UZUN ZAMAN DÜSÜNDÜM BURADA YAZANLAR ARTIK BIR ANLAMI KALMADIGI ICIN BURADAN SIZLERIN BILGISINE  SUNUYORUM

Sonsuzluklar arasında uçuşan kuşlar misali dünü hatırlayamayan bir insan olmak en kötüsü. Nedeni şu birkaç gündür ne yaptığımı bilmiyorum? Hatta birkaç saat önce ne yediğimi de bilmiyorum. Bilmemek değil bu unutuyorum. Önceki hayatımda, yani buraya gelmeden önce yaptığım şeyleri nasıl birer birer unuttu isem şimdilerde de yaptıklarımı unutuyorum. Ağlamak istiyorum ama bir türlü olmuyor. Hüzün dolu bulutlar üzerime bir bir çökse de beceremiyorum ki. Olmaması belki iyi. Çünki zamanında yapmadığım için pişman olduğum bu olgu karşısında yumuşamak veya ona esir olmak istemiyorum. İsteyim bir an önce buradan ayrılmak için gerekli olan şeyleri yapmak.

Sonsuzluklar ortasında ilerlerken dünü özleyip yarını hissetmeye çalışmak, özgürlüğe bir adım daha atmak, yetişmek umuda, sevilmeyi ve sevmeyi istemek Allah’tan, nihayetinde güzelliklere kavuşmak dileğim.

İnsan oğlunun istekleri tükenmek bilmiyor aslında. Fakat benim istediğim, rahat haber alabildiğim, istediğimi yaptığım, karnımı doyurduğum,

Damdan düşer gibi oluyor ama neyse....

Sevmek ne kadar zormuş meğer? Bilmeden önce neler olduğunu, anlatılanlar oyun gibi geliyordu.

Zamansızlık içinde zaman müsrifliği yapan bana artık zor gelmeye başlayan sıkıntıları güçlüklerle destekleyip ilerlerken, saatler ızdırabımı artırıyor. Tanımsızlık içinde duygular sonsuzlukta olmayan bir duvara çarpıp dönmesi gibi savrulup duruyor. Kesin olmayan şeylerin tarifi ne kadar mümkünse sevginin tarifi de o kadar mümkün.

14 Şubat 1999 yani sevgililer günü; bir sevgili olmadan geçen bir yıl daha. Bu yıl hepsinden uzun sürecek. Zamansız gelen ayrılıkların ardından çekilmez olan günleri dolu dolu yaşadığım birkaç günün hasreti ile; yolları adımlamak, yağmur altında caddelerde kimseye görünmeden dolaşmak, bir kafenin asmakatında kimse görmeden tavla oynamak ve elini bile tutmayı beceremediğim halimi istiyorum fakat olmuyor. Tarım Cezaevinde insanlar gündüzleri çalışmak için işlerine gidiyorlar, beninde yapabildiğimi sandığım bir işim var ama bir türlü gidemiyorum. Ayrılık dertlere derman olur derlerse inanmayın. Dert ayrılıkla daha da kat be kat artıyor. Sonu olmayan sınırsızlık içindeki hüzünlü insanların dünyaya olan sitemleri daha da artıyor. Dönüp bakınca geriye yine kendimi mesut ve bahtiyar olarak görüyorum. Ah bunu da yapsaydım diye hiç içimden geçirmiyorum. Düşüncelerimde sadece biraz daha fazla yapsaydım veya bu kadar kısa sürmeseydi diye içimden geçirsen de, yinede mutluyum.

12 ay süren okulda yemeye alıştığım “Ülker Biskrem” ve Coca Cola yine yanımda “Parliament” sigarası aldım keyf için. Radyoda Sezen AKSU “gidiyorum bütün aşklar yüreğimde” sanki bundan 10-11 yıl önce Sivas’ta evde gibi hissettim kendimi. Sorunları yaratanda insan, ona da yine insan çare buluyor. Zehir gibi bir Nescafe az şekerli, Kale Camiyi seyretsem, Meydanı aydınlatan direkleri görebilsem, belirli belirsiz Kongre Lisesinin önünden geçenlere bakabilmek veya minibüse yetişmek için akşam karanlığında koşuşturan insanların ne yaptığın merak ederek seyretmek. Yada kar yağdıktan sonra evin önünü kürümek saatlerce veya bodruma inip mirasımdan bir miktar tahsilat yapmak.

Yada kayak evinin önünde Yusuf emminin demlediği çayı içerken Sivas’ı kuş bakışı dumanların ve bulutların altında hayal etmek. Hayal değil belki 289 gün sonra tekrar aynı şeyleri bir umutla yaparım. Unutmayacağım 31 OCAK 1999 tarihini, bir unut ve sevecenlik örneği Barış MANÇO öldü dediler, önce inanmadım. Daha doğrusu inanmak istemedim, çocukluğum onun plaklarını dinleyerek geçti, sonra aklım yetti kendim isteyerek ve arayarak dinledim. Büyük bir sanatçı demek onun için az olur ası tarifi gönülleri derinden etkileyen biraz çocuk ruhlu, biraz 77’lik bir kalpti o. Ölümün zamanı yok, her an yanımızda, onu hatırlamak için bir CD veya bir kaset yererli, unutmak istemiyorum. Hep hatırlayacağım.

Sevmek istiyorum, denizi, toprağı, suyu, havayı, her şeyi ama her şeyi. Ama en önemlisi bir insanı, hep yanımda olacak. Benimle aylayıp. Banimle gülecek, gülünce yüzünde güller açacak, adı gül olacak. Ama bir türlü olmuyor. Ya ben beceremiyorum kendini sevdirmeyi yada çok eziyorum karşımdakileri. Umudum kendimde aslında, ne yapacaksam bu 289 gün sonra olacak. Umudumu saklıyorum. Saklamak yüreğimde büyük bir yük oluyor. Nereye koysam almıyor. Sığmıyor hiçbir şeyin içine. Bu sevgiyi ancak bir kalp, bir kucak düşürmeden taşıyabilir. Çünki artık taşıyacak gücüm ve vaktim kalmadı.

Kalmadı derken belki birazda yaşlandığımı hissediyor olmamın bir etkisi vardır.

Özlüyorum sabahın saat 03.00 - 04.00’ü ne kadar yazı yazmayı, kitapların boş boş bakan anlam arayan yüzünü, hüznün yükünü, sevebilmeyi, sevilmeyi ama her şeyi. Belki son demini yaşıyorum hayatın. Gözbebekleri içinde kaybolmayı, ümitlerimi ağlamadan yakalamak, dur demek hayallerin çıkmaz sokaklarına. Unutulmadan sevmek ve paylaşmak.

Bir doğum günü Konya’lı Süleyman KAYA’nın. Erkan, Hüseyin ben varız mekanda, gözlerdeki hatırlanmanın sevinci çakmak çakmak olmuştu gözlerinde. Mayıs 24 olunca bir yıl daha eskiyecekmiş gibi hissediyorum bu yaşlı dünyada. 30 tam yıl bitecek 31 yılın yükü binecek sırtıma.

Gidecek nerem var acaba, evim mi? Yoksa yalnızlığımın mekanı bir bekar evim mi? Yoksa sıcak bir yuvaya, hayallerime mi kavuşacağım? Çaresiz hissetmedim kendimi. Allah’ın izni ile hissetmek de istemiyorum.

Senelerin büyüklüğünü burada anladım. Geçmiyor zaman. Boş bir an kalmadan kullanıyorum geçen günleri. Boşa da koşturuyorum, doluya da. Yinede bir türlü tamamlayamadım günlerimi. Bir mahkumun hayatı elinden çekilip nasıl alınıyorsa benim günlerimde o misal bir bir elimden alınıyor. Bu yıkıntı altında kalmış bir insanın ezilen kolunu, ayağını kurtarmak için çığlık çığlığa yalvarışları gibi bir şey bu. Alışmak birkaç gün içinde oluyor her şeye, değişen sadece ve sadece yeni yüzler ve çevreler. Bir gün karşımıza çıkan fırsatı iyi kullanamamamız ömrümüzün geri kalan anlarında sürekli.....

 

kendilerini hiç zorlamaya gerek yoktu aslında, sevmek yeterliydi, sevgi üzerinde herhangi bir şeyi kullanarak bir şeyleri elde etmeye çalışmak anlamsız ve yıkıcı olur; dedi içinden. Kitapta neler yazıyordu bir kelimesini bile hatırlamıyordu ama yine sevginin gücü ve güzelliği karşısına çıkmıştı.

Sevgi ve sevgili için neler yapabilirim diye kendi dünyasına döndü birden. Sonsuza açılan kapılardan sadece birinde huzurun bulunduğunu ararcasına karşısına gelen tüm kapıları birer bire açıp sevginin nerede olduğunu bulmaya çalışıyordu. Bunu 30 yıllık hayatının son 3-4 yılında yapmaya başlaması nedeniyle tam olarak ne aradığını bilmeden sadece birkaç kapıyı açık kapatırken son üç yılında sadece birinden etkilenmişti. Belki adını sevgi koyamadığı bu tadı bir daha hiç elde edemeyecekti ama ne aradığını da bir türlü bilmiyordu. Duygusuzdu denilebilir bu delikanlıya, çünki hiçbir zaman fazla gülmedi, hiçbir zamanda fazlasıyla ağlamadı, her şeyi ama her şeyi içine attı. Fırtınalar kopsa da ruhunun derinliklerinde bunu hiç belli etmeden yaşayışını sürdürmek için elinden geleni yaptı. Bir bacağını bazen felç geçirmiş gibi hissetmediği günleri oldu fakat hiç kimseye ben rahatsızım diyerek ağlamadı. Tek gözyaşını annesi. babası, kardeşleri, birkaç sevdiği arkadaşına, vatanına ve adını koyamadığı, tarif edemediği hisleri uyandıran kız için döktü. Ve hala döküyor da. Uzun ağaçlar altında bir gölgeye sığınmış serinlemek isteyen çocuk gibi bazen hırçın bazen halim selim bir ruha sahipti. Her denileni yapar, üzerine vazife olamayan işlere karışır ve her şeyden biraz anlardı. Belki de bir çok şeyi bilip yapıyor olması kendisine vakit ayırmasını engelliyordu, yada çok salaktı. Bunu kendisi yaşarken dahi çözümleyememişti. Yaşı ilerledikçe kendini insanlardan soyutluyor, kendine kapalı bir mekan bir sığınak yapıyordu. Sanki sonsuza kadar kendini yalnızlığa mahkum etmiş gibi.

Belki diye düşünüyordu ara sıra belki daha önceleri sevmenin bu kadar iyi bir şey olduğunu öğrenseydim. Bildiği sevgi; ana sevgisi, kardeş sevgisi, arkadaş sevgisi yani hepsi bu kadar. Şunu bir türlü bulamamış, aşk. Aşk, aşk nedir, bir çiçeğin güneşi selamlarcasına boynunu narince çevirerek ona doğru açması gibi bir şey mi, yoksa bir gecenin biterken ardından güneşin doğması mı. Bilinmeyen bir kimya, bilinmeyen bir fizik kuramı gibi içine girdikçe daha derinlere batılan, tariften yoksun bir hisler yumağı.

Tüm evrenin üzerine kurulu bulunduğu tek duygu yükü AŞK.

Zamanın ve mekanın anlamsızlaştığı günlerden biriydi yine; bir yıl daha geçmek üzereydi başlangıcın, sonu o kadar ani olmuştu ki genç adamın kimyası değişmişti. Mesaiden erken çıkıyor, işe erken gidiyor. Öğlenleri ise görebilmek ümidi ile koşarcasına iş yerinden çıkıp koşarcasına sevdiğine inandığı kızın çalıştığı caddenin köşesine gidiyordu. Akşamları dışarıda geziyor, kandıra bildiği günlerde ise sevdiğini sandığı kızı bir yerlere alıp götürüyordu. Biraz insanlardan kaçıyordu aslında biraz değil epey kaçıyordu. Şimdilerde de aynı ruhla yaşıyor, geçen gün yine gördüm bu delikanlıyı hala o kızı düşünüyordu, belli ki içinden söküp atamamış bir türlü. Elinde kağıt kalem bir şeyler yazıyordu, şöyle bir baktım yazdıklarına, kırık bir kalpten dökülen göz yaşları gibi korka korka

“Kara kara gözlerin miydi? Yoksa umuda açılan yol muydu? Bağlanıp kalmak mı yoksa? Ölçüsüzlüğün sınırı mı? Yada ufku kayan son güneş mi?” diye başlayan bir kaç satırdan sonra doğun gününü kutluyordu. Kutlaya bilecek cesaretini toplasa aslında, içinden geçenleri anlatabilseydi kıza belki şimdilerde bu kadar acı çekiyor olmayacaktı. Neyse gençliğini tamamlamak üzere olan adamdan biraz uzaklaşıp derinlere inmek gerekli artık.

Ölü zamanlar

Ölü zamanlar durağındayım,

Akıp gitmiyor burada zaman,

Donup kalmış ufka bakan gözüm.

Ölü zamanlar durağındayım.

 

Ölü zamanlar durağı burası

Sırası gelip de bekler burada,

Zayıf ruhlar ölür burada.

Ölü zamanlar durağı burası.

 

Ölü zamanların mola yeri burası,

Ayışığı hiç düşmüyor üzerime,

Sevgi, özlem, keder düştü içime.

Ölü zamanların mola yeri burası.

 

Ölü zamanların mezarlığı burası,

Gül bahçelerinde derlenen çiçeklerin

Ayışıklı mehtapların ölüm yeri.

Ölü zamanlar mezarlığı burası.

Güneşin doğuş ve batışı nasıl belirli bir zaman içinde aynı şekilde cereyan ediyorsa, bu adamında hayatı neredeyse her şey gibi tek düzeleşmiş, aynı işleri yapar olmuştu, tek düzeliği zaman içinde kısa bir süre için bölünüyor sonra tekrar ayni biçimde devam ediyordu.

Eski bir plağın çaldığı nameleri dinlerken sonrasında ne olacak diye hiç düşünmemişti. Ama yaşı 30-31 olduktan sonra; acaba bu şarkıyı ne kadar daha dinleyebileceğim demeye başladı. Acılarını içine attıkça sigara sayısını da artırıyordu. O kadar ki bazı sabahları uyanınca göğüs ağrıları oluyor, hafif bir spor yapmayı denese koşmaya derman bulamıyordu. Artık gündüzleri de

Sevgiliye olan hasretini bir türlü kabullenmeyen; kendini üstün geren tavrıyla bir yıl görmedim beş ay daha görmesen derken aslında kalbi bir türlü kabullenmiyordu kendisini. Zamanı azalıyordu; azaltmak için elinden geleni yapıyordu; uyumuyor, artık elinden geldiğince az yiyor, sigara sayısını hızla artırıyordu. Güneşe bile çıkmıyordu neredeyse, damarlarında THC dolaştıkça, nikotinin verdiği hazzı çoğaltmak istiyordu. Tek rahat olduğu şeyi yine bulmuştu.

Saflıktan mı yoksa, bilmediğinden mi bilinmez, bir türlü rahatlayamıyordu. Sonunda çareyi bir mektup yazmakta aradı ama onu da bir türlü gönderemedi. Sevgi pınarları coşkuyla akarken bir yudum almadığına pişman olarak yine bir şeyler karalıyor, sanki kendi idam fermanını yazarcasına. Ölümü artık kalemden olacakmışçasına yazıyordu. Yazdıklarını paylaşmadan sürüp giden satırların bazen bir kaç satırını okuduğu arkadaşları çok güzel ve başarılı bul salarda kendisi hala iyi olduğuna emin değildi, "önümde sevginin acısı olduğu müddet hiç bir zaman bitmeyecek olan bu sızlanışlar kavuşunca sevgiliye o an tamamlanacak yazım" diyordu.

 

Bilmediğim şeyleri sende öğrenmek;

Güzel söz söylemeyi.

İnceliği,

Kibarlığı,

Kıskançlığı,

Sevmeyi,

Sevişmeyi,

Yokluğunda seni arzulamayı

Sana bağımlı olmayı

Aşık olmayı istiyorum.

diye karalamış bundan neredeyse iki yıl önce, Zamanın nasıl akıp gittiğini bir türlü hatırlamıyordu. Son olarak 21 yaşındaydı, şimdi nasıl olmuştu da 31 yaşına girivermişti. Sevmeden 31 yıl nasıl yaşamıştı, belki son üç yılını birini sevdiğini düşünüp, platonizmi yaşayarak geçirmişti ama olsun. Yinede bir çölde su arayan insan gibi aradığını bulamamışçasına bakınıp duruyordu etrafına.

 

Birbiri ardına gelen saatler sıcaklaşmaya başlayan geceleri ısıtırken güneş yeni gelen baharın yapraklara, dallara, otlara can vermesinin ardından yine delikanlının ruhu karışmış içimden geçenleri yazmaya başlamıştı. Sadece düşündüklerini yazmıyor özlemlerini de dile getiriyordu.

AŞK

Açınca baharın dişi gülleri,

Bir başka rüzgar eser bahçelerde.

Dinle çılgınca öter bülbülleri;

Sorma niçin düştüğünü bu derde.

 

Der ki: Aşktır şadeden gönülleri;

Perişan, berbadeden gönülleri.

Aşk söyletir en yanık türküleri,

Ay buluta girdiği gecelerde.

(Cahit Sıtkı TARANCI)

Okudu bir çırpıda şiiri, sonra düşündü; neler anlatmak istemişti burada şair diye. Tanımlayamadığı kendisine sıkıntılar veren ve gönlünü büyüleyen şeyin de aşk olabileceği bir an geldi aklına; belki bende bunun için yazılar yazıyorum, bir şeyler mırıldanıyorum. Bende belik aşığım ama bunu bir türlü kabul edemiyorum diye geçirdi içinden. Hızla akıp gidiyordu zaman dışarıda ki insanlar için, kendisini bir anda içinde bulunduğu yerde yazdığı mektuplara, kartlara hiç cevap almamıştı. Bir keresinde telefon açtı neredeyse 11 aydır göremediği akıldaki kıza, ama yoktu. Evindeki telefondan ise en son 60 günlük sıkıntının içindeyken konuşa bilmişti. Yine birkaç kez denedi ama bildiği telefon numarası artık cevap vermiyordu. Sesini duymayı, teninin kokusunu özlemişti, birlikte sac kavurma, tatlı yemek istiyor. Elini hiç omuzuna atmadığı halde eli omuzunda caddelerde dolaşmak, çocuklar gibi bir piknik yerinde ağaçta kurduğu salıncakta sallanmak, kısacası onunla olmak istiyordu. Uzaklardan esen rüzgar bir anda kendisini alıp götürüyordu 7,5 senedir yaşadığı yere. Keşke diye içinden geçirdiği çok oldu ama bir türlü dile getiremediği şeylerin, sevginin artık neredeyse hiç umudu yok gibiydi. Sevginin ve sevgilinin adını koyamadan sevgisiz ve sevgilisiz kalmıştı. Umudunu saklayarak yaşarken bir kış ortası bedeninin serbest kalacağı günü bekliyordu. bir 23 NİSAN bayramı daha iki gün önce bitmişti. Bayramdan kendisine bir şey yoktu. Sadece 24 saat rahat etmişti o kadar.

Kederli günlerin sevgisi yol ortasında kalmış gölgelerde,

Sevda isteyen insanlar dağları fethetmiş.

Boşta kalan gözler ufka dalmış,

Sevdayı kederi arar burada,

Tarifsiz tatlar ve hisler yumağı burada doğmuş.

 

Acı ve kederi örten ve açan bir kaç satır yazı,

Yada bir telin ucunda kısık bir ses.

Duyulmayan ve görülmeyene özlem artar.

Kalp çarpar, ruh parçalanır,

Sevilenler hep uzak buraya,

Akşam bile çok çok uzak.

 

Hava kararsın diye ufka bakıp beklemek boşa,

Geç olur burada akşam,

Zaman hiç geçmez,

Hasret artar,

Keder artar,

Gün batarsa biraz sevinç,

Çünki takvimden bir yaprak düştü,

Sıladan dönüş günü azaldı.

 

Zamanı yitirmişti, kurtlar sofrasında bulunduğu yeri düşündü bir anda belki biraz daha önlerde bir yerlerde olmalıydım dedi birden içinden. Sonra tekrar niye bunları yaşıyorum gereklimiydi bütün bu olanlar derken, kulağında yine o tatlı sesi duymak istercesine birbirbir ardına çevirdi numaraları, duyduğu tek şey anlamsızlıklar içinde ki meşgul sesiydi. Nedensizlik içindeki yaşayışında değişen birşey yoktu hala 30 yaşını tamamlamasına birkaç gün kalmıştı oysa ki. Yarın buralardan kurtulursam neler yaparım diye içinden geçirdi, sonra durdu, ne olacağı belli; yine hayatı değiştirmek için çaba göstermeden olanlara razı görünüp yaşamaya devam edecekti.

Her Mart onbeşinde yapamadığı şeyi bu yılda yapamamıştı; ama bir kaç satır karalayıp göndermişti beyaz bir sayfaya, üzerine de sayı güllerden bir demet çizmişti, aklından geçenleri yazamıyordu bir türlü, hala yazamıyor ama olsun neler hissettiğini kalbinin derinliklerinde saklamaya devam ediyordu. Sonra birgün belki bu hazineyi açıp tüm evreni sarmasına fırsat verecekti ama bunun artık önemi yoktu. Sonsuzluklar ortasında kalmış bir kara nokta misali seviden uzak kalmış, kendini biçare hisseden kalbine yeni bir sevgi koymak için ne kadar çabalarsa çabalasın bir türlü beceremiyordu. Yada içindeki yaranın hala sıcaklığını koruyor olması, hissettiği aşkın hala sönüp közlenmemiş olması bunu açıkça engelliyordu.

Yine bir ciğara yakmış yavaş yavaş içerken küllere sevgiliye bakar gibi seyrediyordu vakitsizliğin elini kolunu kırdığı anlarda karşısındakine " seni seviyorum " bile demeden yanından ayrılmıştı.

Çiçekler dallarında solarken birbiri ardına, geçen yıllar hüzün bulutları arkasında saklanırken tarif edilemeyen sevgi yumağı ağını daha sağlam örerken karşıma ben ne yapacağım diye düşündü bir an. oldum olası düşünüp duruyordu, asıl amacını unutmuş kaderine razı olmuşçasına 354 gün önce vedalaştığı sevdiğinden uzun zamandır haber alamadığı aklına gelince bir an gözleri doldu. Sonunda teslim olmuştu aşkın acımasız kanununa. Bu kadar acı olacağını tahmin ettiği için bir türlü kabul edememişti. Sonralarında yine neler olacak diye düşünmek bile istemeden reddetmişti. Niye reddetmesin ki başına gelecekleri taa o zaman tahmin etmiş, sadece kendini kandırmaya çalışıyordu. Sonunda tutulup kalmıştı sevdaya, reddetse de eski platonizm duygularını yine hissediyor, o duyguları tekrar tekrar yaşıyordu. Zaman buldukça kendini sürükleyip götüren sevda rüzgarlarının etkisiyle uzaktaki o şehire gidiyor, yine o derenin kenarında bir yerlerde kaybettiği sevgiyi; sevgiliyi arıyordu.

Haykırmalıydı dünyaya ben seviyorum diyebilmeliydi ama nafile. Bir türlü kıramıyordu çelik gibi muhafazada sakladığı kalbindeki duyguları. Hissetmek sıcaklığını, dokunabilmek ellerine, bakabilmek istiyordu sıcak ve heyecan duyduğu gözlere, eli ayağı karışıyordu yanında olduğunda, yine bu hisleri yaşamak istiyordu.

Samanyolunun bir noktasından başlamıştı koşmaya, diğer ucuna yetişmek için uğraşıp duruyordu. Sadece huzuru ve esenlikleri ararken garip biçare olmuştu hiç bilmediği bu yabancı ellerde. Tek suçum zamansız doğmak mı? Yoksa zamansız sevmek mi? yada sevgiyi yanlış öğrenmek miydi suçu. bir türlü bilmiyordu. avare olmuştu bu dünya üzerinde, göçebe kuşlar misali, konar göçer olmuştu yörükler gibi. evet artık biliyordu amansız sevdanın adı AŞK'yı. AŞK. Sen suçlusun.

Sen daha fazla suçlusun zaman.

Zaman sınırlarını aşarak geldiği bu yerde olanları unutmak için elinden Gelen herşeyi yapıyordu. Yaptıklarına kendisi inanmasa, kabul etmese de yapıyordu istenilen herşeyi. Uçsuz bucaksız gibi görünse de hayat sonunda çok kısa bir an yaşanıyordu aslında. Zamanın derinlerine indikçe sancılar çoğalıyor, ihtiyacın sınırları zorlanıyordu habersizce ruhun parçaları hissetmeden. Asıl olan hep sonradan ve habersizce çıkıyordu karşısına. Bir an bile düşünmese; ruh bedenden bir şeyler istiyordu. Sorumsuzca geçin günlerin ardından ölçüsüz ve isteksizleşen ruh, parçalarını bir araya toplamak için boşuna uğraş veriyordu aslında. Bir an cesaretini toplasa neler yapabilirdi halbuki. Sevmenin sınırını çizen olmamış ki, o çizebilsin. Ölçüsüzdü herşeyi, uykusu, bir günü yaşaması, konuşması, hayatı resmetmesi, duyguları, kederleri, sevinci, herşeyi ama her şeyi ölçüsüzdü. Vakit darlığı çekiyordu, biraz zaman daha, biraz daha zaman çünkü öğrenecek o kadar çok şeyi vardıki dünyada. Öğrenemediği tek şey, yada başka bir anlatımla yanlış veya farklı öğrendiği şey sadece aşktı. Ölçüsünü bilmiyordu hayattaki sevme fiilini. Bir zaman dilimi yaşamıştı, birini sevdiğini zannettiği. Onunda bir ölçüsü yoktu. Varolabilmek için çalışmak, çalışmak için sağlıklı olmak gerekiyordu. Sağlıklıydı aslında neler yapmak istediğine bir türlü karar verebilmiş olsa, çok farklı bir kafa yapısından ziyade, sevecen ve yumuşak başlı biri olacaktı. Sonsuza açılan kapıdan girmeden önce kısa ömrünü tamamlayacaktı. Bu anlık yaşayısın bir kısa saniyesinde birisiylebirleşecek değişik duygularını açıklığa kavuşturacaktı. Sonunda bu kısa başlangıcı yakaladı ama sonunu bir türlü getiremedi. Yıkılmış gibiydi. Gibiydi çok yumuşak bir deyim oldu, yıkılmıştı. Gözleri artık eski parlaklığında parlamıyor, işine dikkatini veremiyor, kendisine düzenli bakmıyordu.

 

Bir yerlerde umudunu sakladığını söylemişti, umuduna ulaşmaya 197 günü kalmıştı. Bir çırpıda geçiyor gibi görünse de; ruhunda ve bedeninde kalıcı izler açıyordu geçen zaman. Sonsuz sevgi pınarında bir yudum su içmek için sıra bekleyen kuşlar gibi bir gün sıranın kendisine gelmesini bekliyordu.

Zamanın orta yerlerinde umudu arayanların yarınları asla olmayacakmış gibi sarsıla sarsıla ilerleyen insanların sevgiden yana diyecekleri kelimeler ve anlatmak istedikleri hikayeler olması gerek. Yarını düşünmeden yaşamak ancak bir ağaç misali durağan kalmak mantıklı kişinin yapacağı bir iş değil. Zaman sınırları içinde sorumsuzca yaşamakta neredeyse aynı şey.

Bir gün karşısına başkası çıkacak mıydı acaba? Neden olmasın belki de çıkar. Bir umutla birini bekledi ama olmadı bir türlü, isteklerini anlatamadı dünyaya ve kendisine. Bulamadı bir başkasını romantikti belki, bekli romantiklikten biraz fazla platonikti. Fazlaca platonik, aşkı hep platonik olarak tanımıştı. Sevdiği her şey kendi içindeki gizde saklıydı. Sonraları tutulduğu bu şey belki ileride karasevda olarak karşısına sıra sıra dizilecek, çok büyük acılara sebep olacaktı ama olsun buna razıydı.

SONKEZ OLSUN

Sonkez olsun diye başlıyorum bu satırlara ama içimden gelmiyor sonkez olması. Senelerin yorgunluğu altında incinmiş bir ruhun parçaları olan bir kaç iyi söz buradan sonra başlıyor. Bir kaç güne sığdıra bildiğim bir mutluluk yaşattın bana. Sonraki günlerde ise platonizmin bir parçasını tatdırdın bana. Belki senden uzak kalmanın vermiş olduğu etkiden dolayı sağlıklı düşünemiyorum. Belki de ruhumun bir parçası hala senin yanında. Bunu asla bilemedim. Sonsuzluk denizinin ortasında sürüklenen bir geminin kırık dümenini tutan ellerimin arasından bir anda uzaklaşıp gittin benden, sana sitem etmiyorum veya kızmıyorum aslında. Çünkü daha önceden hiç kimseye karşı hissedemediğim bir kısım şeyleri sende buldum ve sende tatdım. Gelmek lazım artık konuya; Konu aslında çok basite indirgenirse üç harften oluşuyor. Sevmeyi bilmeyen bir kalbin seni tanıdıktan sonra keşfettiği AŞK.

Acaba sana aşık mıyım diye hiç düşünmedim. Çünkü senin yanında elim ayağım tutmuyor sakarlaşıyorum. Adını bile yazamadım hala, Gül demekten korkuyorum, belki kırılırsın ve solarsın diye. Ay diyemiyorum, güneş hiç batmazda bir daha göremem seni diye. Kalbimin derinlerinde bir yerlerde saklı olan gizli hazineyi ararken sen çıktın karşıma ve aklım durdu. Durmaktan maksat ne aradığımı dahi bilemeden pervane oldum sana tutuldum. Kısa bir andı buluşmamız, sonra uzun bir ayrılık. Yinede senden kopamadım. Belki bu benin platonizme yatkın bir ruhumun olmasından, belki de sevmeyi sevilmeyi bilemememden kaynaklanıyor. Uçsuz bucaksız gök yüzünde iki güneşin bir biriyle çarpışması ihtimali ne kadar düşükse; benin seni sevip sevmeme ihtimalide o kadar. Sonkez olsun derken kastım şu idi; Zaman zaman sana kart attım, mektup yazdım, belki bunları aldın belkide almadın, bunu bilmiyorum. Ama şunu kesin olarak öğrenmek istiyorum, burada ki kısıtlanmışlığımdan yaklaşık 180 gün sonra kurtuluyorum. Benim Eskişehir'den ayrılmamdan sonra senin birisiyle ciddi bir şekilde arkadaşlığın oldu mu? Eğer oldu ve halen devam ediyorsa bunu bana lütfen yazarak iletirmisin? Yok öyle bir şey, kimseyi sevmiyorum, kimse ile çıkmıyorum diyorsan ve seninle bir başlangıç daha yapabilirim dersen lütfen bunu da bana yazarmısın? Çünki çelişkiler içinde bir umut, bir sığınacak liman arayan küçük bir tekne gibi salınmaktan usandım. Ruhumu ve bedenimi birisine bağlamak istiyorum. Bu güne kadar kimseye karşı ısrarcı ve mütecaviz olmadım, yazdığım mektuplarla ve kartlarla seni kırdı isem çok özür diliyorum. Maksadım sen üzmek ve kırmak değildi, Keşke şu anda yanında olsam ve bunları senin yüzüne karşı söylüyor olabilseydim. Bu güne kadar kimsenin yüzüne karşı bu şekilde bir şey söyleyemedim. Şu anda kendimi çok kötü hissediyorum. Bunun sebebi sana karşı yanlış bir şey yazarak kalbini kırmak. Kırmaktan öte senin incinmeni istemiyorum. Lütfen bu yazdıklarımı okur ve bana bir cevap yazarsan sevinirim.

Sonsuz sevgi pınarından kucaklar dolusu sevgiler seninle olsun.

Eğerki yanlış ifade ettiğim veya yanlış anlattığım bir şey varsa beni uyar ve düzelt. Sana yaklaşık bir yıl önce (31/05/1998) verdiğim bir ajanda vardı; eğer ki aramızda bir şeyler varolacak ve sürecekse sende kalsın, birşey olamaz ve olmamalı dersen o zaman o ajandayı yak. Aslına bakarsan yak derken içim elvermiyor yanmasına, çünki uykusuz geçen gecelerimde, beynimin sevmek veya sevmemek arasında dolaştığı kelimelerin, dizelerin, cümlelerin hepsi onda yazılı. Bu hisleri bir daha yaşamamın imkanı yok aslında, bu ilkkez oldu, belki bir daha asla olmayacak. Allah biliyor çoğu gece uyumadan sadece onu yazdım ve ertesi gün mesaiye gittim. Belki sen fark etmemişsindir, seni ilk gördüğümde okuldan yeni gelmiştiniz ve dağıtım için personel şubenin önünde bekliyordunuz, seni o zaman fark ettim ve içim bir tuhaf oldu. Buna bir anlam veremedim. Sonra Ümit seni Şubeye çağırmıştı 09/03/1996 tarihine, birkaçgün sonra 15/03/1996 da doğum günündü, çağırdığın herkes çift çifti, biz hariç, kimi nişanlı kimi evli idi. Sonrasında beni soğuk buldun 26/03/1996 da, evet doğruydu. Ben soğuktum biraz ürkek biraz korkak. Ama benim bir suçum yok ki mart ayı bu elbette soğuk olacak. Belki ben yanlış zamanda davrandım ve yanlış yaptım, sonraki günlerde belki bir umudum olur diye bekledim, ama olmadı. Zamanın açılan penceresinden usulca sokulup ilerleyen ışık misali ansızın ortaya çıkıp bütün düzenimi altüst ettin. Seni tanıdıktan sonra aklımdan başka biriyle olma fikri bir an olsun geçmedi.

Sonu yokmuş gibi görülen denizin ardından belli belirsiz kendisini göstermeye çalışan Kıbrısı görüyorum, ulaşmak imkansız gibi geliyor, ama insanlar sanki çok yakınmış gibi yüzerek oraya gidiyorlar. Sen yine aynı mesafede duruyorsun fakat attığım tüm kulaçlar değil sana yaklaşmak bir o kadar daha uzaklaştırıyor seni. Zaman her şeye ilaç olacakmış gibi bekledim durdum. Ajandayı sana verdikten sonra belki dedim arar, ama aramadın. Belki o zaman içinde bulunduğum duyguları sana izah edemedim. Belki senin bana bir ilgin vardır diye düşündüğüm için büyük bir hata yaptın ve hala bu hatayı sürdürüyorum. Belki beni farklı bir mekanda ve farklı bir meslekte görseydin durum değişirmiydi bunu da bilemiyorum. Senin beni nasıl etkilediğini bir türlü öğrenemedim. Bu hala bir sır benim için. Vakitsiz akşamların getirdiği ayrılık anında beyaz bir kazak veya gömleğin üzerinde kot mont giymiştin. Bir yıl önce Eskişehir'de yine senden ayrılırken bu kez siyah bir pantalon ve kırmızı bir ceket giymiştin, birazda makyajlıydı yüzün. Hiç unutamıyorum Liseli genç çocuklar gibi kimselere görünmeden bir kafede oturmak için için kaçamak kaçamak dolaşmalarımızı, yada senin sac kavurma yedikten sonra tatlı istemeni, 18 günün 14-15 günü seninle dışarılarda bir yerlerde buluşmuş olsamda bu bana çok uzun bir zamanmış gibi gelmişti aslında. Yorgun ve bir o kadar güçsüz bir anımdamıydım acaba sana ilk baktığım anda ki bu kadar derinden etkiledin beni; bir türlü çözemedim bu işin nedenini. Uzaklarda bir bekleyeni olmalı derdim kendime, yoksa insan kendisini bırakıp koyverir. Bir bekleyenim yok, bir sevenim yok bu evrende. Platon Yunanisyan'da doğmuş ben Sivas'da, bende en az Platon kadar platonik duygular taşıyorum. Belki benim temelim platoniz üzerine kurulmuş, belkide sevilip sevmeyi hak etmemişim bu dünyada. Aslında bu yazdıklarıma da bir anlam veremiyorum ama bir anda parmaklarımın ucundan çıkıyor bütün bunlar. Belki de çağlar ötesinden gelen bir efsane kahramanı gibi sadece günü yaşayıp, Robin Hood gibi birilerinden alıp birilerine bir şeyler vermek gibi bir felsefe taşıyorum. Bildiğim bir çok şeyi evimden ayrı olduğum anlarda bulmaya çalıştım, sorumsuz ve ilgisiz olmadım hiç bir şeye, zamanı hep doğru kullanmaya çalıştım. Bir şey dışında; belki doğru kişiyi bulamadığım için belkide doğru anı tam olarak kestiremediğim için tek hatam olan 31 yaşında olmama rağmen hala evlenememem. Hiç üzüntü duymadım bir çok şeyden, yalnız bir çocuğun baba diye seslenerek elimden tutması kadar. Şimdi bir çocuk görsem içim gidiyor; bazı duyguları tatmak ve yaşamakta ne kadar geç kalmışım meğer. Anlık olmadı isteklerim. Geniş düşündüm, doğru karar vermek istedim. Bu kelimeleri yazarken yine içim ürperiyor, ellerim titriyor, sanki sen yanımda bana bakıyormuşsun gibi algılıyorum.

Uzun oldu biraz yazdıklarım ama ne yapayım bu benim işte. Platonizmin esiri olmuş bir ruhun umuda doğru belkide son çırpınışları bunlar. Artık bende birini sevmek istiyorum. Eğerki bu bir yazgı ise olsun her şeye açığım. İyi veya kötü.

Ne yapayım ben zararsız kendi halinde; çift kişilikli, sevmeyi ve sevmeyi bilmeyen aşkı tanımayan, aşık olmamış platonik, kel kafalı ihtiyar biriyim.

Allaha emanet ol, en mutlu günler ve yarınlar senin olsun.

Varsa bir kusurum lütfen affet. Ama olumlu veya olumsuz lütfen bir cevap yaz. Çünki çelişkili dünyanın yükünden usandım ve umudu arıyorum.

Zamanın zincirlerini kırarcasına karşı çıkabilsem tüm duygulara ve yasaklara. Sınırları kaldıra bilsem hayatımdan. Kaldırsam cesaretsizliğimi bulutları aralasam ve hayata yeniden başlaya bilmem. Umudu yitirmişken yeniden bulsam ve....

Sonrası yok aslında, çünki boşluklar arasında uygun bir parça bulup yerleştirmem lazım gelen yerde sürekli olarak sen karşıma çıkıyorsun. Senin çekiminden bir türlü kurtulamadım üç yıldır ne yapsam nereye baksam aslında istemedende olsa seni düşünüyor veya seni hatırlıyorum. Yalçın bir kayalıkta, bir kebapçı dükkanında, bir tatlıcıda, bir kafede çay içerken veya iyi oynayamadığım tavla oyununda

yana. Zaman fakiriyim, bozduğum dünyayı yeniden yapmaya bile vaktim olmadığı gibi sevgiye veya sevmeye bile vakit bulamıyorum. Ölçüsüz davranıyorum. Bir çocuğun bile yapamayacağı işleri yapıp kendimi kandırıyorum. Uykusuz kalıyorum, akşamları yine eskisi gibi yazı yazmak için. yazdıklarımı sen okumasan görmesen bile. Seviyorum diye bilmek istiyorum aslında, bir türlü olmuyor. Telefon açmak ve ne yaptığını sormak istiyorum, o da olmuyor. Benim bir sevenim var demek için daha ne kadar bekleyeceğim. Bunu dahi bilmiyorum. Kısılıp kalıyorum 25 metre eninde 40 metre boyunda bir alan içinde kendimi 2.5 metre kare penceresiz bir odada hapsediyorum. gün ışığın bile görmek istemiyorum. Hep geceleri yaşamak veya ölmek. Bu soğuk bir istek ama sınırlarımın kapatılmasına tahammülüm kalmadı artık.

Yar diye bilmek için birine önce eziyet çekmek mi gerekli? Belki gerekli yoksa insan ne anlar sahip olmaktan. Şimdi eski sağlığım olsa da daha dik yürüyebilsem diye içimden geçiriyorum onun gibi birşey olsa gerek sevmek. Seni Seviyorum demedim. Gerçi ben bu kelimeyi hayatımın 31 yılında asla kullanmadım ama sana demeliydim.

Gözlerimi kapatsam ve açtığımda karşımda seni görebilsem, ama olmuyor. Tahammülüm kalmadı artık burada bir kaç ay daha yaşamaya, kendimi bir an önce önceki hayatımın içinde bulmak için çırpınıp duruyorum.

Dalgalı denizlerin arkasında bir sakin koyun içinde demir atmak mercanlar arasında huzuru ararcasına senin yanında olmak sarılmak, teninin o hoş kokusunu kalbimin derinliklerinde hissetmek, senin nefes alıp verdiğin yerde olmak istiyorum. Belki bu sadece benim platonik duygularımın parmaklarımın ucundan klavyeye bir yansıması ama ne yapayım elimden gelen şeyler ancak bu kadar.

Rahat bir şekilde seninle konuşmak istiyorum, Tanıyıp bilemediğim yanlarını öğrenmek, kızgınlıklarını ve sebeplerini bilmek, ruhunda neler gizli açığa çıkarmak ve sana ortak olmak istiyorum.

Yukarıda gök kubbe yıldızlarını bir biri ardına yakıp söndürürken amansız bir derde düşmüş hastanın ilaç aramsı gibi bende seni arıyorum. Sonu olmayan bu dünyada senin olmadığın bir yerde yaşamak, nefes almak, uyumak bile istemiyorum. Bir keresinde "demek seni bu kadar etkilemişim ha" demiştin, bilmiyorum bu nasıl bir his, nasıl bir duygu, seni bana yakınlaştıran sebep ne bir türlü bulamadım. İçimdeki bütün organlarım senin yanındayken nasıl çalışacaklarını unutuyorlar. Ellerim ayaklarım titriyor. Aklım karma karışık oluyor. Enson acemi birliğindeyken seninle telefonda konuşmuştum. O zamandan bu yana neredeyse 9 ay oldu ama ben senin sesini bir kez daha olsun duyamadım. Olan telefon numarası cevap vermiyor. Mesai saati içinde arayamıyorum, belki bu benim hala bir korkak olmamdan dolayı olan bir şey ama ne yapayım bir türlü cesaret edemiyorum.

AŞK

Açınca baharın dişi gülleri,

Bir başka rüzgar eser bahçelerde.

Dinle çılgınca öter bülbülleri;

Sorma niçin düştüğünü bu derde.

 

Der ki: Aşktır şadeden gönülleri;

Perişan, berbadeden gönülleri.

Aşk söyletir en yanık türküleri,

Ay buluta girdiği gecelerde.

(Cahit Sıtkı TARANCI)

Yazılanların kifayetsizliğini anlatmak için bu iki mısra yeterli aslında ben ne yapacağın bilmeyen bir serseri mayın misalı salınıp dururken hayatın yüzen teknesinde yolun sonuna kadar tek yolcusu olmak istemiyorum. İstemekle istememek arasında kaldım yanlızlığı zorlamak seni almak hasretin bir an önce bitmesini istiyorum. Cigaradan bir nefes daha çekmek için uzanan elim boşlukta seni arıyor umutsuzca. Senin yanında mutlu olmak, senin yanında seni sevmek, arzularını hissetmek, kalbimdeki yangını dindirmek istiyorum. Yaşananlara karşı koyacak güç vermen için senin beni sevmeni istiyorum.

Ben yangını sevdim, yandım senin yüzüne, tatlı gülüşüne, hoş kokuna yandım. Seni sen olduğun için sevmek, seni mutlu etmek için ne yapmalıyım bilmiyorum. Kıskanıyorum aslında seni dünyadan. Şimdi kimbilir kimin yanında ne yapıyorsun. Birini sevdin ve onunla birliktemisin onu bile bilmiyorum. Çünki bunu öğrenmek için cesaret gösteremedim. Hatalıyım bu dünyada. Düzeltmek için bir kaç fırsat daha bekliyorum senden. sseennii sseevviiyyoorruumm.

Sevginin hamuru mayası nedir bilirmisiniz ey insanlar,

Hissetmek derinden,

Sahiplenmek yürekten,

Kıskanmak herşeyden,

Beklemek hasretle,

Arzulamak sınırsızca,

Acı çekmek yokluğunda,

Bulunca sevinmek,

Paylaşmak iyiyi, güzeli,

Katlanmak acıya kedere,

Gülünce gözleri unutmak kötü günleri,

Sesini duyunca yüreğin kabarması,

Derinlerden gelen çılgınlık,

Acı Acı

 

Nihayetinde sadece ve sadece acı.

Ummamak kötüyü, dilememek ayrılığı,

Sahiplene bilmek herşeyi ile onu.

Sevmenin sınırı yok aslında, yada olmamalı,

 

Bir bedene sahip olabilmek her zaman mümkün bu isteyerek veya istemeyerek olabilir. Ama bir ruha sahip olmak o kadar kolay olmuyor.

Netice olarak hala kendimden bahsedip senin hayatını düşünmüyorum. Belki beni bir türlü kabul etmiyorsun ve sevmiyorsun. Ben bunu bir türlü öğrenemedim belki de hiç öğrenemeyeceğim. 892 satır olmuş yazdıklarım, bunların bir kısmını sana mektup olarak yazıyorum veya yazdım, diğer kısımları ise bir roman veya hikayenin ufak bir başlangıcı. Yazmam için bir sebep gerekmiyor mutlu olduğumda veya üzüldüğüm anlarda sana ve hayata dair bir şeyler yazıyorum. Anlamsızlığın sınırlarını arıyorum, Sevmenin sevilmenin sınırlarını sorguluyorum. Bir türlü yanıt alamadığım soru hep karşıma çıkıyor. Yani seni seviyor muyum yada sen beni sevecek misin. Veya ben bir kızın elini bile tutmaya cesaret edememiş sınırları çok keskin kurallarla kendini sınırlamış bir salak mıyım.

Saflığı ve sadeliği sende bulmak sana bağlanmak istiyorum.

Mutlu yarınların ve esenliklerin seninle olmasını diliyor.

Bu yazdıklarıma en yakın zamanda cevap vermeni istiyorum.

Aklıma gelmişken senin doğu görevi çıktımı?

Çıktı ise öğrenmek istemiştim.

En mutlu günler ve yarınlar senin olsun.

Allah'a emanet ol.

Seni sevdiğini hisseden YSHK

 

Yine diyerek başlamayı sevmiyorum aslında; Yine yazdıklarımı gönderemedim sana. Yine düşündüklerimi anlatamadım; Sabrın tükendiği yerleri aradıkça bulmayı umduğum karamsarlıkların ardına saklanan ve kendini göstermemek için biraz umut bekleyen sevgi, nerede acaba.

Toprakların su istemesi gibi arzularına sınır koyamayan delikanlı akan suyun karşısında kendini tanrıya teslim edercesine ellerini kaldırmış dua ediyordu. Sevdiğine kavuşmak arzusu o kadar artmıştı ki soru olmayan gecelerin sabahında doğan güne bile sitem eder hale gelmişti, yitirdiğ duygular ve isteklerini sürekli sınırlamak ve artık olmayacak şeyleri kabullenmeye başlamıştı. Suyun akışı hızlandıkça derinlerden bir yerlerden gelen yaz kokuları içinde sakladığı sevgiyi dışarı çıkarmış bir kaç kelime karalamıştı defterine. Sebepsiz ayrılık neden başına gelmişti diye düşünürken kendinin ne kadar utangaç ve ürkek olduğu aklına geldi. Korkmuştu başta insanların kendilerini görmelerinden, arkalarından konuşmalarını istemiyordu ama belkide kız arkadaşını olumsuz etkilemişti. Neden mi? Belki böyle davranan bir kız olsa normal sayılabilirdi ame kendisi bir erkek olarak böyle bir teklif yaptığında durum biraz tuhaf oluyordu. Sonraki bir kaç günde yaptıkları ise yine başlangıçtaki gibi ürkek ve kaçamaktı herşeye karşı. Sevdiği şeyleri tam olarak söyleyemeden başına ayrılık geldi.

 

Belkilerin ardından gelen bir çok mazeret bulunabilir ama netice olarak bir boşluğu doldurmayacak kadar önemsiz şeylerdi bunlar. Uzak kalmıştı artık her şeyden, yıkık dökük bir ruhla yaşıyordu artık. Zamanın neresini yaşayacağını bilmeden biraz oradan biraz buradan salınıp duruyordu. İstemsizdi bütün yaptıkları. Saatlerce suyun altında duş alıyordu. Umursamıyordu olayları, sözleri. Sadece kendisinin yaşaması için gerekli olan şeyleri istiyordu. Derinden yaralıydı ailesine karşı ama fütursuzca bakıyor gibi görünüyordu. Büyük bir borç yükü altındaki kardeşinin kaçışından kendini mesul tutuyordu. Çünki küçük yaşta büyük bir yük vermişti ortanca kardeşine. Bu yük aslında kendinde kalmalıydı. Ama kendisi kaçmayı seçti ve uzaklara kaçmakta buldu çağreyi. Evinin psikolojik sıkıntılarını ise küçük kardeşine vermişti çoktan. Herşeyle o ilgileniyor, kimin ne problemi olsa ilk önce ikinci abiye söylüyordu. Problemlerden biriside babasıydı. Bazen sevgi ve acımayla baktığı babasına bazen de acımasız, utanç dolu gözlerle bekliyordu. Sıkılıyordu aslında severek yaptığı işlerin karşılığını alamamaktan. Onca seçimde yanında olduğu insandan bir kaç ufak iş dışında birşey istememişti. Bir iyilik yapmalı ve bu beni ve ailemi kurtarmalı diye içinden geçirse de, bir türlü Amcasına bunu anlatamıyor. Kendi ezilmişliği altında sıkışıp kalıyordu. Sürekli yazıyordu bir şeyleri. Zamanı gelir konuşurum diyordu. Bir türlü konuşamıyordu. Sonrasında pişman olacağı bir hareketten veya sözden sakınıp yaşıyordu. Sevmeyi bir türlü öğrenemediğine pişman olmuştu, iş işten geçtikten sonra. Belkide bir kızı annesine bunu isteyin diyecek ve hayatın hissetmediği bir duygu içinde yaşayarak sürdürecekti.

Beklenmedik anların can yoldaşı kağıt ve kalem imdadına yetişiyor, derdini sıkıntısını paylaşıyordu. Kimselere anlatamadığı, okutamadığı yazıları bir biri ardına çiziştirip duruyordu. Sonsuzluk penceresinden tüm insanlara sevgiler ve mutluluklar istiyordu. Kendiside bir parça istiyordu güzel dünyadan. Daha ne kadar yaşayacağını bilemeden bekliyordu yarınları, umudu belki bir başka yaza, kir başka kışa kalmıştı. Umudunu yitirmenin sınırlarında dolaşırken. Suyun sesini dinledikçe bir çınar altında; hayalinde ki dünyaya kısa bir yolculuk yapmak yetmişti günü bitirmek için lazım olan bir saate. İlerideki günleri yarınları mutlu bitirmek, umudunu kışa kadar saklamak istiyordu.

Ben sende tutuklu kaldım.

Kendi hayatımdan çaldım,

Yedi cihan dolandım,

Bana mısın demiyor.

Ölçüsüz anların, huzursuz günlerin beklenen sonlarına yaklaşmak için çabalayan gerilimlerin içindeki sevmeyi bilmeyen, umudunu kaybetmiş ürkek insan benim. Zamanın arka penceresi olmasa da kendime göre yaşamak istiyorum artık diye bilmek için çırpınıyorum. Bir çocuk, taze bir ruh dünyaya geldi iki gün önce. Ben geç kalmışlığımın acısın bir kez daha duydum yüreğimde. Keşke elimi biraz hızlı tutabilseydim ve bulduğum sevgiyi elimden bırakmayıp sahiplenseydim. Ama olmadı huzursuzluğumun, asabiliğimin, ruhumun bölünmüşlüğü ve bir gün içinde 2-3 veya daha fazla kişiliğe bürünmemim sebebi olan senden bir türlü uzaklaşamadım. Sadece senin bedenimden olan uzaklık beni biraz etkilese de asıl olan senin ruhuna, kokuna, sesine uzak kalmak hepsinden çok ama çok ezip parçaladı ruhumu ve kalbim. Zavallı oldum dünyada, daha henüz ne istediğimi bile bilemeden ayrıldım senden. Sebebi oldun uykusuz gecelerimin. Sebebi oldun ağlamama. Sebebi oldun kırılmış kalbimin bir daha bir araya gelmemesine. Asıl sebep sensin diyemiyorum aslında kendimin de bir çok hatası olmuş olabilir ama bunu sen hiç bir zaman söylemedin bana.

OYALAMA ARTIK

Ve ayrıldık

Ne varsa sildik herşeyi

O kadar özgür

Bir o kadar yalnız kaldık

Başarırız zannettik

Başardıkça yarım kaldık

 

Ne üzülür ne sevinir ama

Oyalanır olduk

Ne üzülür ne sevinir yazık

Oyalanır olduk

 

Asla istemem

Oyalamak istemem

Suçlanacaksak eğer

Biraz sen biraz ben

Avunulur mu her zaman

Hayat arsız bir işkence

 

Ne üzülür ne sevinir ama

Oyalanır olduk

Ne üzülür ne sevinir yazık

Oyalanır olduk

 

Vallahi görmedim

Mutlu bir gün görmedim

Ama Sorarsan yine

Bugünden iyiydim

İnsana insan gerek evet

Geç olsa da bak öğrendim

 

Üzülürüz seviniriz ama (Kader, Hayat)

Oyalama artık

Üzülürüz seviniriz yeter (Yazık)

Oyalama artık

(Söz Mete ÖZGENCİL Candan ERÇETİN)

Kısıtlanmak nasıl bir duygu ise seni düşünememek veya düşünüp de hatırlayamamada ona benziyor. Benzeyen aslında kapatılıp bir yere orada kalmak değil, insanın bilerek ve isteyerek kendini bir yerlere kapatması. Alıştım yalnızlığa sadece içecek su olsun yanında sigara yetiyor yalnızlığı huzuru aramama. Yanımda olsan istiyorum olmuyor. Olmayan o kadar çok şey var ki dünyada. Ah keşke dediğim o karar çok şey oluyor ki yaşantımda. Ama sen olayınca bir türlü beceremiyorum ve olduramıyorum. Zamanı geldi aslında diye birşeyler yazıyorum durmadan bir türlü sonunu getiremiyorum. Belki bunu sende istiyorsun bilmiyorum. son iki yılı bilememekle geçirdim. Belki şimdilerde sende bir şey bilmiyorsun ama ben biliyorum; ben seviyor olduğunu hisseden biri gibi düşünerek karalayıp duruyorum sayfaları, satırları. Sonu gelmeyen yarım kalan cümleler kurup, zamanın, sonsuzluğun, yanlızlığın, özlemin artık ne varsa herşeyin arkasına sığınıp yazıyorum. Kimseler okumasada, bilmesede. Önemli olan senin bilmen ve hissetmen ama birtürlü cesaretimi toplayıp bunu soramıyorum ki. Soracağımda ne olacak; bunu da şimdilerde kestiremiyorum. Belirli belirsiz ufukta beliren ay, solgun yüzünü göstermeye başladıkça içimin ürpertisi artıyor. Gül yüzün aklıma geliyor. Kendime kızıyor neden onu bıraktın, biraz ısrar ederek ikna etmenin bir yolu yokmuydu diye soruyorum kendime cevap veremiyorum. Hata bana mı ait bunu bilmiyorum. Dedim ya bilmediğim o karar çok şey var ki dünyada. Sıkıştıkça beynimdeki hücrelerin içinde biriken duygu yükleri sebep aramaya bile fırsat bulamadan sadece ve sadece seni yazıp seni söylüyorum. Neydi başından beri beni sana doğru iten sebep. Bu çekimin açıklaması neydi bilmiyorum. Bilmediğim o kadar çok şey var ki aslında. Sevmeyi öğrenememiş bir insanın çırpınmalarını andıran bu izlenimden kurtulmak için hep arıyorum, iyiyi güzel, Beni şimdilerde ayakta tutan kardeşlerim ve annem olmasa veya ben o kadar çok bağlanmış olmasam onlara çoktan çok kötü şeyler yapardım dünyada. İnsanlara acıyorum onları düşündükçe, onları sevmesem seni sevemem. Sen anahtar oldun yol göstermen gerekli artık. Bilmediğim şeylere sende alıştım. Sende buldum yaşama sevincinin ne olduğunu. Bağımsız kalmanın bir adı da sevmekmiş; ama yanarak. Yandığım için bir türlü adam olamadım üç yılda. Bağlanmış kalmışım senin yoluna. Eğerki seni kaybetmiş olursam dağılır pejmürde olurum bu dünyada. Bir hiçe dönüşen bedenimi taşımak istemem artık. Senelerin verdiğ yüke dayanacak güç kalmayınca ruhumda, artık senden de vazgeçersem büsbütün harap ve bitap düşerim aşkı aradığım bu yolda. Buz gibi soğuk muydum ki bir türlü ısınamadın bana. Suçum veya hatam neydi, yanlış olan veya yanlış yaptığım neydi. Ah keşke bunları bir bilsem, bir yanıtlayabilsem.

 

Vuslatı bekleyen gözlerin ıraklarda aradığı güzellikler iki dudak arasına sıkışıp kalmış bu fani dünyada. Uzaklarda savrulan sabrın tohumları belki biraz ötemizde. Acıdan gözleri kararmış kablimizin duvarlarını aşıp o tarlaya biraz su verebilsek, yeşerecek umutların beklemekten yorgun düşmüş tohumları. Zamanın ötesinde beklenilen yalnızlık sabırsızlanıyor, yaz akşamlarının verdiği rehavetle, kavuşa bilmek için çırpınıp dursada çok alçak örülmüş bile olsa korku duvarını bir türlü aşamayan umut umudunu bir başka bahara yada bir başka çiçeğe saklıyor. Kırların ortasında belirsizlikleri aralayıp ortaya çıkan duygu kervanının meğer aşk olduğunu çok geç anlayan deliliklerinin sonuna varmış bir ruhun parçalanmışlıkları arasında dolaşıp duan yıldızlar ne kadar çoksa sabır da o kadar çok olmalı. Bir ışık zerresinin hızında dolaşıp duran fikir yumağı kuralsızlakların kolgezdiği bu hayatın zorluklarını aşmak için sürekli olarak düşünüp bir şeyler üretmeye çalışsa da, sevmek ve sevilmek adına bir şeyler yapamadı müddet içinde kapalı bir denklemin bilinmeyen bir kuralı olarak ortada kalıyor. Belirsizliğin dalgaları ardından yığınları aşıp umuda sarılan yürek her zaman bakım ister, ilgi ister. İsteksizliklerin temelinde umudun kırılmışlığı gizlidir. Sarılmalı yeniden yaşamaya, gülmeli yarınlara, hayatı sevmeli ki insanları sevebilesin. Her şeye bir sebep aramaktan kurtulup alın yazısı diye bilmeli, yarınları düşünürken Yaradan’ın vermiş olduğu iradenin bir yerde iyiye ve güzele tecelli edeceğini hep hatırlamalı insan. Sabırla koruk helva olurmuş misali, olayları ve neticelerini kabullenerek sevmek herşeyi. Sitem edilebilir belki insanlara ve olanlara ama bir yer kadar. Nedensiz bir olayın olmadığı bu dünyada herşeyin kurulu bir düzeni ve bir sırasının olduğu unutulmadan huşu içinde ruhun bedene, bedenin kalbe hükmetmesi, kalbin penceresini sonuna kadar açık bırakarak tüm iyilikleri, güzellikleri, hayatın acılarını kabullenmek gerek. Sınırsız yaşamanın imkanı olmayan dünyada biryerlerin, bir şeylerin varlığını ve kurallarını unutmadan sahiplenmek gerekmez mi? Savaşların ve aşkların unutulmayanı hep büyük olanları deyil mi? Unutulmadan hatırlanmak istemek suç mu?

Cezası nedir sevmenin? Yazılı bir kuralı mı var, bilinmezliklerin içinde saplanıp kalmış kederlerin tomarı birgün layığını bulamaz mı? Aranılan olmak, sevilmeyi istemek, sahiplenilmeyi istemek, derde ve kedere ortak olmak sadece aşkta var.

Sevilmedikçe dertler artıyor, huzursuz, sinirli, yıkıcı, öfkeden gözü dönmüş, sabrı kalmayan, asi ve isyankar, kara ruhlu, kalbi kilitli bir insan oluşmakta karşımızda. Oluşan kendinden emin olmayan bir beden sadece. İnsan; istemeli, arzulamalı, öğrenmeli, güzellikleri sevmeli, kötü olan şeylere karşı teslimiyetçi olmalı, hayatın yaşamaktan korkmamalı. Korkmamalı sevmek ve sevilmek için. Korkak olan kaçar ve kendini kilit altına tutup her şeye kapatır. Ruhu bir meyvenin kurtlanması gibi delik deşik olur. Değerlerin değeri, soğuk su pınarından içilen bir kaç bir kaç yudum suda saklı, nedensizliklerin nedeni, sebebi yaratan insanın kalbini ve ruhunu açamamasında saklı. Sahiplendiğimiz, benimsediğimiz değerleri yitirmeye başladıkça sınırları zorluyor, kendimizi ister istemez aşmaya çalışıyoruz. Benimsemek yada benimsememek arasında dolaşıp duran inançlarımız, doğruyu bulsa da bunu bir türlü yaşayamıyor veya yaşatılmıyor. Yaşarken karşımıza çıkan güçlüklerin arasında dolaşmakta olan insana layık olduğu hisler tek tek tattırılıyor, sonra elinden çekilip alınıyor. İstemeyerek de olsa elinden kaçan fırsatlar için pişman olan ruhun parçaları kendisini sürekli yenileyerek devam etmek istiyor yapacaklarına ama, dağılan parçaların bir araya toplanmasının artık bir imkanı yok gibidir. Değerlendirmeler arasında seviyeyi ayarlayamadığımız zamanlar olmuyor değil. Bazen para tüm değerlerin önünde bazende en son gelen şey. Ama bundan daha kıymetli bir şey varki bunun dünyada fiziksel, kimyasal veya teorik olarak bir tanımlaması, tarifi, şekli olmayan aşk veya sevda. İnsanın sevmesinde ortaya çıkan değerlendirme her zaman ruhun ve kalbin kabul ettiği, inanç ve paylaşmanın tam olduğu kıymettir. Sınırların ve arzuların düğümlenip kenetlendiği anları aşabilmek için gerekli olan anı yakalaya bilmek, onu iyi bir şekilde değerlendirmek gerekmez mi? Sonrasında üzülmek ve ağlamak arasında kendi kendini içten içe yiyip bitirmenin tarifsizliği altında parçalanmış en kıymetli hazinesini yitirmekten dolayı bir o kadar yıkılmış, sevgisiz kalmış değerlerin karşılığını almak için umutla yaklaşmak ve cesur olmak gerekmez mi? Kendini bir şeylerin arkasına saklayıp hayatı sanki bir şeyler olmamış gibi yaşamaya devam ettirmek insanın sadece kendisine yaptığı büyük bir eziyettir. Çare aramadan yaşamak için deli yada çok büyük aptal olmak lazım. Bunda hayatın acımasızlığı olsa da değer verdiği şeyleri yitiren insan kendisini fezanın ortasında asılı duran bir işe yaramayan bir taş gibi anlamsızca sonsuzluk ortasında sonsuza kadar mutsuz olmak zorunda.

Duygusallaşmaların yoğunlaştığı anlarda hep kaşısına çıkan derinden bir ürperti ve ardından gelen bir soğuk ter boşalır bedeninde insanın. Reddetse de olanları neticede ağır basan sevmek fiilindeki korkmaktır aslında. Sevilebilmenin ihtiyacını içinde hisseden ruhlarının bölünmüş parçaları sahipsiz ormanlar içinde açan yaban gülü gibi ay ışında ruhunu temizlemek için anlamsızca rüzgarla bir o yana bir bu yana salınıp durur. Neticesini bilmeden başlayan bir koşuşturma bir den başlar insan bedeninde. Hisleri karışmış aklı başka yerlere giden insanlar kendilerine itiraf edemedikleri duyguların altında sürekli olarak ezilirler. Nedensizlik değildir ayrılığın sebebi, sadece karşısındakine dürüst olamamaktan kaynaklanan reddedilmemek isteğinin farklı bir şekilde ortaya çıkmasıdır.

Kırlarda açan çiçeklerin kokuları ta uzaklardan geldiğinde içindeki kıpırtıları artarken beden içinde hapisolan ruh çıkış yolunu sevdiğinin yanında almak ister.

Paranın verdiği bir güç vardır elbette insanın elde ettiği şeylere sahip olmasını sürdürmesi için. Bir yerde önemsizmiş gibi gelse de maddiyat da etki eder yaşayışlara, bir müziği dinlemeye, bir yemekten hoşlanmaya veya kısa geçen ömrümüzde kısa bir sevgi bulmaya. Gönlü zengin, ruhu temiz olmuş önemi kalmaz bazen bir anda para tüm olanları alıp götürür insanın elinden. Kafi gelmeyen güzellik, tatlılık, ruhun uyuşması, kalplerin karşılıklı atması yetersiz kalır bir yerde para karşısında. İstemeseler de insanlar bazen de sadece ve sadece para için birlikte olurlar. Bu her alanda karşılaşılan bir olaydır aslında, iş de, aşk'da vb. Hiç olmadık bir anda hayallerini yıkı verir insanın, elini kolunu bağlar. Sesi çıkmaz iken insanları söz sahibi yapar, yemek yemesini, giyinmesini, okumasını bilmeyenler beyefendi-hanımefendi oluverirler. Zamanı aşmalı derken herşeye karşı bir gizli güç yıkıverir bir anda tüm iyilikler üzerine kurulmuş olan mabetleri, tüm sevgileri, umutları. Başlamadan önce içerilerden gelen kıymetleri ölçülmeyen sevginin tarifi uçsuz bucaksız ormanların içinde, fersahlarca derin denizlerin en dibinde, gökyüzünü delip geçen yüce dağların üzerinde akşamların karanlıkları kadar derin ve korkutucu, doğan güneş kadar güzel ve yakıcı, en şiddetli deprem gibi karışık, su gibi tatlı, uçmak gibi hafif, bir delinin neden olduğunu anlamaya çalışmak gibi imkansız olan herşeyi içine alan anlamsızlığın başlangıç, seraplar gibi muhteşem ruhun bedeni teslim aldığı yumuşaklığın umutla buluştuğu her ne olursa olsun ona denir.

Dertlerin ufkuna ulaşmanın verdiği yorgunluktan olsa artık bedeni isyan ediyordu, yaşama tarzına sürekli olarak uyumamak, düzenli yemek yememek kırık kalbini onarmak yerine daha hızlı atmasına, sabrının azalmasına, sinirli olmasına neden oluyordu delikanlının. Sabahları artık çabuk gelsin diye iple çekiyordu. Ufka bakarak bir kez daha buradayım. Ne zaman bu ayrılık bitecek diye içinden sorular soruyordu. Samanlıktaki otların nemden çürümesi gibi ruhu artık sıkıntıdan ve hüzünden çürümüş, kararmaya başlamıştı. Tüm yaptığı işlerde artık kendini koruyor, başkalarını önemsemiyordu.

Sabrının zorlandığını hissediyordu, sürekli olarak bir şeyler üretmek ve yapmak zorunda olmasından dolayı kendisi ile ilgilenmiyordu. Bir sabah güneşin doğuşunu seyrederken uzaklarda bir yerlerde aynı güneşin nasıl gülümsediğini düşündü. O uzak yerde de gül bahçeleri vardı evlerin önünde, serin bir dere akıyordu yolun kenarında incecik, ay daha batmamıştı, ince ruhlu insanlar vardı orada, sadece kendisi yoktu. Benim yokluğum hissediliyor mu diye düşündü ve yolun ortasına çıkıp gök yüzünün derinliklerine bakıp doğan bir güneşin ne kadar güzel ve saf olduğunu tekrar hatırladı. Çünki sekiz aydır güneşin doğuşunu görmemişti. Aslında ne doğmasını ne de batmasını görmek istiyordu. Sürekli kaçıyordu gün ışığından. Belki bu biraz korkudan belki de biraz hatırlamak istemiyordu yaşananları onun için.

            Bir an uzaklara gitti, geri dönüşü olmayan bir yoldan saptığı günlerin hemen öncesine. Daha dünyanın bu kadar acımasız, bu kadar kalleş olduğunu bilmediği yıllardı o günler. Kendisine bir çok şeye sebep olan insanları hatırladı, birisi çok bilmiş ve havalı bir hanım, diğeri yaşlı, inatçı, huysuz ve ne yaptı ise kendisine yapan bir insan. Babası ise kendisini işine kaptırmış, alıştığı düzenin dışına çıkamayan bazı şeylere o kadar sadık olmayan birisiydi. Babası ve babasının babası keldi, 30 yaşına kadar kendiside kel olacağım diyerek yaşadı ama başında hala tarayacağı saçı vardı. Sevdiği şeyleri bir biri ardına gözünün önünden geçiyordu, sonralarda kızıp sevmediklerini düşündü. Hata yaptığı yerleri aradı hafızasında, zorladı beynini biraz daha, çok şükür üç-beş hata dışında yanlış yaptığım bir şeyler yoktu.

Sonra yeniden daldı hayallere, sebebini bir türlü çözemediği ayrılmak istediği günler aklına geldi. Evet ani bir şekilde ayrılmıştı memleketinden ve sevdiklerinden. Sevdikleri arasında hayat arkadaşı olacak biri yoktu. Gittiği yerde bulacakmış gibi ayrıldı; soğuk ve karlı bir havada ayrıldığı evine bir daha dönecek miydi, bunu ne kendisi biliyordu, ne de dönmeyi düşünüyordu. Yalnızlığını paylaşacak birilerini hep arayıp duruyordu. Netice alamadığı bir çok şeyler arasında bir tek sevmek ve sevilmeyi becerememişti defalarca kendini sınamasına karşın.

Zelzele olmuşçasına yıkılan kalbini; o yanından ayrılırken içerisinden söküp atıp yere, param parça etmek istemişti bir an sonralını hatırlamak istemediği 11 ayı yaşanmamış sayarak.

Vakitli vakitsiz ayrılmak olmasa hayatta herşey daha kolay ve katlanılır olur aslında: Hayata tat veren kısa ayrılıklar iyi oluyor, fakat sonunda kavuşmanın olması şartıyla. Kısa başlayıp ta uzayanıca kopuyor insan her şeyden ama her şeyden. Sebep oluyor bazı değerleri yitirmemize, parçalandıkça ufalan yüreğimiz bir türlü bir araya gelmiyor artık. Unutmaya başlandıkça yaşanmış olanlar, bazı güzellikler görülmedikçe, hasretle körüklenen yürekteki köz artık eskisi gibi yanmıyor, rengi soluyor, ısısını kaybedip yavaş yavaş sönüyor. İstenmeden de olsa bizden uzaklaşan, sönen, aslında sevgiden başka bir şey değil. Akşamların sonu gelmeden doğan güneşin ilk ışıkları bir yerlere hayat verirken günlümüze ışık verecek sevdiğimiz olmadığı zamanlarda sessiz ve sakin olmasını istediğim hayatımız bir karanlık zindan misali perdesini hiç üzerimizden indirmeden içine alıp bizleri hapsediyor.

Zehir gibi içimizi kemiren yalnızlık; bir hastanın derman araması gibi bizleri hayatın içerisinde değişik yerlere sürüklese de sadece ve sadece iyi ve güzeli içine alan, sadeliği barındıran, sonunun geleceğine emin olduğumuz yaşantımızda her yerde sevgiyi kucaklamamıza neden olur. Sabırsızlıkların arkasına saklanıp kalmış olan yumaklar büyüklüğündeki parçacıklar bir birisine kenetlendikçe aşkın başlangıcı doğuyor. Doğan aslında sevincin ve kavuşmanın bir ortaya çıkış şekli, başlangıç. Senelerin yükü altında ezilen insan bedeni bir o kadar daha ağır ayrılık ve hasretle çöküyor. Bir binanın temeli ne kadar sağlam olursa üzerine bulunan evlerde kalanlarda o kadar kendilerinden emin olurlar ya işte onun gibi bir şey. Parçaları hiç yanlışsız bir biri üzerine yerleştirmen, sonunda bir mükemmeliyetlik derecesinde sevgi dağı oluşturmak ve onun üzerini en kıymetli otlarla, çiçekler ve ağaçlarla, su pınarlarıyla süslemek, binlerce mahlukla bezemek hiç el değmemişçesine. Ulaşılan sevgi veya adı ne olursa olsun sonsuza kadar elimizde tutabilmek için çabalamak, tabiatın kendisini yenilemesi gibi her şeye bazen yeniden başlamak veya devam ettirmek süregelenler. En doğru anda doğru şekilde yapabilmek tüm olanları, sınırları biraz daha zorlayıp mükemmeliyeti yakalamak. Arzuları ve ihtirasları unutarak sadece varolabilmenin hazzını yaşamalıyız.

Bir ağacın gölgesinde yatarak gökyüzünü seyretmek veya bir gecenin alaca karanlıkları arasında kendisini göstermeye çalışan milyarlarca yıldıza imrenerek bakmak anlamsızlığı içinde kendinizi verdiğimiz işleri tamama erdirmek için yüce Yaradan’a sığınmak.

Sonu olmayan yarınların arkasında kalan son bahar gününde büyük bir ağacın gölgesinde ilerlerken arkasından bakan deli kanlı aklının birden kucağındaki çocuğa yöneldiğini hissetti ve bu çocuk gibi bir oğula bende sahip olabilirdim dedi içinden. Ne kadarda yakışmıştı çocuk kollarına. Bir an durup hayal kurmaya başladı yüce dağlar boyun eğmiş, kurak çölleri doyuran bir nehir olup akmaya başlamıştı düşleri; sadeliğin hüküm sürdüğü, zamanın daha yavaş işlediği, arzulara daha çabuk kavuşulan, sevginin dolu olduğu bir yerde yanında sevdiği ve çocukları ile yan yana her şeyi paylaşarak yaşamaya çalışmak, en kötü anların neşe ile dolu olduğu bir dünya kurmuştu 50 metrelik yolun sonuna kadar. İçerisine o kadar çok sevgi koymuştu ki yanına bile yaklaşamıyordu hayalinin. Yaklaşamadığı sevgilisine bir umutla daha bakmak için yüksek bir tepenin başına kadar çıkmış ve oradan fotografını çekmek istedi. Bir an tam gözlerinin ışıldadığı zamanı yakalamıştı ta uzaktan eli deklanşöre gitti ama bir türlü basamadı düğmeye. Yapamamıştı, tüm sevgisine ve arzulamasına karşın becerememişti o tebessümü, o güzelliği bir an olsun sabitleyememişti. Yaşadığı yerlerden o kadar farklıydı ki, su bile içerisinde tarihi, binlerce yıl öncesini anlatıyordu yeni gittikleri bu yerde, araları sadece birkaç saat olan bu tarihin şahitleri olan yerlerde gezerken gizli kalmış büyük bir uygarlığın temelleri arasında inatla her şeye karşı koymuş bir taştan tahtın üzerine oturdular ve yanlarındakilerden bu anı ölümsüzleştirmelerini istedi delikanlı. Kızın gönlü olmasa da çekilmişti artık resim. Kanarına iliştiği kızın ellerini tutmak üzereydi bir dilek tutarken, sadece dileği ile kala kaldı. Korkmuştu veya ürkmüştü etrafındaki o kadar insandan. Hele o çocuklar yok mu? Onlar zaten elini kolunu bağlıyordu. Sürekli olarak yanında olmak istediği kızın yanına bir an olsun kimse yaklaşmasın istiyordu. Nede olsa bekardı ve bir işi vardı, güzeldi de. Bir sarışın ve renkli gözli biraz havalı bir erkek daha vardı aralarında, sanki rakibi gibi görmeye başladı bir den ve onu uzak tutmak için elinden geleni yaptı. Balık yerken çay kenarında, sürekli onların bir araya gelmelerini engellemeye çalışıyor, kıskanıyordu sevdiği kızı. Zamanları dolmuştu ve geri dönüş için yola çıktıklarında otobüsün içerisi bir an ölüm sessizliğine bürünmüş, el çırpan, şarkılar söyleyen insanlar susmuşlardı. Bir sevdalı delikanlı hayallerin peşinde koştururken, hiç iyi olmayan sesi ile bir şeyler mırıldanarak çevresindekileri hareketlendirmiş ve olabildiğince gözlerine bakarak, sevgisini anlatmaya çalışıyordu söylediği şarkılarla. Yine olmaz diye bir ifade görmemişti gözlerinde kızın. Ümitle geri döndü geriye kendi yalnızlık mekanına. Duyguları kabarmıştı bir kere o yorgunlukla bir duş aldıktan sonra eline aldığı defterin sahifelerine saatlerce yazmıştı duygularını. Sonunda sabahın ışıkları evin mutfak penceresinden içeri girerken huzuru bulmuş ve gülen bir yüzle işinin başına gitmeye hazırlanıyor, bir yandan da kahvaltısını yapıyordu. Hayalleri hala devam ediyor. Çünki sonu olmayan yaşam ormanının sık dalları arasıda dolaşmaktan bir türlü bıkmamıştı. Kalbine kurulu bir tuzak veya bilinmez bir büyümüdür nedir bilinmez, bir türlü aklından çıkartamadığı sevgilisinden uzaktaydı şimdilerde. Denirli duran bir geminin içten içe çürümesi gibi ruhunun parçaları da zamanla paslanmaya, dökülmeye başlamıştı ama hala bir umutla yaşıyordu. Çünki kendisine hiçbir zaman olmaz diye bir şey söylenmemişti. Sabrının sonlarına geldiği zamanlarda yazdığı yazılardan elinde hiçbir şeyin kendinde olmadığını düşündükçe pişmanlık duyuyordu. İçine girdiği ortamda sürekli olarak ortada olmak ve zamanını kendisini parçalarcasına harcadığı sevmediği ve mantığını kavramak istemediği bu yerden kurtulmak için dünyadaki her şeyden kendini soyutlamıştı. 3-5 metreli bir yerde kendine hücre cezası verilmiş bir mahkum gibi yaşıyordu. Sebebini bilmediği uyumamak ve her şeye karışma huyu yine ortaya çıkmıştı. Uyumadığı geceler sürekli olarak yazıyordu. Ama her şeyi yazıyordu, sevgi-aşk ve hayata dair şeyler yazıp yazıp bir kenarlara atıyordu. Zamansızlıktan bunaldığı anlarda düşüncelerini toplayıp zihninin bir yerlerinde biriktiriyor, sonra insanlara duyduğu kinle bunları kağıda döküyordu. Özlüyordu aslında beraber dolaştığı yerlerde yeniden beraber olmayı, birlikte sac kebabı ve tatlı yemeği veya bir kafede kendisine kağıt oynamayı öğretmeyi veya bir türlü beceremediği tavla oynamayı özlüyordu. Haksızlıktı bu aslında nedensizce yapılan işlerin arasında bu nereden çıktı diye defalarca kendisine sormasına rağmen bir türlü bulamamıştı doğrusu ne idi diye. Saatler gerçek dünyada hızla ilerlerken kendi mekanı içinde ki kısıtlanmışlığı altındaki anların bir saniye bile ilerlemek istememesine karşın yine umutla özgürlüğüne kavuşacağı kasın ayının gelmesini istiyordu. Belki bu bile kavuşmak için bir çözüm olmayacaktı ama; “umut garibin ekmeği”.

Yeşertmeye çalıştığı ağacın alt dalları tek tek kırılıp düşmeye başlamıştı. Aşkının bir yalan olma ihtimalini hiç düşünmeden hala sevdiğim diyerek hayallerini yaşıyordu. Yalnızlıklarının içerisine yeni birisi girsin diye de hiç uğraşmıyor, kaderinin çizdiği yolda gitmek için ısrarla olacakların neticesini görmek istiyordu. Aşkın yalan, sevginin yalan olduğunu söylüyordu dinlediği şarkılar. Güneşin doğuşunun ve batışının farksızlığına bir anlam veremediği bu şarkıyı dinlerken hala ümit ediyordu. Belki de hayallerini yaşarken bu küçük mekanda, umduğunu arayan bir avcı gibi sabrediyordu tüm olacaklara karşı.

Günlerin bir biri ardına geçtiği karanlıklar dolu dünyamın 3-4 metrekare sınırlarını bir türlü aşamadan sığınacak bir yürek arayıp dursamda. Sınırlarını kendimin çizdiği dünyada mutluyum.

Yetişe bilmek için umuda açılan pencereler ardındaki dünyalara, neticesi ne olursa olsun katlanmalı bütün acılara. Çaresizliğe düşmeden karşı gelmeli bütün olanlara; sadece ve sadece razı gelmek güzelliklere, kapatmalı gözleri tüm çirkinliklere. Baharın verdiği tazelik elde iken sonsuzluklar arasında sıkışmış olan insan oğlu ummalı ve bilmeli ki sonunda hep sevinç var dünyanın. Azalmasa kalbimizde sevgi ve umut, sonu gelmese hep tüm sevinçlerin ve kavuşmaların ne kadar iyi olur. Sadece güzellikler içinde yaşarken mi mutlu olur insan... Çirkinlikler ortasında açan bir taze gül goncası veya bir nergis mi karşılar bizleri. Yoksa bilmediğimiz diyarlardan gelmiş, hiç olmasını istemediğimiz bir kaktüs çiçeğimi. Yalınlıktan kurtulmuş neticesinin ne olacağını bilemeden rüzgarın savurmasıyla dağılan pamukçuklar gibi bir dere kenarında sıra sıra filizler mi olmalıyız; bir birinden ayrı bütünleşmemiş?

Sevmemeli mi yoksa bu dünyada, hiç acı ve hüzün çekmemek için. Yetinebilmeli elde olanlarla, fazla gelmeyecek şekilde hazırlanmış bu iksiri ilk bakışta mı, yoksa ilerideki günlerde mi umuda dönüştüreceğimizi bulmak için usanmadan aramalı mıyız yoksa. Gördüğüm onca insan hep bir birini seviyor ve hala güveniyor mu da bir arada kalıyorlar. Yoksa sadece kendilerini bu kalıplara uydurulmuş dünyada mecbur hissettikleri için mi birlikte olmaya devam ediyorlar.

Kelimelerle anlatılmayan şeyleri yazabilseydi insanlar o kadar kolay olurdu ki anlaşmak. Sebepsiz olmayan her başlangıcın bir nihayetinde sevinmek ve huzuru bulmak elimizde. Enerjimizi saklamalıyız yarınlara, umudumuzu yeşerte bilsin diye. Sonraları yüce Yaradan’ın kudreti ile çizilmiş olan hayatımızda bilmediğimiz kapıların ardında bizleri bekleyen baharın bahçelerine ekilmiş güzellikler bizleri bekliyor.

Sabırsızlıkların ardına saklanan yarınların ruhumuza erişmesi için açık kalan güzlerimizden süzülen ziyaların her bir zerresi temas ettikçe bizlere; derinlerimize kadar güzellikleri ve sevgiyi içimize alıp hapsetmemiz gerekir. Sonu olmayan başlangıçlar gibi görülen bir anlık karılaşmalar veya olaylar bizleri olağan üstü zevklerin arasında uzaklara kadar giden bir yıl bir hayat tarzı çizer. Doğan güneşin biç batmasını istemeyen insanların arasına kavuşmak için yüreğimiz çırpınıp dururken; içimizden gelen sesi dinleyip kavuşmak için ellerimizi hüda’ya açıp niyaz etmeliyiz iyiyi, güzeli, temizi ve saf olan şeyleri. Yanılmamak için uğraş verirken hayat mücadelesi içinde; karanlıkların arkasına saklanmışlıklardan kurtulup hayallerimizi taze ve diri tutmak, sevginin sıcaklığını, umudun yaklaşmasını, hayallerin gerçekleşmesini, karanlığın aydınlığa dönüşmesini, kirlerin temizleneceğine inanarak bağlanmalıyız en iyi duyguları hapsederek yüreğimize. Neticesi bilinmeyen bir formülün çözülmesi gibi parçaları hep doğru anda ve doğru yerde aramalıyız. En ufak bir hata incinen yüreğimizi dağlarken derinlerde, ağlamamak için kendimizi sıkmamalıyız. Rahatlatan bir durum aslında ağlamak, ruhu tazeleyen, yüreğimize serinlik veren, hasreti ve özlemi artıran bir olay. Baharda yeşeren dallar gibi hep açık kalmalı kalbimiz, sevgiyi içine alan, onu yoğurup iyice sindiren, bir gıda gibi kuvvetlendiren bağlılığı ve kıskançlığı. Terkedilmişlikler arkasında kalmadan yollarımız, hep ileriye, tazeliklere doğru gitmeli, körpe bedenlerden uzanan ellerimizle sıkıca kavramalı ve ilerlemeliyiz; açılan pencerelerden içeri giren güneş misali. Sevine bilmeliyiz her şeyden önce hayatın iyilikleri karşısında. Kederli olarak yaşamak yerine; belki polyannacılık gibi görünse de herşeyi ve her olayı iyi yanı ile görmeliyiz. Belki bize yapılan küçük bir sınama olarak görerek bunu hiçbir şekilde üzüntü içinde kederlere boğulmadan mutluluğu aramalı.

Yarım kalmışlıklar ardına saklanıyor, kendisini ortaya çıkarmamak için uğraşıp duruyordu. Konuşabileceği bir insan bulamamaktan sıkılmaya başladığı anları daha da artmıştı, kimse ile konuşmadan saatlerce kendi işini yapıyor. Sonrasında kaderinin mahkum ettiği zaman mezarlığında kendisini sakladığı hücresinden hiç dışarı çıkmadan sabrediyor. Allah’a hamd ederek saatlerin, günlerin, haftaların; en önemlisi son diye bildiği üç ayın bitmesini istiyordu.

Kırılan şey kalbinin derinlerinde saklıydı oysa. Benimi bulması lazımdı tüm dertler ve tasalar. Yinelemekten bıkmışçasına yine aynı şeyleri karalayıp duruyordu zihninin boş beyaz sayfalarına. Ağlamayı bile unutmuştu. 15 aylık bir yoksunluktan sonra. Vaktini düşünmemek için harcıyordu. Sebepsizlikler arkasına saklanarak yaşamayı seviyor, katı kuralcılığını bir türlü bozmuyordu. Sabır çemberlerini bir türlü aşamıyordu, kaderine küsmüş, sadece ve sadece yaşamayı düşlüyordu. Samanyolu’nun bir yerinde kendisinin de bir yeri vardı oysaki. Ne zaman, ne olacak diye düşlüyordu tüm olanlara karşın. Yarınlarına ümitle bakmak için eline bir fırsatın daha geçmesi için neyi var neyi yok ortaya koyuyor, bir türlü tamamlayamıyordu noksanlarını. Unutmak istediği o kadar çok olay başından geçmişti ki, bir türlü kurtulamıyordu hiç birinden. Umutsuzca unutmaya çalışsa da bir an geliyor yine karşısına çıkıyordu, birer birer. Sadece ve sadece kendisine acımıyordu, bu hayırsız dünyada, unutmuştu 15 ayda sevinci, gülmeyi. Arzularına bir türlü ulaşamayan bir kaşif, bir mucit gibi

Bir suyun berraklığı arkasına saklanarak kendisini dünyaya kapattığını, kimsenin kendisini görmediğini zannediyordu. Bilmiyordu ki her yeri belirgin bir şekilde ortada idi. Sadece zihninde kendisini tüm evrene kapatmıştı. Sevmekle sevmemek arasında, kavuşmakla ayrılık ortasında, ıssız derinliklerin ilham aldığı bir deniz kenarında, çöllerin sıcaklığı içinde kendini yalnızlıklara sunmuştu. Hayatını kazanmak için çabalıyor, neticesini bilmediği maceralara atılıyor, kendisini bir şekilde cezalandıracak şeyler buluyordu; manasızca.

Bir defteri vardı sıkıntılarını paylaştığı dönüp yazdıklarına baktığında 1300 satırı geçmişti çoktan. Hiçbir netice alamadan yazdığı 1300 satır. Bir o kadarda başka yerlere yazmıştı oysaki. Bilmiyordu yarın ne olacak, ne yapacak. Hep gününü yaşıyor, geçmişini veya yarınlarını hiç düşünmüyor gibi davranıyordu. Oysa hep geçmişteki kısa sevgilerini hatırlıyor, yarınlarını hayal edip duruyordu, kimselere hissettirmeden.

 

BITTI VE HERSEY ANILARDA KALDI

YSHK

2000-2001

1