![]() ![]() |
. |
|
BÖLÜM BİR - GİRİŞ 1.1. Türkiye'nin
iktisadî tarihinin ampirik içerik alanının sınırları ve bu içeriği ele almanın
gündeme getirdiği analitik araçlarla ilgili bazı sorunlar Türkiye'nin
iktisadî tarihi'ni, 'fiyat oluşturucu piyasalar' sistemi olarak bir Türkiye
ekonomisinden söz edebileceğimiz yakın yıllar öncesinde, Polanyi' nin Genel İktisat
Tarihi dersinde ele almış olduğumuz "Kurumlaşmış bir süreç olarak
ekonomi" başlıklı makalesinde yetkin bir şekilde gösterdiği analitik ve ampirik
nedenlerden ötürü, toplumsal ve siyasi tarihinden ayrıştırmak anlamlı değildir. Bu
nedenle, bu ders boyunca, 'Türkiye'nin iktisadî tarihi' terimindeki 'iktisadî'
sıfatı, Polanyi'nin bir beşeri-toplumsal gerçeklikler bütünlüğünde insanların
maddî ihtiyaçlarını kurumlaşmış süreçlerle karşılayan insan etkinlikleri ve
ilişkileri alanı olarak, siyasî, dinî, kültürel kurumlar ve süreçlerin içine
gömülmüş bir 'ekonomi' anlamında ele alınmaktadır.[1] Türkiye'nin iktisadî
tarihi' teriminin, hangi coğrafî alanın ve hangi dönemlerin kastedildiği bakımından
açığa kavuşturulması gerekmektedir. Neolitik devrimin yani bitki
tarımına geçişin dünyada ilk kez meydana geldiği ve Verimli Hilal diye adlandırılan bölgenin bir
kısmı Anadolu' dadır. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde kalan
alanlar, neolitik devrimden bu yana geçen binlerce yıl boyunca, pek çok sayıda farklı
etnik kökten gelen insan gruplarının, halkların yarattığı kültürlere sahne
olmuştur. Tarihin birçok döneminde Anadolu'da birden fazla farklı kültür yan yana
yaşamıştır. Büyük göç hareketleri ve Hakhamaniş Pers devleti gibi 'evrensel imparatorlukçu' idarelerinin sistematik
bir denetim yöntemi olarak başvurduğu 'tehcir'ler
nedeniyle ise, farklı dil, din ve kültürlere sahip insan grupları, Orta Doğu'nun
başka bölgelerinde de olduğu gibi, Anadolu'nun her yanına dağılmış, farklı etnik
köklere sahip halkların ayrı ayrı bölgelerde yaşamaları, yerini, her dilden,
dinden, kültürden insan gruplarının bir arada yaşadıkları yüzlerce kasaba ve
kentte sergilenen bir halklar ve kültürler mozayiğine bırakmıştır. Bugün bizim,
oldukça yakın tarihlerde oluşmuş bulunan göreli olarak daha türdeş bir kültür
yapısına sahip bir Türkiye'de yaşamamız, bir coğrafî alan olarak Türkiye'nin
tarihinde daha dün denebilecek yakın günlere kadar çok zengin bir etnik ve kültürel
çeşitlilik ve karmaşıklığın sürdüğünü göz ardı etmemize yol açabilir. İçinde yaşadığımız
Türkiye Cumhuriyeti devleti, Anadolu Türk kültürü etrafında kurulmuş olan bir
devlettir. Türkiye'nin bizim kuşaklarımızın zaman aralığından önceki tarihinin
uzun bir dönemi, Müslüman Türklerin, hem bir nüfus unsuru, hem de kurdukları
devletler nedeniyle bazı dönemlerde bir egemenlik unsuru olarak ağırlıklarını
koydukları bir dönemdir.[2] Ama 11'inci yüzyıldan itibaren Müslüman Türklerin,
egemenlik kurumlarıyla Anadolu'ya girmelerinden önceki dönemler de, Türkiye'nin
iktisadî, sosyal tarihinin fevkalâde önemli kesitlerini içerir. Türkiye'nin Türklerden
önceki tarihi, bugün Türkiye'de yaşayan bizler için önemli bir entellektüel
sorumluluk alanı oluşturur. Çünkü, bir kere, önceden gelen bazı devamlılıklar,
Türkler'in Anadolu'ya gelmelerinden sonraki, mesela Selçuklu ya da Osmanlı siyasî
egemenlik alanlarında yaşayanlardan dili Türkçe dini İslam olanların sosyal,
iktisadî, siyasî, kültürel kimliklerini, kurumlarını, ilişkilerini yani tarihlerini
önemli ölçüde etkilemiştir. Üstelik, Anadolu'nun Müslüman-Türkler öncesinden
kalan nüfus ve kültür öğeleri, varlıklarını, Anadolu'daki iktisadî, sosyal,
kültürel ilişkiler, yapılar ve geleneklerdeki paylarının önemi kaybolmadan, I.
Dünya Savaşı'na kadar sürdürmüşlerdir. Türkiye'nin 11'inci yüzyıl ve
sonrasındaki tarihi, hem Anadolu Türklerinin ve Anadolu öncesi Türk kültürünün
tarihidir. Hem de bundan ibaret değildir. Müslüman-Türklerden önceki tarihin,
eklemleşmeler, etkileşmeler ve değişmelerle de olsa sürmüş olan bazı devamlılık
eksenlerini de içerir. Ayrıca, önceki dönemler antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi
ağırlıklı tarihçilik çalışmaları açısından fevkalâde verimli bir ampirik
içeriğe sahiptir. Bizans ve Osmanlı gibi
İstanbul merkezli ve Anadolu'ya yaslanmış imparatorluklar ise Türkiye'nin tarihini
bugünkü Türkiye'nin coğrafî sınırlarının dışına taşırır. Çünkü meselâ
Osmanlı İmparatorluğu döneminde bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan
alanların tarihi, Osmanlı devletinin genel ölçeği içindeki siyasi, iktisadî,
demografik, kültürel kurumlar ve süreçlerin tarihinden bağımsız olarak ele
alınamaz. Bu da, bu dönemde Türkiye'nin tarihini, kaçınılmaz bir şekilde, çok daha
geniş bir alanın tarihinin oluşturduğu örgünün içine sokar. Türklerin Anadolu'ya
gelmeleri, Türkiye'nin tarihi sorunsalını Türkiye'nin sınırlarının dışına
taşıran bir başka önemli nedendir. Türklerin Anadolu'da egemenlik yapıları
kurmaları ve bu ülkeye yerleşmeleri, Orta Asya steplerinden çıkıp,
Müslümanlaşmış İran devlet yapılarının içine, önce köle ya da paralı
savaşçılar olarak girmelerinin, sonra, bir yanda bazı Türk savaşçılar bu devlet
yapılarını ele geçirirken, diğer yanda birçok Türk aşiretinin büyük ölçekli
göç hareketleriyle birlikte, Maveraünnehir, İran, Kuzey Irak ve Azerbaycan'ı içeren
geniş bir alana yerleşmeleri ve egemen olmalarının karmaşık tarihinin bir
parçasıdır. Türkler bu bölgelerin,
çok eski bir geçmişe sahip, yerleşik tarıma ve
şehir kültürlerine dayalı evrensel imparatorlukçu devlet geleneğinin tarihine
yeni girmişlerdi. Çünkü yukarda sözü edilen büyük göçe katılan Türklerin,
aralarında Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kuruluşuna öncülük eden sülaler de
olmak üzere, büyük bir kısmı göçebe-otlatıcıydı. Bunların Orta Asya'daki
toplumsal gelenekleri, göçebe-otlatıcı bir kültürün gelenekleriydi. İran, Irak ve
Anadolu gibi Orta Doğu'da gelip yerleştikleri alanlar ise, binlerce yıllık yerleşik
tarım temelli toplum, devlet ve imparatorluk geleneklerine sahipti. Türkler, mesela
Horasan, ya da Gazne yöresindeki, devlet yapılarını ele geçirip buralara egemen
olduklarında, yerleşik tarım temelli bir devletin iktisadî, idarî örgütlenmesini ve
yönetim uslûbunu, bu bölgelerin eski devlet geleneklerinden hızla öğrendiler.
Türklerin bu yeni bölgelerde ürettikleri ve din, edebiyat, müzik gibi, iktisadî,
idarî, malî örgütlenmeyle doğrudan ilişkisi olmayan kültür değerleri, kurumları
ise, bir tarafta, özellikle eski 'dünyayı anlamlandırma' üsluplarını taşıyan
dilleri aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılan Orta Asya'daki İslam öncesi
kültürleri ile, diğer tarafta içinde dinamik bir eklemleşmenin sergilendiği
İran-Bizans-Arap-İslam kültür yelpazesi arasında meydana gelen etkileşmelerle
şekillenmeğe başladı. Herhangi bir uygarlığın
herhangi bir dönemdeki tarihinin incelenmesi, biri ampirik içerik, diğeri analitik
kategoriler ve paradigmalar olmak üzere, birbiriyle etkileşse de, birbirinden görece
bağımsız iki ana eksen üzerinde kurulan bir entellektüel faaliyet gerektirir. Bir tarihçilik
çalışmasının ampirik içerik ekseni, olgusal bilgi (facts) kümelerinden oluşur. Mesela,
"Osmanlı İmparatorluğu'nun 16'ncı yüzyılda dış dünyayla olan iktisadî
ilişkileri hangi olaylar, etkinlikler, kurumlar ve süreçleri içeriyordu?" sorusu,
bu türden bir olgusal bilgi yığınını ele almamızı gerektirir. 15'inci yüzyıl
sonlarından itibaren İspanyol ve Portekizlilerin Amerika kıtasındaki eski
uygarlıkları talan etmeleri; bu kıtadaki bazı gümüş ve altın madenlerini
işletmeğe başlamaları; bunun sonucunda Amerika'dan Avrupa'ya büyük miktarlarda
özellikle gümüş getirilmesi ve bunun sonucunda da Avrupa'da dolaşımdaki kıymetli
metal miktarının artmasının, Avrupa' da başlayıp, dalga dalga, Osmanlı
İmparatorluğu, Hindistan yarı kıtası gibi Eski Dünya'nın Avrupa'yla ticaret
ilişkileri içinde olan alanlarına yayılan bir fiyat enflasyonuna yol açması
konuları, zaman, mekân, kişi koordinatları belirli bir çok olay, durum, süreç
hakkında bir olgusal bilgi yığınını gündeme getirir. Böyle bir evrensel çevre
ortamında, Osmanlı İmparatorluğu'nda bu yüzyılda işletilen kıymetli metal
madenleri nerelerdeydi?; buralarda ne kadar üretim yapılıyordu?; Osmanlı
İmparatorluğu'nun ithalatı ve ihracatı hangi mallardan oluşuyordu?; imparatorluğun
dış ticareti genelde açık mı veriyordu ve içerden dışarıya bir net kıymetli
metal akımı mı vardı?; yoksa aksi mi söz konusuydu, yani ticaret fazlası mı vardı
ve dışardan içeriye bir net kıymetli metal akımı mı söz konusuydu? soruları, hep
bu türden ampirik bilgileri üretmemizi, değerlendirmemizi, kullanmamızı gerektirir.
Bunun için, mesala, Venedik ya da Raguza (Hırvatistan'da bugünkü adıyla Dubrovnik)
arşivlerinde Osmanlı limanlarına gidip gelirken bir fırtınada batmış ya da korsan
hücumunda yağmalanmış gemiler hakkındaki (mesela sigorta) belgelerinde hamule ve
değer kayıtlarını kullanırız. Ya da, İngiltere'de Doğu Akdeniz'le ticaret yapmak
için kurulmuş Levant Company'e ait arşivde,
hamule kayıtları, Osmanlı padişahları, vezirleri, harem mensuplararına ödenmiş
rüşvetlerin hesaplarını içeren belgelere bakarız. Ya da Edirne, Bursa, Ankara,
Halep, Kahire gibi önemli Osmanlı ticaret merkezlerindeki mahkemelerin sicil ve (miras)
tereke defterleri, borç-alacak davaları kayıtlarında aktarılmış olan enformasyonu
kullanırız. Bu dönemdeki Osmanlı tarihinin her kesiti, konusu, Kanuni' nin, özel
servetini arttırmak için, ölüm, iflas gibi nedenlerle satışa çıkan gayrimenkulleri
uygun koşullarda satın almak göreviyle önemli şehirlerde adam bulundurmasından,
aristokratik bir Hıristiyan Boşnak ailesinden gelen Sokullu' nun Bosna'da Grek Ortodoks
kilisesinde piskoposluk görevini sürdüren erkek kardeşiyle mektuplaşmasına kadar
olgusal bilgi yığınlarına bakmamızı, ayıklamamızı, değerlendirmemizi gerektirir.
Bu yığınlarla uğraşırken olayları, durumları, zaman, mekân, kişi koordinatları
ile doğru tesbit etmemiz, tarihçi olarak yerine getirmemiz gereken bir görevimizdir.
"[Olgusal bilgilerde] yanlışsızlık (accuracy)
bir erdem değil bir görevdir".[3] Ne var ki, bu ampirik
içerikle uğraşmamız, ne bizim bugünkü kimlik sorunlarımız, 'dünya
görüşü'müz, içinde yaşadığımız dünyayı korumak ya da değiştirmek için
sürdürmeğe çalıştığımız siyasî, fikrî etkinliklerimizden, ne de, bilimsel
bilgi geleneği üzerinde serinkanlı bir araştırıcı olsak bile kullanmaya mahkum
olduğumuz analitik kategoriler ve paradigmalardan tamamen bağımsızdır. Mesela, bugün
'Türk-İslam sentezi' diye adlandırılan ve tarihe, bugüne, insana, topluma belirli bir
bakış açısını paylaşan ve kimlik ihtiyaçları, önkabulleri nedeniyle Osmanlı
tecrübesini yücelten biri, Osmanlı devşirme sisteminde Hıristiyan ailelerden köle
statüsünde toplanan çocukların kusursuz bir şekilde 'Türkleştirildiği' ve
'Müslümanlaştırıldığı'na inanmak isteyebileceği için, Bosna'da aristokratik
Sokolloviç ailesinden gelen Sokollu Mehmet Paşa'nın, ölünceye kadar piskopos
kardeşiyle mektuplaşması olgusuna bakmak istemeyebilir. Tarihçilerin ürettiği
söylem, bugün farklı uygarlık ve kültür gelenekleri üzerinde, farklı ulus devletlerin sınırları içinde yaşamakta
olan insanların, ben kimim sorusuna cevap verirken ilk elde ifade ettikleri uygarlık,
kültür, din, ideoloji aidiyetlerini gündeme getirir. İnsanların, bu türden aidiyet
bağlantılarıyla kendilerini mensubu saydıkları, aşiret, ulus, dinî cemaat, tarikat,
parti, felsefî-siyasî gruplar gibi bütünlüklerin, türdeş olmayan, karmaşık,
rekabetçi bir dünya içindeki nispî 'başarı' ya da 'başarısızlık'ları, kendileri
ve başkaları nezdindeki itibarları hakkındaki düşünceleri, kimilerini gece gündüz
uğraştıran, hayatı yaşamalarını en çok etkileyen kişisel var olma sorunsalına
dönüşebilecek kadar güçlü kimlik sorunlarıdır. Tarih söylemi, istesek de
istemesek de bu türden sorunlarla ilişkilidir; bunları tahrik eder. Tarihçilikle
uğraşan kişilerin aynı zamanda kültürel, ulusal, felsefî, dinî vbg kimliği olan
kişiler, tarihçilik yapılan toplumsal ortamların, içinde bu kimlik sorunlarının
tartışıldığı ortamlar olması, ilk elde 'bilgisel' olmayan kimlik kayguları ile
tarihçiliğin bir 'bilgi' sorunsalı olarak ele alınması ihtiyacı arasında etkileşme
bağlantıları kurar. Bu bağlantılar, bazı toplumsal ortamlarda, bir bilgi sorunsalı
olarak tarihçilik yapılmasını imkânsızlaştıracak kadar ağır baskılara,
sansürlere, çarpıtmalara yol açabilir.[4] Öte yanda, Isaiah Berlin'in
makalesinde gösterildiği gibi,[5] tarihçilik söyleminde, vazgeçilmez bir şekilde,
'devlet', 'adalet', 'iktisadî' türünden sayısız analitik kategori kullanılır ve bu
kategoriler olgusal gerçeklikleri yakalamamızı ve anlamlandırmamızı etkileyen
paradigmalarımız içinde birbirleriyle, bu paradigmamızı oluşturan bir örgü içinde
ilişkilendirilir. Biraz önce de belirttiğim
gibi, tarihçilik yaparken sürdürdüğümüz faaliyetin temel bir ekseni tarihin ampirik
içeriğiyle ilgilidir. Tarihçilik, bu bağlamda, olgusal bilgi konularının doğruluk
ya da yanlışlığının tesbiti için, belgeler, kitabeler, arkeolojik bulgulara
dayanılarak yapılan ampirik bir iştir.[6] Ama tarihin bilgisi, sadece bir olgusal enformasyon
yığınının bilgisi değildir. Tarihin ampirik içeriğinin ele alınması,
yakalanması, işlenmesi, değerlendirilmesi, aynı zamanda, hem insan tecrübesinin
yarattığı hem de bu tecrübenin içinde şekillendiği[7] farklı kültür ve uygarlıkların, toplumsal, siyasî,
iktisadî, entellektüel, estetik, dinî, ahlakî değerler ve kurumların yeniden
inşası, anlamlandırılması, bizim dünyamızdan çok farklı anlam dünyalarının
anlaşılması (verstehen) süreciyle,
ayrıştırılamaz bir şekilde iç içe geçmiştir. Bu anlamlandırma çabamızda ise,
sürekli olarak, hem temel analitik kategorileri hem de bu kategorilerin 'dünya
tasarımları'mızda birbirleriyle ilişkilendirilmesi anlamında paradigmatik yapıları
kullanırız. Tarihçilik yapma işinin sağlıklı bir şekilde ele alınmasında,
tarihçilerin bu analitik sorunların bilincinde olmaları ve bu analitik kategori ve
yapıların bilgisini üretmeleri hayatî bir öneme sahiptir. Her tarihçi, farkında olsa
da olmasa da, 'tarih', 'ekonomi', 'bilim', bilgi', 'nedensellik', 'açıklama', 'anlama',
'devlet', 'kapitalizm', 'islamiyet' gibi analitik kategorileri, dünyayı algılamasını
etkileyen paradigmalar içinde birbirleriyle kenetlenmiş bir şekilde kullanır. Bu
kategorilerin kullanılması önemli bilgi ve bilim felsefesi sorunlarıyla ilişkilidir.
Tarih söyleminin perde arkasında her an bu sorunlar vardır. Mesela, 'kapitalizm'
kategorisinin ontolojik statüsü, yani varlık statüsü nedir? 'Kapitalizm', tarih
içinde belirli dönemlerde, belirli kültürel ortamlarda ortaya çıkmış iktisadî,
toplumsal, hukukî, vbg tecrübelerden bağımsız olarak var olan bir evrensel gerçeklik
kategorisi midir? ve belirli dönem ve toplumlarda görülen 'kapitalizmler', zaman ve
mekândan bağımsız olarak var olan bu evrensel
kategorinin ortaya çıkış enstantaneleri midir? Yoksa kapitalizm kategorisi,
sadece, tarihte belirli dönemler ve belirli toplumlarda yaşanmış olduğu için
bildiğimiz, başka türlü de olabilecekken
olduğu gibi olmuş (contingent) tecrübeleri
kavramak, anlamlandırmak, açıklayabilmek, tarihteki diğer tecrübelerden farklarını
belirtebilmek gibi nedenlerden ötürü kullandığımız analitik bir kategori mi dir? yani yaşanmış tecrübelerden
bağımsız evrensel bir gerçeklik içeriği olmayan, yaşanmış tecrübeleri analiz
etmemizin zorunlu bir unsuru ve sonucu olarak, analizimizi yaparken bizim ürettiğimiz
bir kategori midir? Bu türden temel anlamlandırma, çözümleme kategorilerini ve
yapılarını kullanmakta olduğunun farkında olmayan ve/veya bu farkında olmanın
gerektirdiği entellektüel sorumlulukları üstlenmek için çaba sarfetmeyen biri,
kötü bir tarihçi ya da kötü bir sosyal bilimci, kötü bir iktisatçıdır. Kişiler, olaylar ve
kronolojiler hakkında 'enformasyon' sıralamasına değil, toplumsal, siyasî, iktisadî,
kültürel kurum ve süreçlerin analizine ağırlık verilen tarihçilik çalışmaları
ile, siyaset bilimi, iktisat, sosyoloji gibi disiplinler arasında yakın bir ilişki
vardır. Bu tür tarihçilik çalışmaları hem bu disiplinleri besler hem de bu
disiplinlerde üretilmiş terimleri, modelleri, analiz tekniklerini kullanır. Bugün
sosyoloji, iktisat ve siyaset bilimi gibi disiplinlerin bütün dünyadaki yaygın
paradigmaları ise, Batı yani Elen-Roma-Avrupa uygarlık geleneği tecrübesi ile
sınırlı bir ampirik tarih içeriğinin içinden geliştirilmiştir. Meselâ, bu
disiplinlerde kullanılan 'devlet', 'hukuk', 'fert' kategorilerinin anlam içeriklerini bu
geleneğin tarihinin içinden 'doldurmuştur'. Bu kategoriler bu anlam içerikleriyle,
evrensel bir kapsayıcılığı olan sosyoloji, iktisatçılık, siyaset biliminin
kategorileri olarak işe yarayabilir mi? Bu içerikleriyle bu kategorilerin analitik işe
yararlılığı Batı geleneğinin incelenmesiyle mi sınırlıdır? Yoksa bambaşka
özelliklere sahip diğer uygarlık geleneklerinin incelenmesinde de işe yararlıkları
sürer mi? Polanyi'nin makalesi, 'iktisadî' kategorisinin bugünkü yaygın haliyle
akademik iktisatçılıktaki anlam içeriğinin, sadece tarihin belirli bir döneminde
belirli toplumsal, kültürel ortamlardaki 'ekonomi'yi anlamamıza yaradığını, ama
farklı toplumsal ortamlarda iktisadî olanı yakalayamadığını göstererek, toplum
bilimlerinde kullanılan temel kategorilerin evrensel olamayabileceklerini, belirli
tarihî tecrübeler dışında işe yararlıklarının çok azalabileceğini işaret
etmiştir. Böylece,, yukardaki sorulara 'muhtemelen hayır' diye cevap vermemiz
gerektiğini ciddi bir şekilde düşünmemizi haklı kılmaktadır. Eğer böyleyse, yani anlam
içerikleri 'Batı'nın tarihî gelenekleri üzerinde oluşturulmuş sosyoloji, iktisat,
siyaset bilimi kategorilerinin, çok farklı uygarlık-kültür alanlarının ele
alınmasındaki yararlılığı sınırlı ise, bu taktirde ele alınan bu diğer alanlar
için yeni kategoriler üretmemiz, en azından meselâ 'devlet' ya da 'adalet'
kategorilerinin bu farklı alanlardaki anlam içeriklerini seçikleştirmemiz
gerekecektir. Tekrar 'devlet' kategorisi örneği üzerinde durursak, 'iktidar'ın ya da
başka bir ifadeyle hakimiyet erkinin meşruiyetinin kaynağı, insanların uymaları
istenilen siyasî/hukuki düzenin varlık statüsü, yönetilmesi söz konusu olan insan
birimleri ile, bunların oluşturduğu toplumsal birliktelikler ve bu birlikteliklerdeki
siyasî iktidar odağı arasındaki ilişkileri tarif eden dünya görüşleri gibi
önemli eksenler üzerinde, 'devlet' teriminin anlam içeriği, mesela Elen 'polis' ya da
şehir devletleri uygarlık alanı ile, Mezopotamya uygarlık alanında tamamiyle
denebilecek kadar farklıdır. Öyle ki, Elen-Pers savaşlarının bir tarafındaki
Atina'daki siyasî olgudan da karşı taraftaki Hakhamaniş siyasi merkezinden de 'devlet'
terimiyle söz etmemiz, bu terimle kapsanan gerçeklik içerikleri arasında var olan
aslî farkları algılamamızı, düşünmemizi engelleyebilir. Bu uygarlık alanlarının
tarihçiliği, kullanılan önemli analitik kategorilerin anlam içeriklerinin
seçikleştirilmesi işinin sorumluluğunu da tarihçinin omuzlarına yüklemektedir. Benim Türkiye'nin iktisadî
tarihi konusunu ele alırken gündeme getirdiğim temel önerme, "Selçuklu,
Osmanlı, hatta [Hristiyanlık ve Elen dili nedeniyle Elen-Roma geleneğiyle olan
bağlantısına rağmen] Bizans devlet geleneklerinin ve bu [imparatorlukçu] devlet
geleneklerinin kapsadığı alanlardaki kültürel, toplumsal, iktisadî değerler ve
kurumlardan etkilenmesi ve bunları etkilemesinin, mutlaka, burada Mezopotamya-İran
geleneği diye özetleyeceğim bir seçik uygarlık, kültür, dünya görüşü
tecrübesinin ekseni üzerinde ele alınması gereklidir" önermesidir. İnsanlığın tecrübe
birikimine bakıldığında, dünyada, karakteristik devamlılıkları bugüne kadar
sürmüş dört temel uygarlık geleneği alanı olduğu söylenebilir: i)
Grek-Roma-Avrupa 'dünyası' ii) Orta Doğu 'dünyası', iii) Hint 'dünyası' ve iv) Çin
'dünyası' Bunlar, insan tecrübesinin gündeme getirdiği aşkın (transcendental) sorulara,[8] sahip olunan yazılı üst kültür[9] birikimlerinin imkânları ile cevap verilmeğe
çalışılmış, sanatlarda ve tekniklerde üstün uygarlık ürünleri ortaya konulmuş
olma bakımlarından birbirlerine benzerler ve bu benzerlikleri ile bugün artık ölü
sayılabilecek Maya ve İnka uygarlığı gibi bazı başka geleneklerden ayrılırlar.
Ama, bireysel varlık ölçeği içinde insan tecrübesini, beşerî çevreyi, toplumsal
kurumları, siyasî ve hukukî iktidar olguları ve kurumlarını, fizikî evreni,
'tanrı' ya da 'tanrılar'ı, inanılıyorsa diğer aşkın varlıkları birbirleriyle
ilişkilendiren 'kozmoloji'leri açısından, bu dört uygarlık alanında, aralarındaki
tarihî alış verişlere rağmen, birbirinden aslî şekilde farklılaşmış gelenekler
ortaya çıkmış ve günümüze kadar sürmüştür.[10] Bu farklılaşmaların belirginleşmesi konusu, bu
bölümün Jaspers' in Aksiyal Çağ
önermesinin ele alındığı sonraki bir alt bölümünde yeniden ele alınacaktır.
Burada şimdilik, Türkiye'nin, meselâ Bizans İmparatorluğu döneminde olduğu gibi
bugünkü Türkiye Cumhuriyeti döneminde de, iki farklı uygarlık geleneği arasında
sallanan tecrübelerin ya da arayışların sergilendiği bir alan olarak dikkat
çektiğini belirtmekle yetineceğim. Seçik uygarlık
geleneklerinin binlerce yıl sürdüğü önermesi, doğruysa, 'devamlılıklar'ın
tarihçilik çalışmalarındaki önemini vurgular. Bu nedenle, herhangi bir uygarlık
kültür bölgesinde herhangi bir alan ve dönemin iktisadî ve sosyal tarihçiliğini
yapmağa çalışmamız, değişmelerin
olduğu kadar devamlılıkların da
tasarlanabildiği, seçikleştirilebildiği, irdelenebildiği, araştırılabildiği bir
yaklaşımı gerektirir. Tarihçi, bir yanda, değişmelere karşı duyarlı, yani meydana
gelmişlerse, değişmeleri görmeğe ve anlayabilmeğe hazır olmalıdır. Zihninde,
üstünde değişmelerin tarihi süreçlerdeki rollerini kurgulayabildiği bir tasarlama
eksenine elbetteki sahip olmalıdır. Ama diğer yanda, eğer var oldukları ampirik
olarak kanıtlanabiliyorsa, yaşama ve beşerî ilişki kurma üslupları, sosyal,
kültürel, iktisadî, siyasî değerler, kurumlar, beşerî ve fizikî evrene ve
aşkınlık alanlarına bakış tarzlarında (dünya görüşleri ya da Berlin'in
makalesindeki terimle weltanschauung'larda)
bazan yüzyıllar, bazan binyıllarca süren devamlılıkları görebilmesi ve
anlayabilmesi de tarihçi için önemlidir. Tarih tasarımımızda buna imkân veren bir
eksen, her halde, doğru tarihçilik terbiyesi edinirken mutlaka geliştirmemiz gereken
bir eksendir. Değişme ve devamlılık
hakkındaki bu sözlerimizi bir örnekle açalım. Batı ve Kuzey Avrupa'da
Ortaçağlar'da başlayan ve Yeniçağlar'da devam eden, bilgi ve teknoloji değişmeleri
(gelişmeleri), üretimin, sermaye sahipleri ile ücretli emekçiler arasındaki iş
sözleşmelerine dayanan yeni toplumsal ilişkiler içinde örgütlenmeğe başlanması ve
bunlarla ilişkili diğer gelişmeler, 16'ncı yüzyıldan itibaren Osmanlı
İmparatorluğu'ndaki iktisadî, toplumsal, siyasî yapıları da bariz bir şekilde
etkileyen, Osmanlı İmparatorluğu'na göre dışardan kaynaklanan önemli
değişikliklerdi. Keza, daha önce de belirtildiği gibi, Amerika'nın keşfinden sonra
İspanyol ve Portekizlilerin Amerika kıtasından Avrupa'ya aktardıkları gümüş ve
altın, Avrupa'da fiyat ve ücret düzeylerini büyük ölçüde değiştirdi. Kıymetli
metal, madeni para stoklarıya ilgili bu değişiklikler, Osmanlı İmparatorluğu'nda da
belirgin yansımalara yol açtı. Bu yansımalar Hint, hatta Çin uygarlık bölgelerine
de yayıldı. Bu ve benzeri olgusal nedenlerle, meselâ, 16'ncı yüzyılda Osmanlı
İmaparatorluğu'nun iktisadî ve sosyal tarihiyle ilgilenen bir tarihçinin, mutlaka,
önemli değişmeleri fark etmesi, bu değişmelerin ima ettiği nedensellik
bağlantılarını doğru bir şekilde kurmağa çalışması ve sınaması, aşikârdır
ki vazgeçilemez bir tarihçilik ödevidir. Buna karşılık, Osmanlı
İmparatorluğu'nda 15'inci yüzyıl ortalarından itibaren görülen, devletin
asker-yönetici görevli kadroları ile yönetilenler arasında, bu görevlilerin
yönetilenlerin 'temsilci'si olmaması tercihine dayanan bir toplumsal kopukluğu
sağlamak isteyen, bunu sağlamaya çalışan bir devlet anlayışının, iyi devleti böyle bir kopukluğu sağlayabilmiş
devlet olarak tasarlayan bir dünya görüşünün anlaşılabilmesi ise, ta Mezopotamya
tarihinin erken dönemlerinde başlamış ve Hakhamanişler, Hellenistik krallıklar,
Sasaniler, Abbasiler, Selçuklular boyunca devam etmiş olan bir geleneğin varlığının
farkında olmamıza bağlıdır. Bunun içindir ki tarihçi, devamlılıkları tanımayı,
devamlılığı önemli bir analitik araç olarak kullanmayı, entellektüel etkinliğinin
ana eksenlerinden biri haline getirmeli, nelerin değiştiği kadar nelerin
değişmediğini de merak etmeli, farketmeli, görmelidir. Değişmeler,
uygarlık-kültür alanlarının kendi içlerindeki olaylardan, süreçlerden
kaynaklanabileceği gibi, uygarlık-kültür alanları arasındaki ilişkilerden de
kaynaklanabilir. Birine göre bunun içindeki süreçlerden kaynaklanan bir değişme, bir
diğeri için dışsallık ifade eden, ama bunun içinde de bir takım değişmeleri
uyaran bir dürtü oluşturabilir. Ya da, iki (ya da daha çok) uygarlık-kültür alanı
arasında belirli bir etkileşmenin başlaması, ya da var olan ilişkilerin
başkalaşması, her ikisinde de değişmeleri uyarabilir. 'Değişmenin içsel yoksa dışsal kaynaklı dürtülere mi bağlı olması gerekir' tartışması ise fuzulî (redundant) bir tartışmadır. Değişmenin bir
uygarlık-kültür alanına göre içsel olaylar, gelişmeler, süreçler tarafından
uyarılmış olması, olabilir de olmayabilir de (contingent)
bir durumdur. Değişmenin belirli bir alana göre illâ içsel ya da illâ dışsal
kaynaklı süreçler tarafından uyarılmış olmasını gerektiren hiçbir zorunluluk
yoktur.[11] Devamlılıklar ise,
değişmelerin içinde sürer. Meselâ, Ortadoğu'nun tarım temelli toplumlarında
'reaya'nın üstten ve dışardan yönetilmesine yönelik devlet geleneği,
Zarathuştraçü İran'ın Müslümanlaşması gibi radikal bir din değişikliğinin
içinde sürmüşse, ki sürmüştür, devamlılığı değişikliğe rağmen görmek
gerekir. Ya da, Osmanlı devşirme-acemioğlan-yeniçeri kurumunun hangi devamlılığı
sergilediğini, biz ancak Abbasi devletinin ve diğer İslamî-İran devletlerinin, Orta
Asya'dan, henüz Müslüman olmamış ya da yeni müslüman olmuş bazı Türkleri köle
ya da paralı asker statüsünde devşirip asker ya da devlet görevlisi olarak
yetiştirdiğini; Mezopotamya ve İran'ın bu binlerce yıllık, yabancılara ve kölelere
dayanan askerî-idarî kadro kullanan devlet geleneğini Türklerin, böylece, önce
kendileri köleyken öğrendiklerini, bu dönemin değişmelerle dolu ortamının
karmaşası içinde görebilirsek anlayabiliriz. Yani devamlılık her şeyin olduğu gibi
devam etmesi demek değildir, devam eden bir gelenek, kurum ya da dünya görüşü, bir
din-kültür sistemi batıyor gibi görünürken, onun içinden, onun yerini alan bir
başka din-kültür sistemine geçerek de devam edebilir. Tarihî süreçlerde değişme
ve devamlılıklar iç içe geçmiştir. Sıkı bir örgü oluşturur. Geçen yılki dersimizde
Berlin ve Polanyi'nin makaleleri üzerinde sürdürdüğümüz tartışma, bütün
toplumların, belirli bir dönem sıralaması içinde her birinin her bir dönemde sahip
olacağı uygarlık ve kültür özelliklerini ve bu özelliklerin zaman içinde
değişmesini belirleyen 'zorunlu nedensellik yasaları'na 'tabî' olduğunu söylememizin
mümkün olmadığının anlaşılmasına yardımcı oldu. Ama önemli bir soru
gündemdeki yerini gene de korumaktadır. Eğer bu türden yasalar yoksa, ki yoktur, her
bir uygarlık ve kültür alanının ya da toplumun belirli dönemlerdeki tarihini
anlamak, bu alan ve dönemle başka alanlar ya da başka dönemler arasındaki benzerlik
ve farkları tesbit etmek ve açıklamak, bu alanda zaman içinde meydana gelen
değişmeleri açıklamak sorunlarına analitik olarak nasıl yaklaşabiliriz. Bir kere, uygarlık ve
kültür sistemleri ve geleneklerinin ve değişmelerinin anlamlandırılabilmesi, bunlara
yönelik açıklama önermelerinin geliştirilmesi, mutlaka, birden çok disiplinde
çalışanlar arasında işbirliği, karşılıklı yararlanma ve ortak çalışma
gerektirir. Bir iktisadî-sosyal tarihçinin, meselâ bir yanda deneysel psikoloji gibi
davranış bilimleri, diğer yanda hem felsefî hem sosyal antropoloji, Polanyi anlamında
iktisatçılık ve toplumsal (societal)
sistemlerin analizi bağlamında sosyoloji ile, yorucu fakat vazgeçilemez bir alış
veriş içinde bulunması gerekir. Isaiah Berlin'in makalesi, bu alış verişin önemini
kavramamız açısından da bize yardımcı olmuştur. Bu alış veriş, etkileşmenin
öteki tarafındakiler, yani özellikle iktisatçılar ve sosyologlar için de gereklidir.
Çünkü, ampirik içeriğinde tarih bulunmayan bir sosyoloji ya da iktisatçılık
düşünülemez. Bu anlamda sosyoloji ve iktisatçılıkla tarihçilik arasında,
neredeyse çakışmaya yakın bir örtüşme (overlapping)
durumu söz konusudur. İkinci olarak, her
uygarlık ve kültür geleneğinin, her toplumun incelenmesinde, toplumların analitik
olarak iktisadî, siyasî, hukukî, dinî, coğrafî diye ayrıştırılan özellik
eksenleri arasındaki karşılıklı etkileşmelerin, ya da başka bir ifadeyle (Berlin'in
yatay uyumluluk dediği) bir arada bulunma, bulunmama bağlamında tekabûliyet (correspondance) ilişkilerinin, matriks benzeri
analitik bir tablosunun çıkartılması da önemlidir. Bir örnek verelim. Bir
toplumun üzerinde yaşadığı coğrafya, maddî üretim imkânlarını etkileyebileceği
gibi inanç sistemlerini de etkileyebilir. Ama öte yanda, meselâ bir inanç sisteminin
de o topluluğun yaşadığı alanın coğrafyası üzerinde etkileri olabilir. İÖ
ikinci bin yıl içinde başladığı sanılan Zarathuştracı Mazdayasna dini,
Hakhamaniş Pers İmparatorluğu döneminde, bugünkü Afganistan'dan Irak, Suriye,
Anadolu'ya kadarki alanlarda yaşayan İranî halklar arasında yayıldı. Sasani
İmparatorluğu döneminde bu devletin resmi dini haline geldi. Bu dinde, hakikat, iyilik,
bilgi, aydınlık olan tanrı Ahura Mazda'ya, kirletilmemiş odunla yakılan ve alevi hiç
söndürülmeden sürdürülen ateş önünde ibadet edilirdi. Evlerde ailelerin kendi
başlarına yaptıkları ibadet ritüellerinden, Osmanlı padişahlarının kendi
adlarını ölümsüzleştirmek için büyük camiler yaptırması gibi, Hakhamaniş,
Parth ve Sasani hükümdarlarının imparatorluklarının çeşitli yerlerinde kendi
adlarına yaptırdıkları büyük ateş tapınaklarında yüzlerce yıl sürekli olarak
odun ateşi yakıldı. Bu İranî devletlerin diğer üst düzey görevlileri ki mesela vazurk'lar yani vezirler, baş rahiplerler de,
imparatorlukların çeşitli yerlerinde kendi adlarına, içindeki ateş yüzlerce yıl
kesintisiz bir şekilde sürdürülen büyük tapınaklar yaptırdılar. İranî
İmaparatorlukların binlerce noktasındaki binlerce ateş tapınağı için, her yıl
binlerce ağaç kesildi Bu süreç
yüzyıllar boyu sürdü. İran, Irak, Afganistan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi
alanlardaki orman varlıklarının çok erken tarihlerde tüketilmesinde bu ibadet
tarzının da önemli bir rolü oldu. Orman varlıklarının tüketilmesi ise, bu
bölgelerde arazilerin çoraklaşmasına, yer yer çölleşmesine yol açtı. Çorak
bölgeler ancak göçebe-otlatıcıların iktisadî faaliyetlerine elverişli hale geldi.
Bu bölgelerde göçebe-otlatıcı nüfus unsurlarının göreli önemi arttı.
Göçebe-otlatıcılığın bir toplumsal-iktisadî varolma tarzı olarak
yaygınlaşması, orman varlıklarının daha da azalmasına, yörenin daha da
çoraklaşmasına yol açtı. Böyle bir tarihî ortamda, göçebe-otlatıcılığın
yaygınlaşmasıyla coğrafya arasındaki karşılıklı etkileşme sorunsalı, mantıkî
ve olgusal olarak her ikisinden de bağımsız bir dinî geleneğin varlığıyla çok
daha karmaşık hale gelmiş olacaktır. Bu örnekte de gösterildiği gibi, bir uygarlık
geleneğinin inanç ekseni coğrafyasını etkileyebilir ve coğrafya üzerindeki bu etki
aracılığıyla da bu geleneğin hakim olduğu alanlarda sosyal yapılar ve ilişkilerin
belirli özellikler kazanmasında, doğrudan etkileri yanında ayrıca dolaylı roller de
oynayabilir. İşte bu gibi nedenlerledir ki, bir uygarlık ve kültür geleneği
üzerindeki toplumların çeşitli varlık eksenleri arasındaki karşılıklı
etkileşmeler, hem bu eksenlerden her birine öteki eksenlerden gelen etki girdileri, hem
de her bir eksenden öteki eksenlere yönelen etki çıktıları şeklinde tasarlanan
analitik bir matriks üzerinde soruşturulmalıdır. Tarihçilik etkinliklerimize
yardımcı olabilecek böyle bir analitik araç fevkalâde yararlı sonuçlar verecektir. Ne var ki, belirli bir
uygarlık geleneği üzerindeki bir toplumun, devlet (hükümdar, hükümet, iktidar),
toplum ve fert eklemleşmesiyle ilgili değerler ve kurumları, felsefî, bilimsel, teknik
bilgi ve beceri üretimi etkinlikleri, iktisadî kurum ve süreçler gibi var oluşunun
çeşitli eksenleri arasındaki ilişkilerin bir karşılıklı etkileşme sorunsalı
içinde düşünülmesi, gerekli olduğu halde yeterli değildir. Bu ilişkilerin, her bir
eksen ya da birkaç eksendeki hangi özelliklerin, başka eksen ya da eksenlerdeki hangi
özelliklerle uyumlu olduğunun ya da olmadığının, bu özellikler arasındaki
mütekabiliyet (denk düşme, karşılıklı uygunluk, correspondance ) bağlamında düşünülmesi de
önemlidir. (Berlin'in yatay uyumluluğu). Bir örnek vermeğe
çalışalım. Siyaset, toplum ve insan arasındaki ilişkilerin tasarlanmasında,
"devlet nedir?", "buyurma iktidarının meşruiyeti nereden
kaynaklanır?", "adalet nedir?" ve "bir toplumun, içinde adaletin
gerçekleştiği bir toplum sayılabilmesi için ne gibi koşulların yerine getirilmiş
olması gerekir?" gibi bir felsefî soruşturma, muhtemelen, devletin, göreli
olarak, eşitler arası toplumsal, siyasî ilişkiler zeminine dayandığına, toplumsal
ve siyasî ortamın insan etkinliğinin ürünü olduğuna, yani hukuk normlarının,
devletin kurucu öğesi olarak görülen insanlar (ki bu durumda yurttaşlar) arasındaki
müzakere, çekişme, uzlaşma, rıza süreçleriyle oluşturulduğuna inanılan bir
gelenek ve ortamda ortaya çıkmış olabilir. Burada birbirine denk düşme ilişkisi
önemlidir. Ya da çok farklı bir örnekle, buyurma iktidarına tabî olan insanların,
bu iktidara katılma ya da bunu denetleme haklarının olabileceğinin düşünülmesinin
dahi söz konusu olmadığı, siyasî merkezin iktidarını sınırlayan toplumsal
sözleşmeci normların ve güçlerin bulunmadığı, toplumsal ve siyasî normların
kaynağı ve gerekçelerinin insanlar arasındaki ilişkiler ve kararlarla
açıklanmadığı, aksine toplumsal ve siyasî düzenin aşkın bir varlığın (ya da
varlıkların), tanrının (ya da tanrıların) kurduğu (ya da kurdukları) düzen olarak
görüldüğü bir ortam ile felsefî ve bilimsel serbest düşünce üretimi, muhtemelen
birbirine uymayacak, aralarında mütekabiliyet oluşamayacaktır. Her bir uygarlık geleneği
alanı için kurduğumuz bu tür analitik denk düşme ve etkileşme matrikslerinin
birbirleriyle karşılaştırılması, uygarlık geleneklerinin bu anlamda
karşılaştırmalı sosyolojilerinin yapılması, her birini doğru anlayabilmemiz,
özelliklerini, tarihlerini açıklayabilmemizin tek olanaklı yoludur. Çeşitli
uygarlıkların bu türden analitik matriksleri arasındaki benzerlik ve farklar, her
birinini anlama çabamızda kullandığımız analitik kategorileri ve açıklama
önermelerini geliştirmemize, bunlar hakkında daha önemli ipuçlarını yakalamamıza,
her biri karşısında daha etkili içgörüler kazanmamıza yardımcı olur. Birkaç uygarlık
alanının, belirli analitik sorunsallar etrafında böyle bir karşılaştırmalı
sosyoloji yaklaşımı ile irdelenmesine yönelik ilk büyük çabayı, bu yüzyılın
başlarında Max Weber gösterdi. Çağdaş
sosyolojinin kurucularından biri olan Weber, kapitalist sanayi uygarlığının, ilk kez
Batı ve Kuzey yani Protestan Avrupa'da ortaya çıkmış olması, fakat Çin, Hindistan
ve Antik Filistin gibi, ticaretin, para kullanımının, artizanal üretimin, üretim,
ulaşım, iletişim tekniklerinin, servet birikimlerinin Ortaçağ Avrupası' ndakilerle
karşılaştırılabilecek düzeylerde bir hayli gelişmiş olduğu başka uygarlık
alanlarında ortaya çıkmamış olması sorunsalını ele almıştı. Bu bağlamda bu
dört uygarlık geleneğinin her birini, diğerleriyle karşılaştırarak anlamaya
çalışmıştı.[12] Weber'in bu soruşturmayı yaptığı sırada Avrupa,
Hindistan, Çin ve eski Filistin tarihi hakkında ulaşabileceği kaynaklar bugünkülere
göre bir hayli sınırlıydı. Bu nedenle bu kaynaklara dayanarak söyledikleri yer yer
eksik ve yanlıştır. Ama çabası, hem her bir uygarlık alanının düşünce ve inanç
hayatı, kozmoloji paradigmaları, siyasî kurum ve gelenekleri, iktisadî etkinliklerin
örgütlenme özellikleri gibi farklı eksenleriyle ilgili bir makro-sosyolojiyi, hem de
ugygarlık alanlarının karşılaştırmalı sosyolojisini başlatmış olması
bakımından çığır açıcıdır. Yaşayan sosyologların bu türden önemli
karşılaştırmalı makro-sosyoloji çalışmalarının bir örneği olarak
Eisenstadt'ın 'imparatorlukçu sistemler' hakkındaki çalışması anılabilir.[13] Hodgson'un İslamî
uygarlığın tarihini Orta Doğu uygarlık geleneği üstünde ele alabilmek için, Marks
ve Weber'inkilere benzese de onlardan farklı olduğunu söylediği bazı analitik
kategorileri ve belirli bir analiz çerçevesini kullanmaktadır. Ki, bunlardan birkaçı,
Türkiye'nin iktisadî ve sosyal tarihi sorunsalını ele almamız açısından önem
taşıdıkları için için burada gözden geçirilecektir. Hodgson'un kullandığı
temel analiz kategorilerinden biri tarım-temelli
toplum, diğeri ise böyle bir toplumdaki şehirli
geliri'dir. Tarım-temelli toplum kategorisi, hem kırsal toplum, köy toplumundan hem
de modern teknoloji-endüstri toplumundan farklı bir toplumsal ve kültürel ortamı
belirtmektedir. İngilizce'de agrarian 'tarımsal' demektir. Hodgson, agrarian değil agrarianate terimi ile, Mezopotamya-Orta Doğu
uygarlıklarnın çok eski ve önemli bir özelliğini yakalamak istemektedir. Ben agrarian society kategorisini Türkçede
tarımsal toplum, agrarianate society
kategorisini ise tarım-temelli toplum terimleriyle karşılayacağım. Hodgson'un bu
ayırımı yapmaktaki amacı, agrarianate
kategorisiyle, yalın bir kır-köy toplumunu değil, iktisadî zemini çok büyük
ölçüde tarımsal üretim olan ama şehir ve okur-yazarlık geleneklerine dayanan bir üst-kültür'e sahip bir toplumsal
bütünlüğü işaret etmektir. Tarım-temelli toplumda, şehirlerin ortaya
çıkmasından önceki yerleşik tarım toplumlarından, ya da hipotetik olarak şehirsiz
bir köyler sistemi olarak düşünülebilecek bir kırsal toplumdan farklı olarak, şehirin (şehirlerin) başatlığı söz konusudur. Ama bu
başatlığın kendisi, iktisadî temelleri ve imkan aralıkları açısından, doğrudan
ya da dolaylı olarak tarımsal kaynaklara dayanır, tarımsal kaynaklarla sınırlıdır.
Tarım-temelli şehirli toplumda, kır toplumundan farklı olarak, yazı kullanılan ve
üst-kültür kurumları ve değerleri içeren şehir kültürü sosyal yapı içinde
sürükleyici bir liderliğe sahiptir. Ama daha sonraki modern teknoloji-endüstri
toplumundan farklı olarak, tarım-temelli toplumda şehrin dayandığı iktisadî zemin
tarımdır. Orta Doğu uygarlık
geleneği bölgesinde, tarım-temelli şehirli toplum, böylece, tarım sektörünün
yanında, tarımsal üretime dayanan okur-yazarlığa sahip şehirleri ve bu yerleşik
tarım alanları ve şehirlerle zaman zaman tamamlayıcılık, zaman zaman çatışma
ilişkileri içinde yaşayan göçebe-otlatıcı
aşiretleri de içeriyordu. Tarım-temelli şehirli
toplumda yüksek düzeyde bir toplumsal ve kültürel karmaşıklık görülür.
Şehirlerle kırsal alanlar arasında tamamlayıcılık ilişkileri, tarih içinde, ilkel
köylülük olgusunun sürdürdüğü üretim ve kültür düzeyinin üstüne çıkma
eğilimlerini ortaya koyar. Ancak bu türden kültür-uygarlık yükselmeleri her an
dağılabilir, zayıf durumdadır. Çünkü, modern teknikal çağda tarımın kendisinin
bir endüstri haline gelmesinden önce, tarımsal üretimin teknik düzeyi cılızdı.
Tarımda doğrudan üreticilerin geçimlik tüketimlerinin üstünde arta kalan (surplus)
üretim, hem hacim itibariyle modern çağlara göre çok sınırlıydı, hem de tarımsal
üretimdeki aksamalardan hızla etkileniyordu. Tarım-temelli toplumun okur-yazar şehir
kültürünün iktisadî temeli kolay bozulabilen bir temeldi. Tarım-temelli toplumlar
arasında önemli farklılaşmalar olabileceği, olduğu da dikkatten
kaçırılmamalıdır. Dünyanın farklı uygarlık-kültür gelenekleri alanlarında
çeşitli tarım-temelli toplumlar, hem ulaştıkları sosyal karmaşıklık düzeyleri
hem de sosyal, kültürel, siyasî ve iktisadî ilişkilerin biçimlenmesi açısından
önemli farklılıklar sergiler. Ama ortak tarım
temellerinden ötürüdür ki ... [bu] toplumlar, hem tarihi aksiyon fırsatlarının
imkanlarının aralığı, hem de bu aralığın sınırlanması açısından önemli
benzerliklere sahiptir. Arta kalan kaynakların şehirlerde toplanmasının yarattığı
imkanlarla el sanatları ve [tarımsal] ürünlerde uzmanlaşmanın dal budak salması
yoluyla verimlilik arttırılabiliyordu; ama hayvanların sağladığı (itici-çekici)
gücün ve kullanılan doğal unsurların etkili olduğu sınırın ötesine
geçilemeyecek kadar. [Okur-yazarlığa sahip, şehirli tarım-temelli toplumlarda]
toplumsal örgütlenme, okur-yazarlık öncesi toplumlarda mümkün olabilmiş olanın
çok ötesine geçen bir kişisel roller çeşitliliğine izin verebiliyordu; ama bu
çeşitlilik nüfusun büyük çoğunluğunun siyasi ve yüksek-kültürel hayata düzenli
bir şekilde katılabilme [imkanlarından] dışlandığı bir çeşitlilikti ve ciddi bir
sosyal katmanlaşmadan kaçınabilmeye yetmiyordu. Özellikle, şehirleşmiş hayat
tarihî değişmenin, günlük hayatın önceden-farzedilenlerini değiştiren eylemler ve
hadiselerin adımlarının, bireyin bu türden değişmenin farkına vardığı ve kendi
eylemlerinin gelecekteki kuşakların hayat koşullarını değiştirmesinin mümkün
olduğunun bilincine edindiği noktaya kadar hızlanmasını ima ediyordu. Bunun içindir
ki, diğer şeylerin arasında, bir toplumsal vicdanın [oluşması] daha muhtemel bir
imkân haline geldi. Ama gene de, tarım-temelli toplum düzeyindeki toplumda, temel
değişme istisna ve
yeniliğin uygulanması (innovation), bunun kurumsallaşmış hale geldiği Modern
Çağın aksine, ... arada sırada olan bir şey olmaya devam etti.[15] Tarım-temelli bir
kültürde şehir olgusunun varlığı, tarımsal üretime doğrudan katılmayan geniş
bir insan kitlesinin beslenmesi ve tarım kökenli girdilerle sürdürülen artizanal
üretimin ham maddelerinin kurumsallaşmış
süreçlerle sağlanmasının, yani sistematik olarak örgütlenmiş olmasının
sonucudur. Şehirlerin varlığı tarım kesiminde üretilen hasılanın bir kesiminin
sürekli olarak tarım sektöründen şehire aktarılmasıyla mümkündür. Şehir,
üretimine katılmadıkları tarım hasılasından önemli ölçülerde pay alan
insanların oluşturduğu bir topluluktur. Şehir, tarımsal üretimden şehire yapılan
aktarma anlamında şehirli gelirinin
oluşturulmasıyla eş-anlamlı, bir tarihi vakıa olarak da eş-zamanlıdır. Eğer bir
uygarlık alanında tarımsal üretimde doğrudan çalışmayan şehirli insan
gruplarının tarımdan pay almalarına imkan veren siyasî olgu bütünüyle zora (coercion)
dayanmıyorsa[16], bir toplumsal işbölümüne ve belirli bir
kültürel-ideolojik meşruiyet anlayışına,
zeminine dayanmak zorundadır. Bu belirli insan gruplarının tarımsal hasıladan pay
almaları ise, bir tarım-temelli şehirli kültürün zaman içinde sürmesini sağlayan kurumlaşmış ilişkiler ve süreçler içinde,[17] belirli toplumsal işlevleri yerine getirmeleri,
ihtiyaçları karşılamalarıyla ilişkilidir. Hodgson, tarımdan
aktarılan gelirle ayakta duran şehir merkezli uygarlıkların, beşerî ve toplumsal
hayatta önemli bir zıtlığı, gerginliği ortaya çıkardığını vurgulamaktadır.
Bu, bir yanda şehir merkezli uygarlığın dayandığı toplumsal ayrıcalık olgusu ile, öte yanda, bu
uygarlıkta herkesin eşit bir şekilde yararlanabileceği bir adaleti gerçekleştirmek
arzusu arasında ortaya çıkan gerilimdir. Hodgson'a göre bu gerilimin uyardığı olay
ve süreçler, toplumların, beşeri-toplumsal değer ve kurumların değişmelerinde
önemli bir rol oynamıştır. Şehrin ortaya koyduğu bu ayrıcalıklılık olgusunu,
sosyolojinin yaygın bir terimini kullanarak, tarımsal üretime doğrudan katılmadığı
halde toplam tarım hasılasından önemli ölçülerde pay alan insanların
katmanlaştığı sınıflı toplum kategorisi
ile de tasarlayabiliriz. Bu durumda, kendileri doğrudan maddî ürün üretiminde
çalışmayan insanların, karmaşık bir kültürel-toplumsal sistem içinde ortaya
çıkan uzmanlaşma gereksinmeleri sonucunda, belirli kültürel, toplumsal işlevleri
yerine getirdikleri için maddî ürün hasılasından pay almaları söz konusudur. Eğer
bir uygarlık geleneğinde bu ayrıcalılıklığı sürdüren siyasî kurum ve kadrolar,
tamamiyle zorlamaya dayanmıyorlarsa, bir adalet gereksinmesinin karşılanmasında
belirli işlevleri yerine getirmek durumundadırlar. Hodgson'un böyle bir gerilimle
toplumsal değişme süreçleri arasında kurduğu nedensellik bağını, mekanik bir
zorunluluk şeklinde ifade etmediği de burada vurgulanmalıdır. Bugün Verimli Hilâl diye adlandırılan ve Ürdün
nehri vadisi, Galile Gölü çevresinden başlayıp Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu
bölgesindeki dağ silsilesi eteklerinden geçerek İran'ın Zağros dağlarının
etekleri üstünden Basra Körfezi'ne inen, bir kolu da Toroslar üstünden Konya ilinde
Seydişehir-Çumra arasına uzanan alanda yerleşik tarıma geçilmesinden (yani Neolitik
devrimden) sonra, bu Hilal'in içinde kalan alanlarda, özellikle Mezopotamya' da, şehir
devletleri diyebileceğimiz toplumsal, siyasî örgütlenmelere dayanan seçik bir
kültür ortaya çıktı. Tarihde ilk kez yazı
devrimini gerçekleştiren, ve geliştirilen yazının adıyla çivi-yazısı
uygarlığı diye de adlandırılan bu okur-yazarlığa sahip şehirler kültürüne
imkân veren, köylülerin ürettiği tarımsal üründan alınan payın şehirlerde
başkaları tarafından kullanılmasıydı. Yerleşik tarım daha sonra Mısır'a,
Hindistan'a, Akdeniz kıyılarına, Çin'e yayıldı, ya da oralarda da ortaya çıktı.
Böylece, bu farklı alanlarda da tarımdan alınan payla bir yüksek-kültür üretebilen
şehirli nüfuslar çevresinde, Eski Dünya'nın diğer büyük uygarlık-kültür
gelenekleri şekillenmeğe başladı.[18] Açıktır ki, tarım-temelli toplumda şehirli geliri kategorisi
ile, Fizyokratlardan beri iktisadî analizin en önemli kategorilerinden biri olan tarımsal fazla (surplus)
kategorisi, bir paranın iki yüzü gibidir. Klasik iktisatçılarla (Smith, Ricardo,
Marx) birlikte fazla, net hasılayla bunun
işgücünün geçimi için kullanılan kısmı arasındaki fark gibi tanımlanmıştır.
Bu durumda, işgüçlerini üretimde kullananların (ki tarım-temelli toplumda büyük
ölçüde tarımsal üreticilerin) geçimlik (subsistence) tüketim düzeyleri ile,
bunların üretim etkinliklerindeki verimlilikleri,
bir tarım-temelli toplumda şehirli gelirinin kaynağı olan fazlayı belirleyen iki
parametreyi oluşturur. Tarımsal üreticilerin geçimlik düzeylerinin, uzun dönemde,
nüfuslarını idame ettirmelerine yetecek kadar çocuk sahibi olmaya razı olabilecekleri
bir asgari düzeyle sınırlı olduğu, uzun dönemler boyunca bu asgari düzeyin altına
inemese de üstüne de çıkamayacağı[19], yine klasik iktisatçıların işgücü piyasası ve
gerçek ücret hadleri hakkındaki temel önermeleri arasındadır. Bir tarım toplulukları
sistemi içinden, doğrudan katılmadıkları tarımsal üretimden aldıkları payla
yaşayan toplumsal grupları, rahipleri, katipleri, zanaatkârları, kralları, askerleri
içeren bir şehir kültürünün ortaya çıkabilmesi, a) bu şehirli uygarlıktan önce,
tarımda çalışan insanların üretimlerini asgari geçimleri için gerekenin üzerine
çıkarmağa yönelmeleri ve b) bu tarımsal
fazlanın üretilmesini gerçekleştirmelerine
bağlıdır. Marshall Sahlins'in iktisadî antropoloji çalışmalarının çok açık bir
şekilde gösterdiği gibi, insanların fazla üretmeğe yönelmelerini gerektiren
evrensel ve zorunlu bir nedensellik yoktur.[20] Bazı kültürlerde insanlar, dünyanın belirli
bölgelerinde tarım-temelli şehirli kültürlerin ortaya çıkmasından önceki yüz
binlerce yıl boyunca olduğu gibi sonraki binlerce yıl boyunca da, fazla üretmeğe hiç
yönelmeden yaşamağa devam etmişlerdir. Bunun içindir ki, Mezopotamya'da Neolitik
devrimden sonra bazı kültürlerde insanların asgari geçimlik ihtiyaçlarını aşan
bir üretimi gerçekleştirmeğe yönelmeleri, açıklanması gereken bir antropoloji ve tarih sorunsalını oluşturur. Bir tabii
zorunluluk (natural necessity) sayılıp tarih
ve antropoloji dışına itilemez. Tarım-temelli toplumlarda
tarımsal hasıladan aktarılan şehirli geliri kategorisi, modern teknikal-sanayi
toplumları dışındaki toplumları birbirlerine göre değerlendirebilmemiz,
anlayabilmemizde önemli bir analitik işlev yerine getirir. Eski uygarlık-kültür
sistemlerinin birbirlerine göre zengin, canlı ya da fakir, sönük olmaları, ya da
kendi tarihleri içinde zenginlik, fakirlik, canlılık, sönüklük devreleri yaşamış
olmalarının analizi de, hem asgari geçimlik ihtiyacın üzerinde üretim yapmaya
yönelmeyi anlamlı kılan siyasî-hukukî-ideolojik ortamların, kurumların, değerlerin
varlığı ya da yokluğunun, hem de asgari geçimlik ihtiyacın üzerine
çıkılmasınının imkânlarını etkilediği ölçüde ekolojik ortamın üzerinde
dikkatle durulmasını gerektirmektedir. Ki Aşağı Mezopotamya'daki Sümer uygarlığı
karşımıza, her iki açıdan da üzerinde ilginç şeyler söylenebilecek bir tarih
gündemi çıkarır. Tarım-temelli şehirlerde,
yün ve pamuk gibi tabii lifler, taş, toprak, ağaç, deri ve metal kullanmayı, ince el
becerisi ve estetik değerler gösteren bir şekilde geliştiren artizanların
oluşturduğu önemli bir imalat sektörü ortaya çıktı. Ancak modern
teknoloji-endüstri çağına kadar, bu imalat etkinlikleri, toplumların toplam üretim
ölçeği içindeki pay ifadesiyle, tarım sektörüne göre marjinal bir sektör
oluşturmanın ötesine geçemedi. İktisadî analizin tarihinde Quesnay ve Turgot gibi Fizyokratlar diye adlandırılanların, sadece
tarım sektörünün üretici olduğu, diğer sektörlerin tarımın sırtından
yaşadıklarını iddia etmeleri, modern teknoloji-endüstri uygarlığından önceki
uygarlıkların tarım-temelli olmasıyla yakından ilişkilidir. Fizyokratların ekonomik tablo'sunda artizanal üretimin
varlığı, tarım kökenli gelirlere sahip beylerin, bu gelirlerinin bir kısmıyla
artizanlara, kendileri için ürettikleri mamüller karşılığında bir beslenme fonu
sağlamalarına dayanmaktaydı. Bunun içindir ki Fizyokratlar tarım dışındaki
sektörlerin gelir yaratmadığını öne sürmüşlerdir. Bugünkü iktisadî
gerçeklikler karşısında anlamsız kalan Fizyokrat argüman, bir tarım-temelli
şehirli toplumun sektörleri ve toplumsal kesimleri arasındaki ilişkiler matriksinde,
tarımsal üretimin başat ve bu üretimden şehre aktarılan payın diğer sektör ve
kesimlerin varlığını açıklamada hayatî bir öneme sahip olduğunun vurgulanması
anlamında, binlerce yıllık bir tarihî durumu özetler. Böyle bir tarihî ortamın
üstünde anlamlıdır. Artizanal üretim,
tarım-temelli şehirli toplumlarda tarımsal üretime göre marjinal kalmış olsa da,
artizanal faaliyetlerin uygarlık tarihindeki önemi küçümsenemez. Bugün müzelerimizi
dolduran ve bizleri hayranlık içinde bırakan, büyük bir incelik, estetik değer ve
teknik beceri sergileyen milyonlarca nesne bu artizanların, zanaatkârların
ürünüdür. Uygarlık bir şehir
olgusudur. Yazıyı keşfeden ve parlak bir mimarlık, heykeltraşlık, edebiyat, hukuk
kültürü yaratan aşağı Mezopotamya Sümer uygarlığından itibaren bilinen bütün
uygarlıklara dönüp baktığımızda gördüğümüz bütün parıltılar, tarımda
yaratılan hasılanın bir kısmının, bunun üretimine doğrudan katılmayan şehirli
kesimlere aktarılmış olmasının sonucudur. Yazılı edebiyat gelenekleri, edebi
biçimlere bürünmüş mitler, gelişmiş müzik, tiyatro ve dans gelenekleri de
şehirlerden kaynaklanmıştır. Eski uygarlıkların şehirlerinde gördüğümüz
anıtsal sanat eserleri, mabetler, saraylar, kiliseler, camiler, tiyatrolar,
kütüphanelerin de yaratılmasına imkan vermiş olan, tarımda tarımsal üreticilerin
tüketimini önemli ölçülerde aşan bir üretimin yapılabilmiş ve tarımdaki
üreticilerin tüketimini aşan bu üretim farkının şehirlere, şehirlilere
aktarılmış olmasıdır. Tarımdaki doğrudan
üreticilerden, ayrıcalıklara sahip okur-yazar seçkinler başta olmak üzere
şehirlilere gelir aktarılmasının sadece baskıya, zorlamaya dayanmasının seyrek
olarak görüldüğü ve istikrarsız olduğu, daha istikrarlı uygarlık geleneklerinde
bu aktarmanın sadece zorlamaya dayanmadığının belirtilmesi önemlidir. Şehirliler,
genellikle, beşeri, toplumsal, kültürel ilişkiler içinde, bir takım kurumları,
değerleri, hizmetleri ürettikleri ve sürdürdükleri, bir uzmanlaşlaşma ve
tamamlayıcılık ilişkileri matriksinde belirli işlevleri, görevleri yerine
getirdikleri, bu nedenle mensubu oldukları kültürel anlam dünyasında rızaya dayanarak bu gelir payını alabilmekte ve
kullanabilmekteydiler. Şehirlilerce yerine getirilen bu işlevlerden, burada sadece birer
satır başlığı olarak söz edeceğim. Sulama, sel suyu kontrolü, uzak bölgelerle
ticaretin örgütlenmesi gibi bazı konuları ise daha sonra daha ayrıntılı olarak ele
alacağım. Ama önce tarımsal ürünleri doğrudan üretenlerin, köle olmadıkları,
aksine göreceli de olsa belirli bir toplumsal ve iktisadî bağımsızlığa sahip
oldukları durumlarda, belirli bir tarımsal fazlayı mal şeklinde herhangi bir
karşılık almaksızın, başta büyük arazi alanları üstünde denetim hakları
olduğunu öne sürenler olmak üzere, bazı insanlara, ailelere vermeğe razı olmaları
konusunu biraz daha düşünelim. Tarımsal ürünlerin
doğrudan üreticilerinin ürünlerinin bir kısmını başkalarına maddî bir
karşılığı olmaksızın vermelerinden bilindiği gibi, sömürü olarak söz edilmektedir. Bir çok
tarihi dönem ve ortamda, tarımsal üreticiler ve üretim için anlamlı bir hizmet
üretmedikleri halde tarımsal üreticilerin ürünlerinin bir kısmına çıplak zor
kullanarak el koyan toplumsal öğelere rastlanıldığı, bu türden el koymaların
aşikâr sömürü örnekleri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ama birçok tarihî
ortamda fazlanın aktarılmasında zorla el koyma değil, bir ürün payının rıza
ilişkileriyle verilmesi biçiminde gerçekleştiğini vurgulamamız gerekir. Ki bu
durumda üretcilerin bu payı vermeğe niye razı oldukları sorusunun
cevaplandırılması önem kazanmaktadır. Bu rıza, tarımsal
üreticilerin kendilerinin yerine getirmedikleri ya da getiremedikleri ve sağlanmaması
durumunda ciddi kayıplara uğrayacakları bazı hizmetlerin üretilmesiyle ilişkilidir;
askeri korunma, adalet hizmetleri gibi. Bu hizmetlerin toplumsal gerekliliği,
üretilmemeleri durumunda tarımsal üreticilere ne olur sorusuyla daha iyi
anlaşılabilir. Tarımsal üreticiler, bu tür hizmetlerin bir toplumsal işbölümünü
gerektirdiği ve belirli bir kaynak maliyeti olduğunu bildikleri, böyle bir
işbölümünün kendileri için de daha iyi olduğunu kabul ettikleri için, bu ürün
payını vermeğe razı olabilirler.[21] Üretime doğrudan
katılmayan (şehirli) unsurlarca yerine getirilen bir iş, geniş alanlar üzerinde suyun kontrolü ile ilişkiliydi ki bu işlev
aşağı Mezopotamya tarihi açısından özel bir önem taşır. Eğer tarımsal
üretimin yapılabilmesi, bu bölgede olduğu gibi, bir ya da birkaç köy halkının
kendi başlarına altından kalkamayacakları kadar geniş sahalarda ve büyük
ölçeklerde sulama ve sel suyu kontrolü işlerinin gerçekleştirilmesine bağlıysa,
aksi halde arazi tamamen verimsiz hale geliyorsa, bu işlerle ilgili ölçme, planlama,
uygulama, bakım, onarma ve bunlar için işçi ve kaynak seferber etme, suyu
paylaştırma, su kullanımıyla ilgili uyuşmazlıkları çözme, bu konularda özel
beceri ve yetkisi olan belirli insanlarca yerine getirilmesi gereken bir toplumsal
ihtiyaçtı. Marx'ın, özellikle, ilk
kez ölümünden elli altı yıl sonra yayınlanabilen Grundrisse adlı çalışmasında[22] üzerinde durduğu Asyatik
üretim biçimi[23] problematiği de, 'aquatic'
uygarlıklar yani su uygarlıkları denilen tarihî ortamlarda bu türden büyük
ölçekli sulama ve sel suyu kontrolü işleriyle ilişkiliydi. Marx ve başkaları geniş
alanlar üzerinde egemen, güçlü merkezî devlet geleneklerinin bazı yerlerde insanlık
tarihinin bir hayli eski çağlarında ortaya çıkması ve binlerce yıl sürmesi
olgusuyla, suyun denetlenmesi ve kullanılmasının büyük ölçekli projelerle
planlanması ve gerçekleştirilmesi olgusu arasında ilişki aramışlardı. İşaret
edilen durum şuydu. Eğer bir köy ölçeğinde tarımın yapılabilmesi, diyelim ki
ancak beş yüz köy birimini kapsayan geniş bir alan ölçeğinde
gerçekleştirilebilecek belirli mühendislik problemlerinin çözülmesine bağlıysa, bu
problemlerin çözülmesini bu beş yüz köyün tamamında örgütleyen merkezî birim,
köylerin her birinin üstünde toplumsal-siyasî bir denetim kurmuş olurdu. Merkez, her
bir alt birimin siyasî anlamda bağımlı hale geldiği bir güç merkezi olma özelliği
kazanırdı. Çünkü suyun denetlenmesi ya da sağlanması konusunda merkezin yaptığı
işler yapılmadığı takdirde, hiçbir köy tek başına üretim için gerekli fizikî
koşulları yaratamazdı. Marks bunu bu kadar açık söylememiştir. Ne var ki, iktisadî
organizasyonun özellikleri ile ona göre 'gelişme evreleri' tarihinin erken
safhalarında güçlü merkezî devletlerin ortaya çıkması arasında ima ettiği en
önemli nedensellik ilişkisi herhalde budur. Hodgson da, su sorunlarıyla ilgili
planlama, uygulama, denetim ve koruma hizmetlerinin, tarımsal alanlara, okur yazarlığa
sahip şehirlerden götürülmesi üzerinde durmaktadır. Şehir merkezli bir kültürün
İÖ 4000'lerde başladığı Sümerler ülkesinde, okuma-yazma, hesap yapma becerisi,
uzun bir süre, irsî bir sınıf olarak kalan rahiplerce, ayrıcalıklarının en önemli
kaynağı olarak gizli tutulmuştur. Güneş yılı takviminin bilinmediği bir ortamda,
nehrin taşacağı mevsimin hesaplanmasından tutun, taşmanın denetlenmesi, kanalların
inşaasına kadar, kuraklık, çoraklık, ya da sellerle başetmeğe yönelik işlerin
hemen hepsi, uzun bir süre, rahiplerin denetiminde yapılmıştır. Şehirde yerine getirilen
işlevlerden biri de, yerleşik tarıma geçilmesiyle birlikte, mesela yağmurların
zamanında ve yeterince yağmaması, sel ya da çekirge salgını gibi tabiî afetlerin ve
tarlaların düşmanlarca yakılması gibi savaş durumlarının belirli bir alanda
yaşamaya bağımlı hale gelmiş nüfus açısından yarattığı hayatî riskler
karşısında, tahıl ve diğer biriktirilebilir gıda ürünleri stoklarının oluşturulması ve denetlenmesiydi.
Sonraki bölümlerde, Mezopotamya'nın yazılı Sümer uygarlığından önceki şehirimsi
yerleşme merkezlerinde bile tahıl stoklarının saklandığı ambarlara
rastlanıldığından söz edilecektir. Burada Sümer şehir kalıntılarındaki
arkeolojik çalışmaların, önceleri mabetlerde, daha sonraları ikinci bir güç ve
üst-kültür mekânı olarak ortaya çıkmaya başlayan saraylarda da önemli gıda
stoğu ambarlarına rastlanıldığının belirtilmesinde yarar vardır. Bu stoklar
kıtlıklarda ve savaşlarda hem şehir hem de çevresindeki kırsal nüfusun açlıktan
ölmemesi açısından hayati bir öneme sahipti. Şehirdeki yönetim ve üst-kültür
madroları, böylece intertemporal yani zaman
boyutu üstünde de bir kaynak tahsisi planlaması ve denetimi işlevini yerine
getiriyordu. Büyük kanallar, göletler,
nehir kenarı setleri gibi tesislerle sürdürülen sulamaya dayanan yüksek verimlilikli
tarımsal üretime dayanan zengin şehir kültürleri, hem çeşitli Sümer şehirleri
arasında, hem de Sümerlerle çevredeki göçebe ya da yerleşik diğer halklar arasında
kıskançlık, düşmanlık ve saldırıya yol açan cazip hedefler oluşturuyordu. Düşman şehirlerin ya da
halkların birbirlerine ait tarlaları yakmaları, kanalları, setleri bozmaları,
saldırdıkları şehirleri yağmalamaları, yakıp yıkmaları, insanlarını
öldürmeleri ya da esir etmeleri, tarım-temelli şehir merkezli uygarlık ortamlarının
bir başka kurumlaşmış süreciydi. Antik ve
klasik çağlarda birçok büyük şehrin, şehir kültürünün yakılma ve yıkılmayla
birdenbire sona erdiği görülmektedir. Arkeoloji çalışmalarında, dönem katmanları
arasında, sık sık, kül, kömür tabakalarına rastlanılmaktadır. Arkeologlarca,
'birileri gelmiş bu şehri yakmış ve şehirdeki kültür birdenbire yok olmuş'
sonucuna varılmaktadır. Böyle bir saldırganlık ortamında hem şehrin hem de
çevresindeki tarımsal alanlar ve nüfusun korunması, özel bir örgütlenme, insan ve
malzeme seferberliği gerektirmiş, bu korunma ve saldırma işlevinin planlanması,
denetlenmesi, yönlendirilmesi ihtiyacı, şehirlerde, toplumsal işbölümündeki
uzmanlığı savaşmak olan belirli gruplarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Şehirde yerine getirilen
toplumsal işlevlerden biri de tarım-temelli şehirli toplumun kendi bölgesinde olmayan
sıradan (tuz gibi) ya da egzotik (ipekli kumaş, kıymetli taşlar gibi) malların,
Mezopotamya gibi ormansız alüvyon ovalarında taş ve kereste gibi inşaat
malzemelerinin, çeşitli metallerin uzak mesafelerden edinilmesi, getirilmesinin
sağlanmasıydı. Ki bu konu üzerinde daha sonra ayrıntılı olarak durulacaktır. Şehirlerde yerine
getirildiği görülen bir başka toplumsal işlev de, kurumlaşmış süreçlerle o
halkın inançlarıyla ilgili ayinlerin yapılması, 'tanrılar'ın somutlaştırılması (reification) ve 'tanrılar'a 'bakılma'sıydı. Tarım-temelli şehirli
toplumun uygarlığa en büyük katkılarından biri ise 'adalet hizmeti' sağlanmasının
kurumlaşmış bir süreç haline getirilmesidir. Daha önce sözünü ettiğimiz gibi,
Hodgson şehirli yani belirgin toplumsal farklılaşmalara sahip toplumların, insan
hayatında önemli bir gerilimi ortaya çıkardığını vurgulamaktadır. Ki bu, bir
yanda şehirli toplumun dayandığı toplumsal ayrıcalıklar vakıası ile öte yanda
eşit adalet arzusunun yarattığı bir gerilimdir. Tarım-temelli şehirli uygarlıklarda
toplumsal ayrıcalıklar, sadece baskıya dayanmadıkları ölçüde, bir adalet
işlevinin yerine getirilmesi ihtiyacını uyarır. Birbirleriyle uzlaşmazlık ya da
düşmanca çatışma içine düşmüş olan insanların uzlaşmazlıklarının, kendi
kaba kuvvetleriyle değil, belirli adalet değerleri, yargılama ve infaz kurallarına
göre ve kurumları aracılığıyla çözümlenmesi, yazı kullanan şehirlilerin en
büyük kültürel ürünlerinden biridir. Yazılı yasa geleneği, Hamurabi'den yüzlerce
yıl önceye, Sümer uygarlığının çok erken dönemlerine kadar geri gitmektedir.[24] Şehirlerde ortaya çıkan uygarlığı oluşturan temel
'sanat'lardan biri, böylece, adalet sanatıdır.
Eski büyük uygarlık geleneklerinin 'büyük' hükümdarları, muhteşem sarayları ve
yaşama üslupları yanında, dağıttıkları adalet, yayınladıkları 'kanun'larla
yücelmeğe yönelmişlerdir. 'Kanunî', 'adil' gibi ünvanlar, bu hükümdarların
'büyüklük'lerini vurgulamak için gururla kullanılan ünvanların başında
gelmiştir. Babillilerin Hamurabi'si, Yahudilerin Süleyman Peygamber'i, Sasanilerin
Hüsrev Nurşirevan'ı, Osmanlıların Kanunî Sultan Süleyman'ı, adalet dağıtan
büyük hükümdar imajıyla yüceltilenlerin en ünlüleri arasındadır. Tarım-temelli şehirli
uygarlıkların göreli parlaklık ve sönüklükleriyle tarımsal verimlilik ve buna
bağlı olarak şehirlere aktarılabilecek ürün fazlası ya da tarım kökenli şehirli
gelirinin iniş çıkışları arasında da sıkı bağlantılar vardır. Şehirlerde
yaratılan yüksek kültür'ün, mimarinin,
plastik sanatların, müziğin, edebiyatın zirvelere çıkartıldığı dönemlerin
çoğu, tarımsal verimlilikte de yüksek düzeylerin gerçekleştirildiği dönemlerdir.
Öte yanda, mesela heykelcilikte ince estetik uslupların kaybolduğu, kabalaşmanın
ortaya çıktığı, mimari uslupların bozulduğu, basitleştiği, estetik ve teknik
becerilerde genel bir yozlaşma, soysuzlaşma olduğu, hatta sıradan şehirli ailelerin
kullandığı kap kacağın kabalaştığı dönemler, genellikle, tarımda şu ya da bu
nedenle önemli krizlerin yaşandığı dönemlerdir. Burada tek yönlü bir belirlemeyi,
yüksek tarım verimliliği yüksek kültür yaratır şeklinde bir determinizmi işaret
etmek istemiyorum. Belirtmek istediğim tarımda yüksek verimliliğinin şehirlerde
yaratılan, yaratılabilen yüksek kültürün bir imkân aralığını, sınırını
oluşturduğudur. Ama unutmamak gerekir ki tarımda verimliliğin yükseltilebilmesi de
insan ürünüdür, kültürün bir parçasıdır. Tarlaların, toprakların, nehir
yataklarının kendi kendilerini iyileştirmelerinin sonucu değildir. Şehirlerdeki
kültür ortamı, düşünce, sanat, adalet, siyaset ortamı da tarımsal verimlilikteki
iniş çıkışların açıklanmasında hayatî öneme sahiptir. Mesela, en eski ve en zengin
kültürlerden birinin üretilmiş olduğu Çin'i ele alalım. Çin tarihinin bazı
dönemlerinde, sadece saraydakilerin ve üst düzey devlet görevlilerinin değil, mesela
tacirlerin de kullandığı eşyaların teknik ve estetik inceliğinin yüksek düzeylerde
olduğu, yazı geleneklerinin hem edebi içerik hem de hat [yazı] kalitesi açısından
üstün olduğu, başka dönemlerinde ise bunların kabalaştığı, estetik ve teknik
becerilerin, edebiyatın, hat kalitesinin soysuzlaştığı görülmektedir. Çin
tarihinde 'Çin yüksek kültür'ünün zirve
dönemleri, genellikle, tarımsal verimliliğin de zirvede olduğu dönemlerdir. Tarımsal
verimlilikte şu ya da bu nedenle önemli düşüşlerin yaşandığı dönemlerde, 'high culture'ların da 'gerilediği' görülür.
Ama her iktisadî bolluğun parlak bir yüksek kültürle sonuçlanması gerekmez. Bugün,
Suudi Arabistan ve Korfez ülkeleri gibi, petrol gelirleri sayesinde insanların bir
iktisadî bolluk ortamında yaşadığı ülkelerde, bu bolluğa parlak bir yüksek
kültürün eşlik ettiğini söylemek bir hayli zordur. İslamî geleneğin içinden
çıktığı uygarlık alanının tarihinden de bir örnek verelim. Mezopotamya'daki
sulama ve drenaj sisteminin çökmesi, Irak'taki tarımsal hayatta büyük bir
çöküntüye yol açmış, Irak'ın nüfusu, sulamalı tarımın parlak dönemlerinde
çıktığı düzeylere göre büyük ölçüde azalmıştır. Sasani İmparatorluğu'nun
son dönemlerinde, Mezopotamya'daki sulama işlerine büyük yatırımlar yapılmış,
bölgedeki tarımsal verimlilik bir hayli yüksek bir düzeye çıkmıştı. Nüfus
artmıştı. İS 800'lerin başlarında bugünkü Irak'ın sınırları içinde yaklaşık
olarak 2.5 milyon insan yaşıyordu. Iraktaki Abbasi Halifeliği zamanında yaşanan
'yüksek kültür' de tarımdaki zenginlikle eş zamanlıydı. Sulama kanalları, sellere
karşı setlerden oluşan su mühendisliği eserlerinin bakımsızlık nedeniyle
çökmesinden sonra bu nüfus 1300'lerin başında 1 milyon yöresine düştü. Irak İS
800'lerdeki nüfusuna bir daha ancak 1900'lü yılların başlarında sahip olabildi. Bu
dönemde bir yanda tarımsal verimlilik ve nüfus azalırken öte yanda şehir kültürü
geriledi, mimarî, plastik sanatlar, edebiyat gibi konularda beğenilerde ve yaratılan
eserlerin teknik ve estetik standartlarında büyük bozulmalar oldu. Hodgson, bu 'yüksek
kültür'ün organize olduğu toplumsal mekândakie değişmelerin izlenmesinin, bize
kültürün genelinde meydana gelen değişmeler açısından önemli ipuçları
vereceğini de söylemektedir. Verimli Hilâl'de ilk
'yüksek kültür'ün, sulama, savunma, 'ticaret', adalet işlerini organize etme,
yürütme, denetleme işlevlerine de sahip bir ırsî rahipler sınıfının çevresinde
ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu ilk 'yüksek kültür'ün toplumsal mekânı
tapınak ve çevresidir. Şehirli tarihin başlangıcında, rahipler, hem tarımla, su
denetimiyle, hem savaşma ve korunmayla, hem bazı şeylerin uzak mesafelerden
edinilmesiyle, hem de toplum içinde anlaşmazlıkların çözülmesiyle ilişkili
işlevleri yerine getirmişlerdi. Bir süre için, tarımsal hasılanın bir kısmını
kullanan ve kendileri tarımsal hasılanını üretilmesine katılma anlamında üretken
olmayan tek önemli toplumsal grup rahipler; 'yüksek kültür'ün tek mekânı tapınaklar olarak kaldı. Savaşma işlerinin giderek
farklı bir uzmanlık kazanmasıyla birlikte, zamanla askerliğin toplumsal örgütlenmesi
rahiplerin elinden çıktı. Savunma-savaşma işlerinde uzmanlaşan ve rahiplikten
bağımsız bir toplumsal işlev kazananlar, zamanla ikinci 'yüksek kültür' grubunu,
asker-kralı ve etrafındakileri kapsayan yeni bir grubu oluşturdular. Bu grupla
birlikte, saray, 'yüksek kültür'ün ikinci
toplumsal mekânı olarak ortaya çıktı. Daha sonra 'yüksek
kültür'ü paylaşan ve taşıyan bir üçüncü sınıfı ve toplumsal mekân daha
belirginleşti. Yüksek kültürün bu üçüncü unsuru, toplumsal varlıklarını pazar
etrafında ortaya koyan tacirlerdi. Ticaretle uğraşanlar, çok daha tedrici bir
şekilde, toplumsal ilişkiler içinde, sınırlı da olsa, belirli bir göreli
bağımsızlık kazandılar. Yani kendi hesaplarına iş yapmaya ve tarımsal üretimin
şehre aktarılan kısmından önemli bir pay alacak kadar 'kâr' etmeye başladılar.
Böylece tacirler yeni bir 'yüksek kültür' grubunu, pazar da yeni bir 'yüksek
kültür' mekânını oluşturdu. Meselâ, Efes, Milet gibi klasik şehirlerde, bugün de
gidip görebileceğimiz gibi, agora (pazar),
etrafında şehrin büyük sanat değeri olan anıt binalarının dizildiği bir 'yüksek
kültür mekânı'dır. Şehir arkeolojisi,
uygarlık alanlarının bazılarında Grek uygarlık alanının agora'sına benziyen
mekânların, belirli gecikmelerle de olsa, ortaya çıktığını, buna karşılık, bir
yazılı üst-kültüre sahip şehirler uygarlığının öncüsü olan Mezopotamya
uygarlık alanında ise, şehirlerde agora benzeri mekânların bulunmadığını
göstermiştir. Bu arkeolojik bulgular, farklı uygarlık alanlarındaki
toplumsal-siyasî-iktisadî süreçlerin ve ilişkilerin anlaşılması açısından
önemli ipuçları verir. Polanyi'nin 'yönlendirilmiş ticaret' kategorisi, arkaik ve
antik çağlarda kara içlerindeki 'agora'sız şehirlerde, uzak mesafelerden mal getirme
işlevinin, uzun bir süre tapınaklarda rahipler ya da saraylarda kralların
'görevlendirdiği' kişilerce yerine getirilmesi hakkında, belgelere ve arkeolojik
bulgulara dayanmaktadır. Birçok mezopotamya şehrinde, arkaik dönemlerin bir
kısmında, önemli boyutlara sahip uzak mesafe ticareti varsa da, ayrı bir toplumsal
varlığı olan nisbî bağımsızlığa sahip bir tacirler grubu, sınıfı yoktu. Pazar
yeri bir 'yüksek kültür mekânı' olarak ortaya çıkmamıştı. Tarım-temelli şehirli
toplumun etrafındaki göçebe-otlatıcılarla
bazan bir tamamlama bazan bir çatışma ilişkisi içinde olduğuna da dikkat
edilmelidir. Cumhuriyet döneminin iktisadî tarihi
adlı kitabımda, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya gelen göçebe-otlatıcı Türk
göçlerinin ardından, göçebe-otlatıcılarla şehirliler ve çevrelerindeki yerleşik
tarımcılar arasında büyük çatışmaların ortaya çıktığı, şehir ve yerleşik
tarım hayatında önemli gerilemeler olduğu vurgulanmıştır. Göçebe-otlatıcıların
büyük kitleler halinde göçler yaptığı dönemler ve yerlerde, yerleşik tarım ve
şehir kültürleri ile göçebe-otlatıcılar arasındaki ilişkilerde çatışmalar
tamamlayıcılığın önüne geçebilir. Böyle durumlarda bir iktisadî-sosyal varolma
biçimiyle bir başkası arasındaki ilişkide, birinin öteki aleyhine, ötekinin
varlığını gerileterek gelişmesini, analitik tasarımımızın içinde mutlaka ihmal
etmememiz gerekir. Bu arada özellikle, Orta Doğu bağlamında, bugünkü Suudi
Arabistan, Libya, Mısır, Suriye Irak ve İran'ın tarihinden söz edilirken, buralarda
binlerce yıl, şehirli tarım kültürlerinin çevresinde ve içinde, şehirli ve
yerleşik tarım kültürleriyle, bunlar güçlü oldukları sürece, tamamlayıcılık
ilişkileri daha ağır basan göçebe-otlatıcı aşiretlerin hep var oldukları
unutulmamalıdır. Bu bölgede göçebe-aşiretlerin varlığı arada bir göçlerle gelen
geçici bir olgusal duruma işaret etmez. Göçebe aşiretler bu bölgenin adeta hep var
olan temel özelliklerinden biridir ki bu konu üzerinde ilerde tekrar durulacaktır. 1.3.
Aksiyal Çağ: uygarlık tarihini tasarlamamıza
yardımcı
olabilecek analitik bir kategori Hodgson
"İslamiyet'in serüveni" başlığı altında, bir karşılaştırmalı tarih
ve sosyoloji ekseni üstünde yaklaştığı, Orta Doğu uygarlık alanının
İslamiyet'in ortaya çıkışından sonraki tarihini, klasik çağda Elenlerin Ökümene dedikleri alanların tamamındaki
tarihî tecrübenin oluşturduğu bir arka plan önünde ele almıştır. Klasik Elence'de
Ökümene, dünyanın insanların yaşadığı bölümleri anlamındadır. Hodgson, Orta
Doğu uygarlık alanının uzun tarihinin, diğer uygarlık alanlarının tarihine
yaklaşılma (benzeme) ya da bunlardan uzaklaşılma (benzememe) terimleriyle
tasarlanmasına yardımcı olacağı düşüncesiyle Karl Jaspers'in Aksiyal Çağ kategorisini de kullanmaktadır. Bu
kategoriyi ve kullanılış amacını bu dersin sınırları içinde şöyle
özetleyebiliriz. İÖ birinci bin yıl
içinde i) Çin, ii) Hint, iii) Orta Doğu ve iv) merkezî aksı Batı Anadolu, Yunanistan
ve İtalya olan Akdeniz-Avrupa uygarlık bölgelerinde, birbirini andıran önemli
gelişmelere rastlanılmaktadır. Jaspers, bu dönemde, düşünce hayatında, siyasî
hayatta ve iktisadî hayatta, birbirine çok uzak bu farklı uygarlık gelenekleri
bölgelerinde, önemli benzerlikler sergileyen hareketlerle karşılaşılmış olduğu
savından hareket ederek Aksiyal Çağ kavramını ortaya attı. Aksiyal Çağ kategorisi
altında yatan bu 'benzerlikler savı' akla mantıkî olarak birbirinden bağımsız iki
soruyu getirmektedir. Birinci soru, "bu farklı uygarlık alanlarındaki birbirini
andıran bu gelişmeler karşılıklı etkileşmelerle açıklanabilir mi?"
sorusudur. İkincisi, "bu andırmalar, bu uygarlık alanlarında, birbirlerinden
aşağı yukarı bağımsız olarak gelişmiş olsalar bile 'Aksiyal Çağ' öncesinde
ortaya çıkmış olan "yüksek kültür"lerin, "yüksek
uygarlıklar"ın ortak sonuçları olarak açıklanabilir mi" sorusudur. Aksiyal Çağ teması
gerçekten de bizi, Ökümene'yi oluşturan büyük uygarlık alanlarının arasındaki
karşılıklı-etkileşmeleri görmeye sevkeder. Bugünkü Mogolistan'ın güneyinde, Gobi
Çölü'nün ortasındaki bir vadinin iki buçuk kilometrelik bir bölümünde bulunan
mağaralarda, İS 3. yüzyılda yapılmış tapınaklar ve bu tapınaklarda fresk (duvar
resmi) kalıntıları var. 1984'te TRT'nin de gösterdiği ve bir Japon yapımı olan İpek Yolu adlı televizyon serisinde bu freskler sergilenirken,
uzmanlar bu resimlerin güçlü bir Yunan etkisini yansıttığını söylemişlerdi.
Yunan etkisinin uzandığı alanın Gobi Çölü ve dönemin İS 3. yüzyıl.olması,
Aksiyal Çağ'la ifade edilen bu yeni etkileşmeyi önemsememiz ve Aksiyal Çağ'ın
Ökümene'sini birbirinden kopuk uygarlık alanları şeklinde tasarlamaktan kaçınmamız
için çarpıcı bir uyarı oluşturur. Eğer Gobi Çölü'nün bu dönemdeki tarihi bir
karşılıklı etkileşmeler alanının tarihi ise, bu etkileşmelerin çok daha
merkezinde olan Anadolu, Irak gibi alanların tarihlerinin ele alınmasında
karşılıklı etkileşmeleri aramak çok daha önemli bir ihtiyaç haline gelir.[25] Ne var ki, uygarlık
alanları arasındaki etkileşmeleri, "her alandaki gelişme bütün diğerlerini
etkilemiştir" önermesi şeklinde ele almamak gerekir. Meselâ, Hindistan'dan
çıkan Budizm Çin uygarlık alanını önemli ölçüde etkilemişse de, Çin 'dünya
resmi'nin İndik uygarlık alanının ya da Orta Doğu, ya da Akdeniz-Avrupa uygarlık
alanlarının 'dünya resimleri'ni mukabil bir şekilde etkilediğini söylemek mümkün
değildir. Karşılıklı etkileşmeler temasının mutlaka ampirik tarihî bilgilerle
sıkı bir şekilde denetlenerek irdelenmesi gerekir. Aksiyal Çağ kategorisiyle
kapsanan gelişmeleri, daha önceki 'yüksek uygarlık'ların 'zorunlu' sonuçları gibi
görmek de mümkün değildir. Bir kere, benzer gelişmeler, çok parlak 'yüksek
kültür'lere sahip olmuş olan Mezopotamya uygarlığının merkezî alanında ya da
Mısır uygarlık geleneğinde görülmemiştir.[26] Farklı uygarlık
alanlarındaki gelişmelerin birbirlerini andırması sorunsalının merkezinde, insanın kendi düşüncesini düşüncesinin konusu
haline getirmesi, bilinçlilik düzeyinin yeni
bir soyutlama düzlemine çıkmasıyla ilişkili olarak, aşkınlık sorunu yatmaktadır. Jaspers, insanın
düşündüğünü düşünmeye başlaması, kendi düşünce süreçlerini irdelemesi,
daha önceki çağlardan farklı olarak, ilk defa, zaman ve mekân içinde konumlanmış
bir şekilde yaşayan insanın bu dünyadaki tecrübelerini aşan, bu anlamda aşkın (transcendental)
[27]sorunların gündeme gelmesine yol açmıştır demektedir.[28] Daha önceki, moral sorunların merkezî bir önem
taşımadığı naturalist ve/veya panteist (çok tanrılı) dinlerin ağırlık
taşıdığı kültürlerin aksine, bu dönemde, insan tecrübesini, 'varlığın anlamı
ne?', 'insan ırkı nereden geldi ve sonu ne? 'insanlar için doğru yaşama yolu ne?'
gibi, aşkın sorularla değerlendirmeye çalışan, insan düşüncesinin kendine dönük
büyük felsefî ve dinî hareketlerin ağırlık taşıdığı yeni bir kültür ortamı
ortaya çıkmıştı. 1.3.1. Ahlakî
dinler Bu bin yıl içinde,
Hakhamaniş İmparatorluğu'yla birlikte, bir yönetici etnik kadro olarak Trakya'dan
bugünkü Pakistan'a, Doğu Anadolu'dan Mısır'a yayılan Perslerin dünyasında,
Zarathuştra'ün ahlakî söylemiyle yeniden şekillenen Mazda dini[29] ön plana çıktı. Yahudi dünyasında, Zarathuştraçü
Mazda dinî ile temasların da etkisiyle, İşaiya gibi peygamberlerin söylemiyle
birlikte, Yahudilerin tanrılarının kimliği ve 'dünya görüşleri' büyük ölçüde
değişti. İndik uygarlık alanında Veda'ların mitolojik ağırlıklı 'dünya
resmi'nden, Upanişhadların, Budizmin, Janizmin ahlakî, felsefî söylemine geçildi.
Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve diğer "okul"lar Çin uygarlık alanının
üst kültürünü yeniden yoğurdu. Elen üst kültüründe ise, Homer ve Hesiod'un
destan söyleminden Pre-Sokratik ve klasik 'felsefe dünyası'na geçildi. Birçok uygarlık alanında,
Aksiyal Çağ'da aşkınlık sorunsalının içinde ifade edildiği çerçeve dinî
hareketler oldu. Konfüçyüs, Buda, Zarathuştra, İşaiya, Heraklit'in, içinde
yaşadıkları tarihî ortamların arasındaki büyük farklara rağmen ortak
özellikleri, "kişisel dinî inançlarını ilan ederek ve yayarak, insan hayatına
yeni bir mânâ vermeleri ve ait oldukları toplumlarda çok önemli değişikliklere yol
açmaları"ydı. "Bunların hepsi [içine doğdukları] toplumsal düzenin
reformcularıydı".[30] Bunlardan bazıları ya yeni 'tek tanrılı' dinlerin
peygamberliğini yaptılar, ya da eski dinleri yeniden tanımladılar. İranî dünyada
Zarathuştra'ün ifade ettiği yeni tanrı tasarımı, Hakhamaniş İmparatorluğu'nun
hakimiyetine girdikten sonraki tarihlerinde İbranileri de etkiledi. İbrani
peygamberleri, Zarathuştracı gelenekle tanıştıkları bir ortamda, Tevrat geleneğinin
tanrısı Yehova'yı yeni bir kimlik ve statü ile ifade ettiler. Bu yeni tanrı
tasarımının önceki tanrı tasarımlarından temel farkı, herhangi bir görünebilir
ya da mental imaja indirgenemeyecek eşsiz-tek ve kusursuz, iyi, sevecen, mutlak bilgili
bir tanrı anlayışı getirmesiydi. Hem Zarathuştra'nın hem de geç dönem İbrani
peygamberlerinin söylemlerinin ortak özelliği böyle bir tanrı anlayışı etrafında
kurgulanmış olmalarıydı. Bu yeni tanrı tasarımıyla
birlikte dinî hareketlerde ortaya çıkan bir başka değişiklik ise, tanrıyla
kurulacak ilişkide bireyin taraf olarak ortaya çıkmasıydı. Burada dikkat etmemiz
gereken ince bir nokta var. Rönesans ve Aydınlanma Çağı'nın hümanist 'dünya
resmi'nin içindeki anlamıyla bir bireyselleşme Aksiyal Çağ ortamlarında elbette ki
söz konusu değildi. Bu ortamlarda bireyin, 'dünya resmi' içinde kendi yerini,
kimliğini algılamasında, ait olduğu grubun bir üyesi olması gene hakim bir rol
oynuyordu. Ama bu yeni dinî hareketlerde tanrıyla ilişki artık bir bütün olarak
bireyin mensubu olduğu topluluk, cemaat tarafından değil, tek tek fertlerce
kuruluyordu. Bu gelişme, Aksiyal Çağ'da düşüncenin kendisinin düşünce konusu
yapılması, insanın kendi kişisel yaşama tecrübesine, geriye çekilip, soyut ve
ahlakî bir düzlemde düşünerek anlam verme girişimiyle ilişkiliydi. Dört uygarlık alanındaki
benzer gelişmelerden biri, işte, kişinin iyiyle kötü, adaletle zülüm, aydınlıkla
karanlık arasında tek başına tercihini yapması, kendi tavrını ortaya koymasını
gerektiren bu yenî dinsellik tecrübesiydi. Bu tecrübe, kişilerin önüne, ahlakî
terimlerle ifade edilmiş bir kozmik mücadelede kendi yerlerini almaları, kendilerini
tanrının 'taraftar'ı olarak bu mücadeleye adamaları talebini getiriyordu. Kişilerin
bireysel sorumlulukları ölçeğinde vecibelerini yerine getirmeleri gerekiyordu. 1.3.2. Yeni bir
tarih bilinci Aksiyal Çağ,
yeni bir tarih bilinci çağıydı. Yeni düşünce hareketleri içinde, tarihî bir
tecrübe olarak toplumsal bilinçliliğin ortaya çıkması, toplumsal değişmenin
tasarlanmasına da olanak sağlamıştır. İnsanlar kendi varoluşlarıyla
ilişkilendirebildikleri zaman aralığını zihinlerinde genişletmeğe
başlamışlardır. Aksiyal Çağ'da sorulan 'insanlık nereden geliyor?', 'tarihî
tecrübenin yönelik olduğu bir amaç var mı, varsa bu amaç ne?', 'evrenin
varlığının anlamı ne?' gibi aşkın sorular, daha önceleri 'dedelerim ve büyük
annelerim, annem ve babam, ben, çocuklarım, torunlarım ve torunlarımın çocukları'
diye ifade edilebilecek sınırlı bir zaman aralığı yerine, meselâ İranî Mazda dini
geleneğinin on iki bin yıllık tarihî zaman tasarımı gibi çok daha geniş bir
aralığa yayılmış bir insan tecrübesi tasarımının geçirilmesini teşvik etmiş,
çok uzun dönemlerde meydana gelen değişmelerin
tasarlanmasına olanak sağlamıştır. Fizikî ve toplumsal bir ortamda yaşayan
insanının, dünyanın, mevsim devinimlerini aşan bir anlamda değişen bir dünya
olduğunu fark edebilmesi için, içinde yaşadığı kurumlar, ilişkiler ve
değerlerdeki değişme düzeyi ve ritminin belirli bir kritik düzey ve ritmin üzerine
çıkması gerekir. İnsanın dünyanın
değiştiğini farketmesi, isterse dünyayı değiştirebileceğini farketmesine imkân
sağlar. İnsan ancak dünyanın bir ya da birkaç kuşak içinde değiştiğine,
değişebileceğine ikna olduktan sonradır ki kendi eyleminin kendinin ve yakın
gelecekteki kuşakların yaşama koşullarını değiştirebilecek bir güce sahip
olduğunu düşünebilmeye başlar. Ama bu yeni tarih bilincinin
de, Aksiyal Çağ'da insanların kendi çağımızdakine benzer bilgi temelli bir tarih
tasarımı edinmeye başladılar şeklinde anlaşılmaması gerekir. İnsanların
geçmişi kendi zamansallıklarının gerçeklik ortamından çok farklı bir dünya
şeklinde düşünebilmeleri, yakın bir tarihte ortaya çıkmıştır. 'Modern' bir
zihnî terbiyenin sonucudur. Sadece bir kaç yüzyıllık bir tarihi vardır. İnsanlar
binlerce yıl, geçmişi kendi zamansallıklarını geriye yansıtarak
tasarlamışlardır. Bugün de üniversite düzeyinde eğitim görmüş birçok insan
bile, geşmişi kendisininkinden radikal bir şekilde farklı bir gerçeklik ortamı
olarak tasarlayabilmesini mümkün kılan bir terbiyeden yoksundur. Somut bir örnek
verelim. Bir çok ünlü Rönesans ressamı eski Elen dünyası hakkındaki tablolarında,
klasik çağın Plato, Aristoteles gibi kahramanlarını, Rönesans İtalya'sının
insanları gibi giydirerek resmetmişlerdir. Rönesans sanatçılarının önlerinde
klasik çağlardan kalma Elen ve Roma heykelleri vardı. Yani farkların farkına
varabilme olanağına sahiptiler. Ama buna rağmen, geçmiş kültürleri kendi
tecrübelerinden farklı bir şekilde tasarlama alışkanlıkları zayıftı. 1.3.2.1.
Mit, teokratik tarih, irano-semitik teokratik tarih İnsanların, kendi
kültürlerinde ve yaşayan ya da ölmüş başka kültürlerde yaşamış olan
insanların başlarından geçtiğini sandıkları olayları, bugün bizim bilgisel
tarihçilik dediğimiz bir tarih tasarımı içinde ele almaya çalışmaya başlamaları
fevkalâde yeni ve bugünkü insan nüfusunun fevkalâde küçük bir kısmının
gerçekleştirebildiği bir gelişmedir. İnsanlar insanlık tarihinin çok büyük bir
bölümünde, kendi tecrübelerini bir "geçmiş" ve bir "gelecek"le,
bilgisel bir tarih tasarımı değil, bugün bizim mitik dediğimiz bir kozmik tasarım ya
da bugün gene teokratik tarih tasarımı dediğimiz bir kozmik tasarım içinde
ilişkilendirerek anlamlandırmışlardır. Bugün yaşamakta olan insanların çok
büyük bir bölümü de, "modern"(!) tıp ya da mühendislik
"okumuş" olanların büyük bir kısmı bile, kendi tecrübelerini, bir
"geçmiş" ve bir "gelecekle", mitik ve/veya teokratik tarih
dediğimiz bir kozmik tasarım içinde ilişkilendirerek anlamlandırırlar. Bunun
içindir ki bu 'mitik' ve 'teokratik tarih' tasarımlarına bakmak, hem insan
kültürlerinin tarihini anlamamız hem de akademik bir ortamda üretilmesi gereken
bilgisel tarihçiliğin, 'mitik' ve 'teokratik tarih' söylemlerinin yeniden
üretilmesinden neden ve nasıl farklı olduğunun bilinçlendirilmesi açısından önem
taşımaktadır. Şimdi burada kısaca, 'mit'
ve 'mitik kozmik tasarım', 'teokratik tarih tasarımı' ve bilgesi ya da peygamberi
Zarathuştra'nın adıyla bilinen İranî Mazda-yaşna diniyle başlamış, bu dinin
Hakhamaniş İmparatorluğu döneminde Yahudiliği etkilemesiyle, Hristiyanlık ve
Müslümanlık geleneği ile günümüze kadar sürmüş özel bir 'teokratik tarih
tasırımı'na bakacağız. 1.3.2.1.1.
Mit ve mitik kozmik tasarım İnsan kültürünün tarih
benzeri gibi görünen temel eksenlerinden biri olan mit, bugün kendi tecrübesine ve
dünyaya bilimsel-bilgisel laik bir 'gözlükle' bakan birine, 'efsane-destan' (legend) ya da 'peri masalı'nı (fairy tale) çağrıştıran bir tasarım gibi
gelebilir. Ama 'mit' kategorisinin bilimsel-bilgisel laik bir dünya tasarımına sahip
birinin zihninde çağrıştıracağı bu anlam, mitin mitik bir kültürün insanı
açısından 'değeri', 'işlevi' ve varlık statüsünü görmemizi engeller. Mit, insanın, içinde
kendisinin çaresiz (ölümlü, güçsüz) bir şekilde konumlandığı evreni açıklama,
parçası olduğu korkutucu olgular (phenomena)
kargaşasını anlaşılabilir (intelligible)
ve böylece daha az korkutucu hale getirme, evreni etkileyebilme, onunla maddi/ruhani bir
ilişkiye girme ve böylece onun üstünde maddi/ruhani bir denetim kurmaya çalışma
girişimidir.[31] Mit, mitik kültür insanının evrenle maddi/ruhani
ilişkiye girme ve onun üzerinde maddi/ruhani denetim kurma girişimi olduğu içindir
ki, 'büyü' ile iç içedir. Mitik evren tasarımı, mitik kültürün insanının,
bugün bilimsel-bilgisel dünya tasırımına sahip insana göre var olmayan doğa-üstü (super natural) varlıklarla içinde beraber var
olduğu, bu varlıkları "kullanarak", bizim bilimsel-bilgisel dünya
tasarımımıza göre doğru olmayan "nedensellik ilişkileri" içinde, kendi
dünyasını manipüle ettiği bir büyü evreninin tasarımıdır. Mit, ona gerçeklik
sağlayan büyü/ritüel ve festivallerle, mitik kültürün insanının yaşama
tecrübesini ruhani/aşkın (spiritual/transcendental),
moral ve estetik niteliklerle donatır. Bunun içindir ki, mit insan yaşamının maddi
gereksinimlerinin gerekçelendirilmesine indirgenemez.[32] Mit, 'mit'in insanları
için sadece aktarılan bir öykü değil nesnel dünya kadar yaşayan bir gerçek olduğu
mitik kültürde, insan hayatının her vechesine hükmeder. Mitik kültürün insanının
hayatını yaşaması açasından mitin yerine getirdiği aslî işlevlerden biri,
insanını çok eskilere uzandığını hissettiği geçmişi, bugünü ve böylece
geleceğiyle bağlamasıdır. Bu işlevi ya da bu ekseni iledir ki mit tarih benzeri bir
tasarım gibi görünür. Mitik kozmik tasarımın
merkezinde, varlığın kaynağı, mitik kültürün insanının kendisinin ve maddi
evreninin, hatırlanmayan çok eski bir geçmişte, doğa üstü varlıklarca anlamlı bir
'düzen' olarak yaratılışının öyküsü ve gerekçeleri vardır. Bu yaratılışın
hiçbir zaman ortadan kalkmayacak olan etkileri mit içinde sürerek yaşayan insana
ulaşır. Bu yaratılış öyküleri, genellikle, farklılaşmamış bir ilk-varlıksal (primordial) ortam içinden tanrıların
yaratılışını ve birbirlerinden türemelerinin soy-kütüğünü (teogani) kapsar.[33] Ama mitler, bir zamansal
eksen üstünde arada bir insanların da adının geçtiği olayların sıralaması gibi
olsa da, tarihvari bir tasırım özellikleri sergilemezler. Mitlerin tarih-vari bir
tasarım bile sayılmalarını olanaksız kılan nedenlerden biri, bunların mitik
kültürlere hep tekrarlanan, bu anlamda zamansız bir varoluş resmi sergilemeleridir.
İkinci önemli neden, mitlerde, belirli zaman ve mekan koordinatları ile bilinen
yaşamış gerçek insanların başlarından geçenlerin, bunlar tanrıların uşakları,
emirerleri, köleleri olsalar bile, hiçbir zaman mitin ana eksenini oluşturmamasıdır. 1.3.2.1.3.
İranî teokratik tarih tasarımı Eski devletlerden bir
çoğu, varlıklarını sürdürmek için, düzenli olarak çıplak askerî güce
dayanmış, karşı koyan herkese akla gelebilecek her zulmü yapabilen karşı konulmaz
bir güç olduğuna dair bir imajı özellikle yaratmaya çalışmış, insanları korku
temeli üstünde idare etmeye yönelmişti. Meselâ imparatorluk döneminde Asur devleti
gibi. Asur devletinin sonunda kurumlaşmış tedhiş süreçleriyle hakim olduğu
halkların ve aşiretlerin ortak bir isyanı ile yıkılmasını (İÖ 612-605) izleyen
yıllarda Orta Doğu'da yepyeni bir siyasi tecrübe görüldü Bu hem Asur hakimiyetinin
yıkılmasının yol açtığı boşlukta ortaya çıkan Babil ve İranî Med devletlerini
hem de bölgenin çevresindeki iki büyük devlet olan Lidya'yı ve Mısır'ı kısa bir
süre içinde ortadan kaldırarak, Trakya'dan ve Anadolu'nun Ege kıyılarından İndus
vadisine, Kafkasya sınırlarından Libya'ya, Mısır'a kadar, daha önce görülmemiş ve
daha sonra da nadiren görülecek genişlikteki alanları hakimiyeti altına alan İranî
Hakhamaniş devleti ya da diğer adıyla Pers devletinin sergilediği 'evrensel
imparatorlukçu devlet' olgusuydu. Bu yeni devlet tipi. 'evrensel hükümdarlık-imparatorluk' kurumu
etrafında kurgulanan bir 'dünya resmi' inşasına ve bu kurguyu taşıyan saray
örgütlenmeleri, 'bürokrasi'ler, geniş-ölçekli kurumlaşmış askeri seferberlik
süreçlerine dayanıyordu.[34] Bu 'cihan hakimiyeti' programı ve girişimi için
kullanılan meşrulaştırıcı paradigma, bir
diller, dinler, halklar mozayiği sergileyen bu karışık dünyada, topluluklardan her
birinin mutluluğunun, ancak bu karışık aleme üstten adalet ve barış dağıtan böyle bir 'evrensel
kerim devletin' hakimiyeti altında mümkün olabileceği savına dayanıyordu. Persler, Asurluların
aksine, kendi kültürel, dinî normlarını, fethettikleri bölgelerdeki farklı
kültürlere sahip insanlara zorla empoze etmeğe, bu bölgelerdeki mahalli kültürleri
kazımağa kalkışmadılar. Yeni köklü gelenekler yerleştirmeğe de girişmeden,
geleneksel olarak ortaya çıkmış olan mahalli kurumları mümkün olduğu kadar
koruyarak, kendi üst egemenliklerini sürdürmeğe çalışmakla yetindiler. Mümkün
olduğu kadar mahalli aristokrasiler ya da rahipler gibi güçlü gruplarla iyi
geçinmeğe, mükün olduğu ölçüde bunları hizmetlerine almağa çalıştılar.[35] Asur devleti ile yeni Pers
İmparatorluğu'nun dünya tarihinde çağrıştırdıkları imajlarla
karşılaştırırsak temel bir fark görülür. İmparatorluk dönemindeki Asur devleti,
elinde kılıç, yakıp yıkan, insanları asıp kesen, derilerini yüzen bir devlet
imajıyla hatırlanır. Pers İmparatorluğu ise, genellikle, merkezinde adalet dağıtan
krallar kralı, şahlar şahı, Büyük Kral
olan bir zenginlik ve barış ortamı resmiyle hatırlanmaktadır. Elbette ki Hakhamaniş
hanedanının tarihi, barış ve zenginlikten ibaret değildir. Savaşlar ve felaketler de
vardır. Ama Hakhamaniş hükümdarlığı, hem siyasî hakimiyetin
meşrulaştırılmasında vurgulanan temalarla, hem de, aksine zorlanmadıkça, siyasî
hakimiyetin kullanılmasındaki uslûb ile, adalet dağıtan ve barış sağlayan bir
imparatorluk imajı ile hatırlanır. Bu Büyük Kral imajı, bir
yanda kökleri Mezopotamya'nın eski tarihinde yatan, tanrıya [ya da tanrılara] hizmet
etmekle yükümlü insan sürülerini tanrının [ya da tanrıların] vekil harcı olarak,
tanrı [ya da tanrılar] adına idare etmek üzere tanrı [ya da tanrılar] tarafından
dünyanın çobanı olarak görevlendirilmiş, görevlendirmeyi tanrı [ya da tanrılardan
alan] ve tanrıya [ya da tanrılara] karşı sorumlu, ama tanrı ya da [tanrılarca]
kolayca görevden azledilebilen bir hükümdar anlayışına dayanıyordu. Hükümdar, bu
ilahî görevlendirmeyi taşıyan devlet kuşu
(Eski Persçe'de khvaranah, Pehlevi
Farsça'sında farrah) onun başına konduğu
için ve onun başında kaldığı sürece hükümdardı. Öte yanda, bu hükümdarlık
anlayışı, kökleri gene Mezopotamya uygarlık geleneğine inen özel bir insan
tasarımıyla bütünleşmişti. Bu tasarımda insanlar, böyle bir çoban olmazsa,
aralarında ortaya çıkacak kaotik çatışma ortamının içinden çıkamayacakları
için kendi varlıklarını da ortadan kaldıracak olan, kendi akıllarıyla kendilerini
idare etmekten aciz varlıklardı. Hakhamaniş hakimiyeti,.insan topluluklarının
oluşturduğu beşerî âlemin (adeta dışında anlamında) en üstünde, varlığı ile
daha alt katlardaki küçük kralların birbirleriyle tepişmelerini ve bu sırada daha da
alt katlardaki 'zavallı insanlara'a zarar vermelerini engelleyen; ikincil güç
odaklarını kaldırarak, en alttakilere, yani reayaya yani sürüye asayiş, sükûn ve
refah getiren bir cihan hükümdarlığı 'resmi' çiziyordu. Konuyu daha
belirginleştirmek için, gene bir dönem ve uygarlık alanı sıçraması yaparak, Orta
Çağlar Avrupası'na bakalım. Avrupa tarihinin feodalizm dediğimiz ortamında, insan
toplulukları üstünde, üstteki bir tek ve aynı merkezden askerî, idarî, adlî,
ruhanî hakimiyet sağlayan bir iktidar yapısı söz konusu değildi. Birbirleriyle
çekişen, döğüşen, tepişen, sürekli uyuşmazlık içinde olan bir sürü, kral,
bey, lord ve (katolik) klise piskoposu ve papalık vardı. Yetki yapıları hem yatay hem
dikey parçalanmışlıklar sergiliyordu. Orta Doğu'nun 'evrensel hükümdarlık'
paradigması ise, böyle bir ortamın insanlar açısından 'yok edici' olduğu aksiyomuna
ve bu aksiyomun yol açtığı meşrulaştırma paradigmasına dayanıyordu. Bu
paradigmanın 'Büyük Kral'ının varlığı kaçınılmazdı, hakimiyeti yararlı ve
meşruydu. Çünkü, 'Krallar Kralı'nın, birbirleriyle çekişse ve döğüşselerdi
toplumsal varlık alanlarının en alt katlarındaki sıradan insanları bu çekişmeler
sırasında yok edecekleri sanılan ikincil güç odakları arasındaki çatışmaları
önleyerek en alttakilere asayiş anlamında toplumsal barış ve maddî refah
sağladığına inanılıyordu. Bu 'iyi toplum' ve 'iyi
devlet' tasarımına göre, çeşitli bireyler, aileler ya da insan gruplarının, özel
çıkarlarını gözetmek, korumak için siyasî ya da idarî süreçlerle ilgilenmeleri,
bu süreçlere bu amaçlarla katılmaları yanlıştı. Zararlıydı. Toplumsal
bütünlüğü çözme tehdidi oluşturuyordu. Toplumlarda gerekli olan 'yönetim'
sorununun, bu çıkarlar arasında uzlaşma konturları aranarak çözülmeğe
çalışılması olanaksız gibi görülüyordu. Gerçekleştirilmesi olanaksız sanılan
böyle bir uzlaşma peşine düşerek yönetim sorununu çözmeğe kalkışmak,
yöneticileri özel çıkarların kuklası haline getirmekten başka bir sonuç vermezdi.
Gerçekleştirilmek istenilen, bütün özel çıkar çevrelerinin tesirinin üstünde, bu
çevrelerin hepsinden çok daha güçlü bir merkezin 'genel yarar'ı gözeten bir
şekilde 'adalet' dağıtması, yani bütün özel çıkar çevrelerini toplumsal
bütünlüğün dengelerini bozmamaları için yerli yerlerinde tutmasıydı. Bu savı, 'Büyük Kral'cı
merkezin siyasî-toplumsal duruma bakış tarzını, bu durumla ilgili olarak 'iyi
toplum', 'iyi hükümranlık-devlet' konusundaki belirli ön-kabullerini yansıtan bir
ideal durum tasarımı gibi algılamak daha doğru olur. Yoksa, böyle bir savı öne
süren devletlerin olduğu ortamlarda fiilî durumun bu ideal tasarımdaki gibi olduğu,
bu ideal insan-toplum-hükümdarlık ilişkileri tasarımının gerçekleştirilebildiği
anlamında almamak gerekir. Vurgulamak istediğim, Hakhamaniş İmparatorluğu'yla
birlikte, Aksiyal Çağ'da, hedefini, programını gerçekleştirme imkânına sahip olsa,
gerçekleştireceği ortam, yurttaşlık haklarına sahip olmayan, bu 'Büyük Kral'ın
gücünü sınırlayabilecek türden hiçbir toplumsal, siyasî, iktisadî, askerî güce
sahip olmayan sıradan insan yığınlarının, 'şey'lerin tek ve aynı merkezden idare
edilmesi gibi, koyunlarını seven ve koruyan bir çobanın sürüsünü gütmesi gibi,
insanların güdülerek idare edilecekleri ve içinde böylece 'adalet' dağıtılacak bir
'evrensel imparatorlukçu' devlet paradigmasının ortaya çıkmış olmasıydı. Bu sav, siyasî 'nizam-ı
alem'in tasarlandığından başka türlü olamayacağı; çünkü bu 'nizam'ı,
insanların istek, seçim ve akıllı eylemlerinden bağımsız olarak 'tanrı'nın
kurduğu; insanların uymaları gereken kuralların insan aklını aşan aşkın kurallar
olduğuna dair Mezopotamya'nın eski inançlarını taşıyan bir geleneğin içinde
ortaya atıldığı ve bu geleneği tamamladığı için, kolaylıkla bu inanç
geleneğine eklendi. Bu geleneğin adeta ayrılmaz bir öğesi oldu. Bu gelenekte sıradan
insanların kuralların oluşturulmasına katılabilecekleri kuralların varlık statüsü
nedeniyle gündeme gelmediği için, sıradan insanlar 'bilgi ağacının meyvesini yemeye
layık olmadıkları için'[36] bunların kuralların uygulanmasına akıllı seçim ve
eylemleriyle katılmaları sorunu ortaya çıkmıyordu. Aksiyal Çağ'da,
Perslerinkine benzer evrenselci imparatorluklar Öküme-ne'nin başka uygarlık
alanlarında da ortaya çıktı. Bu dönemde Hindistan'da Maurya İmparatorluğu kuruldu.
Çin'de Han hanedanı imparatorlukçu birleşmeyi sağladı. Bu imparatorlukçu
tecrübeyle Konfüçyusçu düşünce arasında sıkı ilişkiler oluştu. Geniş
uygarlık alanlarını tek bir merkezden idare etme programı ve iddiasının tarihteki en
ilginç serüvenlerinden biri de Roma İmparatorluğu'ydu. Roma İmparatorluğun'da da
Stoik düşünce ve klasik çağın Hellenik (Elen ve Hellenistik) şehir kültürlerinin
değerleri yaygınlaştı. Bitkisel tarıma geçilmesi
ve hayvanların ehlileştirilmesinden sonra, çeşitli halklar arasında, daha önceki
dönemlerden daha etkili kültürel alış-veriş bağlantıları kuruldu. Eski tarım
alanlarında ortaya çıkan şehir merkezli yeni uygarlıklar, birbirlerinden etkilenmeğe
başladı. Şehir merkezli
tarım-temelli uygarlıkların ortaya çıkması, şehir idaraleri altında örgütlenen
tarım alanlarının genişlemesi, ticarete olan ihtiyacı arttırdı. Ticaret giderek
yaygınlaştı. Askeri hareketler sırasında katedilen mesafeler git gide uzadı. Bir
takım yeni üretim ve örgütlenme teknikleri, becerileri gelişmeye başladı.
Hareketliliğin ölçeğinin genişlemesi konusunda verilebilecek çarpıcı örnekler,
Hakhamaniş imparatorlarının ve daha sonra İskender'in fetih seferleridir. Pers hükümdarları
Dârâyavûş ve oğlu Khşâyârşa'nın yüz binlerce askerlik ordularla
sürdürdükleri hareketler, bugünkü Afganistan'dan Libya, Etyopya, Yunanistan,
Romanya'ya kadar uzanan alanlara yayılmıştı. İskender Hakhamaniş
devletini ortadan kaldırdığı ve batıda Yunanistan'ı, Güneyde Mısır'ı ve doğu'da
bugünkü Afganistan'ı ve Pakistan'ı kapsayan yeni bir imparatorluk kurduğu
fetihleriyle, Nil-Amu Derya uygarlık alanındaki siyasî, iktisadî, kültürel ortamı
alt üst etti. İskender, hem daha önce Yunanistan'ı işgal edip Atina'yı yakan
Hakhamanişler'den Elen dünyasının öcünü almanın, hem de içinde 'Batı' ile
'Doğu'nun kaynaşacağı bir 'evrensel devlet'i
kurmanın peşindeydi. Makedonya'dan yola çıktı. Makedon ve Greklerden oluşan
ordusuyla, Anadolu'dan, Mezopotamya'dan, İran'dan geçerek Afganistan'ın içlerine
girdi. Oradan İndüs vadisine, daha sonra Mısır'a geçti. Elen uygarlığı ile
Mezopotamya-İran ve Mısır uygarlıklarını tek bir potada eritecek yeni bir 'dünya'
ve yeni bir 'dünya devleti' kurmak istedi. Ordularıyla geçtiği yerlerde binlerce
Makedon ve Elen askerini yerli kızlarla evlendirdi. Kendi de devletini ortadan
kaldırdığı son Hakhamaniş hükümdarının eşlerinden biri olan Rahşan'la evlendi.
Ölümünden sonra generalleri imparatorluğu paylaşarak Hellenistik krallıklar diye
bilinen devletleri kurdular. Bunlar Bergama merkezli Attalid, Doğu Anadolu'daki Kommagen,
Irak merkezli Selefkî ve Mısır'daki Ptolemler devletleriydi. Seleukus'un kurduğu ve
bizim tarih geleneğimizde Selefkî[37] devleti diye bilineni, önemli bir imparatorlukçu devlet
olarak yüz elli yıl kadar sürdü (İÖ 311-64). Hellenistik devletlerin, özellikle
Selefkî devletinin siyasî kurumları, Roma'nın bir imparatorlukçu devlete
dönüşmesini büyük ölçüde etkiledi. İskender İmparatorluğu'ndan çıkan
Hellenistik krallıklardaki şehirlerde, Elence ile taşınan yeni bir kozmopolit kültür
oluştu. Bu kozmopolit kültür ortamında eski çivi-yazısı ve hiyeroglif
uygarlıklarının yazılı gelenekleri yavaş yavaş unutulmağa başlandı. Kozmopolit
şehir kültürünün Helenleşmesi sırasında, yeni yüksek-edebî kültür Aramiceyle
değil Elenceyle üretildi, taşındı.[38] Aksiyal Çağ'da, farklı
uygarlık gelenekleri alanları birbirinden kopuk adalar gibi değildi. Aralarında
önemli bir hareketlilik, haberleşme ve etkileşme süreçleri vardı. Böyle bir
etkileşme ortamında yeni bir kozmopolit üst kültüre sahip bir çok şehir, özellikle
Akdeniz ve Orta Doğu bölgelerinin tarihinde önem kazandı. Cosmos yani evren ile polis yani şehir kelimelerinin birleşimi olan kozmopolit terimi, Ökümene yani uygar
insanların yaşadığı dünyanın birçok bölgesinden gelen insanların bir arada
bulundukları bir şehir olgusunu işaret ediyordu. İmâ ettiği ikinci bir anlam ise,
kültürel aidiyetini, kimliğini tek bir şehir ya da köy ya da aşiretle tanımlamayan,
aksine kendini birçok kültürünün, uygarlık geleneğinin değerlerinden bir şeyler
taşıyan biri olarak gören kişiden kozmopolit bir insan diye bahsederken işaret
ettiğimiz anlamdı. Kozmopolit bir insan,
kendini Maçka'lı, Trabzon'lu ya da Urfa'lı gibi hissetmeyen, kültürel kimliğinin
Ökümene'nin uygarlık geleneklerinden bir çoğuyla ilişkisinin farkında olan,
'köyü', 'memleketi' cosmos olan insandı.
Ökümene'deki uygarlık gelenekleri arasında etkileşmelerin artmasıyla birlikte, yer
yer, belirli şehirlerde kozmopolit üst kültürler oluşmaya başladı. Mesela Babil
gibi. Babil içinde birçok dinden, birçok dilden, birçok ırktan insanın birlikte
yaşadığı şehirlerin simgesi haline geldi. Bugün bile hâlâ bir yer için Babil
gibidir denildiğinde, içindeki insan kümesinin heterojen olması kastedilir. Diyelim ki
bir Avrupa üniversitesine gittiniz. Bir sınıfa girdiniz. Bu sınıf Babil gibi
denildiğinde kastedilen, sınıfta Arabın da Yahudinin de, İranlının da
Malezyalının da, Japonun da Çinlinin de, beyazın da siyahın da, Müslümanın da
Budistin de, Marksistin de Katoliğin de bulunduğudur. Yani böyle bir sınıfın
karışık bir kültür çeşitliliğini içerdiği belirtilmek istenir. Aksiyal Çağ'da
işte bu türden bir şehir olgusu ortaya çıktı. İskender'in Mısır'ın Akdeniz
kıyısında kurduğu İskenderiye şehri gibi. Bizim ülkemizden de bir örnek verelim.
Bergama'da bir Serapis mabedi vardır. İçine giren insanı hayranlık içinde bırakan
muazzam bir bina kalıntısı. Bergama'daki Serapis mabedi, Hellenistik bir şehrin
ortasındaki bir Mısır kültünün mabediydi.
İÖ 2200'lü yıllarda, okur-yazarlık, Mezopotamya, Mısır, bir de Mezopotamya
etkisiyle ortaya çıktığı sanılan fakat bugün halâ çözülememiş bir yazının
görüldüğü İndus vadisiyle sınırlıydı. Ortaya çıkan belli başlı yazı
geleneklerinin yayılması, taşralılığı aşan kültür sistemleri arasında çok
önemli bir taşıyıcı işlev yerine getirdi. Ortak bir yazı geleneği, etnik köken,
yaşanılan alan hattâ ana dili bakımından farklı bir çok üst kültürü birbiriyle
ilişkilendiriyordu. Meselâ çivi yazısı, bir çivi yazısı uygarlığı alanından
söz edilmesine yol açan büyük bir gelenek oluşturmuştu. Bu yazıyla belirli bir üst
kültür geniş bir bölgeye yayıldı ve binlerce yıl boyunca taşındı. Böyle bir süreç Aksiyal
Çağ öncesinde başlamış olsa da, özellikle Aksiyal Çağ'da, belirli siyasi
merkezlerin güçlerini, mahalliliği zayıflatan bir şekilde kullanması bu süreçleri
hızlandırdı ve güçlendirdi. Meselâ Yahudilerin başına gelen bunun en ünlü
örneklerinden biridir. Babil kralı Nabukadnezar Yahudileri Filistin'den çıkardı.
Çeşitli uzak yerlerde ikamete zorlayarak dağıttı. Yahudilerin eski dünyanın birçok bölgesine
dağılması sürecini başlatan bu tehcir oldu.
Başka siyasi güç merkezleri de, mesela Asurlular da, belirli şehirlerin, bölgelerin
halklarını eskiden beri yaşamakta oldukları yerlerden çıkartıp, yüzlerce kilometre
ötedeki yerlere nakletti. Tehcir, imparatorlukçu devletlerin hakimiyet alanlarındaki
nüfusları 'zapt ü rapt' altında tutmalarında en çok kullanılan kurumlaşmış
süreçlerden biri haline geldi. Bu tehcirler, insanların dünya görüşlerini sadece
içine doğdukları mahalli geleneğin terimleriyle anlamlandırmalarını zayıflattı.
İnsanlar, kendi tecrübelerini iç içe yaşadıkları başka kültürlerdeki insanların
oluşturduğu bir kültürler mozayiği üzerinde anlamlandırma imkânı elde ettiler. Hakhamaniş devletinin kendi
iktisadî örgütlenmesi, özellikle ilk dönemlerinde, büyük ölçüde, Polanyi'nin
yeniden dağıtımcı bütünleştirme şekli ile kastettiği kurumlaşmış süreçler
ortamının klasik bir örneğini sergiledi. Ne var ki, bu kadar geniş alanların tek bir
siyasî merkezin hakimiyeti altında birleştirilmesi, bu alanlarda can ve mal
güvenliğinin ve ortak bir hukuk sisteminin sağlanması, kendi adlarına [ya da kendi
adlarına da] ticaret yapanların etkinlikleri ve birikimlerine, daha önceki dönemlerle
karşılaştırılamayacak bir koruma sağladı. Arami tacirler, böyle bir ortamda,
etkinliklerini Ege'den İndus vadisine kadar yaymağa başladılar. Aramice bütün
bölgede, ticarî ilişkilerle taşınan bir ortak dil olarak yaygınlaştı. Aramice bu gelişmelerle birlikte ortaya-çıkan
evrenselleşen üst-kültür dillerinden biriydi. Aramice Suriye, Lübnan, Filistin,
Ürdün, Irak bölgesinden çıkıp, evrensel bir dil olarak çok geniş alanlara
yayılmış ve uzun bir dönem boyunca bu özelliğini korumuş Semitik bir dildir.[39] Siyasî merkezin ve idarî kadronun kullandığı yazı dili
olarak nasıl Osmanlıca, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Mısır, Tunus gibi bölgelere
yayılmışsa, erken çağlarda da bazı diller evrensel diller haline gelmiştir. Babil'e
gelenler, diyelim ki bugün evrensel önemi olan bir çağdaş üniversiteye farklı
kültür kökenlerinden gelen insanların, her biri kendi dillerini konuşarak
anlaşamayacakları için, İngilizce konuşarak aralarında anlaşmalarında olduğu
gibi, ortaklığı sağlayan bir dili kullanarak anlaşmış, haberleşmişlerdir. Bu
ortaklığı sağlayan diller, kısmen siyasî-idarî merkezlerin, kısmen ticarî
ilişkilerin, kısmen de, daha sonra göreceğimiz gibi, evrenselci dinlerin
yaygınlaştırdığı dillerdi. Aramice bunlardan biriydi. Aramice, zamanla eski
üst-kültür dilleri olan çivi-yazısı dillerinin yerine geçmeğe başladı. Eski
diller, mahalli dil ya da bazı eski dinlerin dili olarak sürdü ama evrensel dil olma
özelliğini zamanla kaybetti. Aksiyal Çağ'da
Ökümene'de meydana gelen önemli değişmelerden biri, okur-yazarlığın, toplumların
sadece çok küçük bir bölümünü oluşturan rahipler sınıfının tekelinden
çıkıp, ruhanî, dinî olmayan, la–dinî anlamında sıradan insanlar arasında da
yayılmağa başlamasıdır. Daha önce, okur-yazarlık üst-kültürün toplumsal
mekânı olarak tapınakta saklı kalmıştı. Aksiyal Çağ'da okur-yazarlık özellikle
tacirler eliyle yayıldı. Agora, çarşı, çok daha popülist bir yazılı
üst-kültürün önemli bir toplumsal mekânı haline geldi. Yeni evrensel üst-kültür
dillerinden Aramicenin yazıldığı yazının kolaylığı, yazı becerisinin
yayılmasını hızlandırdı. Arami alfabesi ile Finike ve Güney Arabistan alfabeleri
arasında önemli benzerlikler vardı. 1.3.5. Aksiyal
Çağ'da merkantil gelişmeler Aksiyal Çağ'da 'pazar
yeri'nin bir 'üst kültür' mekânı olarak öneminin artması, bazı uygarlık
alanlarında çığır açıcı yeni düşüncelerin, yeni dinî hareketlerin 'pazar
yeri'nin içinden çıkması ya da 'pazar yeri'ne 'karşı' oluşmasıyla ilişkiliydi.
Aksiyal Çağ'da, eski 'üst kültür' mekânlarından tapınak ve 'üst kültür'
kadrolarından rahipler, aşkın sorular ve sorunlar etrafında şekillenen hareketlerinin
gündeminde nadiren rol oynadı. Jaspers'in Aksiyal Çağ
dediği zaman aralığında farklı uygarlık bölgelerinde ortaya çıkan ve iktisadî
hayatla doğrudan ilişkili olan ortak gelişmelerden biri, sikke ya da para devrimi diye bilinen yenilikti. Belirli
ağırlıkta yuvarlağımsı parçalar halinde kesilmiş belirli bir metal parçalarının
her iki yüzlerinin, ağırlığı ve metal saflığını garantileyen işaret ve
yazılarla damgalanmasıyla oluşturulan sikkelerin ödeme ve mübadele aracı olarak
kullanılmaya başlanılması biçiminde yaşanılan bu yenilik, İÖ 7. yüzyılda,
Anadolu'da, Çin'de ve Hindistan'da eş zamanlı olarak ortaya çıktı. Bu devrimin ilk
ortaya çıktığı yerlerden biri, harabeleri bugün çok yakınımızda olan, Lidya
uygarlığının merkez şehri Sardis'ti. 1.3.6. Aksiyal
Çağ'da degişme ve devamlılık Ama bu
gelişmelere rağmen Aksiyal Çağ'ın tarım-temelli toplumlarında da değişme, yeniliği uygulama (innovation) istisnaî, ancak arada sırada olan,
kurumların, ilişkilerin yani insanın toplumsal ortamının devamlılık'ı, kalıcılığı çok daha yaygın
bir tecrübeydi. Her ne kadar Aksiyal Çağ, tarih içinde kurumların, değerlerin,
ilişkilerin, geleneklerin değişmesinin tasarlanmasına olanak sağlayan büyük
değişiklikler dönemiyse de, bu bin yıllık zaman aralığında insanın değişmelerle
ilişkili tecrübesini 19 ve 20.ci yüzyıllardakine benzer bir çarıpıcı değişmeler
tecrübesi gibi sanmamız yanlış olur. 1.3.7. Aksiyal
Çağ'da Ökümene'nin uygarlık-kültür geleneği alanları Belirli bir
şemalaştırmanın getireceği kabalaştırma riskine rağmen, Afro-Övrasya kıtasının
şehirli tarihi, Aksiyal Çağ'dan itibaren, aralarındaki farklılıklara rağmen
karşılıklı etkileşmeler ve bazı paralellikler sergileyen dört uygarlık-kültür
kompleksi, dört uygarlık-kültür geleneği etrafında kurgulanarak tasarlanabilir. Bu dört uygarlık-kültür
geleneğinden biri Akdeniz-Avrupa bölgesinin geleneğidir. Bu bölge, Batı Anadolu'dan
başlar, Yunanistan, İtalya ve Akdeniz'in bütün diğer kıyı bölgeleri ile bunların
hinterlandları, arkalarındaki alanları kapsar. Bu bölgenin çekirdek alanı, Batı
Anadolu, Yunanistan ve İtalya'dan oluşur. Klasik dili Elence ve daha sonra Latince'dir. İkincisi, Nil Vadisi ile
Aral Gölü'ne akan Amu-Derya nehri arasında kalan bölgenin uygarlık-kültür
geleneğidir. Bu bölge bugünkü Mısır, İsrael, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak,
Arabistan yarımadası, İran, Türkmenistan ve Afganistan'ı kapsar. Bu uygarlık
geleneğinin çekirdek alanı Verimli Hilal ve İran'dır. Klasik dilleri İbranice,
Aramice, Arapça gibi Sami dilleri ve İranî dillerdir. Üçüncü
uygarlık-kültür geleneği, İndik uygarlık geleneğinin bölgesi, geniş anlamıyla
Hint alt-kıtasıdır. Bugünkü Nepal, Keşmir, Pakistan, Bengaldeş, Hindistan ve Sri
Lanka'yı kapsar. Bu uygarlık geleneğinin klasik dilleri Sanskritçe ve Pali'dir. Dördüncü
uygarlık-kültür geleneğin alanı Çin'dir. Klasik dili Çince'dir. Çince denilince,
içine, aralarında büyük dialekt farkları olan bölge dillerinin oluşturduğu bir bu
dil grubunun kastedildiği unutulmamalıdır. Sanskritçe ve Elence'nin kendi uygarlık
alanlarında yerine getirdiği homojen bir üst-kültür dili işlevini Çin uygarlık
bölgesinde yerine getiren ise Mandarin Çincesi olmuştur. Mandarin, imparatorlukçu Çin
devlet geleneğinde, klasik yazılı Çin kültürünü hazmettiğini sergilemesini
gerektiren zor bir yazılı sınavdan geçerek işe alınmış ve imparatorluğun üst
düzey yöneticilerinden biri olmak üzere yetiştirilmiş bir devlet görevlisidir.
Mandarin Çincesi yüzyıllar boyunca bu görevlilerin yeniden üreterek taşıdıkları
yazılı üst-kültür geleneğinin Çincesidir. Mandarinlerin görevlerini yerine
getirirken kullandıkları dil olması bunu, aynı zamanda, farklı diyaleklere sahip
fevkalade kalabalık bir nüfus içinde, lingua
franka işlevi gören bir dil haline getirmiştir. Aksiyal Çağ'da bu dört
uygarlık kompleksi bölgesi, teknoloji, bilgi olayları, sanat, düşünce hayatı, din,
ticaret gibi beşerî-toplumsal hayatın önemli alanları ve eksenleri açısından
birbirleriyle önemli etkileşmeler içinde olan bölgelerdi. Meselâ Buda ve
düşüncesi, çok geniş alanlar üzerinde hareket etmiştir. Hristiyanlığın
yayılmasında önemli bir rol oynamış olan Aziz Paul de çok dolaşmıştır. Bu
uygarlık bölgelerinde ortaya çıkan önemli bir gelişme hızlı bir şekilde
diğerlerine yayılabilmiştir. Meselâ, başlangıçta sadece Nil-Amu Derya bölgesine
içsel bir gelişme gibi olan 'İslamiyetin ortaya çıkışı', kısa bir süre sonra
dört uygarlık alanını da ilgilendiren bir gelişme haline gelmiştir. Bölgeler
arasındaki etkileşmenin bir başka örneği olarak Sıvas'ın Divriği ilçesindeki
külliye gösterilebilir. 12. yüzyılda Divriği'yi de kapsayan alanların hakimi olan
Mengücek ailesinin yaptırdığı bu cami-medrese-şifahiye (yani hastahane)
külliyesinin anıt kapılarında görülen taş kabartma işçiliğinin üslubu güçlü
bir İndik etkiyi yansıtır. İndik uygarlık bölgesindeki İslamî devletler ve
kültürlerle ilişkiler aracılığıyla Anadolu'ya taşınmış bir üsluptur bu.
Selçuklu dediğimiz ara dönemde Anadolu'da yapılmış başka hiçbir Türkî binada bu
üslup görülmez. Bu dönemin bütün diğer anıt binalarında taşa yontulmuş
desenlerin derinliği bir hayli sığdır. Birkaç santimi geçmez. Konya'daki ya da
Kayseri'deki, çoğumuzun bilmesi gereken Selçuklu eserlerinde taş kabartma figürleri
ya yazı figürleri ya geometrik figürler ya da bir hayli stilize edilmiş bitki
figürleridir. Divriği'deki anıtta ise, duvar sathından kırk beş, elli santim
dışarıya fışkıran, kocaman yapraklar, anıtı yaptıran Mengücek hükümdarı ve
kraliçesinin (cariyesi değil, hükümdar olan eşinin)[40] büstleri de dahil olmak üzere heykel formunda figürler
vardır. Bu Hint kökenli üslup Divriği de heykel formunda çok güzel bir coşkulu,
taşkın yontuculukla karşımıza çıkar. Aşkın soruların
oluşturduğu bir gündemin Aksiyal Çağ'daki tarihlerinde merkezî bir yere sahip
olması açısından bu dört uygarlık-kültür alanında bu çağda ortak bir tecrübe
yaşanmış ve aralarında yukarda bazı örnekleri verilen önemli etkileşmeler meydana
gelmiştir. Ama buna rağmen, bu dört uygarlık geleneğinin her birinde, aşkın
sorunların çözümü, aşkın soruların cevapları beşerî tecrübe'nin farklı
alanları ve/veya farklı dünya tasarımları içinde aranmıştır. Bugün bizim bu
geleneklerden birbirlerinden ayrı uygarlık-kültür gelenekleri olarak bahsetmemiz,
cevapların insan tecrübesinin farklı kesitleri üstünde ve farklı dünya
tasarımları içinde aranmasının bu uygarlıkların tarihini Aksiyal Çağı izleyen
iki bin yıl içinde büyük ölçüde farklılaştırmış olmasının sonucudur. İndik uygarlık alanındaki
düşünürler, görünen maddî gerçeklik dünyasının ardındaki gerçek gerçekliği,
kişinin kendi içine dönerek, içindeki
mental süreçleri kendi bedeni de dahil olmak üzere dış dünyadan gelen dürtülerin
etkisinden tamamen arındırarak, arınmış mental süreçler içinde görebileceği,
gerçek gerçekliğe içsel bir sezgi ile erişebileceği aksiyomunu izlediler. Ben'in (self) kaynaklarını, kişinin kendi içsel
düşünce ve duyu tecrübesinin kaynaklarını araştırmaya, anlamaya, bu süreçleri
denetim altına almaya yöneldiler. Diğer uygarlık alanlarındaki mistik gelenekleri de
güçlü bir şekilde etkileyecek olan bu yaklaşma, kişiyi, dış maddi gerçeklik
dünyasıyla olan ilişkilerini asgariye indirerek, kendi içini tanımaya, anlamaya sevk
ediyordu. Kişinin bütün varlığını, dış dünyanın etkilediği bilinçı
dışında kalan, bu anlamda bilinç dışı, zihinsel iç tecrübeleri üstünde
odaklaştırması, bu tecrübeleri tanımayı ve denetlemeyi yüceltmesi, İndik
geleneğin temel özelliklerinden biri haline geldi.[41] Elen uygarlık geleneğinde
ise insana görünen akışkan ve istikrarsız dünyanın ötesindeki aşkın
gerçekliğe, bu görünen dünyanın kendisinin çok daha dikkatli bir şekilde
gözlemlenmesi ve üzerinde serbest fakat akıllı spekülasyonlar yapılması yoluyla
üretilecek bilgi aracılığıyla ulaşılacağına inanıldı. Elenlerin ulaşmağa
çalıştıkları aşkınlık, aşkın bir güç değil aşkın bir düzendi. Aşkınlık, bu dünyanın
karışık ve akışkan görüntüsünün ardında yatan değişmez ve aslî kuruluşun
öğeleri ve düzeninin ne olduğu konusunda yatıyordu. Elen arayışı teolojiden yanı
tanrının bilgisinden çok kozmolojiye yani evrenin bilgisine yönelikti. Sorgulanan
kozmos'un 'gerçek' düzeniydi. Şeylerin, bu dünyanın ardındaki aşkın giz, bu
dünyadaki şeylerde, 'olmak' ve 'oluşmak'ların, 'physis'lerin içinde gizliydi. Bu gizin elde
edilmesi, bu dünyaya, şeylere, 'olmak' ve 'oluşmak'lara doğru bakılmasına
bağlıydı. Elenlerin bir 'dünya inşaası' girişimlerinin aksiyomatik özellikleriyle,
bundan her halde büyük ölçüde etkilenmiş olan Elen şehir devleti 'polis'in siyasî
ve toplumsal ortamında, bu kozmoloji arayışının yanına bir de insan toplumlarının
aşkın düzeninin ne olması gerektiğiyle ilgili bir siyasî boyut eklendi. Ne var ki,
toplumsal düzenle ilgili bu soruşturma, tanrısal iradenin [ya da iradelerin] insan
toplumlarının nasıl olması gerektiği konusundaki buyruğunun öğrenilmesini
aramıyordu. Toplumsal düzenle ilgili Elen söylemi, polis'in sahipleri, kurucu
ortakları olarak sıradan fani insanların siyasî görevleri, 'yurttaşlık erdemi' gibi
sorunsalların etrafında örüldü.[42] Aksiyal Çağ'da Orta
Doğu'nun İrano-Semitik kültür alanında ise, aşkınlığın arandığı yer ne İndik
gelenekteki gibi kişinin 'ben'inin içsel tecrübesi ne de Elen geleneğindeki gibi
doğanın incelenmesi yoluyla kozmik düzenin sorgulanmasıydı. İrano-Semitik gelenekte
aşkın gerçekliğin tecelli ettiği alan toplumsal
tarihin kendisiydi. Bu vurgulama, Zarathuştracı İran ve İbrani-Yahudi
kültürlerinden başlayıp günümüze kadar etkililiğini sürdüren bir tarih
metafiziğinin perspektifinden görünen özel bir toplumsal 'tarih resmi'ni sergiliyordu.
İrano-Semitik gelenekte, 'tanrı'nın yaradıcı iradesi ve tanrı ile ona karşı koyan
'şeytan' arasındaki aşkın moral mücadele, insan topluluklarının başına gelen
olayları da kapsıyordu. İnsanların başlarına gelenler ya da yaptıkları,
devletlerin kurulması, çökmesi, kralların tahta çıkmaları, tahttan indirilmeleri,
yeni bir hanedanın ortaya çıkışı, savaşlar, zaferler, mağlubiyetler, felaketler,
ancak ve ancak bu aşkın mücadelenin parçaları olarak bir anlam taşıyordu. Bütün
bunlar, tanrının ile şeytanın, aralarındaki mücadele sırasında bu dünya ve
insanlar düzlemindeki müdahalelerinin sonucuydu. Beşerî, toplumsal, tarihî olayların
kendi ölçekleri içinde anlamları yoktu. İnsan topluluklarında meydana gelen ve
böyle bir perspektiften bakmayan birinin olabilir de olmayabilir de (contingent) diyebileceği, ya da insanların
seçimleri ve eylemlerinin ürünü olarak açıklayabileceği olaylar, kurumlar,
süreçler, bu perspektiften, ancak, kozmosun varlığını ve kaderini de kapsayan,
açıklayan bu aşkın moral mücadelenin kısmî sonuçlarının dışa vurulması olarak
görülürse, aşkın mücadelenin bütünlüğü, genel senaryosu içindeki yerleri
tanınabilirse anlam kazanıyordu. Bu mücadele, kaotik bir yapı, senaryo
oluşturmuyordu. Başlı, yönlü ve sonluydu. İnsan tecrübesinin terimleri ile
bilinebilirdi. İnsanların anlayabilecekleri ve onlar için anlamlı bir aşkın
öyküydü. Beşerî tarih, bu öykünün bir iz düşümü olduğu için, aşkın ve
moral bir tarihti. İnsanların bilebilecekleri şey, başlarına gelenlerin yani beşerî
toplumsal tarihteki hadiselerin, bu aşkın mücadele içindeki yerini görmek, ve
yapabilecekleri şey, eğer 'kurtulmak' istiyorlarsa, bu mücadeleye tanrının iradesine
tabi olarak katılmaktı. Daha sonra içinden
İslamiyet'in de çıkacak olduğu Nil-Amu Derya uygarlık bölgesinin ki daha kısa bir
referans olarak bundan sonra Orta Doğu uygarlık bölgesi de diyeceğim, önemli bir
özelliğini Hodgson şöyle ifade etmektedir:[43] Buna karşılık bölgenin
kendi üst-kültür dili olan Aramice ile yaratılmış olan bir edebi ve/veya felsefî
gelenekten ve böyle bir Aramice yazılı kültürün merkezi olan kentlerden söz etmemiz
olanaksızdır. Hodgson'un vurguladığı bu tespitin açıklanmasına yönelik
araştırmalarımızda, her halde, aşağıdaki tespitler anlamlı ipuçları verir. 1. Aksiyal Çağ'da Orta Doğu'da ilk evrensel
imparatorlukçu siyasi kültürün çekirdeğindeki hakim unsur olan Persler, bir İranî
yazılı üst kültüre sahip olmayan göçebe-otlatıcılar iken, adeta birdenbire,
yazılı üst-kültürlü bir dünyanın askeri-siyasî hakimleri haline gelmişlerdir.
Hakhamaniş sarayı, bir üst kültür mekânı olarak ihtişamına rağmen, bir İranî
yazılı kültür geleneğinin mekânı haline dönüşememiştir. 2. Pers hakimiyetinin yıkılmasından sonra
bölgede siyasî hakimiyeti uzun bir süre elinde tutan Helenistik krallıkların
(Kommagen, Pontus, Selefkî, Ptolem krallıkları), Elence ve Elen kültürüyle
bağlarını korumaya çalışan siyasî merkezler olması, bölgenin kendi dil
gelenekleri içinden yazılı bir üst kültürün ürütelmesini teşvik etmemiştir. 3. Helenistik krallıklar döneminden sonra
bölgede ortaya çıkan yeni 'yerli' imparatorlukçu siyâsi güçler de, gene yazılı
bir gelenekten gelmeyen, literal geleneklerin bulunduğu alanlara adeta birdenbire hakim
olan başka aşiret kökenli İranî hanedanlar, Parthlar ve Sasaniler, İranî
göçebe-otlatıcı aşiret kültürlerinden çıkmıştır. 4. Sümerler'le başlayan, Hakhamanişler,
Parthlar ve Sasaniler dönemlerinde İranî kültürlerle etkileşerek süren Mezopotamya
'dünya resmi'nde insanın, varlığı tanrıların hizmetçisi olmanın ötesinde anlam
taşımayan aciz bir yaratık gibi görülmesi, insan tecrübesinin, insanın
yaptıklarından oluşan bir tarih değil kendi iradesi dışında başına gelen
hadiselerden oluşan bir tarih tasarımı içinde değerlendirilmesi, aşkın sorulara
verilen cevaplar anlamında temel düşünce hareketlerinin olgunlaşmasını
sınırlamış olabilir. İçinde daha sonraları
İslamiyetin ortaya çıkacağı Orta Doğu uygarlık alanının aşkın sorunlarla ilgili
temel metinleri, kutsal kitapları, bütün diğer bölgelerde okunduğu halde, diğer
uygarlık alanlarının bu türden kitapları Nil-Amu Derya bölgesinin yerli dillerine
çevrilmedi, bunların okunması bu bölgede yaygınlık kazanmadı. Bu bölgenin yerli
halkları, diğer alanlarının klasik söylemine nispî olarak kapalı kaldılar. Meselâ
Tevrat (Eski Şahitlik), Yeni Şahitlik ve daha sonra Kuran bütün diğer uygarlık
alanlarının üst kültürlerinde bilinen, okunan 'kutsal kitaplar' olduğu halde,
meselâ İndik uygarlık bölgesinin Upanişhadları ya da Çin klasikleri Orta Doğu
bölgesinde bilinen metinler haline gelmedi. İskenderiye ve Antakya gibi Akdeniz-Avrupa
uygarlık alanının Aksiyal Çağ'daki en büyük ,'bilgi' merkezlerinin Nil-Amu Derya
bölgesinin eteklerinde bulunması yukardaki ifadeyle çelişiyor gibi
anlaşılmamalıdır. Bu merkezlerin varlığı, Helenistik krallıklar tecrübesine ve
Roma İmparatorluğu tecrübesine rağmen, Akdeniz-Avrupa dünyasının klasik
kültürünü Orta Doğu'nun yerli halklarına aktarmaya yetmedi. İskenderiye
Mısır'daki koptları, Antakya çevresindeki semitik nüfusları Elen-Roma yazılı
geleneklerinin taşıyıcıları haline getir[e]medi. 1.3.Ek (İzinsiz
çoğaltılamaz, yayınlanamaz). Ne var ki Hıristiyan
itikadı sadece bir itikattır; insanlığın itikadı değildir. Bu evrensel tarih
bakışı, ancak inanan Hıristiyanlar için geçerli olma kusurluluğuyla yaralıdır.
Ama Batı'da bile Hıristiyanlar, tarihi ampirik olarak tasarlamalarını, ampirik tarih
telakkilerini itikatlarına bağlamamışlardır. Bir itikat bahsi [bir itikat sisteminin
bir bölümü], tarihin gerçek seyrine nüfuz eden ampirik bir içgörü bahsi değildir.
Hıristiyanlar için kutsal tarih, anlamı açısından farklı [sayıldığı için]
kutsal olmayan tarihten ayrılmıştı. [Ama] inanan Hıristiyan bile, Hıristiyan
geleneğin kendini, diğer ampirik araştırma nesnelerine [uyguladığı] aynı yoldan
gözden geçirmeyi becerebiliyordu". ... [Jaspers, eğer evrensel
tarihin bir ekseni varsa, yani bu tarihi eksenleştiren bir dönem varsa, bir dönemin
böyle bir dönem olduğuna dair önermenin, sadece Hıristiyanlarca değil, diğer
gelenekler içindeki bütün insanlarca benimsenebilecek bir önerme olması gerektiğini
söylüyor. Evrensel tarihin ekseni, tarihin öyle bir döneminde olmalıdır ki, insanın
bu güne kadar olabildiği her şey bu dönemden kaynaklanmış olsun diyor. Lasaulx
(1856), Viktor von Strauss (1870), Alfred Weber (1930'lar) gibi yazarları izleyerek, İÖ
800'lerle 200'ler arasındaki dönemde, özellikle İÖ 500'lü yıllar yöresinde,
birbirinden bağımsız olarak, Ege çevresi, Orta Doğu, İran, Hindistan ve Çin'de
öyle gelişmeler ortaya çıkmıştır ki, tarihi en derinden kesen çizgi bu dönemde
yatar; bugün bildiğimiz haliyle insan bu dönemde ortaya çıkmıştır; işte bu
döneme Aksiyal Çağ diyebiliriz diyor.] Dünyanın bu üç
bölgesinin hepsinde de bu çağın ifade ettiği yenilik, insanın, bir bütün olarak
Varlık'ın (being), kendinin ve kendi
sınırlılıklarının (limitations) bilincine
varmasıdır. Dünyanın oluşturduğu terörü ve kendinin güçsüzlüğünü görür,
farkeder (experiences) insan. Radikal sorular
sorar. Boşlukla yüz yüze [olduğu durumda] hürriyetine kavuşma ve kurtarılma için
çabalar. Sınırlarını (limits) bilinçli bir
şekilde tanıyarak, kendine en yüksek hedefleri seçer. Kendi benliği (selfhood) olmanın derinlikleri ve aşkınlığın
(transcendence) berraklığı içinde,
mutlaklığı hisseder, görür. Bütün bunların hepsi
tefekkürün (reflection) içinde meydana geldi.
Bilinçlilik bir kere daha, kendinin bilincine vardı, düşünce kendinin nesnesi haline
geldi. Spiritüel çatışmalar ortaya çıktı. Akıl yürütmeler ve deneyimlerin
iletişimi ile başkalarını ikna etmeye [yönelik] çabalar, bu çatışmalara eşlik
etti. En çelişkili olanaklılıklar [üstünde] denemeler üretildi. Tartışma,
partilerin oluşturulması ve spiritüel varlık alanının, gene de birbiriyle ilişkili
kalan karşıtlara bölünmesi, huzursuzluk ve spiritüel kaosun eşiğine varan bir
hareketlilik yarattı. Bugün hâlâ içlerinde
düşündüğümüz kategoriler bu çağda doğdu, insanların bugün hâlâ beraber
yaşadıkları dünya dinlerinin başlangıçları bu çağda yaratıldı. Evrenselliğe
atılan adım her anlamda atılmış oldu. Bu sürecin bir sonucu
olarak, o döneme kadar bilinçli bir şekilde (unconsciously)
kabul edilmiş olan fikirler, adetler ve koşullar gözden geçirilmeye tabi tutuldu,
sorgulandı ve [bir kısmı] tasfiye edildi. Her şey bir girdabın içine sürüklendi.
Geleneksel muhteva, öz (substance) hâlâ
canlılık ve gerçekliğe sahip olduğu ölçüde, bu geleneksel muhtevanın ifade
edilişleri aydınlığa çıkarıldı ve böylece kendini aşan bir değişmeye uğradı. Mitik (mythical)
Çağ, sakinliği ve kendi kendine aşikâr olması ile sona erdi. Elen, Hintli ve
Çinli felsefeciler, can alıcı içgörülerinde mitik değillerdi, peygamberlerin tanrı
hakkındaki fikirlerinin de mitik olmadığı gibi. Rasyonellik ve rasyonel olarak
aydınlığa çıkartılmış deneyim mite karşı (logos mitosa karşı) bir mücadeleyi
başlattı; tek bir tanrının var-olmayan cinlere karşı aşkınlığı için bir başka
mücadele gelişti ve sonunda (eski) tanrıların gerçek olmayan figürleri karşısında
bir etik (ahlâki) isyan ortaya çıktı. Din etik kılındı ve ilâhi varlığın
şevketi (majesty) böylece arttırıldı. Öte
yanda mit, bununla, bunun daha önce anlamlı kıldığından çok farklı bir şey ifade
eden bir dilin malzemesi haline geldi, bir 'mesel'e (parable)
dönüştürüldü. Mitler yeniden kalıba döküldü, yeni bir modaya göre mit yaratmak
olan bu geçiş (transition) sırasında, tam,
bir bütün olarak mitin yok edildiği anda, mitler yeni bir derinlik içinde
anlaşılmaya başlandı. Eski mitik dünya yavaş yavaş unutulmuşluğa gömüldü, ama
insanların büyük kitlesinin devam eden itikadı aracılığıyla, mit, her şeyin bir
fonu, arka planı olarak kaldı (ve bunun bir sonucu olarak da, sonradan geniş alanlar
üstünde [logos'a] galip gelebildi). İnsanlığın bu baştan
sona değişmesi, spiritüelleşme diye terimleştirilebilir. [Bu dönemde] hayat
üstündeki, daha önce hiç sorgulanmamış olan kavrama-anlama, hayatı tutma gevşer,
kutuplulukların sükuneti, karşıtlar ve antinomilerin sükunetsizliğine dönüşür.
İnsan artık kendi içinde ihtiva edilmiş (enclosed)
değildir. Kendinden emin olmadığı bir hale gelir ve böylece yeni ve sınırsız
olanaklılıklar açılır. Daha önce kimsenin sormadığı ya da öne sürmediği
şeyleri duyabilir ve anlayabilir. Daha önce duyulmamış olan aşikâr olur. Dünyası
ve kendi özbenliğiyle, Varlık insanca hissedilebilir olur ama kesin-nihai olarak
değil: soru sürer. [Aksiyal Çağda] ilk kez
felsefeciler ortaya çıktı. İnsanlar kendilerine bireyler olarak güvenmeye, dayanmaya
cesaret ettiler. Çin'deki inzivaya çekilen kişiler ve gezgin düşünürler,
Hindistan'daki çileciler, Yunanistan'daki felsefeciler ve İsrail'deki peygamberler,
düşüncelerinin içerikleri ve içsel eğilimleri, inançları açısından
birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, aynı dünyanın insanlarıydı
[aralarında önemli benzerlikler vardı]. İnsan kendini içsel olarak bütün evrenle
karşılaştırmaya muktedir olduğunu kanıtladı. Kendini, kendi özbenliğini ve
dünyanın üzerine çıkacağı kökeni (origin)
kendi içinde buldu. Spekülatif düşüncede insan kendini, özne ve
nesnenin ortadan kaybolması, karşıtların [birbirlerine] tesadüf etmelerindeki
ikililik olmaksızın algılanan-tasarlanan Varlık'ın kendisine doğru yukarı
kaldırır. Ruhun en yükseklerdeki uçuşmalarında, Varlık'ın içinde bir kendine
geliş ya da unio
mystica (mistik birleşme), Tanrıyla bir olma ya da Tanrı'nın iradesi için bir
araç olma şeklinde hissedilen-tecrübesi yaşanılan şey, spekülatif düşünceyi
nesnelleştirmekte muğlak ve çok kere yanlış anlaşılan bir biçimde ifade edilir. İnsanın içinde vücuda bağlı ve vücut
içinde gizlenmiş, içgüdülerle eli ayağı bağlanmış ve kendinin farkına ancak
bulanık bir şekilde varabilen özellikle beşeri
olandır ki, hürriyetine kavuşmanın ve kurtarılmanın hasretini çeken nokta ideaya
doğru süzülerek yükselme, sükuna teslim olma, meditasyon içinde kendinden geçme,
kendini ve dünyayı atman (Hindu dilinde
can-ruh-nefes) diye bilme, nirvana tecrübesini
yaşama, tao ile bağdaşma, ya da Tanrı'nın iradesine teslim olma içinde, bu
hürriyete kavuşma ve kurtulmayı daha bu dünyada elde etmeyi başarır. Bu yollar,
kanaatleri ve dogmalarında birbirlerinden geniş mesafelerle ayrılırlar, ama hepsine
ortak olan, insan'ın, Varlık'ın tamamı içinde kendinin ve bu yolları ancak ve ancak
kendisiyle başbaşa olan bir birey olarak adımlayabileceğinin farkına vararak,
kendinin ötesine doğru uzanmasıdır. Bütün dünyevi malları itebilir, çölün,
ormanın ya da dağların içine çekilebilir, inzivaya çekilmiş kişi olarak tek
başınalılığın yaratıcı gücünü keşfedebilir ve bundan sonra bilginin sahibi
olarak dünyaya dönebilir, bir bilge ya da peygamber gibi. Daha sonraları akıl ve
bireysel kişilik olarak adlandırılanlar ilk kez Aksiyal Çağ sırasında ortaya
çıkmıştı. Bireyin başardığı şeyin
herkese yayıldığı sanılmasın. İnsan imkânlarının zirveleri ile kalabalık
arasındaki açık, fark, bu dönemde fevkalâde arttı. Ne var ki, bireyin ne olduğu, ne
haline geldiği dolaylı olarak her şeyi değiştirir. İnsanlığın tamamı [Aksiyal
Çağda] ileriye dönük bir sıçrama yaptı. Bu yeni spiritüel dünyaya
tekabül eden bir şekilde, üç bölgenin hepsinde de benzerlikler gösteren bir
sosyolojik durum görüyoruz. Bir küçük devletler ve şehirler kalabalığı ve bir
herkesin herkese karşı mücadelesi vardı. Ne var ki bu, başlangıçta, şaşırtıcı
bir refah, canlılık ve zenginliğin göz önüne serilmesine izin verdi. Çin'de Chou
hanedanının güçsüz emperyal yöneticileri altında küçük devletler ve şehirler
egemen bir hayat elde etti; siyasî süreç, küçük birimlerin diğer küçük
birimlerce boyunduruk altına alınması yoluyla büyümesinden ibaretti. Yunanistan'da ve
Yakın Doğu'da, küçük arazi birimleri hatta, belirli bir ölçüde, İran'a tabi
olanlar bile, bağımsız bir var olmanın tadını çıkardı. Hindistan'da da bir çok
devlet ve serbest şehir vardı. Karşılıklı temas bu üç bölgenin herbirinin
içinde dolaşan bir spiritüel hareketi başlattı. Çinli felsefeciler Konfüçyüs,
Moti ve diğerleri bütün ülke sathı boyunca dolaştılar, spiritüel hayata
elverişlilik açısından ünlü yerlerde toplandılar ve sinologlar tarafından
akademiler diye adlandırılan okulları kurdular. Yunanistan'ın sofist ve felsefecileri
de benzer bir şekilde oradan oraya dolaştılar ve Buda bütün hayatını bir yerden bir
başka yere giderek, dolaşarak, geçirdi. Geçmişte, spiritüel
koşullar nisbeten dayanıklı olmuşlardı; katastroflara rağmen her şey,
bilinçliliğe girmeyen ve bu nedenle idrak edlmeyen çok yavaş, durgun bir spiritüel
hareketin ufku içinde sınırlanmış olarak, kendini tekrarlamıştı. Şimdi , aksine,
gerginlik artar ve sel gibi hızı olan bir harekete yol açar. Bu hareket bilinçliliğe
ulaşır. İnsanın var oluşu, tarih halinde,
meditasyon nesnesi haline gelir. İnsanlar, sıradan olmayan bir şeyin kendi şimdiki
zamanlarında başlamakta olduğunu hisseder ve bilirler. Ama bu farkına varmadır ki
aynı zamanda insanları, sonsuz bir geçmişin bu kendi şimdiki zamanlarından önce
geldiği vakıasının da farkına vardırır. Özellikle beşeri olan ruhun bu
uyanışının ilk başlangıcında insan, hafızasıyla-hatırlamasıyla ayakta durur ve
bir geç çağa ya da hatta bir bozulmuş çağa ait olduğunun bilincindedir. İnsanlar kendilerini
katastrofla yüzyüze gibi görür ve içgörü eğitim ve reformla yardım etme arzusunu hissederler. Olayların
seyrine plânlamayla hakim olma girişiminde bulunulur, doğru koşullar yeniden meydana
getirilecek ya da ilk kez ortaya çıkarılacaktır. Bir bütün olarak tarih, dünyanın,
ya bir sürekli gerileme-düşüş, ya bir dairevî hareket ya da bir yüceliş şeklinde
aldığı biçimlerin sıralaması gibi görülür. İnsan düşüncesi, insanların bir
arada en iyi yaşayabilmeleri, en iyi yönetilmeleri ve idare edilmelerinin tarzına
hasredilir. Reform fikirleri pratik etkinliğe tahakküm eder. Felsefeciler devletten
devlete seyahat eder, danışman ve öğretmen olurlar. Ya hafife alınırlar ya da
peşlerinden koşulur. Tartışmalara ve birbirleriyle rekabete girerler. Konfüçyüs'ün
Wei'nin sarayında başarısız olması ile Plato'nun Siraküze'de başarısız olması,
Konfüçyüs'ün geleceğin devlet adamlarını eğiten okulu ile Plato'nun aynı amaca
hizmet eden akademisi arasında sosyolojik bir paralel çizilebilir. Bir kaç yüzyıla
yayılmış olan bütün bu gelişmelere tanık olan çağ, bir basit yukarı doğru
hareket olarak telâkki edilemez. Bu çağ bir eşzamanlı yok etme ve yaratma
çağıydı. Nihai bir tamamlanma-başarı elde edilmedi. Bireylerde gerçekleşen en
yüksek düşünce ve pratik ifade imkânları (potentialities)
[herkesin] ortak malı olmadı, çünkü insanların çoğunluğu bu [en yüksek
imkânların sınırlarını zorlayanların] ayak izlerini takip edebilmekten acizdi.
Hareket serbestliği olarak başlayan sonunda anarşi haline geldi. Çağ
yaratıcılığını kaybettiğinde, üç[45] kültür dünyasının hepsinde de, dogmatik bir katılaşma
ve çöküntü meydana geldi. Dayanılmaz hale gelmekte olan bir düzensizliğin içinden,
ayakta kalan koşulların yeniden kurulması yoluyla, yeni bağlar-bağlantılar peşinden
koşan bir gayret çıktı. Sonuç bir kere siyasi
niteliktedir. Aşağı yukarı eşzamanlı olarak, fetihlerle büyük kılınan
imparatorluklar, Çin'de (Tsin Shi hwangti), Hindistan'da (Maurya hanedanı) ve Batı'da
(Helenistik imparatorluklar ve Imperium Romanum)
ortaya çıktı. Her yerde çöküşün ilk sonucu teknolojik ve örgütlenmeci bir
planlama düzeniydi. Fakat, daha önce yaşanmış olanın ruhuyla ilişki her
yerde ayakta kaldı. Bir model ve bir saygı -saygıyla yüceltme nesnesi haline geldi.
Başarıları ve büyük şahsiyetleri, ufukta açık ve seçik bir şekilde ayakta
durmağa devam ettiler ve okullaştırma ve eğitimin içeriğini sağladılar
(Konfüçyanizm, Han hanedanı altında, Budizm Asoka ile evrimleşti ve Augustus çağı,
bilinçli olarak Greko-Romen kültürel eğitimini kurdu). Aksiyal dönemin sonunda
ortaya çıkan imparatorluklar kendilerini sonsuzluk için kurulmuş saydı. Fakat
istikrarları sadece görüntüseldi. Bu imparatorluklar, her ne kadar Aksiyal Dönemi'n
devlet formasyonlarına kıyasla uzun bir süre devam ettilerse de sonunda hepsi
çürüdü ve paramparça oldu. İzleyen bin-yıl boyunca fevkalâde çok sayıda
değişme üretti. Bir bakış açısından, büyük imparatorlukların dağılmaları ve
yeniden kurulmaları, Aksiyal Dönemin sona ermesinden beri hep tarihi oluşturdu, eski
uygarlıkların gelişip-serpildikleri bin-yıl boyunca da oluşturmuş olduğu gibi. Ne
var ki, bu bin-yıllar sırasında, büyük imparatorlukların dağılması ve yeniden
kurulması, bütün insan etkinliğini sorgulayan ve bu etkinliğin üstüne yeni bir
anlam tevcih eden, o spiritüel gerginlikten yoksundu. [1] K. Polanyi (1956) "Kurumlaşmış bir süreç olarak ekonomi". [2] Burada, erken bir hatırlatma olarak, etnik Türklerin hakimiyetinde kurulmuş olsa da, Osmanlı devletinde Fatih sonrasında, 1450-1650 arasında siyasi hakimi-yetin, bu hakimiyeti uygulayan kadrolar açısından Türklerin elinden çıktığına, bu dönemdeki Osmanlı devletine etnik Türklerin siyasi hakimiyetine dayanan bir devlet olarak bakılamayacağına dikkat çekmek isterim. [3] Housman (1937) M. Manlilii Astronomicon: Liber Primus, İkinci edisyon, s.87'den aktaran E.H. Carr (1961) What is history (Harmondsworth: Penguin, 1973), s.10. [4] Bak. Y. S. Tezel (1990) "Osmanlı tarihinin bilgisi ile bugünkü kimlik sorunlarımız ve dünyadaki itibarımız meseleleri arasında ilişki ya da ilişkisizlik üzerine", Türkiye Günlüğü, sayı 11, Yaz 1990, 12–9. [5] I. Berlin (1960) "The concept of scientific history"; "Bilimsel tarih anlayışı" başlığı ile Türkçe'ye çeviren Y.S. Tezel. [6] Burada, tarihçilik yaparken işimizin bir ekseninin, tarihin ampirik içeri-ğiyle uğraşmak olduğunu söylememizden, bilginin kaynağı, özellikleri, sanıların bilgi olup olmadıklarının sınanması bağlamında, bilgi ve bilmek konusunda felsefî bir tutum olarak ampirizmin tercih edildiği sonucu çıkartılamaz. [7] Kültürel, toplumsal ortamın hem bireysel ölçekleri içinde gerçek insanların yarattığı bir varlık alanı olması hem de bu alanının bireysel ölçeği içinde gerçek insan açısından bir veri dışsal gerçeklik alanı olmasının oluşturduğu gerilim hakkında yetkin bir kısa sunuş için bak. Peter Berger (1967) The Sacred Canopy (Garden City, NY: Anchor Books, 1969), s.3-28, bu kitabın birinci bölümünün Türkçeye çevirisi, Y. S. Tezel. [8] İnsanın evren içindeki fizikî konumunun sınırları içinde olabilecek her türlü deneyin sınırını aşan, insan bilincini aşan, bu anlamda doğa-dışında bir varlık alanı gerektiren ya da ima eden sorular. [9] 'Üst kültür'
kategorisi tanımlanırken, bir 'üst kültür' kapsamındaki insan-larla bir 'ilkel
kültür' ya da 'alt kültür'deki insanların, insan olarak yaşama tecrü-beleri
açısından beşeri dünyanın önemli bir ortak bölgesini paylaştıkları göz ardı edilmemelidir. Lévi-Strauss gibi antropologlar
'ilkel' kültürlerdeki insanların dil, mitoloji,
din, akrabalık, toplumsal örgütlenme yapıları, kurumları ve süreçlerinin şaşırtıcı bir karmaşıklık düzeyine sahip
zengin bir beşeri dünya sergilediğini göstermişlerdir.
Bizim 'üst kültür' ya da 'yüksek kültür' terimleriyle ifade etmek istediğimiz ortam, bir yanda, yazıyla taşınan
bir 'dünya inşaası' geleneğinin var olduğu,
yani yazının, günlük hayattaki 'kayıt' ihtiyaçlarının karşılanmasını aşan bir şekilde, insanların dünyayı ve kendi varlık
ve eylemlerini içinde anlamlan-dırdıkları bir 'dünya resmi'ni çizdikleri bir edebî
geleneğin üretilmesi ve taşın-masında kullanıldığı, böyle bir geleneğin
merkezî bir öneme sahip olduğu bir ortamı, ve ii) 'üst kültür'ün birden fazla
halkın, ethnos'un kullandığı, bu anlamda etnik
ve mahalli değil, etnikliği aşan ve geniş alanlara yayılan bir kültür ortamı
işaret etmektedir. 'Üst kültür', 'yüksek uygarlık' gibi kategorilerin biraz sonra
sö-zünü edeceğimiz Aksiyal Çağ temasında ele alınışı konusunda bak. Benjamin I.
Schwartz (1975) "The age of transcendence", Deaedalus, s.2. [10] Bu genel kimlik, üslup farklarının en iyi sergilendiği alanların başında bu geleneklerin mitolojileri gelir. Mesela, insanın varlık statüsü anlamında temel değeri, var olmasının gerekçesi, gücünün neye yetebileceği neye yetemeyeceği konuları açısından, Grek mitolojisi (mesela Prometheus miti) ile Mezepotamya'-nın Tevrat'a da yansımış olan mitolojisinin (mesela yaratılış, tufan ve Gılgamış mitlerinin) karşılaştırılması, bu gelekleri tanımamızı kolaylaştıran önemli ipuçları sağlayabilir. [11] Marksistler arasında hararetli tartışmalara konu olması, birçok Marksistin 'gerçek' (!) toplumsal değişmelere ancak içsel değişmelerin yol açabileceğini isbat etmek için sarfettikleri gayret, Marksın ve Marksistlerin, bir kapalı sistem'-in iç mekanik dengesine dayanan Newtongil 'natura'ya benzeyen bir 'toplum' paradigmasına sahip olmalarının sonucudur. [12] M.
Weber, bunlardan en çok bilineni olan "Die protestanische Ethik und der Geist des
Kapitalismus"u, ilk kez 1904–1905'te Archiv
für Social-wissenschaft und Sozialpolitik, c. 20 ve 21'de yayınladı. Bunu, dört
geleneği karşılaştırarak değerlendirdiği Gesammelte
Aufsaetze zur Religions-sociologie'nin 1. cildinde
(tamamı 3 cilt) (Tübingen, 1922-3) yeniden yayınladı. Bu çalışma ünlü
Amerikalı sosyolog Talcott Parsons tarafından İngilizceye çevrildi ve The Protestant ethic and the spirit of capitalism (1930)
(London, Unwin University Books) olarak yayınlandı. Türkçeye çevirisini Zeynep Aruoba
yaptı [Protestan ahlakı ve kapi-talizmin ruhu (1985) (İstanbul:Hil yayınları)].
1922-3 de yayınlanan 3 ciltlik Gesammelte Aufsaetze zur Religionssociologie' deki
diğer dinlerle ilgili çalışma-lar İngilizceye The
religion of China: Confucianism and Taoism (1921)
(Glenceo: The Free Press, 1968); Ancient Judaism
(1952) (Glencoe: The Free Press, 1967); The
Religion of India: the sociology of Hinduism and Budism (Glencoe: The Free Press)
olarak çevrildi. Bu son üç başlık henüz Türkçeye çevrilmedi. [13] S.N. Eisenstadt (1963) The political systems of empires: the rise and fall of the historical bureaucratic societies (New York, NY: The Free Press, 1969) [14] M. G. S. Hodgson (1974) The venture of Islam: conscience and history in a world civilization, c. 1, The classical age of Islam ; ... c.2, The expansion of Islam in the middle periods; ... c.3, The gunpowder empires and modern times (Chicago, Ill.: The Univ. of Chicago P.) [15] Hodgson, c.1, 108-9. [16] Tarımsal alanlardan şehirdeki hakimiyet örgütlenmesine, çok büyük ölçüde, zora dayanan süreçlerle kaynak aktarılmasının kurumsallaşmış bir süreç haline gelmesi, mantıken mümkündür ve tarihin olgusal içeriğinde çarpıcı örnekleri vardır. Ne var ki, zora dayanan kurumsallaşmış kaynak aktarma süreçleri bütünleştirici olamaz. Merkezinde oldukları kültür-uygarlık geleneğinin, bu anlamda toplumun yeniden üretebilmesini büyük ölçüde bozarlar. Fatih sonrası Osmanlı devleti üstünde duracağımız derslerde bu konuya yeniden dönülecektir. [17] Bak. Polanyi (1957). [18] Bir sıçrama yapıp Selçuklu ve Osmanlı dönemleri ve alanlarına bakarsak, çağımızda bu dönem ve alanların iktisadi-sosyal tarihi hakkında yazılanların önemli bir kısmının, 'tımar', 'vergi sistemi', 'iltizam', 'mukataa' gibi, tarım alanlarında doğrudan üretim yapanların gelirleri üstünden şehirli nüfuslara aktarılan paylarla ilgili olduğu görülecektir. [19] Klasikler, nüfusun değişme oranını gerçek ücretlerin bir fonksiyonu olarak düşünmüşlerdir. Gerçek ücret asgari geçimlik ücret oranının üzerine çıkarsa nüfus artmağa başlar. Ancak işçiler arasındaki iş bulma rekabeti gerçek ücretleri asgari geçimlik ücret düzeyine çeker. Ya da gerçek ücretler asgari geçimlik ücret düzeyinin altına düşerse nüfus azalmağa başlar. Ancak işverenler arasındaki işçi bulma rekabeti gerçek ücretleri tekrar asğari geçimlik ücret düzeyine yükseltir. Bu konuda bakınız Y. S. Tezel (1989) İktisadi Büyüme (Ankara) Öte yanda, tarım-temelli şehirli uygarlıkların, demokratik değer ve kurumların söz konusu olmadığı örgütlenme ve dünya görüşü ortamlarında, geniş tarımsal üretici yığınlarının yaşama standartlarının asgari geçimlik düzeyin üstüne çıkmasının beklenemeyeceği de belirtilmelidir. [20] En ünlü yayını için bak. Marshall Sahlins (1972) Stone age economics (London: Tavistock publications, 1978). [21] Barrington Moore jr (1966) Social origins of dictatorship and democracy (Harmondsworth: Penguin, 1977, 469-72. [22] Manuscript'in Almanca aslının çok az sayıdaki kopyası, ilk kez 1939 ve 1941'de, iki cilt halinde Moskova'daki Marks-Engels-Lenin Enstitüsü'nce yayınlandı. Martin Nicolaus'un İngilizce'ye çevirisi için bak. Karl Marx, Grundrisse, foundations of the critique of political economy (rough draft) (Harmondsworth: Penguin, 1973). [23] ibid., 472-4, 484, 486, 493-5. Marx ve Asyatik üretim biçimi konusunda ayrıca bak. ed. A. M. Bailey ve J. R. Llobera (1981) The Asiatic mode of production: science and politics (London: Routledge & Kegan Paul), 23-36; B. Hindes ve P. Q. Hirst (1975) Pre-capitalist modes of production (London: Routledge & Kegan Paul), 178-206. [24] Mesela, Lipit-Ishtar Hukuk Yasası'nın İngilizce'ye çevirisi için bak. Kramer, 336-40. [25] Anadolu tarihinin, yerleşik tarımın ortaya çıkmasından sonra hiçbir dönemi yoktur ki, bir kapalı toplum modeli içinde ele alınması anlamlı olsun. [26] Benjamin I. Schwartz (1975) "The age of transcendence" Deaedalus, 2. Bu gelişmelerin yol açtığı süreçler, etkileri, ortaya çıkış sebeplerinden daha ilginçtir. Aksiyal Çağ'a "Karmaşık ve öngörülemez bir geleceğe açılma" çağı diyen Schwartz, [ibid, 5], benzerliklerin ortaya çıkışının açıklanmasının fazla anlamlı olamayacağını söylemektedir. [27] Benjamin Schwartz, aşkınlık kategorisinin Jaspersvari bir Aksiyal Çağ teması içinde kullanılmasını gözden geçirirken, 'aşkınlık'ı, "bir tür geriye çekilip görünenin ötesine bakmak gerçekte olanın (actual)eleştirici, geriye dönüp üzerinde düşünmeci bir şekilde bir tür sorgulanması ve görünenin ardında yatanla ilgili yeni bir görüş (vision)" şeklinde betimlemektedir. Ki Aşkınlığın bu 'dünyanın olmusuzlanmasıyla sonuçlanması gerekmez. [(1975), 3]. [28] Karl Jaspers (1953) The origin and goal of history (New Haven, Conn.: Yale University P., 1968). Bu kitabın ilgili bölümünün çevirisi, bu bölümün sonuna eklenmiştir. [29] Aslî özellikleri iyilik, güzellik, bilgi olan, karşıtı kötü, çirkin ve bilgisiz Angri Mainyu'ya karşı kozmik mücadelesini sürdüren yaratıcı tanrı Ahura Mazda'ya inananların dini. [30] Arnaldo Momigliano (1975) "The fault of the Greeks", Deaedalus, s.9. [31] P. Grimal (1965) "Introduction: man and myth", içinde olduğu kitap, P. Grimal, ed. (1965) Larousse World Mythology (Secaucus, NJ: Chartweil Books Inc., 1977), 9. [32] Malinowski'nin materyalist işlevselciliğinin açık bir eleştirisi için bak. Claude Levi-Strauss (1977) "Massey Konferansları", içinde yay. kitap, C. Levi-Strauss (1986) Mit ve anlam (Myth and meaning) (Türkçe'ye çevirisi, İstanbul: Alan yayıncılık, 1986), 289. [33] Mezopotamya uygarlık geleneğinden bir 'teogoni' örneği daha sonra bu çalışmada zikredilecektir. [bak. s. ]. Grek uygarlık geleneğinin klasik teogonisi olup Anadolu kökenli Hesiodos'un eserinin Türkçe'ye güzel bir çevrisi için bak. çev. S. Eyüboğlu, A. Erhat (1977) Hesiodos: eseri ve kaynakları (Ankara: TTK yay.) içinde, "Tanrıların doğuşu (Theogonia)", 104-40. Teogonilerin mitik dünya tasarmları içindeki yerleri konusunda bak. Mircae Eliada (1978) A history of religious ideas, c.1, 87-90. [34] Benjamin I. Schwartz (1975) "The age of transcendence" Deaedalus, 2-3. [35] Bu tavır, evrensel imparatorluk programının mantıkî uzantısıdır. Çok geniş alanlarda çok sayıda farklı dil, din, etnik kökene sahip milyonlarca insan üzerinde kurulan hakimiyetin kararlılığı ancak böyle bir tavırla sağlanılmak istenebilir. Bu tavır imparatorlukçu devletin hakimiyetine kararlılık sağlamaya yetmezse de kararlılık şansı ancak böyle bir tavırla 'ufukta görülebilir'. Perslerin imparator-lukçu hakimiyetiyle ilgili olarak yukarda söylediklerimiz, Osmanlı imparatorluk-çu devletinin de yönetim üslubunu çağrıştırmaktadır. Çünkü Osmanlı devleti de, bir imparatorluğun hakimiyet merkezi haline dönüştükten sonra, bu merkezin 'dünya resmi'nin iktisadi, kültürel, dini hatta idarî yapılarını, fethettiği bölgeler-deki mahalli kültürler içinde yaşayan insanlara zorla empoze etmeye öncelik veren bir devlet değildi. Osmanlı devleti, çok büyük ölçüde, işgal ettiği bölgeler-deki mahalli kültürlere, onları zorla değiştirmeğe kalkışmadan hakim olmak, üzerlerinde bir üst hakimiyet sağlamakla yetinmeye çalıştı. [36] Bak. daha sonraki s. [37] Seleukus'un ve hanedanın kurduğu Seleukeia adlı kentlerden biri Dicle kenarında, sonraki Tisfon ve Bağdat'ın yakınındaydı ve taht merkeziydi. Bir diğe-ri Türkiye'nin Akdeniz kıyılarındaki adı günümüze Silifke olarak gelen kentti. [38] Bak. Wagstaff (1985), 121-51. [39] Fethiye yöresindeki Letoon kalıntıları arasında bulunan ve şimdi Fethiye müzesinde sergilenen, Pers hakimiyeti döneminde İÖ 358 de, Likyalıların dili, Elence ve Aramice ile yazılmış üç dildeki kitabe, Aramice'nin yaygınlığının işa-retlerinden biridir. Bak. Cemil Toksöz (1986) Ancient cities of Lycia (İstanbul: Hankur Matbaacılık Ltd.), 20, 77. [40] Osmanlı Padişahlarının Harem hiyerarşisinde yükselince sultan ünvanı alan köleleri, cariyeleriyle karıştırılmasın diye sultan demiyorum. [41] İndik uygarlık alanında dünyadan el çekmeci hakikat arayışlarının tarihi hakkında bak. Mircea Eliada (1978) A history of religious ideas, vol.1, from the Stone Age to the Eleusinian Mysteries (Chicago, Ill: University of Chicago Press), 227-46. [42] Bu konuyu Aksiyal Çağ ve uygarlık alanlarının tecrübelerinin değerlendi-rilmesi bağlamında ele alan güzel bir yazı için bak. S.C.Humphreys (1975) "Transcendence" and intellectual roles: the ancient Greek case", Deaedalus, 91-118. [43] Hodgson, cilt 1, s.114. [44] Çevirenin notu: Jaspers, Zerdüşt'ün yaşadığı çağ konusunda yanılmak-tadır. Jaspers'in yazdığı yıllardan sonraki dönemde Mazda dini ve İranî halklar ve kültürlerle iligili akademik çalışmalarda, Zerdüşt'ün muhtemelen İÖ 1200-1000 arasında bugünkü İran'ın doğusunda yaşadığı sonucuna varılmıştır. Ama Zerdüşt'ün yeniden yorumladığı biçimiyle Mazdayas-nacılığın yani Ahura Mazda'ya ibadet edenlerin dininin bir evrensel imparatorlukçu devletin, ki Hakhamaniş devletinin merkezindeki insanların dini olması Aksiyal Çağ'da gerçekleşmiştir. [45] Çevirenin notu: Jaspers, Orta Doğu ve Akdeniz-Avrupa dünyasını tek bir alanmış gibi ele aldığı için üç kültür dünyası diyor. Bizim bu tasnife katılmadığı-mıza dikkat edilmelidir. |