GEÇİCİ VAHŞİ BÖLGE

-VAHŞİYE DÖNÜŞ PROJESİ-

(19-22 MAYIS 2005/YALOVA)

 

Hayat, çoğumuz için yaşamak için gereken çabayı göstermektir. Beslenmeden barınmaya, giyimden sağlığa, hayvan ve bitkilerin keşfinden bireyler arasındaki ilişkilere  ve ilkel becerilere bir çok mesele dünya üzerindeki her insan için yaşamsaldır. Uygarlık, bugün ihtiyacımız olan her şeyi marketlerdeki raflarda paketlenmiş olarak sunmaktadır. Bu durum hepimizde bir “özgürlük durumu” yanılsaması yaratıyor olsa da, bu gereksinimlerin karşılanması aşamasındaki süreçlere yüzeysel bir bakış attığımızda bile içinden çıkılamayacak bir labirentin içerisine gireriz ve sorgulamayı o noktada keseriz. Çünkü uygarlık bize yaşamsal olan ihtiyaçlarımızı karşılamak için ancak fabrikalarda, ofislerde veya tarlalarda çalışarak elde edebileceğimizi empoze etmiş ve insanlığın yüz binlerce yıl sahip olduğu ilkel becerilerin hafızalarından silinmesini sağlayarak insanları kendisine bağımlı kılmıştır. Bu bağımlılık hem toplumsal hem de ekolojik anlamda her geçen gün gittikçe artarak yayılmakta ve “kurtuluş” projeleri yavaş yavaş “uysallaşmaya” yönelmektedir. Politik mücadeleler her geçen gün daha da içinden çıkılamayacak bir hal almaktadır. Bunlar tam da sistemin “uysallaştırma” projesinin bir parçasıdırlar. Dünyanın dört bir yanında her biri “özgürleşme” adı altında mücadelelere ve savaşlara girmekte, fakat her yeni “özgürleşme” zaferinin yarattığı yanılsama uygarlaşma sürecini daha da hızlandırmakta ve yıkımın ulaştığı boyut dünyayı ve insanlığı bir sona hazırlamaktadır.

 

Hayatın “kalitesini” arttırma veya özgürleşme mücadelesi her canlı için yaşamsaldır. Fakat uygarlık bu mücadeleleri temsillerle bastırmakta ve kavramsal dünyanın bolluğu ile kardeşleri olan hayvanlar gibi insanlığın gerçek arzu ve tüm gereksinimlerini doğrudan doğruya elde etme sürecine set çekmektedir. Özgürlük, önüne set çekilmiş, bağımlı hale getirilmiş, koşullandırılmış ve bastırılmış bir bireyin ancak bir yanılsama olarak sadece kavramsal dünyasında varsayabileceği bir şeydir. Fakat gerçek bu bireyin gerçekten özgür olmadığıdır. Bugün dünyanın dört bir yanında herkesin kendisinin özgürce yaşadığını düşünen milyonlarca insan vardır. İktidar odakları çağımızda bu yanılsamanın empoze edilmesinde başarılı olmuş görünüyor. Hal böyleyken, bir çok isyan insanlığın şu an gerçekte ne olduğuna karşı değil, şu an ki durumun nasıl “geliştirilebileceğine” yönelik oluyor. Bu anlamda, tahakküm ağı her geçen gün yeni bir boyut kazanarak yayılıyor ve uygarlığın insana ve gezegene karşı “iktidar” savaşı her geçen gün daha fazla zafere dönüşüyor.

 

Hayatın kalitesi, hayatta kalmamız için gereken “şeylerin” mülkiyeti veya fazlalığı ile değil, bu gereksinimlerin karşılanması sırasında yaşayacağımız süreçlere ve durumlara bağlıdır. Uygar dünya tüm gereksinimlerimizi raflara taşıyarak bir özgürlük yanılsaması yaratıyor. Fakat işler hiç de öyle yürümüyor. Çünkü raflardan hazır elde ettiğimiz bir çok mal, arka planında muazzam oranda büyük bir kompleks yapıyı barındırıyor. Bu yapı, bir bireyin içersinde sadece bir dişli olarak kalabileceği ve hiçbir sürecine müdahale bile edemeyeceği bir işlemi içeriyor. Kişi, malı raflardan alırken bu kompleks yapının gözle görülemez karmaşıklığının farkına bile varmıyor ve bir tüketici olarak tükettiği şeyi tanımayan bir kitle olarak karşımıza çıkıyor. Bugün insanlar tükettiği şeylerin nasıl süreçlerden geçtiğinden, nasıl üretildiğinden haberdar değildirler. Ve böyle muazzam kompleks bir yapı karşısında birey kalabalık kitlelere katılıyor ve yok oluyor. Toplumsal yapı genişledikçe bireyin baskı altına alınması daha da bunaltıcı bir hal alıyor. Bugün kentlerde yaşadığımız bunun tam bir göstergesidir. Hayat bizim için içinden çıkılamayacak sayısız kurallardan oluşuyor. Sokağa çıktığımızda, caddelerden yürüdüğümüzde, markete girdiğimizde, otobüse bindiğimizde işe, okula vs. gittiğimizde bitmek bilmeyen kurallar karşımıza çıkıyor. Fakat bunların hepsi yaşam kalitesi için mi? Şu an her birimizin bu kompleks sistem içerisinde yaşadıklarımız, vahşide çamurlu, çıplak ayaklı, çatısız bir yaşamdan kurtulmak için daha mı tercih edilebilir?

 

Elbette ki bu bir tercih meselesidir. Çoğumuz her zaman önümüzde hazır olanı tercih edeceğizdir. Hayal etmek, soru sormak ve sorumluluk almak bu çağda ancak kapitalistlerin reklam faaliyetleri için yaptıkları şeylerdir. Hele ki, kurulu düzeni bozmak hiçbir uygar insanın arzulayacağı bir şey değildir. Buna biz de (uygarlık karşıtları) dahiliz diyebilirim. Fakat özgürlük tutkumuz, kendi çıkarımıza gibi görünse bile bu sistemi hem içimizden hem de gezegenden atmamız için en temel nedendir.

Özgürlük bizim için gezegende kendi başımıza hayatta kalmanın becerisini ve doğa bilgisini elde etmek, kendi yaşamlarımızın sorumluluğunu kompleks bir yapıya teslim etmek değil, o sorumluluğu kendimiz elde etmektir. Hiçbir otoriteye itaat etmemek, toplum denen kompleks yapının reddidir. Geçici olarak gönüllü birlikteliklerde bir araya gelmek ve kemikleşmiş ilişkilerden kurtulmuş olmaktır. Bireyin toplum adı altında hiçbir projenin parçası olmadığı, politik, ahlaki, ideolojik veya dinsel her türlü toplumsal yargı biçimlerinden arınmış ve tamamen tutku ve arzular üzerine oturmuş bir yaşam özgürlüğün ve anarşinin ifadesi olabilir.

Ramapithecus


Geçici Vahşi Bölge’den Döndük!

Öncelikle Vahşinin Günlüğü’nü bir hafta rötarlı çıkartmış olmamız bir şaşkınlığa yol açmış olabilir. Bu nedenle her hafta takip edenlerden özür diliyoruz...

19-22 Mayıs tarihleri arasında Vahşiye Dönüş Projesi çerçevesinden doğayla yeniden temasa geçebilmek ve yaşamda kendi doğrudan etkinliğimizi gerçekleştirmeyi öğrenebilmek için çok kısa da olsa, bir keşif kampı organize etmiştik ve kamptan dönmüş bulunmaktayız. Kamp 3 gün de olsa bize bazı deneyim ve bilgiler kazandırdı. Doğayla ve kendi vahşi özümüzle yeniden temasa geçebilme yolunda kentte yaşayan ultra-uygar insanlar olarak bu deneyimleri sürekli arttırmanın gerekliliği konusunda hem fikir olduk. Şimdi aşağıda kampa katılan 2 arkadaşımızın üç günlük kamp deneyimimiz hakkındaki fikirlerinin kendi açılarından değerlendirmesini yayınlıyoruz:

 

Geçici Vahşi Bölge – Yalova Deneyimleri

Yaşadıklarımdan ve deneyimlediklerimden çıkardıklarım ya da farkına vardığım hazlar, korkular, düşünceler, fiziksel, zihinsel ve ruhsal hasarlar ve iyileşmeler tam anlamıyla bana – yani kişiye aittir. Tüm deneyimler bireyden bireye farklılıklar sunacağı gibi, benzer hisleri yaşayan insanlar muhakkak ki vardır. Dil denen anlatıma ve sembolizme dökülmüş anlar ve anın içinde barındırdığı her şeyi bu kağıt parçasına dökerek, sıçarken götüne diken batmamış kişiler tarafından anlaşılmaya çabalamak gerçekten zor olacaktır. Ancak yine de daha önce anlattıklarım(ız)a benzer şeyleri tekrar ve tekrar anlatmak, bitmiş bir kalemle bembeyaz bir kağıda yazılan yazı kadar etkili olacaktır. Kağıdın üzerine çiziktirmektense, yazılanları kağıda kazıyacaktır.

Kalemimizi duyularımızdan keskin kılmadan en iyisi anlatıma dökmek yaşadıklarımı(zı)... Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun derler hep; keşke olmasaydı da hep birlikte farkındalığa bürünseydik her zaman bütünlüğün yaşandığı yerlerde.

Geçici Vahşi Bölge demiş olmamıza rağmen pek bir vahşi alan bırakmamış insanoğlu bize. Derenin akışını engelleyen bir baraj, hemen yukarısında kurulmuş ağaç kesim atölyesi, alabalık çiftlikleri ve her yere ulaşan uygarlığın damarları yollar... Başlangıç için oldukça hüzün vericiydi ruhuma. Ne üç gün boyunca karnımı doyuramamak ne de donuma kadar ıslanmak etkilememişti bu kadar. Musluğu açınca akan suyun, ahşap ıvır zıvırların, hayvan üretmek için oluşturulan hapishanelerin, üzerinde sarı canavarların koşuşturduğu yolların ne demek olduğunu görüyor insan. Neleri götürüyormuş meğer bu kadar kargaşa biz farkında olmadan.

Hep bir koşuşturma hakimdir kentlerde; dört gün olsun bir duralım soluk alalım dediğimiz halde, yine koşturup durduk parçası olamadan çevremizdekilerin. Yürü babam, yürü... Ne yağmur ne çamur ne de tepeler durdurabilirdi bizi. İlerlemenin bağrından kopup gelen bizler, duramazdık, durmadık da sürekli ilerledik. Bir an durup bakamadık, derelerin tersine aktığımıza. Ters giden bir şeyler vardı; ya bizdik o ya da dere. Hepimiz çiçektik ve açmak için gitmiştik diğerlerinin yanına. Ama bir çiçeğin gün boyu nasıl açıp nasıl kapandığının farkına varamadan, köklerimizi toprağa salamadan savrulduk rüzgarda. Bir çiçek tüm gün yanındakileri izler oysa.

Güneş iniyor, ay gökyüzüne yürüyordu ve çiçekler toprağa çökmüştük sonunda. Açtık, açıktaydık... Deredeki yengeçlere baktık. Ne de olsa, dedik, her şey besindir hayatta. Kimimiz gözlerine baktı yengeçlerin, kimimiz ise boş midelerine. Kimimiz yengeçlerin ruhunu kattı ruhlarına, kimimiz yanımızdaki yemişlerin.

Ateşler yakıldı, yorgun olanlar yataklara doğru sokuldu ve kalanlar da bu ara sohbete koyuldu. Kentteki dostum panik atağımın ziyaretiyle +1 oldu muhabbet çemberi. Pek bir çenesi açılmıştı bu sefer. Anlattı da anlattı... Önce beni derenin soğuk sularına girmeye davet etti, sonra da karanlıkla kaplı ağaçların arasında koşuşturmaya. Ben ise anlattım o an hissettiklerimi: Yanı başımızda akan derenin, karşımızda yanan ateşin, üzerinde oturduğumuz toprağın ve hepsini usulca örten ve okşayan havanın bizzat kendisi hissettiğimi kendimi. Huzurumu kıskandı olacak, hiç konuşmadan sabaha kadar oturdu yanımda, biz oyunlar oynarken arkadaşlarla. Maksat duyularımızı geliştirmekti ve o zaman bir daha öğrendim her şeyin farklı ama aynı olduğunu. Annemizin kucağında otururken, babamıza gökyüzüne şarkılar savurduk, o an uydurulmuş içimizden gelen.

Bedenim yorgun, zihnim karmaşık, ruhum huzur dolu. Yine dengede değil kahretsin üçü. Bir bardak daha ısırganlı çay ve ateşin başında biraz daha huzur. Gördüğüm ise sade; ateşten kıyafetiyle ormanın ruhu; hissettiğim ise bütünlük, tam orada, o anda, özgürlük.

İlk gün hiç otoriteye maruz kalmadığımızın farkına vardım, ne de herhangi bir vahşi hayvana rastladığımızın. Sadece kuş cıvıltıları ve derede yüzen yengeç ve balıklar. Tepelerde gezinen inekler ve başlarında bir eşeğin üzerindeki baltalı amca. Gözlerimi son kez kırptım ve bir daha açtığımda sabahtı. Isırgan, yabani gül, papatya karışımıyla güne merhaba. Ve tabi ki de açlığa. İki adet kuru üzüm kesmezdi kimseyi, iki kişi doldurduk cebimize yabani erikleri... Sabah kahvaltımız herkese bir avuç erik oldu. Erikleri atıştıra atıştıra koyulduk yola.

Köye yaklaştığımızda bir kısmımız telefon etmeye ve yiyecek bir şeyler almaya gittiler. Malum çayla ve erikle karın doymuyordu ve aldığımızdan fazla enerjiyi harcıyorduk yürümeye. Tekrar toplandık ve yine koyulduk yürümeye. Ana yolda bir kamyon kasasında şelaleye doğru gidiyorduk, varmadan atladık kasadan ve geleneği bozmadan yürümeye devam... Tüm vücudumun ter bezleri çalışıyordu. O yorgunluk ve sıcaktan sonra, buz gibi şelalenin suyunun iyi geleceğini düşünüyordu herkes. Suya girince bir şeyin yanlış olduğunu gördük, şelalenin suyunun buz gibi değil gerçekten buz olduğu.. Metrelerce yukardan dökülen su o kadar çok gürültü çıkarıyor ve etrafı soğutuyordu ki gece için başka bir yere geçtik. Burası da uygarlıktan nasibini almıştı.. Tahta köprüler, hiltilerle kırılan ve parçalanan kayalar, ve kesilmekte olan ağaçlar. Gel de kırma o kazma küreklerin saplarını kafalarında. Biz işimize koyulduk; yerdeki kuru otlar süpürüldü, ateş için odun toplandı yiyecek bir şeyler arandı. Bir tencere makarna ve yedi avuç. En çok da normalde yemediğim makarna, ekmek ve ıvır zıvırdan yemek koydu bana. O kadar yorulmuşum ki bu sefer erkenden uykuya daldım.

Sabah erkenden kalkınca önce yağmur yıkıyordu insanın yüzünü. Herkes uyanana kadar çabaladık ateşin devamı için. Normalde yağmurda yürünmez ama biz mecburduk yürümeye.  Ertesi gün dönmek için, köye yakında yatmak zorundaydık. Ve yine başladık yürümeye. Yolda asma yaprakları ve erik topladık akşam yemeğinde solucan sarması için. Bu arada sırılsıklam vardık köyün yakınlarına.. 3 ağaç ve bir sürü eğreltiotu ve dal vardı. Bir kısmımız barınağa girişti, bir kısmımız da ıslak odunlarla ateş yakmaya. O kadar ıslandık ki kimsenin kuru bir şeyi yoktu. Buna yanımızdaki çadır da dahil. Ateş ve suyun karışımından ateşi galip getirmek gerçekten de zormuş.

Kuruyamadık, ısınamadık... Ve planlanandan bir gün önce kente geri dönmeyi kararlaştırdık....

Kendime Notlar :

·     Sürekli yürümek hatalıydı, kısa süreli deneyimlerde belli bir yerde kamp yapmak ve mümkünse yiyecek aramak, toplamak veya avlamak için çevreyi gezmeli

·     Gideceğiniz yerin mevsimine uygun bitki örtüsünü gitmeden iyice öğrenin. Yanınıza yenebilir bitkileri gösteren bir kitap alabilirsiniz.

·     Yanınızda ne kadar uygarlık götürürseniz o kadar hiçbir şey yapmazsınız, yapmaktan vazgeçersiniz ve hatta piknikçiye dönersiniz. Örneğin; çadır götürmek, barınak yapmayı engelledi. Geçen seneki deneyimimde tulum dahi olmaması yorgan bile yapmama neden olmuştu.

·     Yiyecek aslında çok sorun değil, sadece kentte büyüyen midelerin ufalmaları sırasında zorlanıyorsunuz. Açlıktan kimse ölmez, zaten en fazla 2-3 gün aç kalırsınız sonra yiyecek şeyler bulabilirsiniz çok rahat.

·     Grup psikolojisi çok önemliydi bu kampta. İlk kez bu kadar kalabalık bir deneyimdi. Ancak bir ara kitle psikolojisine kadar aldı başını gitti. Örneğin, ekmek yememiz gibi ya da “makarnadan bir şey olmaz Elfun boşver ye” gibi.

      ·    Yeniden vahşileşme deneyimlerinde bedenimizi vahşileştirirken, zihnimiz ve ruhumuzda önemli. Uygar olarak düşündük , öyle davrandık. Ama yine de ilk geceki oyunlarımız güzeldi.

·     Çevremizi iyi gözlemleyemedik, bu da sürekli yürümemize bağlı.

·     Elbiseler kuru tutulmalıydı, bu da sürekli yürümemizden olmadı.

·     Yiyecek daha fazla şey bulabilirdik ve bitkileri daha iyi keşfedebilirdik. Ama bu da yürümekten olmadı.

·     Bireysel olarak kendimizle pek başbaşa kalamadık. Tüm gün yürüdüğümüzden, pek fazla aktiviteye yer kalmadı.

·     Ve tekrardan; sürekli yürümek hatalıydı J

 Kampta Deneyimlediğim Pratikler

·         Çok fazla yürümek boşuna enerji kaybı.

·         Yengecin tadı gerçekten güzelmiş. Eklemleri içindeki etleri yiyebilirsiniz.

·         Eğrelti otu barınak yapmak için işe yaradığı gibi karbonhidrat kaynağı olarak da kullanılıyor ve tadı çok iğrenç değilmiş. Genç yaprakları ve kaynatılmış kökünü yiyebilirsiniz.

·         Eğrelti otlarından güzel şapka oluyor. (Eğrelti otlarının ana gövdesinin ortalarından kesilir. Yeteri kadar eğrelti otu keserek, eğrelti otu demeti yaparsınız. Ve saplarını bağlayıp, yaprakları şapkaya benzeyecek şekilde açar, kafanıza yerleştirirsiniz.)

·         Evcil hayvan bokları kaybolursanız yolunuzu bulmanıza yardımcı olur. Bokları takip edin.

·         Belki de jeolog olduğumdan ama bölge morfolojisini, bitki örtüsünü, kayaları göz önüne alırsanız, yolunuza ne tür yapıların çıkacağını tahmin edebilirsiniz. Dere, açık alan, sık orman, kayalık, dik yamaç vs. gibi...

·         Bir arkadaşımızın filmde izlemiş olduğu ve bize anlattığı; “kuşlar ötmeye başladı yağmur dinecek” koca bir yalan J

·         Duyu geliştirici oyunlar eğlenceli ve zevkliler. (Örneğin, bir kişi önce herkesin ayrı ayrı dokunuşu, kokusunu, el çırpma sesini vs. vs. gibi çeşitli özelliklerini bir kez deneyimler ve daha sonra gözlerini kapatır, diğerleri sırayla dokunur, elini uzatır veya el çırpar vs. ve gözleri kapalı kişi kimin olduğunu bulmaya çalışır; gibi...)

·         İnce dallar ve yapraklardan yağmurluk. (Yaprağı bol çok ince dallar toparlanır ve üst üste yığılarak örtüye benzer bir hal alır. Ve bu demetler bir birine bağlanarak üzerinize giyilir. Hayal gücünüzü kullanın işte, görmeden anlatmak gerçekten zormuş. J Yapraklar ne kadar genişse o kadar çok işe yarar.

·         Islak odunlarla ateş yakmak: (Toprağa bir çukur kazın ve içine mum koyup yakın. Mumun(veya kuru bir tutuşturucunun) üzerine ıslak çıraları koyun, bir süre sonra çıralar kurur ve yanmaya başlar. Çıralar tutuşurken, daha kalın olan dış kabuğu soyulmuş odunları çukurda yanan ateşin üzerine koyun, odunlar ateşin içine atılmayacak şekilde derin bir çukur daha iyi. Dış kabukları soyulunca hafif nemli kalan odunlar bir süre sonra kurur ve ateşin içine yanması için atabilirsiniz. Çok fazla ıslak olmayan odunları ateş iyice yandıktan sonra doğrudan ateşe atabilirsiniz, ama çok fazla olmamak kaydıyla. Ateşi yağmurdan koruyun.

 

Elfun

 

 

Nerden başlamam konusunda baya düşündüm.Şöyle diyelim.Öncelikle bu deneyim bazılarımız için(ben de dahil) pek tatmin edici olmadı.Bunun pek çok nedeni var tabi.Bu nedenlerin bence en önemlisi vahşi yaşama olan açlığımdı.Metropolün uygar çocuğu olarak doğayla  kucaklaşma hasretimin verdiği gazla “la gidelim vahşiye dönelim” nidalarıyla koşaraktan doğaya aktım.

Ben ilk anda yumruk yemişe döndüm.Koca dağlar,pırıl pırıl bir dere,kuş sesleri vs...Ortam mest etmişti.Ta ki yanımızdan ilk kamyon geçene kadar.O an da anladım ki uygarlıktan kaçmak kolay olmayacaktı.Neyse yoldan ayrılıp dere yatağını takip etmeye başladığımızda biraz daha rahatladım.Bir yılanın bacağıma doğru hamle yapması korku ile karışık bir heyecan ve mutluluk hormonunu kanıma enjekte etti.Kendi kendime evet dedim.Doğru olan bu.Karşıdan karşıya geçerken arabaların beni ezmemesi için dikkat etmekten korna sesiyle uyarılmaktan daha doğru daha gerçek.

İlk günümüzün(ki bu daha başlangıçtı) uzun yürüyüşü devam ettikçe vücudum giderek yoruldu.Sırt çantasının ve arada el değiştiren çadırın ağırlığı ıstırap halini aldı.Önceki gece Ramapithecus ile yalova sokaklarında sabahlamanın mirası olan uykusuzluk ve yorgunluk bu uzun yürüyüşle beraber vücudumun direncini azaltmaya devam etti.Dere artık takip edilemez hale gelinceye kadar yolumuza devam ettik.Derenin bizim için bittiği yerde dağın doruğuna doğru uzanan (tabiki o anda patikanın sonunun dağın tepesinde olduğunu bilmiyorduk) bir patikayı takip etmeye karar verdik.Toplu olarak kısa bir yürüyüş daha yaptık.Hepimiz yorgunluktan tükendiği için bir mola verdik.İçimi kemiren “aceba bu yolun ucu istediğimiz yere mi çıkıyor” sorusuna karşı koyamadım. Ramapithecus benden önce davrandı ve dağın zirvesine doğru uzanan patikayı tırmanmaya başladı.Koşarak ona yetiştim ve birlikte inek boklarını takip ederek dağın tepesine ulaştık.Aslında amacımıza ulaşamamış boşuna kendimizi yormuştuk.Ama dağın zirvesinde bizi karşılayan manzara yorgunluğumu unutturmuştu.Manzaranın tarif edilemez güzelliği ile büyülenirken iki köpek ile karşılaştık.Biri  hemen ortalıktan kayboldu,öteki ise bizim o gecelik yoldaşımız olmayı kabul edip bizle takılmaya başladı.Neyse ayrıldığımız yere geri döndük ve o gece konaklamak için su kenarına indik.İki arkadaşımız yengeç avlayıp pişirdiler.Ben ise yiyemedim.Yengecin gözlerini gördüğüm an onu yiyemeyeceğimi anladım.Açıkcası bunu bir zaaf olarak görüyorum.Bidahaki deneyimimde bu acıma duygusundan kurtulmayı planlıyorum.Uzun yürüyüşün ve uykusuzluğun etkisiyle erkenden yattım ve hayatımın en uzun ve rahat uykularından (12 saat civarı) birini uyudum.Ertesi gün geldiğimiz yolu geri yürüyüp bir bölümünü kamyon kasasında geçirdiğimiz bir uzun yolculuğun ardından şelaleye ulaştık.Bir balıklama atlayış ve buzzz.Resmen kıçım dondu.Anında kayalıklara çıkıp güneşlemeye başladım.Kısa bir şekerleme yapmayı da unutmadım tabiki.Uyanıp geri kalanların yanına gittim ve ordan o gece kalacağımız yeri bulmak için kısa bir yürüyüş ve değerlendirme yaptık.O gece uyku tutmadı.Muhtemelen iki gündür ayı gibi uyuduğumdan uyumam uzun sürdü.Ateş başıda ufak sohbetlerin ardından inzivaya çekildik.Ertesi sabah yağmur ile uyandım.Herşey çok taze gözüküyordu(Şu anda keşke o gün oradan hiç ayrılmasaydık diye düşünüyorum).Yürümek adeta bir ibadet halini aldığından günlük borcumuzu ödemek için yollara düştük.Yağmur hiç durmadı.Sırılsıklam oldum.En sonunda köye yakın biyerde konaklamaya karar verdik.İki arkadaş barınakla uğraşırken ben ve elfun odun toplayıp yakmaya çalıştık.Lilith inde yardımıyla küçük de olsa bi ateş yakabildik.Tabilki bu ateş ne kurumamızı ne de ısınmamızı sağladı.Kampı bir gün önce bitirme kararı verip tekrar yola koyulduk.Köy kahvesinde verilen kısa bir üst değiştirme ve çay molasının ardından Çınarcığa doğru yollandık.Motor ile İstanbul a doğru yaklaşırken Ramapithecus ile insanların arasına karıştık.İlk dikkatimizi çeken tüketim çılgınlığı oldu.İhtiyaçları olmadığı halde sürekli tüketen insanlar hakkında geyik yaptık.Ve sonunda hiç mutlu olmasam da Eminönü iskelesinden şehre adım attım.Aklımdan geçen ilk düşünce şuydu “burası çok korkunç bir yer!”

Peki bu kamp süresince ne anladım:

Sürekli yürümek yanlıştır.İlk gün konaklayacak yer seçilmeli ve orada konaklanmalı.

Mideniz boş olunca erik süper gidiyor.Toplayan arkadaşlara teşekkür.

Çadır eziyet ve gereksiz.

Çanta olabildiğince hafif olmalı ama yedek kıyafet  unutulmamalı.

Islak odunlardan da ateş yakılır paniğe gerek yok.(nasıl yakılacağını elfun anlattığı için bi daha anlatmayacağım)

Şelalede balık tutmak çok zor

Mantus