.
Main Page
CV
Publications
Online Arts
Yeni Binyil Articles
Photo Gallery
Poems
Links
Contact
Search
Mezopotamya'nın İktisadi Tarihinin Bir Kuşbakışı Görünümü

BÖLÜM BİR - GİRİŞ

1.1. Türkiye'nin iktisadî tarihinin ampirik içerik alanının sınırları ve bu içeriği ele almanın gündeme getirdiği analitik araçlarla ilgili bazı sorunlar

Türkiye'nin iktisadî tarihi'ni, 'fiyat oluşturucu piyasalar' sistemi olarak bir Türkiye ekonomisinden söz edebileceğimiz yakın yıllar öncesinde, Polanyi' nin Genel İktisat Tarihi dersinde ele almış olduğumuz "Kurumlaşmış bir süreç olarak ekonomi" başlıklı makalesinde yetkin bir şekilde gösterdiği analitik ve ampirik nedenlerden ötürü, toplumsal ve siyasi tarihinden ayrıştırmak anlamlı değildir. Bu nedenle, bu ders boyunca, 'Türkiye'nin iktisadî tarihi' terimindeki 'iktisadî' sıfatı, Polanyi'nin bir beşeri-toplumsal gerçeklikler bütünlüğünde insanların maddî ihtiyaçlarını kurumlaşmış süreçlerle karşılayan insan etkinlikleri ve ilişkileri alanı olarak, siyasî, dinî, kültürel kurumlar ve süreçlerin içine gömülmüş bir 'ekonomi' anlamında ele alınmaktadır.[1]

      Türkiye'nin iktisadî tarihi' teriminin, hangi coğrafî alanın ve hangi dönemlerin kastedildiği bakımından açığa kavuşturulması gerekmektedir.

      Neolitik devrimin yani bitki tarımına geçişin dünyada ilk kez meydana geldiği ve Verimli Hilal diye adlandırılan bölgenin bir kısmı Anadolu' dadır. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları içinde kalan alanlar, neolitik devrimden bu yana geçen binlerce yıl boyunca, pek çok sayıda farklı etnik kökten gelen insan gruplarının, halkların yarattığı kültürlere sahne olmuştur. Tarihin birçok döneminde Anadolu'da birden fazla farklı kültür yan yana yaşamıştır. Büyük göç hareketleri ve Hakhamaniş Pers devleti gibi 'evrensel imparatorlukçu' idarelerinin sistematik bir denetim yöntemi olarak başvurduğu 'tehcir'ler nedeniyle ise, farklı dil, din ve kültürlere sahip insan grupları, Orta Doğu'nun başka bölgelerinde de olduğu gibi, Anadolu'nun her yanına dağılmış, farklı etnik köklere sahip halkların ayrı ayrı bölgelerde yaşamaları, yerini, her dilden, dinden, kültürden insan gruplarının bir arada yaşadıkları yüzlerce kasaba ve kentte sergilenen bir halklar ve kültürler mozayiğine bırakmıştır. Bugün bizim, oldukça yakın tarihlerde oluşmuş bulunan göreli olarak daha türdeş bir kültür yapısına sahip bir Türkiye'de yaşamamız, bir coğrafî alan olarak Türkiye'nin tarihinde daha dün denebilecek yakın günlere kadar çok zengin bir etnik ve kültürel çeşitlilik ve karmaşıklığın sürdüğünü göz ardı etmemize yol açabilir.

      İçinde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti devleti, Anadolu Türk kültürü etrafında kurulmuş olan bir devlettir. Türkiye'nin bizim kuşaklarımızın zaman aralığından önceki tarihinin uzun bir dönemi, Müslüman Türklerin, hem bir nüfus unsuru, hem de kurdukları devletler nedeniyle bazı dönemlerde bir egemenlik unsuru olarak ağırlıklarını koydukları bir dönemdir.[2] Ama 11'inci yüzyıldan itibaren Müslüman Türklerin, egemenlik kurumlarıyla Anadolu'ya girmelerinden önceki dönemler de, Türkiye'nin iktisadî, sosyal tarihinin fevkalâde önemli kesitlerini içerir.

      Türkiye'nin Türklerden önceki tarihi, bugün Türkiye'de yaşayan bizler için önemli bir entellektüel sorumluluk alanı oluşturur. Çünkü, bir kere, önceden gelen bazı devamlılıklar, Türkler'in Anadolu'ya gelmelerinden sonraki, mesela Selçuklu ya da Osmanlı siyasî egemenlik alanlarında yaşayanlardan dili Türkçe dini İslam olanların sosyal, iktisadî, siyasî, kültürel kimliklerini, kurumlarını, ilişkilerini yani tarihlerini önemli ölçüde etkilemiştir. Üstelik, Anadolu'nun Müslüman-Türkler öncesinden kalan nüfus ve kültür öğeleri, varlıklarını, Anadolu'daki iktisadî, sosyal, kültürel ilişkiler, yapılar ve geleneklerdeki paylarının önemi kaybolmadan, I. Dünya Savaşı'na kadar sürdürmüşlerdir. Türkiye'nin 11'inci yüzyıl ve sonrasındaki tarihi, hem Anadolu Türklerinin ve Anadolu öncesi Türk kültürünün tarihidir. Hem de bundan ibaret değildir. Müslüman-Türklerden önceki tarihin, eklemleşmeler, etkileşmeler ve değişmelerle de olsa sürmüş olan bazı devamlılık eksenlerini de içerir. Ayrıca, önceki dönemler antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi ağırlıklı tarihçilik çalışmaları açısından fevkalâde verimli bir ampirik içeriğe sahiptir.

      Bizans ve Osmanlı gibi İstanbul merkezli ve Anadolu'ya yaslanmış imparatorluklar ise Türkiye'nin tarihini bugünkü Türkiye'nin coğrafî sınırlarının dışına taşırır. Çünkü meselâ Osmanlı İmparatorluğu döneminde bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan alanların tarihi, Osmanlı devletinin genel ölçeği içindeki siyasi, iktisadî, demografik, kültürel kurumlar ve süreçlerin tarihinden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu da, bu dönemde Türkiye'nin tarihini, kaçınılmaz bir şekilde, çok daha geniş bir alanın tarihinin oluşturduğu örgünün içine sokar.

      Türklerin Anadolu'ya gelmeleri, Türkiye'nin tarihi sorunsalını Türkiye'nin sınırlarının dışına taşıran bir başka önemli nedendir. Türklerin Anadolu'da egemenlik yapıları kurmaları ve bu ülkeye yerleşmeleri, Orta Asya steplerinden çıkıp, Müslümanlaşmış İran devlet yapılarının içine, önce köle ya da paralı savaşçılar olarak girmelerinin, sonra, bir yanda bazı Türk savaşçılar bu devlet yapılarını ele geçirirken, diğer yanda birçok Türk aşiretinin büyük ölçekli göç hareketleriyle birlikte, Maveraünnehir, İran, Kuzey Irak ve Azerbaycan'ı içeren geniş bir alana yerleşmeleri ve egemen olmalarının karmaşık tarihinin bir parçasıdır.

      Türkler bu bölgelerin, çok eski bir geçmişe sahip, yerleşik tarıma ve şehir kültürlerine dayalı evrensel imparatorlukçu devlet geleneğinin tarihine yeni girmişlerdi. Çünkü yukarda sözü edilen büyük göçe katılan Türklerin, aralarında Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kuruluşuna öncülük eden sülaler de olmak üzere, büyük bir kısmı göçebe-otlatıcıydı. Bunların Orta Asya'daki toplumsal gelenekleri, göçebe-otlatıcı bir kültürün gelenekleriydi. İran, Irak ve Anadolu gibi Orta Doğu'da gelip yerleştikleri alanlar ise, binlerce yıllık yerleşik tarım temelli toplum, devlet ve imparatorluk geleneklerine sahipti. Türkler, mesela Horasan, ya da Gazne yöresindeki, devlet yapılarını ele geçirip buralara egemen olduklarında, yerleşik tarım temelli bir devletin iktisadî, idarî örgütlenmesini ve yönetim uslûbunu, bu bölgelerin eski devlet geleneklerinden hızla öğrendiler. Türklerin bu yeni bölgelerde ürettikleri ve din, edebiyat, müzik gibi, iktisadî, idarî, malî örgütlenmeyle doğrudan ilişkisi olmayan kültür değerleri, kurumları ise, bir tarafta, özellikle eski 'dünyayı anlamlandırma' üsluplarını taşıyan dilleri aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılan Orta Asya'daki İslam öncesi kültürleri ile, diğer tarafta içinde dinamik bir eklemleşmenin sergilendiği İran-Bizans-Arap-İslam kültür yelpazesi arasında meydana gelen etkileşmelerle şekillenmeğe başladı.

      Herhangi bir uygarlığın herhangi bir dönemdeki tarihinin incelenmesi, biri ampirik içerik, diğeri analitik kategoriler ve paradigmalar olmak üzere, birbiriyle etkileşse de, birbirinden görece bağımsız iki ana eksen üzerinde kurulan bir entellektüel faaliyet gerektirir.

      Bir tarihçilik çalışmasının ampirik içerik ekseni, olgusal bilgi (facts) kümelerinden oluşur. Mesela, "Osmanlı İmparatorluğu'nun 16'ncı yüzyılda dış dünyayla olan iktisadî ilişkileri hangi olaylar, etkinlikler, kurumlar ve süreçleri içeriyordu?" sorusu, bu türden bir olgusal bilgi yığınını ele almamızı gerektirir. 15'inci yüzyıl sonlarından itibaren İspanyol ve Portekizlilerin Amerika kıtasındaki eski uygarlıkları talan etmeleri; bu kıtadaki bazı gümüş ve altın madenlerini işletmeğe başlamaları; bunun sonucunda Amerika'dan Avrupa'ya büyük miktarlarda özellikle gümüş getirilmesi ve bunun sonucunda da Avrupa'da dolaşımdaki kıymetli metal miktarının artmasının, Avrupa' da başlayıp, dalga dalga, Osmanlı İmparatorluğu, Hindistan yarı kıtası gibi Eski Dünya'nın Avrupa'yla ticaret ilişkileri içinde olan alanlarına yayılan bir fiyat enflasyonuna yol açması konuları, zaman, mekân, kişi koordinatları belirli bir çok olay, durum, süreç hakkında bir olgusal bilgi yığınını gündeme getirir. Böyle bir evrensel çevre ortamında, Osmanlı İmparatorluğu'nda bu yüzyılda işletilen kıymetli metal madenleri nerelerdeydi?; buralarda ne kadar üretim yapılıyordu?; Osmanlı İmparatorluğu'nun ithalatı ve ihracatı hangi mallardan oluşuyordu?; imparatorluğun dış ticareti genelde açık mı veriyordu ve içerden dışarıya bir net kıymetli metal akımı mı vardı?; yoksa aksi mi söz konusuydu, yani ticaret fazlası mı vardı ve dışardan içeriye bir net kıymetli metal akımı mı söz konusuydu? soruları, hep bu türden ampirik bilgileri üretmemizi, değerlendirmemizi, kullanmamızı gerektirir. Bunun için, mesala, Venedik ya da Raguza (Hırvatistan'da bugünkü adıyla Dubrovnik) arşivlerinde Osmanlı limanlarına gidip gelirken bir fırtınada batmış ya da korsan hücumunda yağmalanmış gemiler hakkındaki (mesela sigorta) belgelerinde hamule ve değer kayıtlarını kullanırız. Ya da, İngiltere'de Doğu Akdeniz'le ticaret yapmak için kurulmuş Levant Company'e ait arşivde, hamule kayıtları, Osmanlı padişahları, vezirleri, harem mensuplararına ödenmiş rüşvetlerin hesaplarını içeren belgelere bakarız. Ya da Edirne, Bursa, Ankara, Halep, Kahire gibi önemli Osmanlı ticaret merkezlerindeki mahkemelerin sicil ve (miras) tereke defterleri, borç-alacak davaları kayıtlarında aktarılmış olan enformasyonu kullanırız. Bu dönemdeki Osmanlı tarihinin her kesiti, konusu, Kanuni' nin, özel servetini arttırmak için, ölüm, iflas gibi nedenlerle satışa çıkan gayrimenkulleri uygun koşullarda satın almak göreviyle önemli şehirlerde adam bulundurmasından, aristokratik bir Hıristiyan Boşnak ailesinden gelen Sokullu' nun Bosna'da Grek Ortodoks kilisesinde piskoposluk görevini sürdüren erkek kardeşiyle mektuplaşmasına kadar olgusal bilgi yığınlarına bakmamızı, ayıklamamızı, değerlendirmemizi gerektirir. Bu yığınlarla uğraşırken olayları, durumları, zaman, mekân, kişi koordinatları ile doğru tesbit etmemiz, tarihçi olarak yerine getirmemiz gereken bir görevimizdir. "[Olgusal bilgilerde] yanlışsızlık (accuracy) bir erdem değil bir görevdir".[3]

      Ne var ki, bu ampirik içerikle uğraşmamız, ne bizim bugünkü kimlik sorunlarımız, 'dünya görüşü'müz, içinde yaşadığımız dünyayı korumak ya da değiştirmek için sürdürmeğe çalıştığımız siyasî, fikrî etkinliklerimizden, ne de, bilimsel bilgi geleneği üzerinde serinkanlı bir araştırıcı olsak bile kullanmaya mahkum olduğumuz analitik kategoriler ve paradigmalardan tamamen bağımsızdır. Mesela, bugün 'Türk-İslam sentezi' diye adlandırılan ve tarihe, bugüne, insana, topluma belirli bir bakış açısını paylaşan ve kimlik ihtiyaçları, önkabulleri nedeniyle Osmanlı tecrübesini yücelten biri, Osmanlı devşirme sisteminde Hıristiyan ailelerden köle statüsünde toplanan çocukların kusursuz bir şekilde 'Türkleştirildiği' ve 'Müslümanlaştırıldığı'na inanmak isteyebileceği için, Bosna'da aristokratik Sokolloviç ailesinden gelen Sokollu Mehmet Paşa'nın, ölünceye kadar piskopos kardeşiyle mektuplaşması olgusuna bakmak istemeyebilir. Tarihçilerin ürettiği söylem, bugün farklı uygarlık ve kültür gelenekleri üzerinde, farklı ulus devletlerin sınırları içinde yaşamakta olan insanların, ben kimim sorusuna cevap verirken ilk elde ifade ettikleri uygarlık, kültür, din, ideoloji aidiyetlerini gündeme getirir. İnsanların, bu türden aidiyet bağlantılarıyla kendilerini mensubu saydıkları, aşiret, ulus, dinî cemaat, tarikat, parti, felsefî-siyasî gruplar gibi bütünlüklerin, türdeş olmayan, karmaşık, rekabetçi bir dünya içindeki nispî 'başarı' ya da 'başarısızlık'ları, kendileri ve başkaları nezdindeki itibarları hakkındaki düşünceleri, kimilerini gece gündüz uğraştıran, hayatı yaşamalarını en çok etkileyen kişisel var olma sorunsalına dönüşebilecek kadar güçlü kimlik sorunlarıdır. Tarih söylemi, istesek de istemesek de bu türden sorunlarla ilişkilidir; bunları tahrik eder. Tarihçilikle uğraşan kişilerin aynı zamanda kültürel, ulusal, felsefî, dinî vbg kimliği olan kişiler, tarihçilik yapılan toplumsal ortamların, içinde bu kimlik sorunlarının tartışıldığı ortamlar olması, ilk elde 'bilgisel' olmayan kimlik kayguları ile tarihçiliğin bir 'bilgi' sorunsalı olarak ele alınması ihtiyacı arasında etkileşme bağlantıları kurar. Bu bağlantılar, bazı toplumsal ortamlarda, bir bilgi sorunsalı olarak tarihçilik yapılmasını imkânsızlaştıracak kadar ağır baskılara, sansürlere, çarpıtmalara yol açabilir.[4]

      Öte yanda, Isaiah Berlin'in makalesinde gösterildiği gibi,[5] tarihçilik söyleminde, vazgeçilmez bir şekilde, 'devlet', 'adalet', 'iktisadî' türünden sayısız analitik kategori kullanılır ve bu kategoriler olgusal gerçeklikleri yakalamamızı ve anlamlandırmamızı etkileyen paradigmalarımız içinde birbirleriyle, bu paradigmamızı oluşturan bir örgü içinde ilişkilendirilir.

      Biraz önce de belirttiğim gibi, tarihçilik yaparken sürdürdüğümüz faaliyetin temel bir ekseni tarihin ampirik içeriğiyle ilgilidir. Tarihçilik, bu bağlamda, olgusal bilgi konularının doğruluk ya da yanlışlığının tesbiti için, belgeler, kitabeler, arkeolojik bulgulara dayanılarak yapılan ampirik bir iştir.[6] Ama tarihin bilgisi, sadece bir olgusal enformasyon yığınının bilgisi değildir. Tarihin ampirik içeriğinin ele alınması, yakalanması, işlenmesi, değerlendirilmesi, aynı zamanda, hem insan tecrübesinin yarattığı hem de bu tecrübenin içinde şekillendiği[7] farklı kültür ve uygarlıkların, toplumsal, siyasî, iktisadî, entellektüel, estetik, dinî, ahlakî değerler ve kurumların yeniden inşası, anlamlandırılması, bizim dünyamızdan çok farklı anlam dünyalarının anlaşılması (verstehen) süreciyle, ayrıştırılamaz bir şekilde iç içe geçmiştir. Bu anlamlandırma çabamızda ise, sürekli olarak, hem temel analitik kategorileri hem de bu kategorilerin 'dünya tasarımları'mızda birbirleriyle ilişkilendirilmesi anlamında paradigmatik yapıları kullanırız. Tarihçilik yapma işinin sağlıklı bir şekilde ele alınmasında, tarihçilerin bu analitik sorunların bilincinde olmaları ve bu analitik kategori ve yapıların bilgisini üretmeleri hayatî bir öneme sahiptir.

      Her tarihçi, farkında olsa da olmasa da, 'tarih', 'ekonomi', 'bilim', bilgi', 'nedensellik', 'açıklama', 'anlama', 'devlet', 'kapitalizm', 'islamiyet' gibi analitik kategorileri, dünyayı algılamasını etkileyen paradigmalar içinde birbirleriyle kenetlenmiş bir şekilde kullanır. Bu kategorilerin kullanılması önemli bilgi ve bilim felsefesi sorunlarıyla ilişkilidir. Tarih söyleminin perde arkasında her an bu sorunlar vardır. Mesela, 'kapitalizm' kategorisinin ontolojik statüsü, yani varlık statüsü nedir? 'Kapitalizm', tarih içinde belirli dönemlerde, belirli kültürel ortamlarda ortaya çıkmış iktisadî, toplumsal, hukukî, vbg tecrübelerden bağımsız olarak var olan bir evrensel gerçeklik kategorisi midir? ve belirli dönem ve toplumlarda görülen 'kapitalizmler', zaman ve mekândan bağımsız olarak var olan bu evrensel kategorinin ortaya çıkış enstantaneleri midir? Yoksa kapitalizm kategorisi, sadece, tarihte belirli dönemler ve belirli toplumlarda yaşanmış olduğu için bildiğimiz, başka türlü de olabilecekken olduğu gibi olmuş (contingent) tecrübeleri kavramak, anlamlandırmak, açıklayabilmek, tarihteki diğer tecrübelerden farklarını belirtebilmek gibi nedenlerden ötürü kullandığımız analitik bir kategori mi dir? yani yaşanmış tecrübelerden bağımsız evrensel bir gerçeklik içeriği olmayan, yaşanmış tecrübeleri analiz etmemizin zorunlu bir unsuru ve sonucu olarak, analizimizi yaparken bizim ürettiğimiz bir kategori midir? Bu türden temel anlamlandırma, çözümleme kategorilerini ve yapılarını kullanmakta olduğunun farkında olmayan ve/veya bu farkında olmanın gerektirdiği entellektüel sorumlulukları üstlenmek için çaba sarfetmeyen biri, kötü bir tarihçi ya da kötü bir sosyal bilimci, kötü bir iktisatçıdır.

      Kişiler, olaylar ve kronolojiler hakkında 'enformasyon' sıralamasına değil, toplumsal, siyasî, iktisadî, kültürel kurum ve süreçlerin analizine ağırlık verilen tarihçilik çalışmaları ile, siyaset bilimi, iktisat, sosyoloji gibi disiplinler arasında yakın bir ilişki vardır. Bu tür tarihçilik çalışmaları hem bu disiplinleri besler hem de bu disiplinlerde üretilmiş terimleri, modelleri, analiz tekniklerini kullanır. Bugün sosyoloji, iktisat ve siyaset bilimi gibi disiplinlerin bütün dünyadaki yaygın paradigmaları ise, Batı yani Elen-Roma-Avrupa uygarlık geleneği tecrübesi ile sınırlı bir ampirik tarih içeriğinin içinden geliştirilmiştir. Meselâ, bu disiplinlerde kullanılan 'devlet', 'hukuk', 'fert' kategorilerinin anlam içeriklerini bu geleneğin tarihinin içinden 'doldurmuştur'. Bu kategoriler bu anlam içerikleriyle, evrensel bir kapsayıcılığı olan sosyoloji, iktisatçılık, siyaset biliminin kategorileri olarak işe yarayabilir mi? Bu içerikleriyle bu kategorilerin analitik işe yararlılığı Batı geleneğinin incelenmesiyle mi sınırlıdır? Yoksa bambaşka özelliklere sahip diğer uygarlık geleneklerinin incelenmesinde de işe yararlıkları sürer mi? Polanyi'nin makalesi, 'iktisadî' kategorisinin bugünkü yaygın haliyle akademik iktisatçılıktaki anlam içeriğinin, sadece tarihin belirli bir döneminde belirli toplumsal, kültürel ortamlardaki 'ekonomi'yi anlamamıza yaradığını, ama farklı toplumsal ortamlarda iktisadî olanı yakalayamadığını göstererek, toplum bilimlerinde kullanılan temel kategorilerin evrensel olamayabileceklerini, belirli tarihî tecrübeler dışında işe yararlıklarının çok azalabileceğini işaret etmiştir. Böylece,, yukardaki sorulara 'muhtemelen hayır' diye cevap vermemiz gerektiğini ciddi bir şekilde düşünmemizi haklı kılmaktadır.

      Eğer böyleyse, yani anlam içerikleri 'Batı'nın tarihî gelenekleri üzerinde oluşturulmuş sosyoloji, iktisat, siyaset bilimi kategorilerinin, çok farklı uygarlık-kültür alanlarının ele alınmasındaki yararlılığı sınırlı ise, bu taktirde ele alınan bu diğer alanlar için yeni kategoriler üretmemiz, en azından meselâ 'devlet' ya da 'adalet' kategorilerinin bu farklı alanlardaki anlam içeriklerini seçikleştirmemiz gerekecektir. Tekrar 'devlet' kategorisi örneği üzerinde durursak, 'iktidar'ın ya da başka bir ifadeyle hakimiyet erkinin meşruiyetinin kaynağı, insanların uymaları istenilen siyasî/hukuki düzenin varlık statüsü, yönetilmesi söz konusu olan insan birimleri ile, bunların oluşturduğu toplumsal birliktelikler ve bu birlikteliklerdeki siyasî iktidar odağı arasındaki ilişkileri tarif eden dünya görüşleri gibi önemli eksenler üzerinde, 'devlet' teriminin anlam içeriği, mesela Elen 'polis' ya da şehir devletleri uygarlık alanı ile, Mezopotamya uygarlık alanında tamamiyle denebilecek kadar farklıdır. Öyle ki, Elen-Pers savaşlarının bir tarafındaki Atina'daki siyasî olgudan da karşı taraftaki Hakhamaniş siyasi merkezinden de 'devlet' terimiyle söz etmemiz, bu terimle kapsanan gerçeklik içerikleri arasında var olan aslî farkları algılamamızı, düşünmemizi engelleyebilir. Bu uygarlık alanlarının tarihçiliği, kullanılan önemli analitik kategorilerin anlam içeriklerinin seçikleştirilmesi işinin sorumluluğunu da tarihçinin omuzlarına yüklemektedir.

      Benim Türkiye'nin iktisadî tarihi konusunu ele alırken gündeme getirdiğim temel önerme, "Selçuklu, Osmanlı, hatta [Hristiyanlık ve Elen dili nedeniyle Elen-Roma geleneğiyle olan bağlantısına rağmen] Bizans devlet geleneklerinin ve bu [imparatorlukçu] devlet geleneklerinin kapsadığı alanlardaki kültürel, toplumsal, iktisadî değerler ve kurumlardan etkilenmesi ve bunları etkilemesinin, mutlaka, burada Mezopotamya-İran geleneği diye özetleyeceğim bir seçik uygarlık, kültür, dünya görüşü tecrübesinin ekseni üzerinde ele alınması gereklidir" önermesidir.

      İnsanlığın tecrübe birikimine bakıldığında, dünyada, karakteristik devamlılıkları bugüne kadar sürmüş dört temel uygarlık geleneği alanı olduğu söylenebilir: i) Grek-Roma-Avrupa 'dünyası' ii) Orta Doğu 'dünyası', iii) Hint 'dünyası' ve iv) Çin 'dünyası' Bunlar, insan tecrübesinin gündeme getirdiği aşkın (transcendental) sorulara,[8] sahip olunan yazılı üst kültür[9] birikimlerinin imkânları ile cevap verilmeğe çalışılmış, sanatlarda ve tekniklerde üstün uygarlık ürünleri ortaya konulmuş olma bakımlarından birbirlerine benzerler ve bu benzerlikleri ile bugün artık ölü sayılabilecek Maya ve İnka uygarlığı gibi bazı başka geleneklerden ayrılırlar. Ama, bireysel varlık ölçeği içinde insan tecrübesini, beşerî çevreyi, toplumsal kurumları, siyasî ve hukukî iktidar olguları ve kurumlarını, fizikî evreni, 'tanrı' ya da 'tanrılar'ı, inanılıyorsa diğer aşkın varlıkları birbirleriyle ilişkilendiren 'kozmoloji'leri açısından, bu dört uygarlık alanında, aralarındaki tarihî alış verişlere rağmen, birbirinden aslî şekilde farklılaşmış gelenekler ortaya çıkmış ve günümüze kadar sürmüştür.[10] Bu farklılaşmaların belirginleşmesi konusu, bu bölümün Jaspers' in Aksiyal Çağ önermesinin ele alındığı sonraki bir alt bölümünde yeniden ele alınacaktır. Burada şimdilik, Türkiye'nin, meselâ Bizans İmparatorluğu döneminde olduğu gibi bugünkü Türkiye Cumhuriyeti döneminde de, iki farklı uygarlık geleneği arasında sallanan tecrübelerin ya da arayışların sergilendiği bir alan olarak dikkat çektiğini belirtmekle yetineceğim.

      Seçik uygarlık geleneklerinin binlerce yıl sürdüğü önermesi, doğruysa, 'devamlılıklar'ın tarihçilik çalışmalarındaki önemini vurgular. Bu nedenle, herhangi bir uygarlık kültür bölgesinde herhangi bir alan ve dönemin iktisadî ve sosyal tarihçiliğini yapmağa çalışmamız, değişmelerin olduğu kadar devamlılıkların da tasarlanabildiği, seçikleştirilebildiği, irdelenebildiği, araştırılabildiği bir yaklaşımı gerektirir. Tarihçi, bir yanda, değişmelere karşı duyarlı, yani meydana gelmişlerse, değişmeleri görmeğe ve anlayabilmeğe hazır olmalıdır. Zihninde, üstünde değişmelerin tarihi süreçlerdeki rollerini kurgulayabildiği bir tasarlama eksenine elbetteki sahip olmalıdır. Ama diğer yanda, eğer var oldukları ampirik olarak kanıtlanabiliyorsa, yaşama ve beşerî ilişki kurma üslupları, sosyal, kültürel, iktisadî, siyasî değerler, kurumlar, beşerî ve fizikî evrene ve aşkınlık alanlarına bakış tarzlarında (dünya görüşleri ya da Berlin'in makalesindeki terimle weltanschauung'larda) bazan yüzyıllar, bazan binyıllarca süren devamlılıkları görebilmesi ve anlayabilmesi de tarihçi için önemlidir. Tarih tasarımımızda buna imkân veren bir eksen, her halde, doğru tarihçilik terbiyesi edinirken mutlaka geliştirmemiz gereken bir eksendir.

      Değişme ve devamlılık hakkındaki bu sözlerimizi bir örnekle açalım. Batı ve Kuzey Avrupa'da Ortaçağlar'da başlayan ve Yeniçağlar'da devam eden, bilgi ve teknoloji değişmeleri (gelişmeleri), üretimin, sermaye sahipleri ile ücretli emekçiler arasındaki iş sözleşmelerine dayanan yeni toplumsal ilişkiler içinde örgütlenmeğe başlanması ve bunlarla ilişkili diğer gelişmeler, 16'ncı yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'ndaki iktisadî, toplumsal, siyasî yapıları da bariz bir şekilde etkileyen, Osmanlı İmparatorluğu'na göre dışardan kaynaklanan önemli değişikliklerdi. Keza, daha önce de belirtildiği gibi, Amerika'nın keşfinden sonra İspanyol ve Portekizlilerin Amerika kıtasından Avrupa'ya aktardıkları gümüş ve altın, Avrupa'da fiyat ve ücret düzeylerini büyük ölçüde değiştirdi. Kıymetli metal, madeni para stoklarıya ilgili bu değişiklikler, Osmanlı İmparatorluğu'nda da belirgin yansımalara yol açtı. Bu yansımalar Hint, hatta Çin uygarlık bölgelerine de yayıldı. Bu ve benzeri olgusal nedenlerle, meselâ, 16'ncı yüzyılda Osmanlı İmaparatorluğu'nun iktisadî ve sosyal tarihiyle ilgilenen bir tarihçinin, mutlaka, önemli değişmeleri fark etmesi, bu değişmelerin ima ettiği nedensellik bağlantılarını doğru bir şekilde kurmağa çalışması ve sınaması, aşikârdır ki vazgeçilemez bir tarihçilik ödevidir.

      Buna karşılık, Osmanlı İmparatorluğu'nda 15'inci yüzyıl ortalarından itibaren görülen, devletin asker-yönetici görevli kadroları ile yönetilenler arasında, bu görevlilerin yönetilenlerin 'temsilci'si olmaması tercihine dayanan bir toplumsal kopukluğu sağlamak isteyen, bunu sağlamaya çalışan bir devlet anlayışının, iyi devleti böyle bir kopukluğu sağlayabilmiş devlet olarak tasarlayan bir dünya görüşünün anlaşılabilmesi ise, ta Mezopotamya tarihinin erken dönemlerinde başlamış ve Hakhamanişler, Hellenistik krallıklar, Sasaniler, Abbasiler, Selçuklular boyunca devam etmiş olan bir geleneğin varlığının farkında olmamıza bağlıdır. Bunun içindir ki tarihçi, devamlılıkları tanımayı, devamlılığı önemli bir analitik araç olarak kullanmayı, entellektüel etkinliğinin ana eksenlerinden biri haline getirmeli, nelerin değiştiği kadar nelerin değişmediğini de merak etmeli, farketmeli, görmelidir.

      Değişmeler, uygarlık-kültür alanlarının kendi içlerindeki olaylardan, süreçlerden kaynaklanabileceği gibi, uygarlık-kültür alanları arasındaki ilişkilerden de kaynaklanabilir. Birine göre bunun içindeki süreçlerden kaynaklanan bir değişme, bir diğeri için dışsallık ifade eden, ama bunun içinde de bir takım değişmeleri uyaran bir dürtü oluşturabilir. Ya da, iki (ya da daha çok) uygarlık-kültür alanı arasında belirli bir etkileşmenin başlaması, ya da var olan ilişkilerin başkalaşması, her ikisinde de değişmeleri uyarabilir. 'Değişmenin içsel yoksa dışsal kaynaklı dürtülere mi bağlı olması gerekir' tartışması ise fuzulî (redundant) bir tartışmadır. Değişmenin bir uygarlık-kültür alanına göre içsel olaylar, gelişmeler, süreçler tarafından uyarılmış olması, olabilir de olmayabilir de (contingent) bir durumdur. Değişmenin belirli bir alana göre illâ içsel ya da illâ dışsal kaynaklı süreçler tarafından uyarılmış olmasını gerektiren hiçbir zorunluluk yoktur.[11]

      Devamlılıklar ise, değişmelerin içinde sürer. Meselâ, Ortadoğu'nun tarım temelli toplumlarında 'reaya'nın üstten ve dışardan yönetilmesine yönelik devlet geleneği, Zarathuştraçü İran'ın Müslümanlaşması gibi radikal bir din değişikliğinin içinde sürmüşse, ki sürmüştür, devamlılığı değişikliğe rağmen görmek gerekir. Ya da, Osmanlı devşirme-acemioğlan-yeniçeri kurumunun hangi devamlılığı sergilediğini, biz ancak Abbasi devletinin ve diğer İslamî-İran devletlerinin, Orta Asya'dan, henüz Müslüman olmamış ya da yeni müslüman olmuş bazı Türkleri köle ya da paralı asker statüsünde devşirip asker ya da devlet görevlisi olarak yetiştirdiğini; Mezopotamya ve İran'ın bu binlerce yıllık, yabancılara ve kölelere dayanan askerî-idarî kadro kullanan devlet geleneğini Türklerin, böylece, önce kendileri köleyken öğrendiklerini, bu dönemin değişmelerle dolu ortamının karmaşası içinde görebilirsek anlayabiliriz. Yani devamlılık her şeyin olduğu gibi devam etmesi demek değildir, devam eden bir gelenek, kurum ya da dünya görüşü, bir din-kültür sistemi batıyor gibi görünürken, onun içinden, onun yerini alan bir başka din-kültür sistemine geçerek de devam edebilir. Tarihî süreçlerde değişme ve devamlılıklar iç içe geçmiştir. Sıkı bir örgü oluşturur.

      Geçen yılki dersimizde Berlin ve Polanyi'nin makaleleri üzerinde sürdürdüğümüz tartışma, bütün toplumların, belirli bir dönem sıralaması içinde her birinin her bir dönemde sahip olacağı uygarlık ve kültür özelliklerini ve bu özelliklerin zaman içinde değişmesini belirleyen 'zorunlu nedensellik yasaları'na 'tabî' olduğunu söylememizin mümkün olmadığının anlaşılmasına yardımcı oldu. Ama önemli bir soru gündemdeki yerini gene de korumaktadır. Eğer bu türden yasalar yoksa, ki yoktur, her bir uygarlık ve kültür alanının ya da toplumun belirli dönemlerdeki tarihini anlamak, bu alan ve dönemle başka alanlar ya da başka dönemler arasındaki benzerlik ve farkları tesbit etmek ve açıklamak, bu alanda zaman içinde meydana gelen değişmeleri açıklamak sorunlarına analitik olarak nasıl yaklaşabiliriz.

      Bir kere, uygarlık ve kültür sistemleri ve geleneklerinin ve değişmelerinin anlamlandırılabilmesi, bunlara yönelik açıklama önermelerinin geliştirilmesi, mutlaka, birden çok disiplinde çalışanlar arasında işbirliği, karşılıklı yararlanma ve ortak çalışma gerektirir. Bir iktisadî-sosyal tarihçinin, meselâ bir yanda deneysel psikoloji gibi davranış bilimleri, diğer yanda hem felsefî hem sosyal antropoloji, Polanyi anlamında iktisatçılık ve toplumsal (soci­etal) sistemlerin analizi bağlamında sosyoloji ile, yorucu fakat vazgeçilemez bir alış veriş içinde bulunması gerekir. Isaiah Berlin'in makalesi, bu alış verişin önemini kavramamız açısından da bize yardımcı olmuştur. Bu alış veriş, etkileşmenin öteki tarafındakiler, yani özellikle iktisatçılar ve sosyologlar için de gereklidir. Çünkü, ampirik içeriğinde tarih bulunmayan bir sosyoloji ya da iktisatçılık düşünülemez. Bu anlamda sosyoloji ve iktisatçılıkla tarihçilik arasında, neredeyse çakışmaya yakın bir örtüşme (overlapping) durumu söz konusudur.

      İkinci olarak, her uygarlık ve kültür geleneğinin, her toplumun incelenmesinde, toplumların analitik olarak iktisadî, siyasî, hukukî, dinî, coğrafî diye ayrıştırılan özellik eksenleri arasındaki karşılıklı etkileşmelerin, ya da başka bir ifadeyle (Berlin'in yatay uyumluluk dediği) bir arada bulunma, bulunmama bağlamında tekabûliyet (correspondance) ilişkilerinin, matriks benzeri analitik bir tablosunun çıkartılması da önemlidir.

      Bir örnek verelim. Bir toplumun üzerinde yaşadığı coğrafya, maddî üretim imkânlarını etkileyebileceği gibi inanç sistemlerini de etkileyebilir. Ama öte yanda, meselâ bir inanç sisteminin de o topluluğun yaşadığı alanın coğrafyası üzerinde etkileri olabilir. İÖ ikinci bin yıl içinde başladığı sanılan Zarathuştracı Mazdayasna dini, Hakhamaniş Pers İmparatorluğu döneminde, bugünkü Afganistan'dan Irak, Suriye, Anadolu'ya kadarki alanlarda yaşayan İranî halklar arasında yayıldı. Sasani İmparatorluğu döneminde bu devletin resmi dini haline geldi. Bu dinde, hakikat, iyilik, bilgi, aydınlık olan tanrı Ahura Mazda'ya, kirletilmemiş odunla yakılan ve alevi hiç söndürülmeden sürdürülen ateş önünde ibadet edilirdi. Evlerde ailelerin kendi başlarına yaptıkları ibadet ritüellerinden, Osmanlı padişahlarının kendi adlarını ölümsüzleştirmek için büyük camiler yaptırması gibi, Hakhamaniş, Parth ve Sasani hükümdarlarının imparatorluklarının çeşitli yerlerinde kendi adlarına yaptırdıkları büyük ateş tapınaklarında yüzlerce yıl sürekli olarak odun ateşi yakıldı. Bu İranî devletlerin diğer üst düzey görevlileri ki mesela vazurk'lar yani vezirler, baş rahiplerler de, imparatorlukların çeşitli yerlerinde kendi adlarına, içindeki ateş yüzlerce yıl kesintisiz bir şekilde sürdürülen büyük tapınaklar yaptırdılar. İranî İmaparatorlukların binlerce noktasındaki binlerce ateş tapınağı için, her yıl binlerce ağaç kesildi  Bu süreç yüzyıllar boyu sürdü. İran, Irak, Afganistan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi alanlardaki orman varlıklarının çok erken tarihlerde tüketilmesinde bu ibadet tarzının da önemli bir rolü oldu. Orman varlıklarının tüketilmesi ise, bu bölgelerde arazilerin çoraklaşmasına, yer yer çölleşmesine yol açtı. Çorak bölgeler ancak göçebe-otlatıcıların iktisadî faaliyetlerine elverişli hale geldi. Bu bölgelerde göçebe-otlatıcı nüfus unsurlarının göreli önemi arttı. Göçebe-otlatıcılığın bir toplumsal-iktisadî varolma tarzı olarak yaygınlaşması, orman varlıklarının daha da azalmasına, yörenin daha da çoraklaşmasına yol açtı. Böyle bir tarihî ortamda, göçebe-otlatıcılığın yaygınlaşmasıyla coğrafya arasındaki karşılıklı etkileşme sorunsalı, mantıkî ve olgusal olarak her ikisinden de bağımsız bir dinî geleneğin varlığıyla çok daha karmaşık hale gelmiş olacaktır. Bu örnekte de gösterildiği gibi, bir uygarlık geleneğinin inanç ekseni coğrafyasını etkileyebilir ve coğrafya üzerindeki bu etki aracılığıyla da bu geleneğin hakim olduğu alanlarda sosyal yapılar ve ilişkilerin belirli özellikler kazanmasında, doğrudan etkileri yanında ayrıca dolaylı roller de oynayabilir. İşte bu gibi nedenlerledir ki, bir uygarlık ve kültür geleneği üzerindeki toplumların çeşitli varlık eksenleri arasındaki karşılıklı etkileşmeler, hem bu eksenlerden her birine öteki eksenlerden gelen etki girdileri, hem de her bir eksenden öteki eksenlere yönelen etki çıktıları şeklinde tasarlanan analitik bir matriks üzerinde soruşturulmalıdır. Tarihçilik etkinliklerimize yardımcı olabilecek böyle bir analitik araç fevkalâde yararlı sonuçlar verecektir.

      Ne var ki, belirli bir uygarlık geleneği üzerindeki bir toplumun, devlet (hükümdar, hükümet, iktidar), toplum ve fert eklemleşmesiyle ilgili değerler ve kurumları, felsefî, bilimsel, teknik bilgi ve beceri üretimi etkinlikleri, iktisadî kurum ve süreçler gibi var oluşunun çeşitli eksenleri arasındaki ilişkilerin bir karşılıklı etkileşme sorunsalı içinde düşünülmesi, gerekli olduğu halde yeterli değildir. Bu ilişkilerin, her bir eksen ya da birkaç eksendeki hangi özelliklerin, başka eksen ya da eksenlerdeki hangi özelliklerle uyumlu olduğunun ya da olmadığının, bu özellikler arasındaki mütekabiliyet (denk düşme, karşılıklı uygunluk, correspondance ) bağlamında düşünülmesi de önemlidir. (Berlin'in yatay uyumluluğu).

      Bir örnek vermeğe çalışalım. Siyaset, toplum ve insan arasındaki ilişkilerin tasarlanmasında, "devlet nedir?", "buyurma iktidarının meşruiyeti nereden kaynaklanır?", "adalet nedir?" ve "bir toplumun, içinde adaletin gerçekleştiği bir toplum sayılabilmesi için ne gibi koşulların yerine getirilmiş olması gerekir?" gibi bir felsefî soruşturma, muhtemelen, devletin, göreli olarak, eşitler arası toplumsal, siyasî ilişkiler zeminine dayandığına, toplumsal ve siyasî ortamın insan etkinliğinin ürünü olduğuna, yani hukuk normlarının, devletin kurucu öğesi olarak görülen insanlar (ki bu durumda yurttaşlar) arasındaki müzakere, çekişme, uzlaşma, rıza süreçleriyle oluşturulduğuna inanılan bir gelenek ve ortamda ortaya çıkmış olabilir. Burada birbirine denk düşme ilişkisi önemlidir. Ya da çok farklı bir örnekle, buyurma iktidarına tabî olan insanların, bu iktidara katılma ya da bunu denetleme haklarının olabileceğinin düşünülmesinin dahi söz konusu olmadığı, siyasî merkezin iktidarını sınırlayan toplumsal sözleşmeci normların ve güçlerin bulunmadığı, toplumsal ve siyasî normların kaynağı ve gerekçelerinin insanlar arasındaki ilişkiler ve kararlarla açıklanmadığı, aksine toplumsal ve siyasî düzenin aşkın bir varlığın (ya da varlıkların), tanrının (ya da tanrıların) kurduğu (ya da kurdukları) düzen olarak görüldüğü bir ortam ile felsefî ve bilimsel serbest düşünce üretimi, muhtemelen birbirine uymayacak, aralarında mütekabiliyet oluşamayacaktır.

      Her bir uygarlık geleneği alanı için kurduğumuz bu tür analitik denk düşme ve etkileşme matrikslerinin birbirleriyle karşılaştırılması, uygarlık geleneklerinin bu anlamda karşılaştırmalı sosyolojilerinin yapılması, her birini doğru anlayabilmemiz, özelliklerini, tarihlerini açıklayabilmemizin tek olanaklı yoludur. Çeşitli uygarlıkların bu türden analitik matriksleri arasındaki benzerlik ve farklar, her birinini anlama çabamızda kullandığımız analitik kategorileri ve açıklama önermelerini geliştirmemize, bunlar hakkında daha önemli ipuçlarını yakalamamıza, her biri karşısında daha etkili içgörüler kazanmamıza yardımcı olur.

      Birkaç uygarlık alanının, belirli analitik sorunsallar etrafında böyle bir karşılaştırmalı sosyoloji yaklaşımı ile irdelenmesine yönelik ilk büyük çabayı, bu yüzyılın başlarında Max Weber gösterdi. Çağdaş sosyolojinin kurucularından biri olan Weber, kapitalist sanayi uygarlığının, ilk kez Batı ve Kuzey yani Protestan Avrupa'da ortaya çıkmış olması, fakat Çin, Hindistan ve Antik Filistin gibi, ticaretin, para kullanımının, artizanal üretimin, üretim, ulaşım, iletişim tekniklerinin, servet birikimlerinin Ortaçağ Avrupası' ndakilerle karşılaştırılabilecek düzeylerde bir hayli gelişmiş olduğu başka uygarlık alanlarında ortaya çıkmamış olması sorunsalını ele almıştı. Bu bağlamda bu dört uygarlık geleneğinin her birini, diğerleriyle karşılaştırarak anlamaya çalışmıştı.[12] Weber'in bu soruşturmayı yaptığı sırada Avrupa, Hindistan, Çin ve eski Filistin tarihi hakkında ulaşabileceği kaynaklar bugünkülere göre bir hayli sınırlıydı. Bu nedenle bu kaynaklara dayanarak söyledikleri yer yer eksik ve yanlıştır. Ama çabası, hem her bir uygarlık alanının düşünce ve inanç hayatı, kozmoloji paradigmaları, siyasî kurum ve gelenekleri, iktisadî etkinliklerin örgütlenme özellikleri gibi farklı eksenleriyle ilgili bir makro-sosyolojiyi, hem de ugygarlık alanlarının karşılaştırmalı sosyolojisini başlatmış olması bakımından çığır açıcıdır. Yaşayan sosyologların bu türden önemli karşılaştırmalı makro-sosyoloji çalışmalarının bir örneği olarak Eisenstadt'ın 'imparatorlukçu sistemler' hakkındaki çalışması anılabilir.[13]

 1.2.       Tarım-temelli toplum

Bu türden bir analitik tasarım yapısı üzerinde tarihçilik yapanların en başarılılarından biri ise, üç ciltlik İslamiyetin serüveni: bir dünya ugyarlığında bilinçlilik ve tarih adlı dev yapıtın yazarı olan, bugün ölmüş bulunan Amerikalı İslam tarihçisi Marshall Hodgson'dur.[14]  Hodgson, yukarda sözü edilen bu çalışmasında, İslamî uygarlığın tarihini, Eski Dünya'nın diğer büyük uygarlık geleneklerinden seçik özelliklerle ayrılmış olan Orta Doğu uygarlık geleneğinin tarihi içinde, Webergil bir makro-sosyoloji ihtiyacını sürekli bir şekilde zihnide canlı tutarak ele aldı Bu çalışmada, bir uygarlığın (İslamî uygarlığın) öyküsü onu diğer uygarlık gelenekleriyle karşılaştırarak anlattı.

      Hodgson'un İslamî uygarlığın tarihini Orta Doğu uygarlık geleneği üstünde ele alabilmek için, Marks ve Weber'inkilere benzese de onlardan farklı olduğunu söylediği bazı analitik kategorileri ve belirli bir analiz çerçevesini kullanmaktadır. Ki, bunlardan birkaçı, Türkiye'nin iktisadî ve sosyal tarihi sorunsalını ele almamız açısından önem taşıdıkları için için burada gözden geçirilecektir.

      Hodgson'un kullandığı temel analiz kategorilerinden biri tarım-temelli toplum, diğeri ise böyle bir toplumdaki şehirli geliri'dir. Tarım-temelli toplum kategorisi, hem kırsal toplum, köy toplumundan hem de modern teknoloji-endüstri toplumundan farklı bir toplumsal ve kültürel ortamı belirtmektedir. İngilizce'de agrarian  'tarımsal' demektir. Hodgson, agrarian değil agrarianate terimi ile, Mezopotamya-Orta Doğu uygarlıklarnın çok eski ve önemli bir özelliğini yakalamak istemektedir. Ben agrarian society kategorisini Türkçede tarımsal toplum, agrarianate society kategorisini ise tarım-temelli toplum terimleriyle karşılayacağım. Hodgson'un bu ayırımı yapmaktaki amacı, agrarianate kategorisiyle, yalın bir kır-köy toplumunu değil, iktisadî zemini çok büyük ölçüde tarımsal üretim olan ama şehir ve okur-yazarlık geleneklerine dayanan bir üst-kültür'e sahip bir toplumsal bütünlüğü işaret etmektir. Tarım-temelli toplumda, şehirlerin ortaya çıkmasından önceki yerleşik tarım toplumlarından, ya da hipotetik olarak şehirsiz bir köyler sistemi olarak düşünülebilecek bir kırsal toplumdan farklı olarak, şehirin (şehirlerin) başatlığı söz konusudur. Ama bu başatlığın kendisi, iktisadî temelleri ve imkan aralıkları açısından, doğrudan ya da dolaylı olarak tarımsal kaynaklara dayanır, tarımsal kaynaklarla sınırlıdır. Tarım-temelli şehirli toplumda, kır toplumundan farklı olarak, yazı kullanılan ve üst-kültür kurumları ve değerleri içeren şehir kültürü sosyal yapı içinde sürükleyici bir liderliğe sahiptir. Ama daha sonraki modern teknoloji-endüstri toplumundan farklı olarak, tarım-temelli toplumda şehrin dayandığı iktisadî zemin tarımdır.

      Orta Doğu uygarlık geleneği bölgesinde, tarım-temelli şehirli toplum, böylece, tarım sektörünün yanında, tarımsal üretime dayanan okur-yazarlığa sahip şehirleri ve bu yerleşik tarım alanları ve şehirlerle zaman zaman tamamlayıcılık, zaman zaman çatışma ilişkileri içinde yaşayan göçebe-otlatıcı aşiretleri de içeriyordu.

      Tarım-temelli şehirli toplumda yüksek düzeyde bir toplumsal ve kültürel karmaşıklık görülür. Şehirlerle kırsal alanlar arasında tamamlayıcılık ilişkileri, tarih içinde, ilkel köylülük olgusunun sürdürdüğü üretim ve kültür düzeyinin üstüne çıkma eğilimlerini ortaya koyar. Ancak bu türden kültür-uygarlık yükselmeleri her an dağılabilir, zayıf durumdadır. Çünkü, modern teknikal çağda tarımın kendisinin bir endüstri haline gelmesinden önce, tarımsal üretimin teknik düzeyi cılızdı. Tarımda doğrudan üreticilerin geçimlik tüketimlerinin üstünde arta kalan (surplus) üretim, hem hacim itibariyle modern çağlara göre çok sınırlıydı, hem de tarımsal üretimdeki aksamalardan hızla etkileniyordu. Tarım-temelli toplumun okur-yazar şehir kültürünün iktisadî temeli kolay bozulabilen bir temeldi.

      Tarım-temelli toplumlar arasında önemli farklılaşmalar olabileceği, olduğu da dikkatten kaçırılmamalıdır. Dünyanın farklı uygarlık-kültür gelenekleri alanlarında çeşitli tarım-temelli toplumlar, hem ulaştıkları sosyal karmaşıklık düzeyleri hem de sosyal, kültürel, siyasî ve iktisadî ilişkilerin biçimlenmesi açısından önemli farklılıklar sergiler.

      Ama ortak tarım temellerinden ötürüdür ki ... [bu] toplumlar, hem tarihi aksiyon fırsatlarının imkanlarının aralığı, hem de bu aralığın sınırlanması açısından önemli benzerliklere sahiptir. Arta kalan kaynakların şehirlerde toplanmasının yarattığı imkanlarla el sanatları ve [tarımsal] ürünlerde uzmanlaşmanın dal budak salması yoluyla verimlilik arttırılabiliyordu; ama hayvanların sağladığı (itici-çekici) gücün ve kullanılan doğal unsurların etkili olduğu sınırın ötesine geçilemeyecek kadar. [Okur-yazarlığa sahip, şehirli tarım-temelli toplumlarda] toplumsal örgütlenme, okur-yazarlık öncesi toplumlarda mümkün olabilmiş olanın çok ötesine geçen bir kişisel roller çeşitliliğine izin verebiliyordu; ama bu çeşitlilik nüfusun büyük çoğunluğunun siyasi ve yüksek-kültürel hayata düzenli bir şekilde katılabilme [imkanlarından] dışlandığı bir çeşitlilikti ve ciddi bir sosyal katmanlaşmadan kaçınabilmeye yetmiyordu. Özellikle, şehirleşmiş hayat tarihî değişmenin, günlük hayatın önceden-farzedilenlerini değiştiren eylemler ve hadiselerin adımlarının, bireyin bu türden değişmenin farkına vardığı ve kendi eylemlerinin gelecekteki kuşakların hayat koşullarını değiştirmesinin mümkün olduğunun bilincine edindiği noktaya kadar hızlanmasını ima ediyordu. Bunun içindir ki, diğer şeylerin arasında, bir toplumsal vicdanın [oluşması] daha muhtemel bir imkân haline geldi. Ama gene de, tarım-temelli toplum düzeyindeki toplumda, temel değişme       istisna ve yeniliğin uygulanması (innovation), bunun kurumsallaşmış hale geldiği Modern Çağın aksine, ... arada sırada olan bir şey olmaya devam etti.[15]

      Tarım-temelli bir kültürde şehir olgusunun varlığı, tarımsal üretime doğrudan katılmayan geniş bir insan kitlesinin beslenmesi ve tarım kökenli girdilerle sürdürülen artizanal üretimin ham maddelerinin kurumsallaşmış süreçlerle sağlanmasının, yani sistematik olarak örgütlenmiş olmasının sonucudur. Şehirlerin varlığı tarım kesiminde üretilen hasılanın bir kesiminin sürekli olarak tarım sektöründen şehire aktarılmasıyla mümkündür. Şehir, üretimine katılmadıkları tarım hasılasından önemli ölçülerde pay alan insanların oluşturduğu bir topluluktur. Şehir, tarımsal üretimden şehire yapılan aktarma anlamında şehirli gelirinin oluşturulmasıyla eş-anlamlı, bir tarihi vakıa olarak da eş-zamanlıdır. Eğer bir uygarlık alanında tarımsal üretimde doğrudan çalışmayan şehirli insan gruplarının tarımdan pay almalarına imkan veren siyasî olgu bütünüyle zora (coercion) dayanmıyorsa[16], bir toplumsal işbölümüne ve belirli bir kültürel-ideolojik meşruiyet anlayışına, zeminine dayanmak zorundadır. Bu belirli insan gruplarının tarımsal hasıladan pay almaları ise, bir tarım-temelli şehirli kültürün zaman içinde sürmesini sağlayan kurumlaşmış ilişkiler ve süreçler içinde,[17] belirli toplumsal işlevleri yerine getirmeleri, ihtiyaçları karşılamalarıyla ilişkilidir.

      Hodgson, tarımdan aktarılan gelirle ayakta duran şehir merkezli uygarlıkların, beşerî ve toplumsal hayatta önemli bir zıtlığı, gerginliği ortaya çıkardığını vurgulamaktadır. Bu, bir yanda şehir merkezli uygarlığın dayandığı toplumsal ayrıcalık olgusu ile, öte yanda, bu uygarlıkta herkesin eşit bir şekilde yararlanabileceği bir adaleti gerçekleştirmek arzusu arasında ortaya çıkan gerilimdir. Hodgson'a göre bu gerilimin uyardığı olay ve süreçler, toplumların, beşeri-toplumsal değer ve kurumların değişmelerinde önemli bir rol oynamıştır. Şehrin ortaya koyduğu bu ayrıcalıklılık olgusunu, sosyolojinin yaygın bir terimini kullanarak, tarımsal üretime doğrudan katılmadığı halde toplam tarım hasılasından önemli ölçülerde pay alan insanların katmanlaştığı sınıflı toplum kategorisi ile de tasarlayabiliriz. Bu durumda, kendileri doğrudan maddî ürün üretiminde çalışmayan insanların, karmaşık bir kültürel-toplumsal sistem içinde ortaya çıkan uzmanlaşma gereksinmeleri sonucunda, belirli kültürel, toplumsal işlevleri yerine getirdikleri için maddî ürün hasılasından pay almaları söz konusudur. Eğer bir uygarlık geleneğinde bu ayrıcalılıklığı sürdüren siyasî kurum ve kadrolar, tamamiyle zorlamaya dayanmıyorlarsa, bir adalet gereksinmesinin karşılanmasında belirli işlevleri yerine getirmek durumundadırlar. Hodgson'un böyle bir gerilimle toplumsal değişme süreçleri arasında kurduğu nedensellik bağını, mekanik bir zorunluluk şeklinde ifade etmediği de burada vurgulanmalıdır.

      Bugün Verimli Hilâl diye adlandırılan ve Ürdün nehri vadisi, Galile Gölü çevresinden başlayıp Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu bölgesindeki dağ silsilesi eteklerinden geçerek İran'ın Zağros dağlarının etekleri üstünden Basra Körfezi'ne inen, bir kolu da Toroslar üstünden Konya ilinde Seydişehir-Çumra arasına uzanan alanda yerleşik tarıma geçilmesinden (yani Neolitik devrimden) sonra, bu Hilal'in içinde kalan alanlarda, özellikle Mezopotamya' da, şehir devletleri diyebileceğimiz toplumsal, siyasî örgütlenmelere dayanan seçik bir kültür ortaya çıktı. Tarihde ilk kez yazı devrimini gerçekleştiren, ve geliştirilen yazının adıyla çivi-yazısı uygarlığı diye de adlandırılan bu okur-yazarlığa sahip şehirler kültürüne imkân veren, köylülerin ürettiği tarımsal üründan alınan payın şehirlerde başkaları tarafından kullanılmasıydı. Yerleşik tarım daha sonra Mısır'a, Hindistan'a, Akdeniz kıyılarına, Çin'e yayıldı, ya da oralarda da ortaya çıktı. Böylece, bu farklı alanlarda da tarımdan alınan payla bir yüksek-kültür üretebilen şehirli nüfuslar çevresinde, Eski Dünya'nın diğer büyük uygarlık-kültür gelenekleri şekillenmeğe başladı.[18]

      Açıktır ki, tarım-temelli toplumda şehirli geliri kategorisi ile, Fizyokratlardan beri iktisadî analizin en önemli kategorilerinden biri olan tarımsal fazla (surplus) kategorisi, bir paranın iki yüzü gibidir. Klasik iktisatçılarla (Smith, Ricardo, Marx) birlikte fazla, net hasılayla bunun işgücünün geçimi için kullanılan kısmı arasındaki fark gibi tanımlanmıştır. Bu durumda, işgüçlerini üretimde kullananların (ki tarım-temelli toplumda büyük ölçüde tarımsal üreticilerin) geçimlik (subsistence) tüketim düzeyleri ile, bunların üretim etkinliklerindeki verimlilikleri, bir tarım-temelli toplumda şehirli gelirinin kaynağı olan fazlayı belirleyen iki parametreyi oluşturur. Tarımsal üreticilerin geçimlik düzeylerinin, uzun dönemde, nüfuslarını idame ettirmelerine yetecek kadar çocuk sahibi olmaya razı olabilecekleri bir asgari düzeyle sınırlı olduğu, uzun dönemler boyunca bu asgari düzeyin altına inemese de üstüne de çıkamayacağı[19], yine klasik iktisatçıların işgücü piyasası ve gerçek ücret hadleri hakkındaki temel önermeleri arasındadır.

      Bir tarım toplulukları sistemi içinden, doğrudan katılmadıkları tarımsal üretimden aldıkları payla yaşayan toplumsal grupları, rahipleri, katipleri, zanaatkârları, kralları, askerleri içeren bir şehir kültürünün ortaya çıkabilmesi, a) bu şehirli uygarlıktan önce, tarımda çalışan insanların üretimlerini asgari geçimleri için gerekenin üzerine çıkarmağa yönelmeleri ve b) bu tarımsal fazlanın üretilmesini gerçekleştirmelerine bağlıdır. Marshall Sahlins'in iktisadî antropoloji çalışmalarının çok açık bir şekilde gösterdiği gibi, insanların fazla üretmeğe yönelmelerini gerektiren evrensel ve zorunlu bir nedensellik yoktur.[20] Bazı kültürlerde insanlar, dünyanın belirli bölgelerinde tarım-temelli şehirli kültürlerin ortaya çıkmasından önceki yüz binlerce yıl boyunca olduğu gibi sonraki binlerce yıl boyunca da, fazla üretmeğe hiç yönelmeden yaşamağa devam etmişlerdir. Bunun içindir ki, Mezopotamya'da Neolitik devrimden sonra bazı kültürlerde insanların asgari geçimlik ihtiyaçlarını aşan bir üretimi gerçekleştirmeğe yönelmeleri, açıklanması gereken bir antropoloji ve tarih sorunsalını oluşturur. Bir tabii zorunluluk (natural necessity) sayılıp tarih ve antropoloji dışına itilemez.

      Tarım-temelli toplumlarda tarımsal hasıladan aktarılan şehirli geliri kategorisi, modern teknikal-sanayi toplumları dışındaki toplumları birbirlerine göre değerlendirebilmemiz, anlayabilmemizde önemli bir analitik işlev yerine getirir. Eski uygarlık-kültür sistemlerinin birbirlerine göre zengin, canlı ya da fakir, sönük olmaları, ya da kendi tarihleri içinde zenginlik, fakirlik, canlılık, sönüklük devreleri yaşamış olmalarının analizi de, hem asgari geçimlik ihtiyacın üzerinde üretim yapmaya yönelmeyi anlamlı kılan siyasî-hukukî-ideolojik ortamların, kurumların, değerlerin varlığı ya da yokluğunun, hem de asgari geçimlik ihtiyacın üzerine çıkılmasınının imkânlarını etkilediği ölçüde ekolojik ortamın üzerinde dikkatle durulmasını gerektirmektedir. Ki Aşağı Mezopotamya'daki Sümer uygarlığı karşımıza, her iki açıdan da üzerinde ilginç şeyler söylenebilecek bir tarih gündemi çıkarır.

      Tarım-temelli şehirlerde, yün ve pamuk gibi tabii lifler, taş, toprak, ağaç, deri ve metal kullanmayı, ince el becerisi ve estetik değerler gösteren bir şekilde geliştiren artizanların oluşturduğu önemli bir imalat sektörü ortaya çıktı. Ancak modern teknoloji-endüstri çağına kadar, bu imalat etkinlikleri, toplumların toplam üretim ölçeği içindeki pay ifadesiyle, tarım sektörüne göre marjinal bir sektör oluşturmanın ötesine geçemedi. İktisadî analizin tarihinde Quesnay ve Turgot gibi Fizyokratlar diye adlandırılanların, sadece tarım sektörünün üretici olduğu, diğer sektörlerin tarımın sırtından yaşadıklarını iddia etmeleri, modern teknoloji-endüstri uygarlığından önceki uygarlıkların tarım-temelli olmasıyla yakından ilişkilidir. Fizyokratların ekonomik tablo'sunda artizanal üretimin varlığı, tarım kökenli gelirlere sahip beylerin, bu gelirlerinin bir kısmıyla artizanlara, kendileri için ürettikleri mamüller karşılığında bir beslenme fonu sağlamalarına dayanmaktaydı. Bunun içindir ki Fizyokratlar tarım dışındaki sektörlerin gelir yaratmadığını öne sürmüşlerdir. Bugünkü iktisadî gerçeklikler karşısında anlamsız kalan Fizyokrat argüman, bir tarım-temelli şehirli toplumun sektörleri ve toplumsal kesimleri arasındaki ilişkiler matriksinde, tarımsal üretimin başat ve bu üretimden şehre aktarılan payın diğer sektör ve kesimlerin varlığını açıklamada hayatî bir öneme sahip olduğunun vurgulanması anlamında, binlerce yıllık bir tarihî durumu özetler. Böyle bir tarihî ortamın üstünde anlamlıdır.

      Artizanal üretim, tarım-temelli şehirli toplumlarda tarımsal üretime göre marjinal kalmış olsa da, artizanal faaliyetlerin uygarlık tarihindeki önemi küçümsenemez. Bugün müzelerimizi dolduran ve bizleri hayranlık içinde bırakan, büyük bir incelik, estetik değer ve teknik beceri sergileyen milyonlarca nesne bu artizanların, zanaatkârların ürünüdür.

      Uygarlık bir şehir olgusudur. Yazıyı keşfeden ve parlak bir mimarlık, heykeltraşlık, edebiyat, hukuk kültürü yaratan aşağı Mezopotamya Sümer uygarlığından itibaren bilinen bütün uygarlıklara dönüp baktığımızda gördüğümüz bütün parıltılar, tarımda yaratılan hasılanın bir kısmının, bunun üretimine doğrudan katılmayan şehirli kesimlere aktarılmış olmasının sonucudur. Yazılı edebiyat gelenekleri, edebi biçimlere bürünmüş mitler, gelişmiş müzik, tiyatro ve dans gelenekleri de şehirlerden kaynaklanmıştır. Eski uygarlıkların şehirlerinde gördüğümüz anıtsal sanat eserleri, mabetler, saraylar, kiliseler, camiler, tiyatrolar, kütüphanelerin de yaratılmasına imkan vermiş olan, tarımda tarımsal üreticilerin tüketimini önemli ölçülerde aşan bir üretimin yapılabilmiş ve tarımdaki üreticilerin tüketimini aşan bu üretim farkının şehirlere, şehirlilere aktarılmış olmasıdır.

      Tarımdaki doğrudan üreticilerden, ayrıcalıklara sahip okur-yazar seçkinler başta olmak üzere şehirlilere gelir aktarılmasının sadece baskıya, zorlamaya dayanmasının seyrek olarak görüldüğü ve istikrarsız olduğu, daha istikrarlı uygarlık geleneklerinde bu aktarmanın sadece zorlamaya dayanmadığının belirtilmesi önemlidir. Şehirliler, genellikle, beşeri, toplumsal, kültürel ilişkiler içinde, bir takım kurumları, değerleri, hizmetleri ürettikleri ve sürdürdükleri, bir uzmanlaşlaşma ve tamamlayıcılık ilişkileri matriksinde belirli işlevleri, görevleri yerine getirdikleri, bu nedenle mensubu oldukları kültürel anlam dünyasında rızaya dayanarak bu gelir payını alabilmekte ve kullanabilmekteydiler. Şehirlilerce yerine getirilen bu işlevlerden, burada sadece birer satır başlığı olarak söz edeceğim. Sulama, sel suyu kontrolü, uzak bölgelerle ticaretin örgütlenmesi gibi bazı konuları ise daha sonra daha ayrıntılı olarak ele alacağım. Ama önce tarımsal ürünleri doğrudan üretenlerin, köle olmadıkları, aksine göreceli de olsa belirli bir toplumsal ve iktisadî bağımsızlığa sahip oldukları durumlarda, belirli bir tarımsal fazlayı mal şeklinde herhangi bir karşılık almaksızın, başta büyük arazi alanları üstünde denetim hakları olduğunu öne sürenler olmak üzere, bazı insanlara, ailelere vermeğe razı olmaları konusunu biraz daha düşünelim.

      Tarımsal ürünlerin doğrudan üreticilerinin ürünlerinin bir kısmını başkalarına maddî bir karşılığı olmaksızın vermelerinden bilindiği gibi, sömürü olarak söz edilmektedir. Bir çok tarihi dönem ve ortamda, tarımsal üreticiler ve üretim için anlamlı bir hizmet üretmedikleri halde tarımsal üreticilerin ürünlerinin bir kısmına çıplak zor kullanarak el koyan toplumsal öğelere rastlanıldığı, bu türden el koymaların aşikâr sömürü örnekleri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ama birçok tarihî ortamda fazlanın aktarılmasında zorla el koyma değil, bir ürün payının rıza ilişkileriyle verilmesi biçiminde gerçekleştiğini vurgulamamız gerekir. Ki bu durumda üretcilerin bu payı vermeğe niye razı oldukları sorusunun cevaplandırılması önem kazanmaktadır.

      Bu rıza, tarımsal üreticilerin kendilerinin yerine getirmedikleri ya da getiremedikleri ve sağlanmaması durumunda ciddi kayıplara uğrayacakları bazı hizmetlerin üretilmesiyle ilişkilidir; askeri korunma, adalet hizmetleri gibi. Bu hizmetlerin toplumsal gerekliliği, üretilmemeleri durumunda tarımsal üreticilere ne olur sorusuyla daha iyi anlaşılabilir. Tarımsal üreticiler, bu tür hizmetlerin bir toplumsal işbölümünü gerektirdiği ve belirli bir kaynak maliyeti olduğunu bildikleri, böyle bir işbölümünün kendileri için de daha iyi olduğunu kabul ettikleri için, bu ürün payını vermeğe razı olabilirler.[21]

      Üretime doğrudan katılmayan (şehirli) unsurlarca yerine getirilen bir iş, geniş alanlar üzerinde suyun kontrolü ile ilişkiliydi ki bu işlev aşağı Mezopotamya tarihi açısından özel bir önem taşır. Eğer tarımsal üretimin yapılabilmesi, bu bölgede olduğu gibi, bir ya da birkaç köy halkının kendi başlarına altından kalkamayacakları kadar geniş sahalarda ve büyük ölçeklerde sulama ve sel suyu kontrolü işlerinin gerçekleştirilmesine bağlıysa, aksi halde arazi tamamen verimsiz hale geliyorsa, bu işlerle ilgili ölçme, planlama, uygulama, bakım, onarma ve bunlar için işçi ve kaynak seferber etme, suyu paylaştırma, su kullanımıyla ilgili uyuşmazlıkları çözme, bu konularda özel beceri ve yetkisi olan belirli insanlarca yerine getirilmesi gereken bir toplumsal ihtiyaçtı.

      Marx'ın, özellikle, ilk kez ölümünden elli altı yıl sonra yayınlanabilen Grundrisse adlı çalışmasında[22] üzerinde durduğu Asyatik üretim biçimi[23] problematiği de, 'aquatic' uygarlıklar yani su uygarlıkları denilen tarihî ortamlarda bu türden büyük ölçekli sulama ve sel suyu kontrolü işleriyle ilişkiliydi. Marx ve başkaları geniş alanlar üzerinde egemen, güçlü merkezî devlet geleneklerinin bazı yerlerde insanlık tarihinin bir hayli eski çağlarında ortaya çıkması ve binlerce yıl sürmesi olgusuyla, suyun denetlenmesi ve kullanılmasının büyük ölçekli projelerle planlanması ve gerçekleştirilmesi olgusu arasında ilişki aramışlardı. İşaret edilen durum şuydu. Eğer bir köy ölçeğinde tarımın yapılabilmesi, diyelim ki ancak beş yüz köy birimini kapsayan geniş bir alan ölçeğinde gerçekleştirilebilecek belirli mühendislik problemlerinin çözülmesine bağlıysa, bu problemlerin çözülmesini bu beş yüz köyün tamamında örgütleyen merkezî birim, köylerin her birinin üstünde toplumsal-siyasî bir denetim kurmuş olurdu. Merkez, her bir alt birimin siyasî anlamda bağımlı hale geldiği bir güç merkezi olma özelliği kazanırdı. Çünkü suyun denetlenmesi ya da sağlanması konusunda merkezin yaptığı işler yapılmadığı takdirde, hiçbir köy tek başına üretim için gerekli fizikî koşulları yaratamazdı. Marks bunu bu kadar açık söylememiştir. Ne var ki, iktisadî organizasyonun özellikleri ile ona göre 'gelişme evreleri' tarihinin erken safhalarında güçlü merkezî devletlerin ortaya çıkması arasında ima ettiği en önemli nedensellik ilişkisi herhalde budur. Hodgson da, su sorunlarıyla ilgili planlama, uygulama, denetim ve koruma hizmetlerinin, tarımsal alanlara, okur yazarlığa sahip şehirlerden götürülmesi üzerinde durmaktadır. Şehir merkezli bir kültürün İÖ 4000'lerde başladığı Sümerler ülkesinde, okuma-yazma, hesap yapma becerisi, uzun bir süre, irsî bir sınıf olarak kalan rahiplerce, ayrıcalıklarının en önemli kaynağı olarak gizli tutulmuştur. Güneş yılı takviminin bilinmediği bir ortamda, nehrin taşacağı mevsimin hesaplanmasından tutun, taşmanın denetlenmesi, kanalların inşaasına kadar, kuraklık, çoraklık, ya da sellerle başetmeğe yönelik işlerin hemen hepsi, uzun bir süre, rahiplerin denetiminde yapılmıştır.

      Şehirde yerine getirilen işlevlerden biri de, yerleşik tarıma geçilmesiyle birlikte, mesela yağmurların zamanında ve yeterince yağmaması, sel ya da çekirge salgını gibi tabiî afetlerin ve tarlaların düşmanlarca yakılması gibi savaş durumlarının belirli bir alanda yaşamaya bağımlı hale gelmiş nüfus açısından yarattığı hayatî riskler karşısında, tahıl ve diğer biriktirilebilir gıda ürünleri stoklarının oluşturulması ve denetlenmesiydi. Sonraki bölümlerde, Mezopotamya'nın yazılı Sümer uygarlığından önceki şehirimsi yerleşme merkezlerinde bile tahıl stoklarının saklandığı ambarlara rastlanıldığından söz edilecektir. Burada Sümer şehir kalıntılarındaki arkeolojik çalışmaların, önceleri mabetlerde, daha sonraları ikinci bir güç ve üst-kültür mekânı olarak ortaya çıkmaya başlayan saraylarda da önemli gıda stoğu ambarlarına rastlanıldığının belirtilmesinde yarar vardır. Bu stoklar kıtlıklarda ve savaşlarda hem şehir hem de çevresindeki kırsal nüfusun açlıktan ölmemesi açısından hayati bir öneme sahipti. Şehirdeki yönetim ve üst-kültür madroları, böylece intertemporal yani zaman boyutu üstünde de bir kaynak tahsisi planlaması ve denetimi işlevini yerine getiriyordu.

      Büyük kanallar, göletler, nehir kenarı setleri gibi tesislerle sürdürülen sulamaya dayanan yüksek verimlilikli tarımsal üretime dayanan zengin şehir kültürleri, hem çeşitli Sümer şehirleri arasında, hem de Sümerlerle çevredeki göçebe ya da yerleşik diğer halklar arasında kıskançlık, düşmanlık ve saldırıya yol açan cazip hedefler oluşturuyordu.

      Düşman şehirlerin ya da halkların birbirlerine ait tarlaları yakmaları, kanalları, setleri bozmaları, saldırdıkları şehirleri yağmalamaları, yakıp yıkmaları, insanlarını öldürmeleri ya da esir etmeleri, tarım-temelli şehir merkezli uygarlık ortamlarının bir başka kurumlaşmış süreciydi. Antik ve klasik çağlarda birçok büyük şehrin, şehir kültürünün yakılma ve yıkılmayla birdenbire sona erdiği görülmektedir. Arkeoloji çalışmalarında, dönem katmanları arasında, sık sık, kül, kömür tabakalarına rastlanılmaktadır. Arkeologlarca, 'birileri gelmiş bu şehri yakmış ve şehirdeki kültür birdenbire yok olmuş' sonucuna varılmaktadır. Böyle bir saldırganlık ortamında hem şehrin hem de çevresindeki tarımsal alanlar ve nüfusun korunması, özel bir örgütlenme, insan ve malzeme seferberliği gerektirmiş, bu korunma ve saldırma işlevinin planlanması, denetlenmesi, yönlendirilmesi ihtiyacı, şehirlerde, toplumsal işbölümündeki uzmanlığı savaşmak olan belirli gruplarının ortaya çıkmasına yol açmıştır.

      Şehirde yerine getirilen toplumsal işlevlerden biri de tarım-temelli şehirli toplumun kendi bölgesinde olmayan sıradan (tuz gibi) ya da egzotik (ipekli kumaş, kıymetli taşlar gibi) malların, Mezopotamya gibi ormansız alüvyon ovalarında taş ve kereste gibi inşaat malzemelerinin, çeşitli metallerin uzak mesafelerden edinilmesi, getirilmesinin sağlanmasıydı. Ki bu konu üzerinde daha sonra ayrıntılı olarak durulacaktır.

      Şehirlerde yerine getirildiği görülen bir başka toplumsal işlev de, kurumlaşmış süreçlerle o halkın inançlarıyla ilgili ayinlerin yapılması, 'tanrılar'ın somutlaştırılması (reification) ve 'tanrılar'a 'bakılma'sıydı.

      Tarım-temelli şehirli toplumun uygarlığa en büyük katkılarından biri ise 'adalet hizmeti' sağlanmasının kurumlaşmış bir süreç haline getirilmesidir. Daha önce sözünü ettiğimiz gibi, Hodgson şehirli yani belirgin toplumsal farklılaşmalara sahip toplumların, insan hayatında önemli bir gerilimi ortaya çıkardığını vurgulamaktadır. Ki bu, bir yanda şehirli toplumun dayandığı toplumsal ayrıcalıklar vakıası ile öte yanda eşit adalet arzusunun yarattığı bir gerilimdir. Tarım-temelli şehirli uygarlıklarda toplumsal ayrıcalıklar, sadece baskıya dayanmadıkları ölçüde, bir adalet işlevinin yerine getirilmesi ihtiyacını uyarır. Birbirleriyle uzlaşmazlık ya da düşmanca çatışma içine düşmüş olan insanların uzlaşmazlıklarının, kendi kaba kuvvetleriyle değil, belirli adalet değerleri, yargılama ve infaz kurallarına göre ve kurumları aracılığıyla çözümlenmesi, yazı kullanan şehirlilerin en büyük kültürel ürünlerinden biridir. Yazılı yasa geleneği, Hamurabi'den yüzlerce yıl önceye, Sümer uygarlığının çok erken dönemlerine kadar geri gitmektedir.[24] Şehirlerde ortaya çıkan uygarlığı oluşturan temel 'sanat'lardan biri, böylece, adalet sanatıdır. Eski büyük uygarlık geleneklerinin 'büyük' hükümdarları, muhteşem sarayları ve yaşama üslupları yanında, dağıttıkları adalet, yayınladıkları 'kanun'larla yücelmeğe yönelmişlerdir. 'Kanunî', 'adil' gibi ünvanlar, bu hükümdarların 'büyüklük'lerini vurgulamak için gururla kullanılan ünvanların başında gelmiştir. Babillilerin Hamurabi'si, Yahudilerin Süleyman Peygamber'i, Sasanilerin Hüsrev Nurşirevan'ı, Osmanlıların Kanunî Sultan Süleyman'ı, adalet dağıtan büyük hükümdar imajıyla yüceltilenlerin en ünlüleri arasındadır.

      Tarım-temelli şehirli uygarlıkların göreli parlaklık ve sönüklükleriyle tarımsal verimlilik ve buna bağlı olarak şehirlere aktarılabilecek ürün fazlası ya da tarım kökenli şehirli gelirinin iniş çıkışları arasında da sıkı bağlantılar vardır. Şehirlerde yaratılan yüksek kültür'ün, mimarinin, plastik sanatların, müziğin, edebiyatın zirvelere çıkartıldığı dönemlerin çoğu, tarımsal verimlilikte de yüksek düzeylerin gerçekleştirildiği dönemlerdir. Öte yanda, mesela heykelcilikte ince estetik uslupların kaybolduğu, kabalaşmanın ortaya çıktığı, mimari uslupların bozulduğu, basitleştiği, estetik ve teknik becerilerde genel bir yozlaşma, soysuzlaşma olduğu, hatta sıradan şehirli ailelerin kullandığı kap kacağın kabalaştığı dönemler, genellikle, tarımda şu ya da bu nedenle önemli krizlerin yaşandığı dönemlerdir. Burada tek yönlü bir belirlemeyi, yüksek tarım verimliliği yüksek kültür yaratır şeklinde bir determinizmi işaret etmek istemiyorum. Belirtmek istediğim tarımda yüksek verimliliğinin şehirlerde yaratılan, yaratılabilen yüksek kültürün bir imkân aralığını, sınırını oluşturduğudur. Ama unutmamak gerekir ki tarımda verimliliğin yükseltilebilmesi de insan ürünüdür, kültürün bir parçasıdır. Tarlaların, toprakların, nehir yataklarının kendi kendilerini iyileştirmelerinin sonucu değildir. Şehirlerdeki kültür ortamı, düşünce, sanat, adalet, siyaset ortamı da tarımsal verimlilikteki iniş çıkışların açıklanmasında hayatî öneme sahiptir.

      Mesela, en eski ve en zengin kültürlerden birinin üretilmiş olduğu Çin'i ele alalım. Çin tarihinin bazı dönemlerinde, sadece saraydakilerin ve üst düzey devlet görevlilerinin değil, mesela tacirlerin de kullandığı eşyaların teknik ve estetik inceliğinin yüksek düzeylerde olduğu, yazı geleneklerinin hem edebi içerik hem de hat [yazı] kalitesi açısından üstün olduğu, başka dönemlerinde ise bunların kabalaştığı, estetik ve teknik becerilerin, edebiyatın, hat kalitesinin soysuzlaştığı görülmektedir. Çin tarihinde 'Çin yüksek kültür'ünün zirve dönemleri, genellikle, tarımsal verimliliğin de zirvede olduğu dönemlerdir. Tarımsal verimlilikte şu ya da bu nedenle önemli düşüşlerin yaşandığı dönemlerde, 'high culture'ların da 'gerilediği' görülür. Ama her iktisadî bolluğun parlak bir yüksek kültürle sonuçlanması gerekmez. Bugün, Suudi Arabistan ve Korfez ülkeleri gibi, petrol gelirleri sayesinde insanların bir iktisadî bolluk ortamında yaşadığı ülkelerde, bu bolluğa parlak bir yüksek kültürün eşlik ettiğini söylemek bir hayli zordur.

      İslamî geleneğin içinden çıktığı uygarlık alanının tarihinden de bir örnek verelim. Mezopotamya'daki sulama ve drenaj sisteminin çökmesi, Irak'taki tarımsal hayatta büyük bir çöküntüye yol açmış, Irak'ın nüfusu, sulamalı tarımın parlak dönemlerinde çıktığı düzeylere göre büyük ölçüde azalmıştır. Sasani İmparatorluğu'nun son dönemlerinde, Mezopotamya'daki sulama işlerine büyük yatırımlar yapılmış, bölgedeki tarımsal verimlilik bir hayli yüksek bir düzeye çıkmıştı. Nüfus artmıştı. İS 800'lerin başlarında bugünkü Irak'ın sınırları içinde yaklaşık olarak 2.5 milyon insan yaşıyordu. Iraktaki Abbasi Halifeliği zamanında yaşanan 'yüksek kültür' de tarımdaki zenginlikle eş zamanlıydı. Sulama kanalları, sellere karşı setlerden oluşan su mühendisliği eserlerinin bakımsızlık nedeniyle çökmesinden sonra bu nüfus 1300'lerin başında 1 milyon yöresine düştü. Irak İS 800'lerdeki nüfusuna bir daha ancak 1900'lü yılların başlarında sahip olabildi. Bu dönemde bir yanda tarımsal verimlilik ve nüfus azalırken öte yanda şehir kültürü geriledi, mimarî, plastik sanatlar, edebiyat gibi konularda beğenilerde ve yaratılan eserlerin teknik ve estetik standartlarında büyük bozulmalar oldu.

      Hodgson, bu 'yüksek kültür'ün organize olduğu toplumsal mekândakie değişmelerin izlenmesinin, bize kültürün genelinde meydana gelen değişmeler açısından önemli ipuçları vereceğini de söylemektedir.

      Verimli Hilâl'de ilk 'yüksek kültür'ün, sulama, savunma, 'ticaret', adalet işlerini organize etme, yürütme, denetleme işlevlerine de sahip bir ırsî rahipler sınıfının çevresinde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu ilk 'yüksek kültür'ün toplumsal mekânı tapınak ve çevresidir. Şehirli tarihin başlangıcında, rahipler, hem tarımla, su denetimiyle, hem savaşma ve korunmayla, hem bazı şeylerin uzak mesafelerden edinilmesiyle, hem de toplum içinde anlaşmazlıkların çözülmesiyle ilişkili işlevleri yerine getirmişlerdi. Bir süre için, tarımsal hasılanın bir kısmını kullanan ve kendileri tarımsal hasılanını üretilmesine katılma anlamında üretken olmayan tek önemli toplumsal grup rahipler; 'yüksek kültür'ün tek mekânı tapınaklar olarak kaldı.

      Savaşma işlerinin giderek farklı bir uzmanlık kazanmasıyla birlikte, zamanla askerliğin toplumsal örgütlenmesi rahiplerin elinden çıktı. Savunma-savaşma işlerinde uzmanlaşan ve rahiplikten bağımsız bir toplumsal işlev kazananlar, zamanla ikinci 'yüksek kültür' grubunu, asker-kralı ve etrafındakileri kapsayan yeni bir grubu oluşturdular. Bu grupla birlikte, saray, 'yüksek kültür'ün ikinci toplumsal mekânı olarak ortaya çıktı.

      Daha sonra 'yüksek kültür'ü paylaşan ve taşıyan bir üçüncü sınıfı ve toplumsal mekân daha belirginleşti. Yüksek kültürün bu üçüncü unsuru, toplumsal varlıklarını pazar etrafında ortaya koyan tacirlerdi. Ticaretle uğraşanlar, çok daha tedrici bir şekilde, toplumsal ilişkiler içinde, sınırlı da olsa, belirli bir göreli bağımsızlık kazandılar. Yani kendi hesaplarına iş yapmaya ve tarımsal üretimin şehre aktarılan kısmından önemli bir pay alacak kadar 'kâr' etmeye başladılar. Böylece tacirler yeni bir 'yüksek kültür' grubunu, pazar da yeni bir 'yüksek kültür' mekânını oluşturdu. Meselâ, Efes, Milet gibi klasik şehirlerde, bugün de gidip görebileceğimiz gibi, agora (pazar), etrafında şehrin büyük sanat değeri olan anıt binalarının dizildiği bir 'yüksek kültür mekânı'dır.

      Şehir arkeolojisi, uygarlık alanlarının bazılarında Grek uygarlık alanının agora'sına benziyen mekânların, belirli gecikmelerle de olsa, ortaya çıktığını, buna karşılık, bir yazılı üst-kültüre sahip şehirler uygarlığının öncüsü olan Mezopotamya uygarlık alanında ise, şehirlerde agora benzeri mekânların bulunmadığını göstermiştir. Bu arkeolojik bulgular, farklı uygarlık alanlarındaki toplumsal-siyasî-iktisadî süreçlerin ve ilişkilerin anlaşılması açısından önemli ipuçları verir. Polanyi'nin 'yönlendirilmiş ticaret' kategorisi, arkaik ve antik çağlarda kara içlerindeki 'agora'sız şehirlerde, uzak mesafelerden mal getirme işlevinin, uzun bir süre tapınaklarda rahipler ya da saraylarda kralların 'görevlendirdiği' kişilerce yerine getirilmesi hakkında, belgelere ve arkeolojik bulgulara dayanmaktadır. Birçok mezopotamya şehrinde, arkaik dönemlerin bir kısmında, önemli boyutlara sahip uzak mesafe ticareti varsa da, ayrı bir toplumsal varlığı olan nisbî bağımsızlığa sahip bir tacirler grubu, sınıfı yoktu. Pazar yeri bir 'yüksek kültür mekânı' olarak ortaya çıkmamıştı.

      Tarım-temelli şehirli toplumun etrafındaki göçebe-otlatıcılarla bazan bir tamamlama bazan bir çatışma ilişkisi içinde olduğuna da dikkat edilmelidir. Cumhuriyet döneminin iktisadî tarihi adlı kitabımda, 11. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya gelen göçebe-otlatıcı Türk göçlerinin ardından, göçebe-otlatıcılarla şehirliler ve çevrelerindeki yerleşik tarımcılar arasında büyük çatışmaların ortaya çıktığı, şehir ve yerleşik tarım hayatında önemli gerilemeler olduğu vurgulanmıştır. Göçebe-otlatıcıların büyük kitleler halinde göçler yaptığı dönemler ve yerlerde, yerleşik tarım ve şehir kültürleri ile göçebe-otlatıcılar arasındaki ilişkilerde çatışmalar tamamlayıcılığın önüne geçebilir. Böyle durumlarda bir iktisadî-sosyal varolma biçimiyle bir başkası arasındaki ilişkide, birinin öteki aleyhine, ötekinin varlığını gerileterek gelişmesini, analitik tasarımımızın içinde mutlaka ihmal etmememiz gerekir. Bu arada özellikle, Orta Doğu bağlamında, bugünkü Suudi Arabistan, Libya, Mısır, Suriye Irak ve İran'ın tarihinden söz edilirken, buralarda binlerce yıl, şehirli tarım kültürlerinin çevresinde ve içinde, şehirli ve yerleşik tarım kültürleriyle, bunlar güçlü oldukları sürece, tamamlayıcılık ilişkileri daha ağır basan göçebe-otlatıcı aşiretlerin hep var oldukları unutulmamalıdır. Bu bölgede göçebe-aşiretlerin varlığı arada bir göçlerle gelen geçici bir olgusal duruma işaret etmez. Göçebe aşiretler bu bölgenin adeta hep var olan temel özelliklerinden biridir ki bu konu üzerinde ilerde tekrar durulacaktır.

1.3.       Aksiyal Çağ: uygarlık tarihini tasarlamamıza yardımcı               olabilecek analitik bir kategori

Hodgson "İslamiyet'in serüveni" başlığı altında, bir karşılaştırmalı tarih ve sosyoloji ekseni üstünde yaklaştığı, Orta Doğu uygarlık alanının İslamiyet'in ortaya çıkışından sonraki tarihini, klasik çağda Elenlerin Ökümene dedikleri alanların tamamındaki tarihî tecrübenin oluşturduğu bir arka plan önünde ele almıştır. Klasik Elence'de Ökümene, dünyanın insanların yaşadığı bölümleri anlamındadır. Hodgson, Orta Doğu uygarlık alanının uzun tarihinin, diğer uygarlık alanlarının tarihine yaklaşılma (benzeme) ya da bunlardan uzaklaşılma (benzememe) terimleriyle tasarlanmasına yardımcı olacağı düşüncesiyle Karl Jaspers'in Aksiyal Çağ kategorisini de kullanmaktadır. Bu kategoriyi ve kullanılış amacını bu dersin sınırları içinde şöyle özetleyebiliriz.

      İÖ birinci bin yıl içinde i) Çin, ii) Hint, iii) Orta Doğu ve iv) merkezî aksı Batı Anadolu, Yunanistan ve İtalya olan Akdeniz-Avrupa uygarlık bölgelerinde, birbirini andıran önemli gelişmelere rastlanılmaktadır. Jaspers, bu dönemde, düşünce hayatında, siyasî hayatta ve iktisadî hayatta, birbirine çok uzak bu farklı uygarlık gelenekleri bölgelerinde, önemli benzerlikler sergileyen hareketlerle karşılaşılmış olduğu savından hareket ederek Aksiyal Çağ kavramını ortaya attı.

      Aksiyal Çağ kategorisi altında yatan bu 'benzerlikler savı' akla mantıkî olarak birbirinden bağımsız iki soruyu getirmektedir. Birinci soru, "bu farklı uygarlık alanlarındaki birbirini andıran bu gelişmeler karşılıklı etkileşmelerle açıklanabilir mi?" sorusudur. İkincisi, "bu andırmalar, bu uygarlık alanlarında, birbirlerinden aşağı yukarı bağımsız olarak gelişmiş olsalar bile 'Aksiyal Çağ' öncesinde ortaya çıkmış olan "yüksek kültür"lerin, "yüksek uygarlıklar"ın ortak sonuçları olarak açıklanabilir mi" sorusudur.

      Aksiyal Çağ teması gerçekten de bizi, Ökümene'yi oluşturan büyük uygarlık alanlarının arasındaki karşılıklı-etkileşmeleri görmeye sevkeder. Bugünkü Mogolistan'ın güneyinde, Gobi Çölü'nün ortasındaki bir vadinin iki buçuk kilometrelik bir bölümünde bulunan mağaralarda, İS 3. yüzyılda yapılmış tapınaklar ve bu tapınaklarda fresk (duvar resmi) kalıntıları var. 1984'te TRT'nin de gösterdiği ve bir Japon yapımı olan İpek Yolu adlı televizyon serisinde bu freskler sergilenirken, uzmanlar bu resimlerin güçlü bir Yunan etkisini yansıttığını söylemişlerdi. Yunan etkisinin uzandığı alanın Gobi Çölü ve dönemin İS 3. yüzyıl.olması, Aksiyal Çağ'la ifade edilen bu yeni etkileşmeyi önemsememiz ve Aksiyal Çağ'ın Ökümene'sini birbirinden kopuk uygarlık alanları şeklinde tasarlamaktan kaçınmamız için çarpıcı bir uyarı oluşturur. Eğer Gobi Çölü'nün bu dönemdeki tarihi bir karşılıklı etkileşmeler alanının tarihi ise, bu etkileşmelerin çok daha merkezinde olan Anadolu, Irak gibi alanların tarihlerinin ele alınmasında karşılıklı etkileşmeleri aramak çok daha önemli bir ihtiyaç haline gelir.[25]

      Ne var ki, uygarlık alanları arasındaki etkileşmeleri, "her alandaki gelişme bütün diğerlerini etkilemiştir" önermesi şeklinde ele almamak gerekir. Meselâ, Hindistan'dan çıkan Budizm Çin uygarlık alanını önemli ölçüde etkilemişse de, Çin 'dünya resmi'nin İndik uygarlık alanının ya da Orta Doğu, ya da Akdeniz-Avrupa uygarlık alanlarının 'dünya resimleri'ni mukabil bir şekilde etkilediğini söylemek mümkün değildir. Karşılıklı etkileşmeler temasının mutlaka ampirik tarihî bilgilerle sıkı bir şekilde denetlenerek irdelenmesi gerekir.

      Aksiyal Çağ kategorisiyle kapsanan gelişmeleri, daha önceki 'yüksek uygarlık'ların 'zorunlu' sonuçları gibi görmek de mümkün değildir. Bir kere, benzer gelişmeler, çok parlak 'yüksek kültür'lere sahip olmuş olan Mezopotamya uygarlığının merkezî alanında ya da Mısır uygarlık geleneğinde görülmemiştir.[26]

      Farklı uygarlık alanlarındaki gelişmelerin birbirlerini andırması sorunsalının merkezinde, insanın kendi düşüncesini düşüncesinin konusu haline getirmesi, bilinçlilik düzeyinin yeni bir soyutlama düzlemine çıkmasıyla ilişkili olarak, aşkınlık sorunu yatmaktadır. Jaspers, insanın düşündüğünü düşünmeye başlaması, kendi düşünce süreçlerini irdelemesi, daha önceki çağlardan farklı olarak, ilk defa, zaman ve mekân içinde konumlanmış bir şekilde yaşayan insanın bu dünyadaki tecrübelerini aşan, bu anlamda aşkın (transcendental) [27]sorunların gündeme gelmesine yol açmıştır demektedir.[28] Daha önceki, moral sorunların merkezî bir önem taşımadığı naturalist ve/veya panteist (çok tanrılı) dinlerin ağırlık taşıdığı kültürlerin aksine, bu dönemde, insan tecrübesini, 'varlığın anlamı ne?', 'insan ırkı nereden geldi ve sonu ne? 'insanlar için doğru yaşama yolu ne?' gibi, aşkın sorularla değerlendirmeye çalışan, insan düşüncesinin kendine dönük büyük felsefî ve dinî hareketlerin ağırlık taşıdığı yeni bir kültür ortamı ortaya çıkmıştı.

1.3.1.  Ahlakî dinler

      Bu bin yıl içinde, Hakhamaniş İmparatorluğu'yla birlikte, bir yönetici etnik kadro olarak Trakya'dan bugünkü Pakistan'a, Doğu Anadolu'dan Mısır'a yayılan Perslerin dünyasında, Zarathuştra'ün ahlakî söylemiyle yeniden şekillenen Mazda dini[29] ön plana çıktı. Yahudi dünyasında, Zarathuştraçü Mazda dinî ile temasların da etkisiyle, İşaiya gibi peygamberlerin söylemiyle birlikte, Yahudilerin tanrılarının kimliği ve 'dünya görüşleri' büyük ölçüde değişti. İndik uygarlık alanında Veda'ların mitolojik ağırlıklı 'dünya resmi'nden, Upanişhadların, Budizmin, Janizmin ahlakî, felsefî söylemine geçildi. Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve diğer "okul"lar Çin uygarlık alanının üst kültürünü yeniden yoğurdu. Elen üst kültüründe ise, Homer ve Hesiod'un destan söyleminden Pre-Sokratik ve klasik 'felsefe dünyası'na geçildi.

      Birçok uygarlık alanında, Aksiyal Çağ'da aşkınlık sorunsalının içinde ifade edildiği çerçeve dinî hareketler oldu. Konfüçyüs, Buda, Zarathuştra, İşaiya, Heraklit'in, içinde yaşadıkları tarihî ortamların arasındaki büyük farklara rağmen ortak özellikleri, "kişisel dinî inançlarını ilan ederek ve yayarak, insan hayatına yeni bir mânâ vermeleri ve ait oldukları toplumlarda çok önemli değişikliklere yol açmaları"ydı. "Bunların hepsi [içine doğdukları] toplumsal düzenin reformcularıydı".[30] Bunlardan bazıları ya yeni 'tek tanrılı' dinlerin peygamberliğini yaptılar, ya da eski dinleri yeniden tanımladılar. İranî dünyada Zarathuştra'ün ifade ettiği yeni tanrı tasarımı, Hakhamaniş İmparatorluğu'nun hakimiyetine girdikten sonraki tarihlerinde İbranileri de etkiledi. İbrani peygamberleri, Zarathuştracı gelenekle tanıştıkları bir ortamda, Tevrat geleneğinin tanrısı Yehova'yı yeni bir kimlik ve statü ile ifade ettiler. Bu yeni tanrı tasarımının önceki tanrı tasarımlarından temel farkı, herhangi bir görünebilir ya da mental imaja indirgenemeyecek eşsiz-tek ve kusursuz, iyi, sevecen, mutlak bilgili bir tanrı anlayışı getirmesiydi. Hem Zarathuştra'nın hem de geç dönem İbrani peygamberlerinin söylemlerinin ortak özelliği böyle bir tanrı anlayışı etrafında kurgulanmış olmalarıydı.

      Bu yeni tanrı tasarımıyla birlikte dinî hareketlerde ortaya çıkan bir başka değişiklik ise, tanrıyla kurulacak ilişkide bireyin taraf olarak ortaya çıkmasıydı. Burada dikkat etmemiz gereken ince bir nokta var. Rönesans ve Aydınlanma Çağı'nın hümanist 'dünya resmi'nin içindeki anlamıyla bir bireyselleşme Aksiyal Çağ ortamlarında elbette ki söz konusu değildi. Bu ortamlarda bireyin, 'dünya resmi' içinde kendi yerini, kimliğini algılamasında, ait olduğu grubun bir üyesi olması gene hakim bir rol oynuyordu. Ama bu yeni dinî hareketlerde tanrıyla ilişki artık bir bütün olarak bireyin mensubu olduğu topluluk, cemaat tarafından değil, tek tek fertlerce kuruluyordu. Bu gelişme, Aksiyal Çağ'da düşüncenin kendisinin düşünce konusu yapılması, insanın kendi kişisel yaşama tecrübesine, geriye çekilip, soyut ve ahlakî bir düzlemde düşünerek anlam verme girişimiyle ilişkiliydi.

      Dört uygarlık alanındaki benzer gelişmelerden biri, işte, kişinin iyiyle kötü, adaletle zülüm, aydınlıkla karanlık arasında tek başına tercihini yapması, kendi tavrını ortaya koymasını gerektiren bu yenî dinsellik tecrübesiydi. Bu tecrübe, kişilerin önüne, ahlakî terimlerle ifade edilmiş bir kozmik mücadelede kendi yerlerini almaları, kendilerini tanrının 'taraftar'ı olarak bu mücadeleye adamaları talebini getiriyordu. Kişilerin bireysel sorumlulukları ölçeğinde vecibelerini yerine getirmeleri gerekiyordu.

1.3.2.  Yeni bir tarih bilinci

Aksiyal Çağ, yeni bir tarih bilinci çağıydı. Yeni düşünce hareketleri içinde, tarihî bir tecrübe olarak toplumsal bilinçliliğin ortaya çıkması, toplumsal değişmenin tasarlanmasına da olanak sağlamıştır. İnsanlar kendi varoluşlarıyla ilişkilendirebildikleri zaman aralığını zihinlerinde genişletmeğe başlamışlardır. Aksiyal Çağ'da sorulan 'insanlık nereden geliyor?', 'tarihî tecrübenin yönelik olduğu bir amaç var mı, varsa bu amaç ne?', 'evrenin varlığının anlamı ne?' gibi aşkın sorular, daha önceleri 'dedelerim ve büyük annelerim, annem ve babam, ben, çocuklarım, torunlarım ve torunlarımın çocukları' diye ifade edilebilecek sınırlı bir zaman aralığı yerine, meselâ İranî Mazda dini geleneğinin on iki bin yıllık tarihî zaman tasarımı gibi çok daha geniş bir aralığa yayılmış bir insan tecrübesi tasarımının geçirilmesini teşvik etmiş, çok uzun dönemlerde meydana gelen değişmelerin tasarlanmasına olanak sağlamıştır. Fizikî ve toplumsal bir ortamda yaşayan insanının, dünyanın, mevsim devinimlerini aşan bir anlamda değişen bir dünya olduğunu fark edebilmesi için, içinde yaşadığı kurumlar, ilişkiler ve değerlerdeki değişme düzeyi ve ritminin belirli bir kritik düzey ve ritmin üzerine çıkması gerekir.

      İnsanın dünyanın değiştiğini farketmesi, isterse dünyayı değiştirebileceğini farketmesine imkân sağlar. İnsan ancak dünyanın bir ya da birkaç kuşak içinde değiştiğine, değişebileceğine ikna olduktan sonradır ki kendi eyleminin kendinin ve yakın gelecekteki kuşakların yaşama koşullarını değiştirebilecek bir güce sahip olduğunu düşünebilmeye başlar.

      Ama bu yeni tarih bilincinin de, Aksiyal Çağ'da insanların kendi çağımızdakine benzer bilgi temelli bir tarih tasarımı edinmeye başladılar şeklinde anlaşılmaması gerekir. İnsanların geçmişi kendi zamansallıklarının gerçeklik ortamından çok farklı bir dünya şeklinde düşünebilmeleri, yakın bir tarihte ortaya çıkmıştır. 'Modern' bir zihnî terbiyenin sonucudur. Sadece bir kaç yüzyıllık bir tarihi vardır. İnsanlar binlerce yıl, geçmişi kendi zamansallıklarını geriye yansıtarak tasarlamışlardır. Bugün de üniversite düzeyinde eğitim görmüş birçok insan bile, geşmişi kendisininkinden radikal bir şekilde farklı bir gerçeklik ortamı olarak tasarlayabilmesini mümkün kılan bir terbiyeden yoksundur. Somut bir örnek verelim. Bir çok ünlü Rönesans ressamı eski Elen dünyası hakkındaki tablolarında, klasik çağın Plato, Aristoteles gibi kahramanlarını, Rönesans İtalya'sının insanları gibi giydirerek resmetmişlerdir. Rönesans sanatçılarının önlerinde klasik çağlardan kalma Elen ve Roma heykelleri vardı. Yani farkların farkına varabilme olanağına sahiptiler. Ama buna rağmen, geçmiş kültürleri kendi tecrübelerinden farklı bir şekilde tasarlama alışkanlıkları zayıftı.

1.3.2.1.       Mit, teokratik tarih, irano-semitik teokratik tarih

      İnsanların, kendi kültürlerinde ve yaşayan ya da ölmüş başka kültürlerde yaşamış olan insanların başlarından geçtiğini sandıkları olayları, bugün bizim bilgisel tarihçilik dediğimiz bir tarih tasarımı içinde ele almaya çalışmaya başlamaları fevkalâde yeni ve bugünkü insan nüfusunun fevkalâde küçük bir kısmının gerçekleştirebildiği bir gelişmedir. İnsanlar insanlık tarihinin çok büyük bir bölümünde, kendi tecrübelerini bir "geçmiş" ve bir "gelecek"le, bilgisel bir tarih tasarımı değil, bugün bizim mitik dediğimiz bir kozmik tasarım ya da bugün gene teokratik tarih tasarımı dediğimiz bir kozmik tasarım içinde ilişkilendirerek anlamlandırmışlardır. Bugün yaşamakta olan insanların çok büyük bir bölümü de, "modern"(!) tıp ya da mühendislik "okumuş" olanların büyük bir kısmı bile, kendi tecrübelerini, bir "geçmiş" ve bir "gelecekle", mitik ve/veya teokratik tarih dediğimiz bir kozmik tasarım içinde ilişkilendirerek anlamlandırırlar. Bunun içindir ki bu 'mitik' ve 'teokratik tarih' tasarımlarına bakmak, hem insan kültürlerinin tarihini anlamamız hem de akademik bir ortamda üretilmesi gereken bilgisel tarihçiliğin, 'mitik' ve 'teokratik tarih' söylemlerinin yeniden üretilmesinden neden ve nasıl farklı olduğunun bilinçlendirilmesi açısından önem taşımaktadır.

      Şimdi burada kısaca, 'mit' ve 'mitik kozmik tasarım', 'teokratik tarih tasarımı' ve bilgesi ya da peygamberi Zarathuştra'nın adıyla bilinen İranî Mazda-yaşna diniyle başlamış, bu dinin Hakhamaniş İmparatorluğu döneminde Yahudiliği etkilemesiyle, Hristiyanlık ve Müslümanlık geleneği ile günümüze kadar sürmüş özel bir 'teokratik tarih tasırımı'na bakacağız.

1.3.2.1.1.         Mit ve mitik kozmik tasarım

      İnsan kültürünün tarih benzeri gibi görünen temel eksenlerinden biri olan mit, bugün kendi tecrübesine ve dünyaya bilimsel-bilgisel laik bir 'gözlükle' bakan birine, 'efsane-destan' (legend) ya da 'peri masalı'nı (fairy tale) çağrıştıran bir tasarım gibi gelebilir. Ama 'mit' kategorisinin bilimsel-bilgisel laik bir dünya tasarımına sahip birinin zihninde çağrıştıracağı bu anlam, mitin mitik bir kültürün insanı açısından 'değeri', 'işlevi' ve varlık statüsünü görmemizi engeller.

      Mit, insanın, içinde kendisinin çaresiz (ölümlü, güçsüz) bir şekilde konumlandığı evreni açıklama, parçası olduğu korkutucu olgular (phenomena) kargaşasını anlaşılabilir (intelligible) ve böylece daha az korkutucu hale getirme, evreni etkileyebilme, onunla maddi/ruhani bir ilişkiye girme ve böylece onun üstünde maddi/ruhani bir denetim kurmaya çalışma girişimidir.[31] Mit, mitik kültür insanının evrenle maddi/ruhani ilişkiye girme ve onun üzerinde maddi/ruhani denetim kurma girişimi olduğu içindir ki, 'büyü' ile iç içedir. Mitik evren tasarımı, mitik kültürün insanının, bugün bilimsel-bilgisel dünya tasırımına sahip insana göre var olmayan doğa-üstü (super natural) varlıklarla içinde beraber var olduğu, bu varlıkları "kullanarak", bizim bilimsel-bilgisel dünya tasarımımıza göre doğru olmayan "nedensellik ilişkileri" içinde, kendi dünyasını manipüle ettiği bir büyü evreninin tasarımıdır. Mit, ona gerçeklik sağlayan büyü/ritüel ve festivallerle, mitik kültürün insanının yaşama tecrübesini ruhani/aşkın (spiritual/transcendental), moral ve estetik niteliklerle donatır. Bunun içindir ki, mit insan yaşamının maddi gereksinimlerinin gerekçelendirilmesine indirgenemez.[32]

      Mit, 'mit'in insanları için sadece aktarılan bir öykü değil nesnel dünya kadar yaşayan bir gerçek olduğu mitik kültürde, insan hayatının her vechesine hükmeder. Mitik kültürün insanının hayatını yaşaması açasından mitin yerine getirdiği aslî işlevlerden biri, insanını çok eskilere uzandığını hissettiği geçmişi, bugünü ve böylece geleceğiyle bağlamasıdır. Bu işlevi ya da bu ekseni iledir ki mit tarih benzeri bir tasarım gibi görünür.

      Mitik kozmik tasarımın merkezinde, varlığın kaynağı, mitik kültürün insanının kendisinin ve maddi evreninin, hatırlanmayan çok eski bir geçmişte, doğa üstü varlıklarca anlamlı bir 'düzen' olarak yaratılışının öyküsü ve gerekçeleri vardır. Bu yaratılışın hiçbir zaman ortadan kalkmayacak olan etkileri mit içinde sürerek yaşayan insana ulaşır. Bu yaratılış öyküleri, genellikle, farklılaşmamış bir ilk-varlıksal (primordial) ortam içinden tanrıların yaratılışını ve birbirlerinden türemelerinin soy-kütüğünü (teogani) kapsar.[33]

      Ama mitler, bir zamansal eksen üstünde arada bir insanların da adının geçtiği olayların sıralaması gibi olsa da, tarihvari bir tasırım özellikleri sergilemezler. Mitlerin tarih-vari bir tasarım bile sayılmalarını olanaksız kılan nedenlerden biri, bunların mitik kültürlere hep tekrarlanan, bu anlamda zamansız bir varoluş resmi sergilemeleridir. İkinci önemli neden, mitlerde, belirli zaman ve mekan koordinatları ile bilinen yaşamış gerçek insanların başlarından geçenlerin, bunlar tanrıların uşakları, emirerleri, köleleri olsalar bile, hiçbir zaman mitin ana eksenini oluşturmamasıdır.

 1.3.2.1.2.       Teokratik tarih tasarımı

1.3.2.1.3.       İranî teokratik tarih tasarımı

 1.3.3.       Evrensel imparatorlukçu devlet

       Aksiyal Çağ'da farklı uygarlık alanlarında birbirini andıran gelişmelerden biri de, yeni bir devlet tipinin, yeni bir siyasî tecrübenin ortaya çıkmasıdır. Bu yeni devlet tipinin eskilerden bariz farkı, siyasî merkezin varlığının kaçınılmazlığı ve hakimiyetinin meşruluğuna dair anlayışın merkezinde, bu devletin aşkın ilahî moral düzenin beşerî dünyadaki uzantısı olarak insan topluluklarına yukardan adalet ve barış dağıttığı iddiasının yatmasıydı. Bu barış ve adalet dağıtan evrensel devlet fikri, yeni ahlakî ve dinî düşünce hareketleriyle yakından bağlantılıydı.

      Eski devletlerden bir çoğu, varlıklarını sürdürmek için, düzenli olarak çıplak askerî güce dayanmış, karşı koyan herkese akla gelebilecek her zulmü yapabilen karşı konulmaz bir güç olduğuna dair bir imajı özellikle yaratmaya çalışmış, insanları korku temeli üstünde idare etmeye yönelmişti. Meselâ imparatorluk döneminde Asur devleti gibi. Asur devletinin sonunda kurumlaşmış tedhiş süreçleriyle hakim olduğu halkların ve aşiretlerin ortak bir isyanı ile yıkılmasını (İÖ 612-605) izleyen yıllarda Orta Doğu'da yepyeni bir siyasi tecrübe görüldü Bu hem Asur hakimiyetinin yıkılmasının yol açtığı boşlukta ortaya çıkan Babil ve İranî Med devletlerini hem de bölgenin çevresindeki iki büyük devlet olan Lidya'yı ve Mısır'ı kısa bir süre içinde ortadan kaldırarak, Trakya'dan ve Anadolu'nun Ege kıyılarından İndus vadisine, Kafkasya sınırlarından Libya'ya, Mısır'a kadar, daha önce görülmemiş ve daha sonra da nadiren görülecek genişlikteki alanları hakimiyeti altına alan İranî Hakhamaniş devleti ya da diğer adıyla Pers devletinin sergilediği 'evrensel imparatorlukçu devlet' olgusuydu.

      Bu yeni devlet tipi. 'evrensel hükümdarlık-imparatorluk' kurumu etrafında kurgulanan bir 'dünya resmi' inşasına ve bu kurguyu taşıyan saray örgütlenmeleri, 'bürokrasi'ler, geniş-ölçekli kurumlaşmış askeri seferberlik süreçlerine dayanıyordu.[34] Bu 'cihan hakimiyeti' programı ve girişimi için kullanılan meşrulaştırıcı paradigma, bir diller, dinler, halklar mozayiği sergileyen bu karışık dünyada, topluluklardan her birinin mutluluğunun, ancak bu karışık aleme üstten adalet ve barış dağıtan böyle bir 'evrensel kerim devletin' hakimiyeti altında mümkün olabileceği savına dayanıyordu.

      Persler, Asurluların aksine, kendi kültürel, dinî normlarını, fethettikleri bölgelerdeki farklı kültürlere sahip insanlara zorla empoze etmeğe, bu bölgelerdeki mahalli kültürleri kazımağa kalkışmadılar. Yeni köklü gelenekler yerleştirmeğe de girişmeden, geleneksel olarak ortaya çıkmış olan mahalli kurumları mümkün olduğu kadar koruyarak, kendi üst egemenliklerini sürdürmeğe çalışmakla yetindiler. Mümkün olduğu kadar mahalli aristokrasiler ya da rahipler gibi güçlü gruplarla iyi geçinmeğe, mükün olduğu ölçüde bunları hizmetlerine almağa çalıştılar.[35]

      Asur devleti ile yeni Pers İmparatorluğu'nun dünya tarihinde çağrıştırdıkları imajlarla karşılaştırırsak temel bir fark görülür. İmparatorluk dönemindeki Asur devleti, elinde kılıç, yakıp yıkan, insanları asıp kesen, derilerini yüzen bir devlet imajıyla hatırlanır. Pers İmparatorluğu ise, genellikle, merkezinde adalet dağıtan krallar kralı, şahlar şahı, Büyük Kral olan bir zenginlik ve barış ortamı resmiyle hatırlanmaktadır. Elbette ki Hakhamaniş hanedanının tarihi, barış ve zenginlikten ibaret değildir. Savaşlar ve felaketler de vardır. Ama Hakhamaniş hükümdarlığı, hem siyasî hakimiyetin meşrulaştırılmasında vurgulanan temalarla, hem de, aksine zorlanmadıkça, siyasî hakimiyetin kullanılmasındaki uslûb ile, adalet dağıtan ve barış sağlayan bir imparatorluk imajı ile hatırlanır.

      Bu Büyük Kral imajı, bir yanda kökleri Mezopotamya'nın eski tarihinde yatan, tanrıya [ya da tanrılara] hizmet etmekle yükümlü insan sürülerini tanrının [ya da tanrıların] vekil harcı olarak, tanrı [ya da tanrılar] adına idare etmek üzere tanrı [ya da tanrılar] tarafından dünyanın çobanı olarak görevlendirilmiş, görevlendirmeyi tanrı [ya da tanrılardan alan] ve tanrıya [ya da tanrılara] karşı sorumlu, ama tanrı ya da [tanrılarca] kolayca görevden azledilebilen bir hükümdar anlayışına dayanıyordu. Hükümdar, bu ilahî görevlendirmeyi taşıyan devlet kuşu (Eski Persçe'de khvaranah, Pehlevi Farsça'sında farrah) onun başına konduğu için ve onun başında kaldığı sürece hükümdardı. Öte yanda, bu hükümdarlık anlayışı, kökleri gene Mezopotamya uygarlık geleneğine inen özel bir insan tasarımıyla bütünleşmişti. Bu tasarımda insanlar, böyle bir çoban olmazsa, aralarında ortaya çıkacak kaotik çatışma ortamının içinden çıkamayacakları için kendi varlıklarını da ortadan kaldıracak olan, kendi akıllarıyla kendilerini idare etmekten aciz varlıklardı. Hakhamaniş hakimiyeti,.insan topluluklarının oluşturduğu beşerî âlemin (adeta dışında anlamında) en üstünde, varlığı ile daha alt katlardaki küçük kralların birbirleriyle tepişmelerini ve bu sırada daha da alt katlardaki 'zavallı insanlara'a zarar vermelerini engelleyen; ikincil güç odaklarını kaldırarak, en alttakilere, yani reayaya yani sürüye asayiş, sükûn ve refah getiren bir cihan hükümdarlığı 'resmi' çiziyordu.

      Konuyu daha belirginleştirmek için, gene bir dönem ve uygarlık alanı sıçraması yaparak, Orta Çağlar Avrupası'na bakalım. Avrupa tarihinin feodalizm dediğimiz ortamında, insan toplulukları üstünde, üstteki bir tek ve aynı merkezden askerî, idarî, adlî, ruhanî hakimiyet sağlayan bir iktidar yapısı söz konusu değildi. Birbirleriyle çekişen, döğüşen, tepişen, sürekli uyuşmazlık içinde olan bir sürü, kral, bey, lord ve (katolik) klise piskoposu ve papalık vardı. Yetki yapıları hem yatay hem dikey parçalanmışlıklar sergiliyordu. Orta Doğu'nun 'evrensel hükümdarlık' paradigması ise, böyle bir ortamın insanlar açısından 'yok edici' olduğu aksiyomuna ve bu aksiyomun yol açtığı meşrulaştırma paradigmasına dayanıyordu. Bu paradigmanın 'Büyük Kral'ının varlığı kaçınılmazdı, hakimiyeti yararlı ve meşruydu. Çünkü, 'Krallar Kralı'nın, birbirleriyle çekişse ve döğüşselerdi toplumsal varlık alanlarının en alt katlarındaki sıradan insanları bu çekişmeler sırasında yok edecekleri sanılan ikincil güç odakları arasındaki çatışmaları önleyerek en alttakilere asayiş anlamında toplumsal barış ve maddî refah sağladığına inanılıyordu.

      Bu 'iyi toplum' ve 'iyi devlet' tasarımına göre, çeşitli bireyler, aileler ya da insan gruplarının, özel çıkarlarını gözetmek, korumak için siyasî ya da idarî süreçlerle ilgilenmeleri, bu süreçlere bu amaçlarla katılmaları yanlıştı. Zararlıydı. Toplumsal bütünlüğü çözme tehdidi oluşturuyordu. Toplumlarda gerekli olan 'yönetim' sorununun, bu çıkarlar arasında uzlaşma konturları aranarak çözülmeğe çalışılması olanaksız gibi görülüyordu. Gerçekleştirilmesi olanaksız sanılan böyle bir uzlaşma peşine düşerek yönetim sorununu çözmeğe kalkışmak, yöneticileri özel çıkarların kuklası haline getirmekten başka bir sonuç vermezdi. Gerçekleştirilmek istenilen, bütün özel çıkar çevrelerinin tesirinin üstünde, bu çevrelerin hepsinden çok daha güçlü bir merkezin 'genel yarar'ı gözeten bir şekilde 'adalet' dağıtması, yani bütün özel çıkar çevrelerini toplumsal bütünlüğün dengelerini bozmamaları için yerli yerlerinde tutmasıydı.

      Bu savı, 'Büyük Kral'cı merkezin siyasî-toplumsal duruma bakış tarzını, bu durumla ilgili olarak 'iyi toplum', 'iyi hükümranlık-devlet' konusundaki belirli ön-kabullerini yansıtan bir ideal durum tasarımı gibi algılamak daha doğru olur. Yoksa, böyle bir savı öne süren devletlerin olduğu ortamlarda fiilî durumun bu ideal tasarımdaki gibi olduğu, bu ideal insan-toplum-hükümdarlık ilişkileri tasarımının gerçekleştirilebildiği anlamında almamak gerekir. Vurgulamak istediğim, Hakhamaniş İmparatorluğu'yla birlikte, Aksiyal Çağ'da, hedefini, programını gerçekleştirme imkânına sahip olsa, gerçekleştireceği ortam, yurttaşlık haklarına sahip olmayan, bu 'Büyük Kral'ın gücünü sınırlayabilecek türden hiçbir toplumsal, siyasî, iktisadî, askerî güce sahip olmayan sıradan insan yığınlarının, 'şey'lerin tek ve aynı merkezden idare edilmesi gibi, koyunlarını seven ve koruyan bir çobanın sürüsünü gütmesi gibi, insanların güdülerek idare edilecekleri ve içinde böylece 'adalet' dağıtılacak bir 'evrensel imparatorlukçu' devlet paradigmasının ortaya çıkmış olmasıydı.

      Bu sav, siyasî 'nizam-ı alem'in tasarlandığından başka türlü olamayacağı; çünkü bu 'nizam'ı, insanların istek, seçim ve akıllı eylemlerinden bağımsız olarak 'tanrı'nın kurduğu; insanların uymaları gereken kuralların insan aklını aşan aşkın kurallar olduğuna dair Mezopotamya'nın eski inançlarını taşıyan bir geleneğin içinde ortaya atıldığı ve bu geleneği tamamladığı için, kolaylıkla bu inanç geleneğine eklendi. Bu geleneğin adeta ayrılmaz bir öğesi oldu. Bu gelenekte sıradan insanların kuralların oluşturulmasına katılabilecekleri kuralların varlık statüsü nedeniyle gündeme gelmediği için, sıradan insanlar 'bilgi ağacının meyvesini yemeye layık olmadıkları için'[36] bunların kuralların uygulanmasına akıllı seçim ve eylemleriyle katılmaları sorunu ortaya çıkmıyordu.

      Aksiyal Çağ'da, Perslerinkine benzer evrenselci imparatorluklar Öküme-ne'nin başka uygarlık alanlarında da ortaya çıktı. Bu dönemde Hindistan'da Maurya İmparatorluğu kuruldu. Çin'de Han hanedanı imparatorlukçu birleşmeyi sağladı. Bu imparatorlukçu tecrübeyle Konfüçyusçu düşünce arasında sıkı ilişkiler oluştu. Geniş uygarlık alanlarını tek bir merkezden idare etme programı ve iddiasının tarihteki en ilginç serüvenlerinden biri de Roma İmparatorluğu'ydu. Roma İmparatorluğun'da da Stoik düşünce ve klasik çağın Hellenik (Elen ve Hellenistik) şehir kültürlerinin değerleri yaygınlaştı.

 1.3.4.  Aksiyal Çağ'da Akdeniz ve Nil-Amu Derya uygarlık alanlarında kozmopolit şehir kültürü

 Aksiyal Çağ'da insan tecrübesi hakkında ortaya çıkan yeni düşünceler, belirli yerelliklerin sınırlarının dışına çıkılmasına imkân veren önemli sonuçlar getirdi. Aksiyal Çağ öncesinde başlamış bazı kozmopolitleşme süreçleri bu çağda güçlendi ve yeni kozmopolitleşme süreçleri ortaya çıktı. İnsan tecrübesinin yerelliği aşan evrensel bir ölçekte ele alınması şansını arttıran gelişmeler yaşandı.

      Bitkisel tarıma geçilmesi ve hayvanların ehlileştirilmesinden sonra, çeşitli halklar arasında, daha önceki dönemlerden daha etkili kültürel alış-veriş bağlantıları kuruldu. Eski tarım alanlarında ortaya çıkan şehir merkezli yeni uygarlıklar, birbirlerinden etkilenmeğe başladı.

      Şehir merkezli tarım-temelli uygarlıkların ortaya çıkması, şehir idaraleri altında örgütlenen tarım alanlarının genişlemesi, ticarete olan ihtiyacı arttırdı. Ticaret giderek yaygınlaştı. Askeri hareketler sırasında katedilen mesafeler git gide uzadı. Bir takım yeni üretim ve örgütlenme teknikleri, becerileri gelişmeye başladı. Hareketliliğin ölçeğinin genişlemesi konusunda verilebilecek çarpıcı örnekler, Hakhamaniş imparatorlarının ve daha sonra İskender'in fetih seferleridir.

      Pers hükümdarları Dârâyavûş ve oğlu Khşâyârşa'nın yüz binlerce askerlik ordularla sürdürdükleri hareketler, bugünkü Afganistan'dan Libya, Etyopya, Yunanistan, Romanya'ya kadar uzanan alanlara yayılmıştı.

      İskender Hakhamaniş devletini ortadan kaldırdığı ve batıda Yunanistan'ı, Güneyde Mısır'ı ve doğu'da bugünkü Afganistan'ı ve Pakistan'ı kapsayan yeni bir imparatorluk kurduğu fetihleriyle, Nil-Amu Derya uygarlık alanındaki siyasî, iktisadî, kültürel ortamı alt üst etti. İskender, hem daha önce Yunanistan'ı işgal edip Atina'yı yakan Hakhamanişler'den Elen dünyasının öcünü almanın, hem de içinde 'Batı' ile 'Doğu'nun kaynaşacağı bir 'evrensel devlet'i kurmanın peşindeydi. Makedonya'dan yola çıktı. Makedon ve Greklerden oluşan ordusuyla, Anadolu'dan, Mezopotamya'dan, İran'dan geçerek Afganistan'ın içlerine girdi. Oradan İndüs vadisine, daha sonra Mısır'a geçti. Elen uygarlığı ile Mezopotamya-İran ve Mısır uygarlıklarını tek bir potada eritecek yeni bir 'dünya' ve yeni bir 'dünya devleti' kurmak istedi. Ordularıyla geçtiği yerlerde binlerce Makedon ve Elen askerini yerli kızlarla evlendirdi. Kendi de devletini ortadan kaldırdığı son Hakhamaniş hükümdarının eşlerinden biri olan Rahşan'la evlendi. Ölümünden sonra generalleri imparatorluğu paylaşarak Hellenistik krallıklar diye bilinen devletleri kurdular. Bunlar Bergama merkezli Attalid, Doğu Anadolu'daki Kommagen, Irak merkezli Selefkî ve Mısır'daki Ptolemler devletleriydi. Seleukus'un kurduğu ve bizim tarih geleneğimizde Selefkî[37] devleti diye bilineni, önemli bir imparatorlukçu devlet olarak yüz elli yıl kadar sürdü (İÖ 311-64). Hellenistik devletlerin, özellikle Selefkî devletinin siyasî kurumları, Roma'nın bir imparatorlukçu devlete dönüşmesini büyük ölçüde etkiledi. İskender İmparatorluğu'ndan çıkan Hellenistik krallıklardaki şehirlerde, Elence ile taşınan yeni bir kozmopolit kültür oluştu. Bu kozmopolit kültür ortamında eski çivi-yazısı ve hiyeroglif uygarlıklarının yazılı gelenekleri yavaş yavaş unutulmağa başlandı. Kozmopolit şehir kültürünün Helenleşmesi sırasında, yeni yüksek-edebî kültür Aramiceyle değil Elenceyle üretildi, taşındı.[38]

      Aksiyal Çağ'da, farklı uygarlık gelenekleri alanları birbirinden kopuk adalar gibi değildi. Aralarında önemli bir hareketlilik, haberleşme ve etkileşme süreçleri vardı. Böyle bir etkileşme ortamında yeni bir kozmopolit üst kültüre sahip bir çok şehir, özellikle Akdeniz ve Orta Doğu bölgelerinin tarihinde önem kazandı. Cosmos yani evren ile polis yani şehir kelimelerinin birleşimi olan kozmopolit terimi, Ökümene yani uygar insanların yaşadığı dünyanın birçok bölgesinden gelen insanların bir arada bulundukları bir şehir olgusunu işaret ediyordu. İmâ ettiği ikinci bir anlam ise, kültürel aidiyetini, kimliğini tek bir şehir ya da köy ya da aşiretle tanımlamayan, aksine kendini birçok kültürünün, uygarlık geleneğinin değerlerinden bir şeyler taşıyan biri olarak gören kişiden kozmopolit bir insan diye bahsederken işaret ettiğimiz anlamdı.

      Kozmopolit bir insan, kendini Maçka'lı, Trabzon'lu ya da Urfa'lı gibi hissetmeyen, kültürel kimliğinin Ökümene'nin uygarlık geleneklerinden bir çoğuyla ilişkisinin farkında olan, 'köyü', 'memleketi' cosmos olan insandı. Ökümene'deki uygarlık gelenekleri arasında etkileşmelerin artmasıyla birlikte, yer yer, belirli şehirlerde kozmopolit üst kültürler oluşmaya başladı. Mesela Babil gibi. Babil içinde birçok dinden, birçok dilden, birçok ırktan insanın birlikte yaşadığı şehirlerin simgesi haline geldi. Bugün bile hâlâ bir yer için Babil gibidir denildiğinde, içindeki insan kümesinin heterojen olması kastedilir. Diyelim ki bir Avrupa üniversitesine gittiniz. Bir sınıfa girdiniz. Bu sınıf Babil gibi denildiğinde kastedilen, sınıfta Arabın da Yahudinin de, İranlının da Malezyalının da, Japonun da Çinlinin de, beyazın da siyahın da, Müslümanın da Budistin de, Marksistin de Katoliğin de bulunduğudur. Yani böyle bir sınıfın karışık bir kültür çeşitliliğini içerdiği belirtilmek istenir. Aksiyal Çağ'da işte bu türden bir şehir olgusu ortaya çıktı. İskender'in Mısır'ın Akdeniz kıyısında kurduğu İskenderiye şehri gibi. Bizim ülkemizden de bir örnek verelim. Bergama'da bir Serapis mabedi vardır. İçine giren insanı hayranlık içinde bırakan muazzam bir bina kalıntısı. Bergama'daki Serapis mabedi, Hellenistik bir şehrin ortasındaki bir Mısır kültünün mabediydi.

             İÖ 2200'lü yıllarda, okur-yazarlık, Mezopotamya, Mısır, bir de Mezopotamya etkisiyle ortaya çıktığı sanılan fakat bugün halâ çözülememiş bir yazının görüldüğü İndus vadisiyle sınırlıydı. Ortaya çıkan belli başlı yazı geleneklerinin yayılması, taşralılığı aşan kültür sistemleri arasında çok önemli bir taşıyıcı işlev yerine getirdi. Ortak bir yazı geleneği, etnik köken, yaşanılan alan hattâ ana dili bakımından farklı bir çok üst kültürü birbiriyle ilişkilendiriyordu. Meselâ çivi yazısı, bir çivi yazısı uygarlığı alanından söz edilmesine yol açan büyük bir gelenek oluşturmuştu. Bu yazıyla belirli bir üst kültür geniş bir bölgeye yayıldı ve binlerce yıl boyunca taşındı.

      Böyle bir süreç Aksiyal Çağ öncesinde başlamış olsa da, özellikle Aksiyal Çağ'da, belirli siyasi merkezlerin güçlerini, mahalliliği zayıflatan bir şekilde kullanması bu süreçleri hızlandırdı ve güçlendirdi. Meselâ Yahudilerin başına gelen bunun en ünlü örneklerinden biridir. Babil kralı Nabukadnezar Yahudileri Filistin'den çıkardı. Çeşitli uzak yerlerde ikamete zorlayarak dağıttı. Yahudilerin eski dünyanın birçok bölgesine dağılması sürecini başlatan bu tehcir oldu. Başka siyasi güç merkezleri de, mesela Asurlular da, belirli şehirlerin, bölgelerin halklarını eskiden beri yaşamakta oldukları yerlerden çıkartıp, yüzlerce kilometre ötedeki yerlere nakletti. Tehcir, imparatorlukçu devletlerin hakimiyet alanlarındaki nüfusları 'zapt ü rapt' altında tutmalarında en çok kullanılan kurumlaşmış süreçlerden biri haline geldi. Bu tehcirler, insanların dünya görüşlerini sadece içine doğdukları mahalli geleneğin terimleriyle anlamlandırmalarını zayıflattı. İnsanlar, kendi tecrübelerini iç içe yaşadıkları başka kültürlerdeki insanların oluşturduğu bir kültürler mozayiği üzerinde anlamlandırma imkânı elde ettiler.

      Hakhamaniş devletinin kendi iktisadî örgütlenmesi, özellikle ilk dönemlerinde, büyük ölçüde, Polanyi'nin yeniden dağıtımcı bütünleştirme şekli ile kastettiği kurumlaşmış süreçler ortamının klasik bir örneğini sergiledi. Ne var ki, bu kadar geniş alanların tek bir siyasî merkezin hakimiyeti altında birleştirilmesi, bu alanlarda can ve mal güvenliğinin ve ortak bir hukuk sisteminin sağlanması, kendi adlarına [ya da kendi adlarına da] ticaret yapanların etkinlikleri ve birikimlerine, daha önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak bir koruma sağladı. Arami tacirler, böyle bir ortamda, etkinliklerini Ege'den İndus vadisine kadar yaymağa başladılar. Aramice bütün bölgede, ticarî ilişkilerle taşınan bir ortak dil olarak yaygınlaştı.

      Aramice bu gelişmelerle birlikte ortaya-çıkan evrenselleşen üst-kültür dillerinden biriydi. Aramice Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün, Irak bölgesinden çıkıp, evrensel bir dil olarak çok geniş alanlara yayılmış ve uzun bir dönem boyunca bu özelliğini korumuş Semitik bir dildir.[39] Siyasî merkezin ve idarî kadronun kullandığı yazı dili olarak nasıl Osmanlıca, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Mısır, Tunus gibi bölgelere yayılmışsa, erken çağlarda da bazı diller evrensel diller haline gelmiştir. Babil'e gelenler, diyelim ki bugün evrensel önemi olan bir çağdaş üniversiteye farklı kültür kökenlerinden gelen insanların, her biri kendi dillerini konuşarak anlaşamayacakları için, İngilizce konuşarak aralarında anlaşmalarında olduğu gibi, ortaklığı sağlayan bir dili kullanarak anlaşmış, haberleşmişlerdir. Bu ortaklığı sağlayan diller, kısmen siyasî-idarî merkezlerin, kısmen ticarî ilişkilerin, kısmen de, daha sonra göreceğimiz gibi, evrenselci dinlerin yaygınlaştırdığı dillerdi. Aramice bunlardan biriydi. Aramice, zamanla eski üst-kültür dilleri olan çivi-yazısı dillerinin yerine geçmeğe başladı. Eski diller, mahalli dil ya da bazı eski dinlerin dili olarak sürdü ama evrensel dil olma özelliğini zamanla kaybetti.

      Aksiyal Çağ'da Ökümene'de meydana gelen önemli değişmelerden biri, okur-yazarlığın, toplumların sadece çok küçük bir bölümünü oluşturan rahipler sınıfının tekelinden çıkıp, ruhanî, dinî olmayan, la–dinî anlamında sıradan insanlar arasında da yayılmağa başlamasıdır. Daha önce, okur-yazarlık üst-kültürün toplumsal mekânı olarak tapınakta saklı kalmıştı. Aksiyal Çağ'da okur-yazarlık özellikle tacirler eliyle yayıldı. Agora, çarşı, çok daha popülist bir yazılı üst-kültürün önemli bir toplumsal mekânı haline geldi. Yeni evrensel üst-kültür dillerinden Aramicenin yazıldığı yazının kolaylığı, yazı becerisinin yayılmasını hızlandırdı. Arami alfabesi ile Finike ve Güney Arabistan alfabeleri arasında önemli benzerlikler vardı.

1.3.5.   Aksiyal Çağ'da merkantil gelişmeler

      Aksiyal Çağ'da 'pazar yeri'nin bir 'üst kültür' mekânı olarak öneminin artması, bazı uygarlık alanlarında çığır açıcı yeni düşüncelerin, yeni dinî hareketlerin 'pazar yeri'nin içinden çıkması ya da 'pazar yeri'ne 'karşı' oluşmasıyla ilişkiliydi. Aksiyal Çağ'da, eski 'üst kültür' mekânlarından tapınak ve 'üst kültür' kadrolarından rahipler, aşkın sorular ve sorunlar etrafında şekillenen hareketlerinin gündeminde nadiren rol oynadı.

      Jaspers'in Aksiyal Çağ dediği zaman aralığında farklı uygarlık bölgelerinde ortaya çıkan ve iktisadî hayatla doğrudan ilişkili olan ortak gelişmelerden biri, sikke ya da para devrimi diye bilinen yenilikti. Belirli ağırlıkta yuvarlağımsı parçalar halinde kesilmiş belirli bir metal parçalarının her iki yüzlerinin, ağırlığı ve metal saflığını garantileyen işaret ve yazılarla damgalanmasıyla oluşturulan sikkelerin ödeme ve mübadele aracı olarak kullanılmaya başlanılması biçiminde yaşanılan bu yenilik, İÖ 7. yüzyılda, Anadolu'da, Çin'de ve Hindistan'da eş zamanlı olarak ortaya çıktı. Bu devrimin ilk ortaya çıktığı yerlerden biri, harabeleri bugün çok yakınımızda olan, Lidya uygarlığının merkez şehri Sardis'ti.

1.3.6.   Aksiyal Çağ'da degişme ve devamlılık

Ama bu gelişmelere rağmen Aksiyal Çağ'ın tarım-temelli toplumlarında da değişme, yeniliği uygulama (innovation) istisnaî, ancak arada sırada olan, kurumların, ilişkilerin yani insanın toplumsal ortamının devamlılık'ı, kalıcılığı çok daha yaygın bir tecrübeydi. Her ne kadar Aksiyal Çağ, tarih içinde kurumların, değerlerin, ilişkilerin, geleneklerin değişmesinin tasarlanmasına olanak sağlayan büyük değişiklikler dönemiyse de, bu bin yıllık zaman aralığında insanın değişmelerle ilişkili tecrübesini 19 ve 20.ci yüzyıllardakine benzer bir çarıpıcı değişmeler tecrübesi gibi sanmamız yanlış olur.

1.3.7.   Aksiyal Çağ'da Ökümene'nin uygarlık-kültür geleneği alanları

Belirli bir şemalaştırmanın getireceği kabalaştırma riskine rağmen, Afro-Övrasya kıtasının şehirli tarihi, Aksiyal Çağ'dan itibaren, aralarındaki farklılıklara rağmen karşılıklı etkileşmeler ve bazı paralellikler sergileyen dört uygarlık-kültür kompleksi, dört uygarlık-kültür geleneği etrafında kurgulanarak tasarlanabilir.

      Bu dört uygarlık-kültür geleneğinden biri Akdeniz-Avrupa bölgesinin geleneğidir. Bu bölge, Batı Anadolu'dan başlar, Yunanistan, İtalya ve Akdeniz'in bütün diğer kıyı bölgeleri ile bunların hinterlandları, arkalarındaki alanları kapsar. Bu bölgenin çekirdek alanı, Batı Anadolu, Yunanistan ve İtalya'dan oluşur. Klasik dili Elence ve daha sonra Latince'dir.

      İkincisi, Nil Vadisi ile Aral Gölü'ne akan Amu-Derya nehri arasında kalan bölgenin uygarlık-kültür geleneğidir. Bu bölge bugünkü Mısır, İsrael, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak, Arabistan yarımadası, İran, Türkmenistan ve Afganistan'ı kapsar. Bu uygarlık geleneğinin çekirdek alanı Verimli Hilal ve İran'dır. Klasik dilleri İbranice, Aramice, Arapça gibi Sami dilleri ve İranî dillerdir.

      Üçüncü uygarlık-kültür geleneği, İndik uygarlık geleneğinin bölgesi, geniş anlamıyla Hint alt-kıtasıdır. Bugünkü Nepal, Keşmir, Pakistan, Bengaldeş, Hindistan ve Sri Lanka'yı kapsar. Bu uygarlık geleneğinin klasik dilleri Sanskritçe ve Pali'dir.

      Dördüncü uygarlık-kültür geleneğin alanı Çin'dir. Klasik dili Çince'dir. Çince denilince, içine, aralarında büyük dialekt farkları olan bölge dillerinin oluşturduğu bir bu dil grubunun kastedildiği unutulmamalıdır. Sanskritçe ve Elence'nin kendi uygarlık alanlarında yerine getirdiği homojen bir üst-kültür dili işlevini Çin uygarlık bölgesinde yerine getiren ise Mandarin Çincesi olmuştur. Mandarin, imparatorlukçu Çin devlet geleneğinde, klasik yazılı Çin kültürünü hazmettiğini sergilemesini gerektiren zor bir yazılı sınavdan geçerek işe alınmış ve imparatorluğun üst düzey yöneticilerinden biri olmak üzere yetiştirilmiş bir devlet görevlisidir. Mandarin Çincesi yüzyıllar boyunca bu görevlilerin yeniden üreterek taşıdıkları yazılı üst-kültür geleneğinin Çincesidir. Mandarinlerin görevlerini yerine getirirken kullandıkları dil olması bunu, aynı zamanda, farklı diyaleklere sahip fevkalade kalabalık bir nüfus içinde, lingua franka işlevi gören bir dil haline getirmiştir.

      Aksiyal Çağ'da bu dört uygarlık kompleksi bölgesi, teknoloji, bilgi olayları, sanat, düşünce hayatı, din, ticaret gibi beşerî-toplumsal hayatın önemli alanları ve eksenleri açısından birbirleriyle önemli etkileşmeler içinde olan bölgelerdi. Meselâ Buda ve düşüncesi, çok geniş alanlar üzerinde hareket etmiştir. Hristiyanlığın yayılmasında önemli bir rol oynamış olan Aziz Paul de çok dolaşmıştır. Bu uygarlık bölgelerinde ortaya çıkan önemli bir gelişme hızlı bir şekilde diğerlerine yayılabilmiştir. Meselâ, başlangıçta sadece Nil-Amu Derya bölgesine içsel bir gelişme gibi olan 'İslamiyetin ortaya çıkışı', kısa bir süre sonra dört uygarlık alanını da ilgilendiren bir gelişme haline gelmiştir. Bölgeler arasındaki etkileşmenin bir başka örneği olarak Sıvas'ın Divriği ilçesindeki külliye gösterilebilir. 12. yüzyılda Divriği'yi de kapsayan alanların hakimi olan Mengücek ailesinin yaptırdığı bu cami-medrese-şifahiye (yani hastahane) külliyesinin anıt kapılarında görülen taş kabartma işçiliğinin üslubu güçlü bir İndik etkiyi yansıtır. İndik uygarlık bölgesindeki İslamî devletler ve kültürlerle ilişkiler aracılığıyla Anadolu'ya taşınmış bir üsluptur bu. Selçuklu dediğimiz ara dönemde Anadolu'da yapılmış başka hiçbir Türkî binada bu üslup görülmez. Bu dönemin bütün diğer anıt binalarında taşa yontulmuş desenlerin derinliği bir hayli sığdır. Birkaç santimi geçmez. Konya'daki ya da Kayseri'deki, çoğumuzun bilmesi gereken Selçuklu eserlerinde taş kabartma figürleri ya yazı figürleri ya geometrik figürler ya da bir hayli stilize edilmiş bitki figürleridir. Divriği'deki anıtta ise, duvar sathından kırk beş, elli santim dışarıya fışkıran, kocaman yapraklar, anıtı yaptıran Mengücek hükümdarı ve kraliçesinin (cariyesi değil, hükümdar olan eşinin)[40] büstleri de dahil olmak üzere heykel formunda figürler vardır. Bu Hint kökenli üslup Divriği de heykel formunda çok güzel bir coşkulu, taşkın yontuculukla karşımıza çıkar.

      Aşkın soruların oluşturduğu bir gündemin Aksiyal Çağ'daki tarihlerinde merkezî bir yere sahip olması açısından bu dört uygarlık-kültür alanında bu çağda ortak bir tecrübe yaşanmış ve aralarında yukarda bazı örnekleri verilen önemli etkileşmeler meydana gelmiştir. Ama buna rağmen, bu dört uygarlık geleneğinin her birinde, aşkın sorunların çözümü, aşkın soruların cevapları beşerî tecrübe'nin farklı alanları ve/veya farklı dünya tasarımları içinde aranmıştır. Bugün bizim bu geleneklerden birbirlerinden ayrı uygarlık-kültür gelenekleri olarak bahsetmemiz, cevapların insan tecrübesinin farklı kesitleri üstünde ve farklı dünya tasarımları içinde aranmasının bu uygarlıkların tarihini Aksiyal Çağı izleyen iki bin yıl içinde büyük ölçüde farklılaştırmış olmasının sonucudur.

      İndik uygarlık alanındaki düşünürler, görünen maddî gerçeklik dünyasının ardındaki gerçek gerçekliği, kişinin kendi içine dönerek, içindeki mental süreçleri kendi bedeni de dahil olmak üzere dış dünyadan gelen dürtülerin etkisinden tamamen arındırarak, arınmış mental süreçler içinde görebileceği, gerçek gerçekliğe içsel bir sezgi ile erişebileceği aksiyomunu izlediler. Ben'in (self) kaynaklarını, kişinin kendi içsel düşünce ve duyu tecrübesinin kaynaklarını araştırmaya, anlamaya, bu süreçleri denetim altına almaya yöneldiler. Diğer uygarlık alanlarındaki mistik gelenekleri de güçlü bir şekilde etkileyecek olan bu yaklaşma, kişiyi, dış maddi gerçeklik dünyasıyla olan ilişkilerini asgariye indirerek, kendi içini tanımaya, anlamaya sevk ediyordu. Kişinin bütün varlığını, dış dünyanın etkilediği bilinçı dışında kalan, bu anlamda bilinç dışı, zihinsel iç tecrübeleri üstünde odaklaştırması, bu tecrübeleri tanımayı ve denetlemeyi yüceltmesi, İndik geleneğin temel özelliklerinden biri haline geldi.[41]

      Elen uygarlık geleneğinde ise insana görünen akışkan ve istikrarsız dünyanın ötesindeki aşkın gerçekliğe, bu görünen dünyanın kendisinin çok daha dikkatli bir şekilde gözlemlenmesi ve üzerinde serbest fakat akıllı spekülasyonlar yapılması yoluyla üretilecek bilgi aracılığıyla ulaşılacağına inanıldı. Elenlerin ulaşmağa çalıştıkları aşkınlık, aşkın bir güç değil aşkın bir düzendi. Aşkınlık, bu dünyanın karışık ve akışkan görüntüsünün ardında yatan değişmez ve aslî kuruluşun öğeleri ve düzeninin ne olduğu konusunda yatıyordu. Elen arayışı teolojiden yanı tanrının bilgisinden çok kozmolojiye yani evrenin bilgisine yönelikti. Sorgulanan kozmos'un 'gerçek' düzeniydi. Şeylerin, bu dünyanın ardındaki aşkın giz, bu dünyadaki şeylerde, 'olmak' ve 'oluşmak'ların, 'physis'lerin içinde gizliydi. Bu gizin elde edilmesi, bu dünyaya, şeylere, 'olmak' ve 'oluşmak'lara doğru bakılmasına bağlıydı. Elenlerin bir 'dünya inşaası' girişimlerinin aksiyomatik özellikleriyle, bundan her halde büyük ölçüde etkilenmiş olan Elen şehir devleti 'polis'in siyasî ve toplumsal ortamında, bu kozmoloji arayışının yanına bir de insan toplumlarının aşkın düzeninin ne olması gerektiğiyle ilgili bir siyasî boyut eklendi. Ne var ki, toplumsal düzenle ilgili bu soruşturma, tanrısal iradenin [ya da iradelerin] insan toplumlarının nasıl olması gerektiği konusundaki buyruğunun öğrenilmesini aramıyordu. Toplumsal düzenle ilgili Elen söylemi, polis'in sahipleri, kurucu ortakları olarak sıradan fani insanların siyasî görevleri, 'yurttaşlık erdemi' gibi sorunsalların etrafında örüldü.[42]

      Aksiyal Çağ'da Orta Doğu'nun İrano-Semitik kültür alanında ise, aşkınlığın arandığı yer ne İndik gelenekteki gibi kişinin 'ben'inin içsel tecrübesi ne de Elen geleneğindeki gibi doğanın incelenmesi yoluyla kozmik düzenin sorgulanmasıydı. İrano-Semitik gelenekte aşkın gerçekliğin tecelli ettiği alan toplumsal tarihin kendisiydi. Bu vurgulama, Zarathuştracı İran ve İbrani-Yahudi kültürlerinden başlayıp günümüze kadar etkililiğini sürdüren bir tarih metafiziğinin perspektifinden görünen özel bir toplumsal 'tarih resmi'ni sergiliyordu. İrano-Semitik gelenekte, 'tanrı'nın yaradıcı iradesi ve tanrı ile ona karşı koyan 'şeytan' arasındaki aşkın moral mücadele, insan topluluklarının başına gelen olayları da kapsıyordu. İnsanların başlarına gelenler ya da yaptıkları, devletlerin kurulması, çökmesi, kralların tahta çıkmaları, tahttan indirilmeleri, yeni bir hanedanın ortaya çıkışı, savaşlar, zaferler, mağlubiyetler, felaketler, ancak ve ancak bu aşkın mücadelenin parçaları olarak bir anlam taşıyordu. Bütün bunlar, tanrının ile şeytanın, aralarındaki mücadele sırasında bu dünya ve insanlar düzlemindeki müdahalelerinin sonucuydu. Beşerî, toplumsal, tarihî olayların kendi ölçekleri içinde anlamları yoktu. İnsan topluluklarında meydana gelen ve böyle bir perspektiften bakmayan birinin olabilir de olmayabilir de (contingent) diyebileceği, ya da insanların seçimleri ve eylemlerinin ürünü olarak açıklayabileceği olaylar, kurumlar, süreçler, bu perspektiften, ancak, kozmosun varlığını ve kaderini de kapsayan, açıklayan bu aşkın moral mücadelenin kısmî sonuçlarının dışa vurulması olarak görülürse, aşkın mücadelenin bütünlüğü, genel senaryosu içindeki yerleri tanınabilirse anlam kazanıyordu. Bu mücadele, kaotik bir yapı, senaryo oluşturmuyordu. Başlı, yönlü ve sonluydu. İnsan tecrübesinin terimleri ile bilinebilirdi. İnsanların anlayabilecekleri ve onlar için anlamlı bir aşkın öyküydü. Beşerî tarih, bu öykünün bir iz düşümü olduğu için, aşkın ve moral bir tarihti. İnsanların bilebilecekleri şey, başlarına gelenlerin yani beşerî toplumsal tarihteki hadiselerin, bu aşkın mücadele içindeki yerini görmek, ve yapabilecekleri şey, eğer 'kurtulmak' istiyorlarsa, bu mücadeleye tanrının iradesine tabi olarak katılmaktı.

      Daha sonra içinden İslamiyet'in de çıkacak olduğu Nil-Amu Derya uygarlık bölgesinin ki daha kısa bir referans olarak bundan sonra Orta Doğu uygarlık bölgesi de diyeceğim, önemli bir özelliğini Hodgson şöyle ifade etmektedir:[43]

       Ökümenik çapraz-akıntıların merkezinde bulunan çivi-yazısı kültür bölgesi, istisnaî [bir durum sergiliyordu]. En eski üst-kültür geleneklerine sahip ve yeni tarzların ilk geliştiği bölge olan bu kültür bölgesi, [Aksiya Çağ'da] kendi benliğini yeni bir tarzda tam olarak geliştiremedi. Aksine, her yönden gelen tesirlere maruz kaldı. Bölgenin içinde, yeni Aramice, yazılı bir gelenek olmanın şereflerini, Aksiyal Çağ boyunca ... [eski]       çivi-yazısı dilleriyle paylaştı. [Ama] Aramice [ile bu] bölgede, belli başlı [edebi] şaheserlere dayanan bir yüksek gelenek geliştir[ile]medi. İslamî kültürün şekilleneceği bölge, Elen ve Sanskrit geleneklerinin köklerinin bulunmadığı, ve sonunda, Avrupa ve İndik kültürlerin yola çıktığı kültür bölgesi olmama [özelliği ile], adeta sahip olduklarıyla değil sahip olmadıklarıyla tanımlanabilir. [bir bölgedir] Ki başlangıçta en belirginleşmiş ve en çok bütünleşmiş olan bölgeler bu Avrupa ve İndik kültür bölgeleriydi. Bu anlamda, [içinde daha sonra İslamî geleneğin gelişeceği kültür bölgesi], Akdeniz'le Hindukuş dağları arasında kalan ve içinde Elence ve Sanskritçe'nin, olsa olsa, ancak mevzii ve geçici gelişmeleri görülmüş olan ülkeleri kapsamaktadır.

       Hodgson, böylece, Avrupa ve İndik kültür bölgelerinin iki klasik dilinde, bugün bile şaheserler sayılan metinlerin yaratıldığını, bu bölgelerin bir hayli bütünleşmiş bir benlik sergileyen, kurucu özelliklerinin ne olduğu daha kolay tanınabilen, 'üst-kültür'lere sahip olduğunu söylüyor. Meselâ Platon'un diyalogları, Sanskritçe'de Bhagavad Gita, bugün hâlâ okunan büyük klasiklerdir. Bu bölgelerde bu tür edebi metinlere sahip üst-kültür'ler ortaya çıkmış olduğu halde, Aksiyal Çağ'da Orta Doğu'da, Aramice ile yukarda sözü edilen Elence ve Sanskritçe metinlerle karşılaştırılabilecek şaheserler yazılmadı. Bu bölge diğer bölgelerden gelen her türlü etkiye maruz kaldıysa da, bu bölgenin kendinde, özgünlüğü aşikâr bir üst-kültür yaratılamadı. Bilindiği gibi İskender'in Mısır'da kurduğu İskenderiye şehri, Helenistik Çağlar'da bütün Ökümene'nin en önemli kültür merkezlerinden biri haline geldi. Anadolu ve Suriye'de de Elen kültürünün güçlü etkileri vardı. Helenistik dünya'nın bir başka önemli şehri olan Antakya da büyük bir kültür merkezi haline gelmişti.

      Buna karşılık bölgenin kendi üst-kültür dili olan Aramice ile yaratılmış olan bir edebi ve/veya felsefî gelenekten ve böyle bir Aramice yazılı kültürün merkezi olan kentlerden söz etmemiz olanaksızdır. Hodgson'un vurguladığı bu tespitin açıklanmasına yönelik araştırmalarımızda, her halde, aşağıdaki tespitler anlamlı ipuçları verir.

      1.   Aksiyal Çağ'da Orta Doğu'da ilk evrensel imparatorlukçu siyasi kültürün çekirdeğindeki hakim unsur olan Persler, bir İranî yazılı üst kültüre sahip olmayan göçebe-otlatıcılar iken, adeta birdenbire, yazılı üst-kültürlü bir dünyanın askeri-siyasî hakimleri haline gelmişlerdir. Hakhamaniş sarayı, bir üst kültür mekânı olarak ihtişamına rağmen, bir İranî yazılı kültür geleneğinin mekânı haline dönüşememiştir.

      2.   Pers hakimiyetinin yıkılmasından sonra bölgede siyasî hakimiyeti uzun bir süre elinde tutan Helenistik krallıkların (Kommagen, Pontus, Selefkî, Ptolem krallıkları), Elence ve Elen kültürüyle bağlarını korumaya çalışan siyasî merkezler olması, bölgenin kendi dil gelenekleri içinden yazılı bir üst kültürün ürütelmesini teşvik etmemiştir.

      3.   Helenistik krallıklar döneminden sonra bölgede ortaya çıkan yeni 'yerli' imparatorlukçu siyâsi güçler de, gene yazılı bir gelenekten gelmeyen, literal geleneklerin bulunduğu alanlara adeta birdenbire hakim olan başka aşiret kökenli İranî hanedanlar, Parthlar ve Sasaniler, İranî göçebe-otlatıcı aşiret kültürlerinden çıkmıştır.

      4.   Sümerler'le başlayan, Hakhamanişler, Parthlar ve Sasaniler dönemlerinde İranî kültürlerle etkileşerek süren Mezopotamya 'dünya resmi'nde insanın, varlığı tanrıların hizmetçisi olmanın ötesinde anlam taşımayan aciz bir yaratık gibi görülmesi, insan tecrübesinin, insanın yaptıklarından oluşan bir tarih değil kendi iradesi dışında başına gelen hadiselerden oluşan bir tarih tasarımı içinde değerlendirilmesi, aşkın sorulara verilen cevaplar anlamında temel düşünce hareketlerinin olgunlaşmasını sınırlamış olabilir.

      İçinde daha sonraları İslamiyetin ortaya çıkacağı Orta Doğu uygarlık alanının aşkın sorunlarla ilgili temel metinleri, kutsal kitapları, bütün diğer bölgelerde okunduğu halde, diğer uygarlık alanlarının bu türden kitapları Nil-Amu Derya bölgesinin yerli dillerine çevrilmedi, bunların okunması bu bölgede yaygınlık kazanmadı. Bu bölgenin yerli halkları, diğer alanlarının klasik söylemine nispî olarak kapalı kaldılar. Meselâ Tevrat (Eski Şahitlik), Yeni Şahitlik ve daha sonra Kuran bütün diğer uygarlık alanlarının üst kültürlerinde bilinen, okunan 'kutsal kitaplar' olduğu halde, meselâ İndik uygarlık bölgesinin Upanişhadları ya da Çin klasikleri Orta Doğu bölgesinde bilinen metinler haline gelmedi. İskenderiye ve Antakya gibi Akdeniz-Avrupa uygarlık alanının Aksiyal Çağ'daki en büyük ,'bilgi' merkezlerinin Nil-Amu Derya bölgesinin eteklerinde bulunması yukardaki ifadeyle çelişiyor gibi anlaşılmamalıdır. Bu merkezlerin varlığı, Helenistik krallıklar tecrübesine ve Roma İmparatorluğu tecrübesine rağmen, Akdeniz-Avrupa dünyasının klasik kültürünü Orta Doğu'nun yerli halklarına aktarmaya yetmedi. İskenderiye Mısır'daki koptları, Antakya çevresindeki semitik nüfusları Elen-Roma yazılı geleneklerinin taşıyıcıları haline getir[e]medi.

 1.3.Ek

 Karl Jaspers (1949) The origin and goal of history (İngilizceye çeviri, New Haven, Yale University Press, 1952), s1-21.

 Özet ve çeviri

 Çeviren Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel

(İzinsiz çoğaltılamaz, yayınlanamaz).

 Aksiyal Çağ

 Batı Dünyasında tarih felsefesinin temelleri Hıristiyan itikadının içinde atılmıştı. St. Augustine'den Hegel'e kadar uzanan eserlerin görkemli sıralaması içinde, bu itikat, Tanrı'nın tarihin içinden hareketini hayalinde canlandırdı. [Bu tasarlamada] Tanrı'nın vahiy eylemleri tarihi dönemleştiren-yapılaştıran belirleyici çizgileri temsil eder. Böylece Hegel hâlâ şunu söylüyebiliyordu: "Bütün tarih İsa'ya doğru gider ve ondan gelir. Tanrı'nın oğlunun ortaya çıkışı dünya tarihinin eksenidir." Kullandığımız kronoloji, tarihin bu Hıristiyan yapısına her gün şahitlik eder.

      Ne var ki Hıristiyan itikadı sadece bir itikattır; insanlığın itikadı değildir. Bu evrensel tarih bakışı, ancak inanan Hıristiyanlar için geçerli olma kusurluluğuyla yaralıdır. Ama Batı'da bile Hıristiyanlar, tarihi ampirik olarak tasarlamalarını, ampirik tarih telakkilerini itikatlarına bağlamamışlardır. Bir itikat bahsi [bir itikat sisteminin bir bölümü], tarihin gerçek seyrine nüfuz eden ampirik bir içgörü bahsi değildir. Hıristiyanlar için kutsal tarih, anlamı açısından farklı [sayıldığı için] kutsal olmayan tarihten ayrılmıştı. [Ama] inanan Hıristiyan bile, Hıristiyan geleneğin kendini, diğer ampirik araştırma nesnelerine [uyguladığı] aynı yoldan gözden geçirmeyi becerebiliyordu".

      ...

      [Jaspers, eğer evrensel tarihin bir ekseni varsa, yani bu tarihi eksenleştiren bir dönem varsa, bir dönemin böyle bir dönem olduğuna dair önermenin, sadece Hıristiyanlarca değil, diğer gelenekler içindeki bütün insanlarca benimsenebilecek bir önerme olması gerektiğini söylüyor. Evrensel tarihin ekseni, tarihin öyle bir döneminde olmalıdır ki, insanın bu güne kadar olabildiği her şey bu dönemden kaynaklanmış olsun diyor. Lasaulx (1856), Viktor von Strauss (1870), Alfred Weber (1930'lar) gibi yazarları izleyerek, İÖ 800'lerle 200'ler arasındaki dönemde, özellikle İÖ 500'lü yıllar yöresinde, birbirinden bağımsız olarak, Ege çevresi, Orta Doğu, İran, Hindistan ve Çin'de öyle gelişmeler ortaya çıkmıştır ki, tarihi en derinden kesen çizgi bu dönemde yatar; bugün bildiğimiz haliyle insan bu dönemde ortaya çıkmıştır; işte bu döneme Aksiyal Çağ diyebiliriz diyor.]

 Aksiyal Çağ'ın niteliklendirilmesi [çeviri]

 Bu çağ, yoğun bir şekilde, dünya tarihi açısından sıradan olmayan (extra-ordinary) olaylarla doludur. Konfüçyüs ve Laotse Çin'de yaşıyorlardı,... Çin felsefesinin bütün ekolleri [bu dönemde] ortaya çıktı; Hindistan Upanişad'ları ve Buda'yı üretti ve Çin gibi kuşkuculuktan materyalizme, sofizme, nihilizme kadar felsefi olanakların hepsi, tam takım halinde [bu çağda Hindistan'da birbirleriyle] yarıştı; İran'da Zarathuştra, dünyayı iyiyle kötü (evil) arasında bir mücadele [şeklinde gören] düşündürücü-meydan okuyucu bir bakış açısını öğretti[44]; Filistin'de İlyas Peygamber, İşaiya Peygamber ve Jeremiyah yoluyla İkinci İşaiya'ya varan Peygamberler sahneye çıktılar; Yunanistan Homer'in, felsefecilerin Parmenides, Heraklit ve Plato'nun, trajedicilerin, Tukidites'in, Arşimet'in ortaya çıkışına tanık oldu. Bu isimleriin ima etttiği her şey, Çin, Hindistan ve Batı'da, bu bölgelerden herhangi birinin diğerlerini bilmek imkânından yoksun olduğu bir dönemde, aşağı yukarı eşzamanlı olarak, bu bir kaç yüzyıl sırasında gelişti.

      Dünyanın bu üç bölgesinin hepsinde de bu çağın ifade ettiği yenilik, insanın, bir bütün olarak Varlık'ın (being), kendinin ve kendi sınırlılıklarının (limitations) bilincine varmasıdır. Dünyanın oluşturduğu terörü ve kendinin güçsüzlüğünü görür, farkeder (experiences) insan. Radikal sorular sorar. Boşlukla yüz yüze [olduğu durumda] hürriyetine kavuşma ve kurtarılma için çabalar. Sınırlarını (limits) bilinçli bir şekilde tanıyarak, kendine en yüksek hedefleri seçer. Kendi benliği (selfhood) olmanın derinlikleri ve aşkınlığın (transcendence) berraklığı içinde, mutlaklığı hisseder, görür.

      Bütün bunların hepsi tefekkürün (reflection) içinde meydana geldi. Bilinçlilik bir kere daha, kendinin bilincine vardı, düşünce kendinin nesnesi haline geldi. Spiritüel çatışmalar ortaya çıktı. Akıl yürütmeler ve deneyimlerin iletişimi ile başkalarını ikna etmeye [yönelik] çabalar, bu çatışmalara eşlik etti. En çelişkili olanaklılıklar [üstünde] denemeler üretildi. Tartışma, partilerin oluşturulması ve spiritüel varlık alanının, gene de birbiriyle ilişkili kalan karşıtlara bölünmesi, huzursuzluk ve spiritüel kaosun eşiğine varan bir hareketlilik yarattı.

      Bugün hâlâ içlerinde düşündüğümüz kategoriler bu çağda doğdu, insanların bugün hâlâ beraber yaşadıkları dünya dinlerinin başlangıçları bu çağda yaratıldı. Evrenselliğe atılan adım her anlamda atılmış oldu.

      Bu sürecin bir sonucu olarak, o döneme kadar bilinçli bir şekilde (unconsciously) kabul edilmiş olan fikirler, adetler ve koşullar gözden geçirilmeye tabi tutuldu, sorgulandı ve [bir kısmı] tasfiye edildi. Her şey bir girdabın içine sürüklendi. Geleneksel muhteva, öz (substance) hâlâ canlılık ve gerçekliğe sahip olduğu ölçüde, bu geleneksel muhtevanın ifade edilişleri aydınlığa çıkarıldı ve böylece kendini aşan bir değişmeye uğradı.

      Mitik (mythical) Çağ, sakinliği ve kendi kendine aşikâr olması ile sona erdi. Elen, Hintli ve Çinli felsefeciler, can alıcı içgörülerinde mitik değillerdi, peygamberlerin tanrı hakkındaki fikirlerinin de mitik olmadığı gibi. Rasyonellik ve rasyonel olarak aydınlığa çıkartılmış deneyim mite karşı (logos mitosa karşı) bir mücadeleyi başlattı; tek bir tanrının var-olmayan cinlere karşı aşkınlığı için bir başka mücadele gelişti ve sonunda (eski) tanrıların gerçek olmayan figürleri karşısında bir etik (ahlâki) isyan ortaya çıktı. Din etik kılındı ve ilâhi varlığın şevketi (majesty) böylece arttırıldı. Öte yanda mit, bununla, bunun daha önce anlamlı kıldığından çok farklı bir şey ifade eden bir dilin malzemesi haline geldi, bir 'mesel'e (parable) dönüştürüldü. Mitler yeniden kalıba döküldü, yeni bir modaya göre mit yaratmak olan bu geçiş (transition) sırasında, tam, bir bütün olarak mitin yok edildiği anda, mitler yeni bir derinlik içinde anlaşılmaya başlandı. Eski mitik dünya yavaş yavaş unutulmuşluğa gömüldü, ama insanların büyük kitlesinin devam eden itikadı aracılığıyla, mit, her şeyin bir fonu, arka planı olarak kaldı (ve bunun bir sonucu olarak da, sonradan geniş alanlar üstünde [logos'a] galip gelebildi).

      İnsanlığın bu baştan sona değişmesi, spiritüelleşme diye terimleştirilebilir. [Bu dönemde] hayat üstündeki, daha önce hiç sorgulanmamış olan kavrama-anlama, hayatı tutma gevşer, kutuplulukların sükuneti, karşıtlar ve antinomilerin sükunetsizliğine dönüşür. İnsan artık kendi içinde ihtiva edilmiş (enclosed) değildir. Kendinden emin olmadığı bir hale gelir ve böylece yeni ve sınırsız olanaklılıklar açılır. Daha önce kimsenin sormadığı ya da öne sürmediği şeyleri duyabilir ve anlayabilir. Daha önce duyulmamış olan aşikâr olur. Dünyası ve kendi özbenliğiyle, Varlık insanca hissedilebilir olur ama kesin-nihai olarak değil: soru sürer.

      [Aksiyal Çağda] ilk kez felsefeciler ortaya çıktı. İnsanlar kendilerine bireyler olarak güvenmeye, dayanmaya cesaret ettiler. Çin'deki inzivaya çekilen kişiler ve gezgin düşünürler, Hindistan'daki çileciler, Yunanistan'daki felsefeciler ve İsrail'deki peygamberler, düşüncelerinin içerikleri ve içsel eğilimleri, inançları açısından birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, aynı dünyanın insanlarıydı [aralarında önemli benzerlikler vardı]. İnsan kendini içsel olarak bütün evrenle karşılaştırmaya muktedir olduğunu kanıtladı. Kendini, kendi özbenliğini ve dünyanın üzerine çıkacağı kökeni (origin) kendi içinde buldu.

      Spekülatif düşüncede insan kendini, özne ve nesnenin ortadan kaybolması, karşıtların [birbirlerine] tesadüf etmelerindeki ikililik olmaksızın algılanan-tasarlanan Varlık'ın kendisine doğru yukarı kaldırır. Ruhun en yükseklerdeki uçuşmalarında, Varlık'ın içinde bir kendine geliş ya da unio mystica (mistik birleşme), Tanrıyla bir olma ya da Tanrı'nın iradesi için bir araç olma şeklinde hissedilen-tecrübesi yaşanılan şey, spekülatif düşünceyi nesnelleştirmekte muğlak ve çok kere yanlış anlaşılan bir biçimde ifade edilir.

      İnsanın içinde vücuda bağlı ve vücut içinde gizlenmiş, içgüdülerle eli ayağı bağlanmış ve kendinin farkına ancak bulanık bir şekilde varabilen özellikle beşeri olandır ki, hürriyetine kavuşmanın ve kurtarılmanın hasretini çeken nokta ideaya doğru süzülerek yükselme, sükuna teslim olma, meditasyon içinde kendinden geçme, kendini ve dünyayı atman (Hindu dilinde can-ruh-nefes) diye bilme, nirvana tecrübesini yaşama, tao ile bağdaşma, ya da Tanrı'nın iradesine teslim olma içinde, bu hürriyete kavuşma ve kurtulmayı daha bu dünyada elde etmeyi başarır. Bu yollar, kanaatleri ve dogmalarında birbirlerinden geniş mesafelerle ayrılırlar, ama hepsine ortak olan, insan'ın, Varlık'ın tamamı içinde kendinin ve bu yolları ancak ve ancak kendisiyle başbaşa olan bir birey olarak adımlayabileceğinin farkına vararak, kendinin ötesine doğru uzanmasıdır. Bütün dünyevi malları itebilir, çölün, ormanın ya da dağların içine çekilebilir, inzivaya çekilmiş kişi olarak tek başınalılığın yaratıcı gücünü keşfedebilir ve bundan sonra bilginin sahibi olarak dünyaya dönebilir, bir bilge ya da peygamber gibi. Daha sonraları akıl ve bireysel kişilik olarak adlandırılanlar ilk kez Aksiyal Çağ sırasında ortaya çıkmıştı.

      Bireyin başardığı şeyin herkese yayıldığı sanılmasın. İnsan imkânlarının zirveleri ile kalabalık arasındaki açık, fark, bu dönemde fevkalâde arttı. Ne var ki, bireyin ne olduğu, ne haline geldiği dolaylı olarak her şeyi değiştirir. İnsanlığın tamamı [Aksiyal Çağda] ileriye dönük bir sıçrama yaptı.

      Bu yeni spiritüel dünyaya tekabül eden bir şekilde, üç bölgenin hepsinde de benzerlikler gösteren bir sosyolojik durum görüyoruz. Bir küçük devletler ve şehirler kalabalığı ve bir herkesin herkese karşı mücadelesi vardı. Ne var ki bu, başlangıçta, şaşırtıcı bir refah, canlılık ve zenginliğin göz önüne serilmesine izin verdi. Çin'de Chou hanedanının güçsüz emperyal yöneticileri altında küçük devletler ve şehirler egemen bir hayat elde etti; siyasî süreç, küçük birimlerin diğer küçük birimlerce boyunduruk altına alınması yoluyla büyümesinden ibaretti. Yunanistan'da ve Yakın Doğu'da, küçük arazi birimleri hatta, belirli bir ölçüde, İran'a tabi olanlar bile, bağımsız bir var olmanın tadını çıkardı. Hindistan'da da bir çok devlet ve serbest şehir vardı.

      Karşılıklı temas bu üç bölgenin herbirinin içinde dolaşan bir spiritüel hareketi başlattı. Çinli felsefeciler Konfüçyüs, Moti ve diğerleri bütün ülke sathı boyunca dolaştılar, spiritüel hayata elverişlilik açısından ünlü yerlerde toplandılar ve sinologlar tarafından akademiler diye adlandırılan okulları kurdular. Yunanistan'ın sofist ve felsefecileri de benzer bir şekilde oradan oraya dolaştılar ve Buda bütün hayatını bir yerden bir başka yere giderek, dolaşarak, geçirdi.

      Geçmişte, spiritüel koşullar nisbeten dayanıklı olmuşlardı; katastroflara rağmen her şey, bilinçliliğe girmeyen ve bu nedenle idrak edlmeyen çok yavaş, durgun bir spiritüel hareketin ufku içinde sınırlanmış olarak, kendini tekrarlamıştı. Şimdi , aksine, gerginlik artar ve sel gibi hızı olan bir harekete yol açar.

      Bu hareket bilinçliliğe ulaşır. İnsanın var oluşu, tarih halinde, meditasyon nesnesi haline gelir. İnsanlar, sıradan olmayan bir şeyin kendi şimdiki zamanlarında başlamakta olduğunu hisseder ve bilirler. Ama bu farkına varmadır ki aynı zamanda insanları, sonsuz bir geçmişin bu kendi şimdiki zamanlarından önce geldiği vakıasının da farkına vardırır. Özellikle beşeri olan ruhun bu uyanışının ilk başlangıcında insan, hafızasıyla-hatırlamasıyla ayakta durur ve bir geç çağa ya da hatta bir bozulmuş çağa ait olduğunun bilincindedir.

      İnsanlar kendilerini katastrofla yüzyüze gibi görür ve içgörü eğitim ve reformla yardım etme arzusunu hissederler. Olayların seyrine plânlamayla hakim olma girişiminde bulunulur, doğru koşullar yeniden meydana getirilecek ya da ilk kez ortaya çıkarılacaktır. Bir bütün olarak tarih, dünyanın, ya bir sürekli gerileme-düşüş, ya bir dairevî hareket ya da bir yüceliş şeklinde aldığı biçimlerin sıralaması gibi görülür. İnsan düşüncesi, insanların bir arada en iyi yaşayabilmeleri, en iyi yönetilmeleri ve idare edilmelerinin tarzına hasredilir. Reform fikirleri pratik etkinliğe tahakküm eder. Felsefeciler devletten devlete seyahat eder, danışman ve öğretmen olurlar. Ya hafife alınırlar ya da peşlerinden koşulur. Tartışmalara ve birbirleriyle rekabete girerler. Konfüçyüs'ün Wei'nin sarayında başarısız olması ile Plato'nun Siraküze'de başarısız olması, Konfüçyüs'ün geleceğin devlet adamlarını eğiten okulu ile Plato'nun aynı amaca hizmet eden akademisi arasında sosyolojik bir paralel çizilebilir.

      Bir kaç yüzyıla yayılmış olan bütün bu gelişmelere tanık olan çağ, bir basit yukarı doğru hareket olarak telâkki edilemez. Bu çağ bir eşzamanlı yok etme ve yaratma çağıydı. Nihai bir tamamlanma-başarı elde edilmedi. Bireylerde gerçekleşen en yüksek düşünce ve pratik ifade imkânları (potentialities) [herkesin] ortak malı olmadı, çünkü insanların çoğunluğu bu [en yüksek imkânların sınırlarını zorlayanların] ayak izlerini takip edebilmekten acizdi. Hareket serbestliği olarak başlayan sonunda anarşi haline geldi. Çağ yaratıcılığını kaybettiğinde, üç[45] kültür dünyasının hepsinde de, dogmatik bir katılaşma ve çöküntü meydana geldi. Dayanılmaz hale gelmekte olan bir düzensizliğin içinden, ayakta kalan koşulların yeniden kurulması yoluyla, yeni bağlar-bağlantılar peşinden koşan bir gayret çıktı.

      Sonuç bir kere siyasi niteliktedir. Aşağı yukarı eşzamanlı olarak, fetihlerle büyük kılınan imparatorluklar, Çin'de (Tsin Shi hwangti), Hindistan'da (Maurya hanedanı) ve Batı'da (Helenistik imparatorluklar ve Imperium Romanum) ortaya çıktı. Her yerde çöküşün ilk sonucu teknolojik ve örgütlenmeci bir planlama düzeniydi.

      Fakat, daha önce yaşanmış olanın ruhuyla ilişki her yerde ayakta kaldı. Bir model ve bir saygı -saygıyla yüceltme nesnesi haline geldi. Başarıları ve büyük şahsiyetleri, ufukta açık ve seçik bir şekilde ayakta durmağa devam ettiler ve okullaştırma ve eğitimin içeriğini sağladılar (Konfüçyanizm, Han hanedanı altında, Budizm Asoka ile evrimleşti ve Augustus çağı, bilinçli olarak Greko-Romen kültürel eğitimini kurdu).

      Aksiyal dönemin sonunda ortaya çıkan imparatorluklar kendilerini sonsuzluk için kurulmuş saydı. Fakat istikrarları sadece görüntüseldi. Bu imparatorluklar, her ne kadar Aksiyal Dönemi'n devlet formasyonlarına kıyasla uzun bir süre devam ettilerse de sonunda hepsi çürüdü ve paramparça oldu. İzleyen bin-yıl boyunca fevkalâde çok sayıda değişme üretti. Bir bakış açısından, büyük imparatorlukların dağılmaları ve yeniden kurulmaları, Aksiyal Dönemin sona ermesinden beri hep tarihi oluşturdu, eski uygarlıkların gelişip-serpildikleri bin-yıl boyunca da oluşturmuş olduğu gibi. Ne var ki, bu bin-yıllar sırasında, büyük imparatorlukların dağılması ve yeniden kurulması, bütün insan etkinliğini sorgulayan ve bu etkinliğin üstüne yeni bir anlam tevcih eden, o spiritüel gerginlikten yoksundu.


[1]       K. Polanyi (1956) "Kurumlaşmış bir süreç olarak ekonomi".

[2]       Burada, erken bir hatırlatma olarak, etnik Türklerin hakimiyetinde kurulmuş olsa da, Osmanlı devletinde Fatih sonrasında, 1450-1650 arasında siyasi hakimi-yetin, bu hakimiyeti uygulayan kadrolar açısından Türklerin elinden çıktığına, bu dönemdeki Osmanlı devletine etnik Türklerin siyasi hakimiyetine dayanan bir devlet olarak bakılamayacağına dikkat çekmek isterim.

[3]       Housman (1937) M. Manlilii Astronomicon: Liber Primus, İkinci edisyon, s.87'den aktaran E.H. Carr (1961) What is history  (Harmondsworth: Penguin, 1973), s.10.

[4]       Bak. Y. S. Tezel (1990) "Osmanlı tarihinin bilgisi ile bugünkü kimlik sorunlarımız ve dünyadaki itibarımız meseleleri arasında ilişki ya da ilişkisizlik üzerine", Türkiye Günlüğü, sayı 11, Yaz 1990, 12–9.

[5]       I. Berlin (1960) "The concept of scientific history"; "Bilimsel tarih anlayışı" başlığı ile Türkçe'ye çeviren Y.S. Tezel.

[6]       Burada, tarihçilik yaparken işimizin bir ekseninin, tarihin ampirik içeri-ğiyle uğraşmak olduğunu söylememizden, bilginin kaynağı, özellikleri, sanıların bilgi olup olmadıklarının sınanması bağlamında, bilgi ve bilmek konusunda felsefî bir tutum olarak ampirizmin tercih edildiği sonucu çıkartılamaz.

[7]       Kültürel, toplumsal ortamın hem bireysel ölçekleri içinde gerçek insanların yarattığı bir varlık alanı olması hem de bu alanının bireysel ölçeği içinde gerçek insan açısından bir veri dışsal gerçeklik alanı olmasının oluşturduğu gerilim hakkında yetkin bir kısa sunuş için bak. Peter Berger (1967) The Sacred Canopy  (Garden City, NY: Anchor Books, 1969), s.3-28, bu kitabın birinci bölümünün Türkçeye çevirisi, Y. S. Tezel.

[8]       İnsanın evren içindeki fizikî konumunun sınırları içinde olabilecek her türlü deneyin sınırını aşan, insan bilincini aşan, bu anlamda doğa-dışında bir varlık alanı gerektiren ya da ima eden sorular.

[9]       'Üst kültür' kategorisi tanımlanırken, bir 'üst kültür' kapsamındaki insan-larla bir 'ilkel kültür' ya da 'alt kültür'deki insanların, insan olarak yaşama tecrü-beleri açısından beşeri dünyanın önemli bir ortak bölgesini paylaştıkları göz ardı edilmemelidir. Lévi-Strauss gibi antropologlar 'ilkel' kültürlerdeki insanların dil, mitoloji, din, akrabalık, toplumsal örgütlenme yapıları, kurumları ve süreçlerinin şaşırtıcı bir karmaşıklık düzeyine sahip zengin bir beşeri dünya sergilediğini göstermişlerdir. Bizim 'üst kültür' ya da 'yüksek kültür' terimleriyle ifade etmek istediğimiz ortam, bir yanda, yazıyla taşınan bir 'dünya inşaası' geleneğinin var olduğu, yani yazının, günlük hayattaki 'kayıt' ihtiyaçlarının karşılanmasını aşan bir şekilde, insanların dünyayı ve kendi varlık ve eylemlerini içinde anlamlan-dırdıkları bir 'dünya resmi'ni çizdikleri bir edebî geleneğin üretilmesi ve taşın-masında kullanıldığı, böyle bir geleneğin merkezî bir öneme sahip olduğu bir ortamı, ve ii) 'üst kültür'ün birden fazla halkın, ethnos'un kullandığı, bu anlamda etnik ve mahalli değil, etnikliği aşan ve geniş alanlara yayılan bir kültür ortamı işaret etmektedir. 'Üst kültür', 'yüksek uygarlık' gibi kategorilerin biraz sonra sö-zünü edeceğimiz Aksiyal Çağ temasında ele alınışı konusunda bak. Benjamin I. Schwartz (1975) "The age of transcendence", Deaedalus, s.2.

[10]     Bu genel kimlik, üslup farklarının en iyi sergilendiği alanların başında bu geleneklerin mitolojileri gelir. Mesela, insanın varlık statüsü anlamında temel değeri, var olmasının gerekçesi, gücünün neye yetebileceği neye yetemeyeceği konuları açısından, Grek mitolojisi (mesela Prometheus miti) ile Mezepotamya'-nın Tevrat'a da yansımış olan mitolojisinin (mesela yaratılış, tufan ve Gılgamış mitlerinin) karşılaştırılması, bu gelekleri tanımamızı kolaylaştıran önemli ipuçları sağlayabilir.

[11]     Marksistler arasında hararetli tartışmalara konu olması, birçok Marksistin 'gerçek' (!) toplumsal değişmelere ancak içsel değişmelerin yol açabileceğini isbat etmek için sarfettikleri gayret, Marksın ve Marksistlerin, bir kapalı sistem'-in iç mekanik dengesine dayanan Newtongil 'natura'ya benzeyen bir 'toplum' paradigmasına sahip olmalarının sonucudur.

[12]     M. Weber, bunlardan en çok bilineni olan "Die protestanische Ethik und der Geist des Kapitalismus"u, ilk kez 1904–1905'te Archiv für Social-wissenschaft und Sozialpolitik, c. 20 ve 21'de yayınladı. Bunu, dört geleneği karşılaştırarak değerlendirdiği Gesammelte Aufsaetze zur Religions-sociologie'nin 1. cildinde (tamamı 3 cilt) (Tübingen, 1922-3) yeniden yayınladı. Bu çalışma ünlü Amerikalı sosyolog Talcott Parsons tarafından İngilizceye çevrildi ve The Protestant ethic and the spirit of capitalism (1930) (London, Unwin University Books) olarak yayınlandı. Türkçeye çevirisini Zeynep Aruoba yaptı [Protestan ahlakı ve kapi-talizmin ruhu (1985) (İstanbul:Hil yayınları)]. 1922-3 de yayınlanan 3 ciltlik Gesammelte Aufsaetze zur Religionssociologie' deki diğer dinlerle ilgili çalışma-lar İngilizceye The religion of China: Confucianism and Taoism  (1921) (Glenceo: The Free Press, 1968); Ancient Judaism (1952) (Glencoe: The Free Press, 1967); The Religion of India: the sociology of Hinduism and Budism (Glencoe: The Free Press) olarak çevrildi. Bu son üç başlık henüz Türkçeye çevrilmedi.

[13]     S.N. Eisenstadt (1963) The political systems of empires: the rise and fall of the historical bureaucratic societies (New York, NY: The Free Press, 1969)

[14]     M. G. S. Hodgson (1974) The venture of Islam: conscience and history in a world civilization, c. 1, The classical age of Islam ; ... c.2, The expansion of Islam in the middle periods; ... c.3, The gunpowder empires and modern times (Chicago, Ill.: The Univ. of Chicago P.)

[15]     Hodgson, c.1, 108-9.

[16]     Tarımsal alanlardan şehirdeki hakimiyet örgütlenmesine, çok büyük ölçüde, zora dayanan süreçlerle kaynak aktarılmasının kurumsallaşmış bir süreç haline gelmesi, mantıken mümkündür ve tarihin olgusal içeriğinde çarpıcı örnekleri vardır. Ne var ki, zora dayanan kurumsallaşmış kaynak aktarma süreçleri bütünleştirici olamaz. Merkezinde oldukları kültür-uygarlık geleneğinin, bu anlamda toplumun yeniden üretebilmesini büyük ölçüde bozarlar. Fatih sonrası Osmanlı devleti üstünde duracağımız derslerde bu konuya yeniden dönülecektir.

[17]     Bak. Polanyi (1957).

[18]     Bir sıçrama yapıp Selçuklu ve Osmanlı dönemleri ve alanlarına bakarsak, çağımızda bu dönem ve alanların iktisadi-sosyal tarihi hakkında yazılanların önemli bir kısmının, 'tımar', 'vergi sistemi', 'iltizam', 'mukataa' gibi, tarım alanlarında doğrudan üretim yapanların gelirleri üstünden şehirli nüfuslara aktarılan paylarla ilgili olduğu görülecektir.

[19]     Klasikler, nüfusun değişme oranını gerçek ücretlerin bir fonksiyonu olarak düşünmüşlerdir. Gerçek ücret asgari geçimlik ücret oranının üzerine çıkarsa nüfus artmağa başlar. Ancak işçiler arasındaki iş bulma rekabeti gerçek ücretleri asgari geçimlik ücret düzeyine çeker. Ya da gerçek ücretler asgari geçimlik ücret düzeyinin altına düşerse nüfus azalmağa başlar. Ancak işverenler arasındaki işçi bulma rekabeti gerçek ücretleri tekrar asğari geçimlik ücret düzeyine yükseltir. Bu konuda bakınız Y. S. Tezel (1989) İktisadi Büyüme (Ankara) Öte yanda, tarım-temelli şehirli uygarlıkların, demokratik değer ve kurumların söz konusu olmadığı örgütlenme ve dünya görüşü ortamlarında, geniş tarımsal üretici yığınlarının yaşama standartlarının asgari geçimlik düzeyin üstüne çıkmasının beklenemeyeceği de belirtilmelidir.

[20]     En ünlü yayını için bak. Marshall Sahlins (1972) Stone age economics (London: Tavistock publications, 1978).

[21]     Barrington Moore jr (1966) Social origins of dictatorship and democracy (Harmondsworth: Penguin, 1977, 469-72.

[22]     Manuscript'in Almanca aslının çok az sayıdaki kopyası, ilk kez 1939 ve 1941'de, iki cilt halinde Moskova'daki Marks-Engels-Lenin Enstitüsü'nce yayınlandı. Martin Nicolaus'un İngilizce'ye çevirisi için bak. Karl Marx, Grundrisse, foundations of the critique of political economy (rough draft) (Harmondsworth: Penguin, 1973).

[23]     ibid., 472-4, 484, 486, 493-5. Marx ve Asyatik üretim biçimi konusunda ayrıca bak. ed. A. M. Bailey ve J. R. Llobera (1981) The Asiatic mode of production: science and politics (London: Routledge & Kegan Paul), 23-36; B. Hindes ve P. Q. Hirst (1975) Pre-capitalist modes of production (London: Routledge & Kegan Paul), 178-206.

[24]     Mesela, Lipit-Ishtar Hukuk Yasası'nın İngilizce'ye çevirisi için bak. Kramer, 336-40.

[25]     Anadolu tarihinin, yerleşik tarımın ortaya çıkmasından sonra hiçbir dönemi yoktur ki, bir kapalı toplum modeli içinde ele alınması anlamlı olsun.

[26]     Benjamin I. Schwartz (1975) "The age of transcendence" Deaedalus, 2. Bu gelişmelerin yol açtığı süreçler, etkileri, ortaya çıkış sebeplerinden daha ilginçtir. Aksiyal Çağ'a "Karmaşık ve öngörülemez bir geleceğe açılma" çağı diyen Schwartz, [ibid, 5], benzerliklerin ortaya çıkışının açıklanmasının fazla anlamlı olamayacağını söylemektedir.

[27]     Benjamin Schwartz, aşkınlık kategorisinin Jaspersvari bir Aksiyal Çağ teması içinde kullanılmasını gözden geçirirken, 'aşkınlık'ı, "bir tür geriye çekilip görünenin ötesine bakmak gerçekte olanın (actual)eleştirici, geriye dönüp üzerinde düşünmeci bir şekilde bir tür sorgulanması ve görünenin ardında yatanla ilgili yeni bir görüş (vision)" şeklinde betimlemektedir. Ki Aşkınlığın bu 'dünyanın olmusuzlanmasıyla sonuçlanması gerekmez. [(1975), 3].

[28]     Karl Jaspers (1953) The origin and goal of history (New Haven, Conn.: Yale University P., 1968). Bu kitabın ilgili bölümünün çevirisi, bu bölümün sonuna eklenmiştir.

[29]     Aslî özellikleri iyilik, güzellik, bilgi olan, karşıtı kötü, çirkin ve bilgisiz Angri Mainyu'ya karşı kozmik mücadelesini sürdüren yaratıcı tanrı Ahura Mazda'ya inananların dini.

[30]     Arnaldo Momigliano (1975) "The fault of the Greeks", Deaedalus, s.9.

[31]     P. Grimal (1965) "Introduction: man and myth", içinde olduğu kitap, P. Grimal, ed. (1965) Larousse World Mythology (Secaucus, NJ: Chartweil Books Inc., 1977), 9.

[32]         Malinowski'nin materyalist işlevselciliğinin açık bir eleştirisi için bak. Claude Levi-Strauss (1977) "Massey Konferansları", içinde yay. kitap, C. Levi-Strauss (1986) Mit ve anlam (Myth and meaning)  (Türkçe'ye çevirisi, İstanbul: Alan yayıncılık, 1986), 289.

[33]         Mezopotamya uygarlık geleneğinden bir 'teogoni' örneği daha sonra bu çalışmada zikredilecektir. [bak. s.   ]. Grek uygarlık geleneğinin klasik teogonisi olup Anadolu kökenli Hesiodos'un eserinin Türkçe'ye güzel bir çevrisi için bak. çev. S. Eyüboğlu, A. Erhat (1977) Hesiodos: eseri ve kaynakları (Ankara: TTK yay.) içinde, "Tanrıların doğuşu (Theogonia)", 104-40. Teogonilerin mitik dünya tasarmları içindeki yerleri konusunda bak. Mircae Eliada (1978) A history of religious ideas, c.1, 87-90.

[34]     Benjamin I. Schwartz (1975) "The age of transcendence" Deaedalus, 2-3.

[35]     Bu tavır, evrensel imparatorluk programının mantıkî uzantısıdır. Çok geniş alanlarda çok sayıda farklı dil, din, etnik kökene sahip milyonlarca insan üzerinde kurulan hakimiyetin kararlılığı ancak böyle bir tavırla sağlanılmak istenebilir. Bu tavır imparatorlukçu devletin hakimiyetine kararlılık sağlamaya yetmezse de kararlılık şansı ancak böyle bir tavırla 'ufukta görülebilir'. Perslerin imparator-lukçu hakimiyetiyle ilgili olarak yukarda söylediklerimiz, Osmanlı imparatorluk-çu devletinin de yönetim üslubunu çağrıştırmaktadır. Çünkü Osmanlı devleti de, bir imparatorluğun hakimiyet merkezi haline dönüştükten sonra, bu merkezin 'dünya resmi'nin iktisadi, kültürel, dini hatta idarî yapılarını, fethettiği bölgeler-deki mahalli kültürler içinde yaşayan insanlara zorla empoze etmeye öncelik veren bir devlet değildi. Osmanlı devleti, çok büyük ölçüde, işgal ettiği bölgeler-deki mahalli kültürlere, onları zorla değiştirmeğe kalkışmadan hakim olmak, üzerlerinde bir üst hakimiyet sağlamakla yetinmeye çalıştı.

[36]     Bak. daha sonraki s.

[37]     Seleukus'un ve hanedanın kurduğu Seleukeia adlı kentlerden biri Dicle kenarında, sonraki Tisfon ve Bağdat'ın yakınındaydı ve taht merkeziydi. Bir diğe-ri Türkiye'nin Akdeniz kıyılarındaki adı günümüze Silifke olarak gelen kentti.

[38]     Bak. Wagstaff (1985), 121-51.

[39]     Fethiye yöresindeki Letoon kalıntıları arasında bulunan ve şimdi Fethiye müzesinde sergilenen, Pers hakimiyeti döneminde İÖ 358 de, Likyalıların dili, Elence ve Aramice ile yazılmış üç dildeki kitabe, Aramice'nin yaygınlığının işa-retlerinden biridir. Bak. Cemil Toksöz (1986) Ancient cities of Lycia (İstanbul: Hankur Matbaacılık Ltd.), 20, 77.

[40]     Osmanlı Padişahlarının Harem hiyerarşisinde yükselince sultan ünvanı alan köleleri, cariyeleriyle karıştırılmasın diye sultan demiyorum.

[41]     İndik uygarlık alanında dünyadan el çekmeci hakikat arayışlarının tarihi hakkında bak. Mircea Eliada (1978) A history of religious ideas, vol.1, from the Stone Age to the Eleusinian Mysteries (Chicago, Ill: University of Chicago Press), 227-46.

[42]     Bu konuyu Aksiyal Çağ ve uygarlık alanlarının tecrübelerinin değerlendi-rilmesi bağlamında ele alan güzel bir yazı için bak. S.C.Humphreys (1975) "Transcendence" and intellectual roles: the ancient Greek case", Deaedalus, 91-118.

[43]     Hodgson, cilt 1, s.114.

[44]     Çevirenin notu: Jaspers, Zerdüşt'ün yaşadığı çağ konusunda yanılmak-tadır. Jaspers'in yazdığı yıllardan sonraki dönemde Mazda dini ve İranî halklar ve kültürlerle iligili akademik çalışmalarda, Zerdüşt'ün muhtemelen İÖ 1200-1000 arasında bugünkü İran'ın doğusunda yaşadığı sonucuna varılmıştır. Ama Zerdüşt'ün yeniden yorumladığı biçimiyle Mazdayas-nacılığın yani Ahura Mazda'ya ibadet edenlerin dininin bir evrensel imparatorlukçu devletin, ki Hakhamaniş devletinin merkezindeki insanların dini olması Aksiyal Çağ'da gerçekleşmiştir.

[45]     Çevirenin notu: Jaspers, Orta Doğu ve Akdeniz-Avrupa dünyasını tek bir alanmış gibi ele aldığı için üç kültür dünyası diyor. Bizim bu tasnife katılmadığı-mıza dikkat edilmelidir.

Mezopotamya'nın İktisadi Tarihinin Bir Kuşbakışı Görünümü      Home       Chapter 2