama görevinin sürekli bir planlama anlayışı uygulayacak bir planlama bürosuna verilmesi inancı yaygınlık kazandı. Böylece, 1965 yılında İmar ve İskan Bakanlığına belediyelerden izin almadan metropoliten alanlarda planlama büroları kurma yetkisi verildi. İmar ve İskan Bakanlığı bu yetkiye dayanarak, Ankara Nazım Plan Bürosu’nu kurdu.  Bu gelişmeyle Ankara’da üç başlı bir kurumsal yapı doğdu. Bir yanda Ankara Belediyesi kentin alt yapı işlerini yapmakta, yapı ruhsatları ve oturma işzni vermekte, Ankara İmar Müdürlüğü bağımsız yapısıyla imar planının uygulanmasını izlemekte, öte yandan İmar ve İskan Bakanlığı’na bağlı Ankara Nazım Plan Bürosu uzun vadeli plan çalışmasını yapmaktadır.

Çok başlılık planların daha fazla ihlal edilmesine neden olmuştur. Örneğin, bir belediye başkanı seçim öncesi her apartmanın bir kat artırılacağı sözünü vermiş ve bunu uygulamıştır. Ankara Nazım Plan Bürosu çeşitli engeller altında ancak on yılda 1/50 000 ölçekli bir nazım plan üretebilmiştir.

Ankara değişik planlama aşamalarından geçtikten sonra 1970’li yılların sonuna doğru toplumsal yapının biçimlendirdiği bir planlama anlayışı yada plansızlık dönemine girmiştir. % 70’i gecekondu olan bir kent Cumhuriyet yöneticilerinin hedeflediği bir kent değildi. Ankara, 1980’lere gelindiğinde belirlenen hedeflerden oldukça uzaklaşılmıştı. Ancak, Ankara her zaman doğal bir canlılığa ve büyüme gücüne sahip olmuştur[23].

3.3. Diğer Bazı Kentlerde İmar Uygulamaları

1950’lerden sonra tüm kentler kentleşme ve imar uygulamaları bakımından sorunlu olmamıştır. Bunun temel nedeni bu kentlerin fazla göç almamaları ve yapılan plan çerçevesinde imar uygulamalarının gerçekleştirilmiş olmasıdır. Konya bunun en iyi örneğidir. Diğer kentlerde Konya’da olduğu kadar düzenli gelişme olmamıştır.

3.1. Konya Örneği

1950  yılında 64  bin olan Konya nüfusu, 1980’de 329 bin olmuştur. 30 yıllık dönemde nüfus beş kat artmıştır. Bu nüfus artışına karşın, kentte imar ve gecekondu sorunlarının çok düşük düzeylerde kalmasının nedeni 1965’li yıllarda iller Bankası aracılığıyla ve yarışma yöntemiyle yapılan planın iyi bir biçimde uygulanmasıdır.

İmar konusunun yeniden ele alınması gerektiği, dönemin belediye başkanı A. Hilmi Nalçacı tarafından görülmüş ve 2000’li yıllarda kentin durumunu da dikkate alan bir plan yapılmaya çalışılmıştır. Ticaret, sanayi ve oturma alanları yeniden belirlenmiş ve kente kimliğini kazandıracak otogar, fuar ve kültür park alanıyla birlikte Nalçacı Caddesi bu dönemde yapılmıştır. Daha sonra kentin gelişme yönlerini belirleyen de bu çalışmalar olmuştur. Kent tek merkezli bir yapıdan çok merkezli bir yapıya doğru gelişme göstermiştir. Organize sanayi bölgeleri ve toplu konut alanları da bu dönemde geliştirilmeye başlanmıştır[24].

Konya’nın bugün 600 bini aşan nüfusuyla gecekondu sorununu  ve benzeri kentsel  sorunları yaşamamasının temel nedeni, o dönemde başlatılan bu girişimlerdir. Kentte geliştirilen gecekondu önleme bölgeleri ve organize sanayi bölgeleri, kentin imarsız ve çarpık büyümesini engellemiştir.

3.3. 2. Diyarbakır’da Kentleşme

Diyarbakır’da 1950’den 1980’e kadar nüfus artışı yaklaşık altı kat olmuştur. Nüfus 45 binden 235 bine çıkmıştır. 1950’ye kadar kente gelen nüfus plan dahilinde sur dışında  yerleşmeye teşvik edilmiştir. Yine bu yıla kadar geniş alanlar kamulaştırılmıştır.

1950’li yıllara kadar yerli halk eski  tarz mimari ile yapılmış konutlarda oturmaktadır. Daha sonra köy tipi evlerle ilk gecekondu yerleşmeleri başladı. 1955’lere doğru sur dışına çıkılmaya başlanmış, kat mülkiyetinin gelmesiyle bahçeli iki katlı evlerden çok katlı yapılara geçilmeye başlanmıştır.

1960’lı yılların başına kadar fiziksel açıdan hiçbir bozulma olmadan kentsel gelişme devam ediyor. Ancak, 1965’li yıllardan itibaren nüfus baskısı artınca 5-8 katlı sağlıksız konutların yapımı da başlamıştır. Bu gelişmelerle tarihi kesim gittikçe bir çöküntü alanına dönüşmüştür. 1970’li yılların başında kentte birçok yer mevzii imar planlarıyla yerleşmeye açılmıştır. Bölgede yüksek rant oluşumu , kira gelirlerinin artması, banka kredilerinn sağladığı kolaylık, ticaretin doğurduğu yüksek gelir grubu, büyük toprak sahiplerinnin kentte oturma eğilimlerinin hızlanması gibi nedenlerle önemli bölgeler beton yığınları haline getirilmiştir[25].

Diyarbakır, Ankara ve İstanbul gibi büyük kentlerimize oranla az nüfuslu bir kent olmasına karşın, konut ve arsa uygulamalarının kontrol edilememesi sonucu önemli sorunlar yaşamıştır.

4. 1950’den Sonra Türkiye Kentleşmesinin Değerlendirilmesi

Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızlı bir kentleşme süreci yaşamaya başladı. Ülkenin hem sanayileşme hem de kentleşmesini gerçekleştirmek için kapital birikimine gereksinimi vardı. Kapital birikim hızı düşük olduğundan her iki gereksinimi birden sağlayacak güçte değildi. Siyasal sürecin yaptığı seçmeler sanayideki kapital birikimini hızlandırdı. Kentin yapılanması küçük sermayeye ve ucuz emeği üreten gecekondulara bırakıldı. Kentte büyük sanayinin yarattığı artı değere büyük sermaye el koyarken, kentin yapılanması sırasında doğan artı değere de toprak sahipleri ve yap-satçılar el koyuyordu[26].

Piyasa mekanizması içinde hızla el değiştiren topraklar, kentsel nüfusun aşırı bir biçimde artmasıyla kıt kaynak haline geliyor, böylece değeri yükseliyordu. Bu değer artışı hem kentin büyümesi hem de alt yapı çalışmalarından kaynaklanıyordu. Bu değer artışı vergilendirilip kamu tarafından kullanılabilseydi, sağlıklı bir kentleşme gerçekleştirilebilirdi[27].

1950’lerden sonra imar ve gecekondu konularında ve daha başka kentleri ilgilendiren konularda birçok yasal düzenleme olmasına  karşın, kentlerimiz çarpık, sahte ve sağlıksız kentleşmeye kurban edilmekten kurtarılamamıştır.

Popülist politikalar, oy kaygıları siyasetçilerin sorunu temelden çözmesini engellemiştir. Bunun yerine “köylü plancılar” ve rant spekülatörleri kentleri yönlendirmiş ve geleceği belirlemiştir.

Kentlerimizin sağlıklı gelişmesi gelişebilmesi için, a-,İmar Hukuku “idare-i maslahat” ya da “nabza göre şerbet vermek” anlayışıyla  “uygulamada” saptırılmaktan kurtarılmalı ve uygulanmalıydı; b- İmar Hukuku “muvazaa” ya da “hile-i şer’iye” biçiminde yorumlanmamalı, “yasal” anlamda saptırılmamalıydı; c-İmar Hukuku bir “yaz-boz tahtası” ya da “oy sandığı” gözüyle görülmemeli ve “politikada” saptırılmamalıydı[28].

Ne yazık ki, 1950’lerden sonra sayılan yanlışların hepsi de yapılmış ve yapılmaya da devam edilmektedir. Kentsel toprakların kentlilerin yararına kullanılamaması, konut ve gecekondu sorunları sürüp gitmektedir. Kamu yararını ön plana alan politika ve planlar geliştirilmediği ve kentsel katılım sağlanmadığı sürece, Türkiye kentlerinin bu sorunları aşması kolay görünmemektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

Altaban, Özcan, Kent Planlamada Yeni Gündem: Çevre ve Katılım, TMMOB Şehir Plancıları Odası ve Belediyeler planlama Hizmetleri Vakfı Yayını,Ankara, 1991.

Arslan, Rıfkı, “Diyarbakır ve Batman Kentleşmesi Örneği, 1960-1973”, Türk Belediyeciliğinde Altmış Yıl, Ankara, 1990.

Boysan, Aydın, “Adnan Menderes Belediyeciliği İmar Hareketi Uygulama ve Sonuçları, ”Türk Belediyeciliğnde 60 Yıl, Ankara, 1990.

Boysan, Burak, “Menderes Dönemi Belediyeciliği/İmar Hareketleri, “Halkla İlişkiler” Stratejisi Olarak İstanbul’un İmarı”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl, Ankara, 1990.

Eraydın, Ayda, “Sermaye Birikim Sürecinde Kentler”, Defter Dergisi, S: 5, Ankara, 1988.

Erkun, Sefa “Gündemin Getirdiği Yöntem: Şehircilikte Hukuka Bağlılık”, Şehircilik, Hukuk ve Yönetim İlişkileri, Türkiye 12. Dünya Şehircilik Günü Kollokyumu, Ankara, 1988.

Geray, Cevat, “Belediyelerin Hızlı Kentleşmeye Yenik Düştüğü Dönem (1945-1960)”, Türk Belediyeciliğinde Altmış yıl, Ankara, 1990.

Heper, Metin, “Türkiye’de Gecekondu Politikası”, AİD, C:12., S:4., 1979.

Kartal,Kemal, “Kentlileşmenin Ekonomik ve Sosyal Maliyeti”, AİD, C:16., S:4., Ankara, 1983.

Keleş, Ruşen, Kentleşme politikası, 2.B., Ankara, 1993.

Kılınç,İsmail, “Türkiye’de Kentleşmenin Özellikleri”, Amme İdaresi Dergisi, C:26., S:2., Ankara, 1993.

Özsaydam, Hayrettin, “Konya: Ahmet Hilmi Nalçacı Örneği”, Türk Belediyeceliğinde Altmış Yıl, Ankara, 1990.

Şenyapılı, Tansı, Bütünleşmemiş Kentli Nüfus Sorunu, Ankara, 1978.

Tekeli,İlhan, Türkiye’de Kentleşme Yazıları, Ankara, 1982

Tekeli, İlhan, “Cumhuriyetin Altmış Yıllık Belediyecilik Deneyinin Değerlendirilmesi Üzerine”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl, Ankara, 1990.

Tekeli,İlhan, Kent Planlaması Konuşmaları, Ankara, 1991.

 



[1]     İsmail Kılınç, “Türkiye’de Kentleşmenin Özellikleri”, Amme İdaresi Dergisi, C:26., S:2., Ankara,      1993, s. 153;      İlhan Tekeli, Türkiye’de Kentleşme Yazıları, Ankara, 1982, s. 67.

 

[2]     Kemal Kartal, “Kentlileşmenin Ekonomik ve Sosyal Maliyeti”, AİD, C:16., S:4., Ankara, 1983, s.   92-     93.

 

[3]     İlhan Tekeli, “Cumhuriyetin Altmış Yıllık Belediyecilik Deneyinin Değerlendirilmesi Üzerine”, Türk      Belediyeciliğinde 60 Yıl, Ankara, 1990, s. 47.

 

[4]     Tekeli, Cumhuriyetin Altmış Yılı, s. 47.

 

[5]     Ayda, Eraydın, “Sermaye Birikim Sürecinde Kentler”, Defter Dergisi, S: 5, Ankara, 1988, s. 136.

 

[6]     Eraydın, 146, 147.

 

[7]     Tekeli, Cumhuriyetin Altmış Yılı, s. 47.

 

[8]Ruşen Keleş, Kentleşme politikası, 2.B., Ankara, 1993, s. 305.

 

[9]     Tekeli, Cumhuriyetin Asltmış Yılı, s. 47.

 

[10]    Kartal, Kentlileşme, s. 101.

 

[11]    Metin Heper, “Türkiye’de Gecekondu Politikası”, AİD, C:12., S:4.,Ankara, 1979, s. 60.

 

[12]    Cevat Geray, “Belediyelerin Hızlı Kentleşmeye Yenik Düştüğü Dönem (1945-1960)”, Türk Belediyeciliğinde Altmış yıl,        Ankara, 1990, s. 217-218.

 

[13]Özcan Altaban, Kent Planlamada Yeni Gündem: Çevre ve Katılım, TMMOB Şehir Plancıları Odası ve Belediyeler planlama Hizmetleri Vakfı Yayını,Ankara, 1991,  s. 4-5.

 

[14]    Tekeli, Türk Belediyeciliğinde Altmış Yıl, s. 49.

 

[15]    Tansı Şenyapılı, Bütünleşmemiş Kentli Nüfus Sorunu, Ankara, 1978, s. 61; Aydın Boysan, “Adnan Menderes Belediyeciliği        İmar Hareketi Uygulama ve Sonuçları”Türk Belediyeciliğnde 60 Yıl, Ankara, 1990, s. 225.

 

[16]Burak Boysan, “Menderes Dönemi Belediyeciliği/İmar Hareketleri, “Halkla İlişkiler” Stratejisi Olarak İstanbul’un İmarı, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl, Ankara, 1990,s 236.

 

[17]Burak Boysan, s. 237.

 

[18]Burak Boysan, s. 238.

 

[19]Aydın Boysan, s. 229.

 

[20]Burak Boysan, s. 236.

 

[21]Burak Boysan, s. 236;Aydın Boysan, s. 232.

 

[22]Burak Boysan, s. 240.

 

[23]Tekeli, Türkiye’de Kentleşme, s. 76-79.

 

[24]Hayrettin Özsaydam, “Konya: Ahmet Hilmi Nalçacı Örneği”, Türk Belediyeceliğinde Altmış Yıl, Ankara, 1990, s. 329-330.

 

[25]Rıfkı Arslan, “Diyarbakır ve Batman Kentleşmesi Örneği, 1960-1973”, Türk Belediyeciliğinde Altmış Yıl, Ankara, 1990, s. 359-365.

 

[26]İlhan Tekeli, Kent Planlaması Konuşmaları, Ankara, 1991, s. 168.

 

[27]Tekeli, Kent Planlaması, s. 170.

 

[28]Sefa Erkun, “Gündemin Getirdiği Yöntem: Şehircilikte Hukuka Bağlılık”, Şehircilik, Hukuk ve Yönetim İlişkileri, Türkiye 12. Dünya Şehircilik Günü Kollokyumu, Ankara, 1988, s. 36.