![]() ![]() |
. |
|
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM SÜMERLERDEN
HAKHAMANİŞ-PERS İMPARATORLUĞUNA TARIM -TEMELLİ MEZOPOTAMYA UYGARLIĞI Bronz
Çağı'nın başlamasından sonra, İÖ 3000-2000 arasındaki bin yıl içinde Aşağı
Mezopotamya'da o çağlara göre önemli bir nüfus artışı olduğu, bu bölgenin
dünyanın en büyük nüfus yoğunluğuna sahip bölgelerinden biri haline geldiği
anlaşılmaktadır. Arka arkaya birçok defa yeniden yapılan bazı tapınaklarda her yeni
yapımda inşaat sahasının, avluların, toplanma alanlarının tedricen genişletilmesi,
şehir nüfuslarındaki artışı gösteren önemli arkeolojik bulgulardır [1][ Hem bazı Sümer şehirleri
hem de Sümer ülkesinin geneli için bazı nüfus tahminleri yapılmıştır. Ünlü Rus
Sümerologu Diakanoff, Lagaş tabletleri üzerinde 1950'lerde yaptığı uzun
çalışmalara dayanarak, İÖ 2500'lü yıllarda bu şehrin (köleler dışındaki)
nüfusunun yaklaşık olarak 100000 olduğunu öne sürdü. Bir başka ünlü Sümerolog,
İngiliz araştırmacı Woolley de, Ur şehrinin, İÖ 2000 yörelerinde üçüncü kez
Sümer ülkesinin başkenti haline geldiği dönemdeki nüfusunun 360000 olduğunu
söyledi. Ki Kramer de, Woolley'in bu tahmininin bir abartmayı yansıttığının belki
söylenebileceği ama Ur'un nüfusunun gene de 200000'in altında olmadığı
görüşündedir [Kramer, 88-9]. İÖ üçüncü bin yılda Sümer ülkesinin büyük
şehirlerinden Eridu, Ur, Uruk, Lagaş, Girsu, Umma, Nippur, Şuruppak, Adab ve Kiş'in
kalıntıları bilinmektedir. Larsa ve İsin gibi daha küçük şehirler ve eski
metinlerde adları geçtiği halde yerleri bulunamamış şehirlerle birlikte, üçüncü
bin yıldaki Sümer şehirlerinin sayısı l5'ın altında değildir. Sümer ülkesine
hakim olmak için şehirler ve hanedanlar arasında yapılan savaşlarda, zaman zaman
bazı şehirlerin yıkıldığı, şehir nüfuslarında önemli dalgalanmalar olduğu, her
şehrin nüfusunu her zaman korumadığı da dikkate alınmalıdır. Ama gene de, bu
dönemde Sümer ülkesindeki toplam şehirli nüfusun yüzbinli rakamlarla tasarlanması
gerektiği, bu sayının 500000 düzeyini bulmuş hatta aşmış olabileceği, şehirleri
çevreleyen kırsal nüfus, köylerin ve kasabaların nüfusuyla birlikte, Sümer
ülkesindeki toplam yerleşik (yani göçebe-otlatıcılar dışındaki) nüfusun,
muhtemelen 500000 ile 1000000 arasında olduğu söylenebilir. [Wagstaff,44-7, 97-105;
McEvedey, Jones (1978),149-50]. "Sümer uygarlığı,
sınaî bir temel yerine tarımsal bir temele dayandığı halde, esas olarak şehir
uygarlığı karakterine sahipti". Kramer'in bu ifadesi [73], hem Sümer-Mezopotamya
uygarlığını incelemiş bütün uzmanların görüşünü özetlemekte, hem de
kültür,uygarlık bölgelerinin karşılaştırmalı sosyal-iktisadî tarihine ilgi
duyanlara önemli analitik ipuçları vermektedir. 3.2.
Tarım devriminden sonra şehir kültürlerinin
ortaya çıkışı Mezopotamya'da
kendi içinde sosyal, siyasî ve iktisadî olarak farklılaşmamış basit köy
toplulukları ve yerleşme birimlerinden, karmaşık kültürlere sahip şehirlere
geçilmesi birkaç bin yıl sürmüştür. İÖ 9000'li yıllarda Orta Doğu'da buğday,
arpa ve sebze tarımının yapıldığı köylerin varlığı bilinmektedir [Turkowski, L.
(l969); Albright (l963)]. İÖ 5800-3000 arası hakkında ise çok daha ayrıntılı bilgi
sahibi olmamıza imkan veren çok sayıda kültüre ait kalıntılar vardır.
Mezopotamya'nın, kültür ve uygarlık bölgelerinin karşılaştırmalı tarihi
açısından ilgi çekici özelliği, şehre geçişin hem çok erken meydana gelmesi, hem
saray ya da kale çevresinde değil tapınağın çevresinde oluşması (başlangıçta,
sosyal ve iktisadi etkinliklerin etrafında döndüğü kültürel ve sosyolojik merkezin
tapınak olması), hem de hızla şehirli nüfusun büyük bir önem taşıdığı tarım
temelli fakat şehir ağırlıklı bir uygarlığa dönüşmesidir. 3.2.1. Samarra :
İÖ 5500-5000 İlk kez,
Bağdat'ın l00 kilometre kadar kuzeyinde, Dicle nehrinin kıyısında, Orta Çağ İslam
şehri Samarra'nın harabelerinin altında bulunan bir tarih öncesi mezarlıkta
rastlanıldığı için, bu kültüre Samarra
kültürü denilmektedir. Daha sonra, Samarra'nın l0 kilometre kadar güneyinde Tell es-Sawwan'daki kazılarda da aynı
kültüre ait başka bir yerleşme merkezine (köye) rastlanmıştır. Bu kültürün İÖ
5500-5000 yılları arasında var olduğu sanılmaktadır. Çömlekçilikte önemli bir
ilerleme sergileyen bu kültürün, daha önceleri, yöreye dışardan gelenlere ait
olduğu sanılırken, yeni arkeolojik çalışmalar bu kanıyı değiştirmiş, bu
kültürün Mezopotamya'ya ait, bu anlamda yerli olduğu anlaşılmıştır. Tell es-Sawwan'daki bu tarih
(yazı) öncesi köyün sakinleri, sulamaya dayanan bilinen ilk tahıl (arpa, buğday,
keten tohumu) tarımını gerçekleştirenlerdir. Arkeolojik çalışmalar sonunda ortaya
çıkarılan bazı kalıntılar tahıl deposu olarak kullanılan binalara aittir. Köyün
merkezinde bulunan hendek ve savunma duvarı nedeniyle, köyün, Mezopotamya'da bilinen
ilk müstahkemleştirilmiş, kalemsi bir korumayla donatılmış yerleşme yeri olduğu
söylenebilir. Tahılın depolanmış olması ile savunma ihtiyacının arasındaki
ilişki üzerinde düşünülmelidir. Bağdad'ın kuzeydoğusunda,
İran sınırına yakın bir yerde olan Çoga Mami'deki kazılarda, Samarra ve Tell
es-Sawwan'daki köylerde bulunanlara benzer küçük taş heykel ve çömleklere
rastlanılan, kanal sulaması ile tarımsal üretim yapılan bir köy daha ortaya
çıkarılmıştır. [Roux, 65-6;
Lloyd (l984), 71-2; Mellaart (l975), l4l-5]. 3.2.2. Halaf :
İÖ 5300-4500 Tell Halaf'ta,
Türkiye-Suriye sınırına yakın Tell Çagar Bazar'da, Ninova'da, Tell Arpacıyah'da,
Gawra Tepesi'nde ve Yarım Tepe'de yapılan kazılar, Kuzey Irak, Van Gölü'nün güneyi
ve Antakya'nın kuzeydoğusu arasındaki alan üzerinde, İÖ 5300-4500 döneminde
yaşamış bir yazı öncesi, bitkisel tarım kültürünün varlığını ortaya
çıkarmıştır. Bu kültüre, izine ilk kez Tell Halaf'taki kazılarda rastlanıldığı
için Halaf kültürü denilmektedir. Bu kültür bölgesindeki
yerleşme merkezleri hala köy niteliğindedir. Ama Arpacıyah'da bazı sokakların
çakıl taşlarıyla döşenmiş olması, bazı beledi (civic) işlerin ortak bir şekilde ele
alındığını göstermektedir. Bu kültürde, bugün hala Harran ovasında rastlanılan
ve arkeologların tholos (çoğulu tholoi) dedikleri,
arı kovanı kubbesi biçiminde yapılmış kubbeli yuvarlak evler başat bir
yaygınlığa sahipti [resim için bak. Mellaart (l965), l22,55]. Bu kültürün en
büyük özelliklerinden biri de, fevkalade güzel ürünler verilmiş olan pişmiş
toprak çanak-çömlekçilik sanatıdır. Bu çanakçılığı, İÖ 5300 yöresinde
bölgeye dışardan gelen ve barışçı yollarla yerleşerek eski yerel nüfusla
karışan insanların getirdiği sanılmaktadır. Mellaart bunların Van Gölü
yöresinden geldikleri görüşündedir. Ama tholos'
ların Neolitik dönemlerde Kıbrıs'ta da görülmüş olması ve çömleklerdeki bazı
desen özellikleri, figürler, bu kültürün Girit ve Hitit öncesi Anadolu
kültürleriyle bağlantı olabileceği ihtimalini de akla getirmektedir. Halaf kültürünün Musul
yöresinden, kuzey'de Van'a, Diyarbakır'ın kuzeyine, batıda Gaziantep ve Antakya'ya
doğru genişlemesi, başarılı bir tarımsal faaliyetin yol açtığı, imkan
sağladığı bir nüfus artışına işaret eder. Eski yerleşme merkezlerindeki nüfus
arttıkça, köyün etrafındaki arazi imkanları zorlandığı için, oğul veren bir
arı kovanı gibi, nüfusun bir kısmı köyden ayrılmış, gidip uzak bölgelere
yerleşmiştir. Halaf kültüründe bitkisel
üretimin yanında ve gıda ve eşya üretimi kaynakları açısından bitkisel üretim
kadar önemli olarak, ehlileştirilmiş koyun, keçi ve domuz yetiştiriciliği
yapılmaktaydı. Sığır yeni yeni ehlileştirilmekteydi. Bitki tarımı kuru (yağmur
suyuna bağımlı, sulamasız) tahıl üretimine, ki büyük ölçüde arpa ve buğday
üretimine dayanmaktaydı. Yerleşik hayvan ve bitki üretimi avcılıkla destekleniyordu.
Ayrıca, bu kültürü üreten insanların, çok sınırlı da olsa, bakır, kurşun ve
takı eşyaları, iğneler şeklinde altın kullandıkları anlaşılmaktadır. Bu kültürün, İÖ
4500-4300 sıralarında nasıl ve niye ortadan kalktığı bilinmemektedir. Güney
Mezopotamya'da gelişmekte olan Ubaid kültürünün insanlarının (İÖ 4500-3500) Halaf
kültürünü ortadan kaldırdığı önermesi kanıtlanmamıştır. [Roux, 66-9; Mellaart
(l975), 156-70; Lloyd, 65-85]. 3.3.
İÖ 5000-3000 arasında Sümer uygarlığının
başlangıçı 3.3.1. Ülke Güney
Mezopotamya'daki en eski yerleşik insan kültürlerinin tarihi konusundaki kanılar,
l950'li yıllardan sonra köklü bir şekilde değişmiştir. Bu değişikliğe yol açan
çalışmalar, jeoloji gibi tarihle doğrudan ilişkisi ilk anda akla gelmeyebilecek
bilimsel disiplinlere ait tekniklerin kullanılmasının tarihçilik açısından,
özellikle yazı öncesindeki kültürlerin tarihi açısından çarpıcı ipuçları
sağladıkları için ilginçtir. l950'li yıllara kadar, İÖ
5000'ler ve 4000'lerde, Dicle ve Fırat nehirlerinin alüvyon birikintisi henüz
oluşmadığı için, bugünkü Güney Mezopotamya'nın yer yer deniz olduğu, yer yer de
insan yerleşmesine uygun olmayan alçak alüvyon adalarından oluştuğu, insanların bu
bölgeye yerleşmesinin, alüvyon toprak düzlükleri iyice belirginleştikten sonra
başladığı sanılmaktaydı. Ancak iki jeologun l952
yılında yaptığı çalışmalar bu kanaati büyük ölçüde sarstı. Bu jeologlar,
daha sonra Sümer uygarlığının üzerinde oluştuğu bölgenin İÖ 4500-4000
yıllarından çok daha önce de su üstünde olduğunu; bu bölgedeki insan
yerleşmelerinin tarihinin çok eski dönemlere gidebileceğini, daha önceki muhtemel
yerleşmelerle ilgili kalıntıların bulunmayışının, deltanın bu uç bölgesinde,
üstte alüvyon biriktikçe alttaki kaya tabakalarının batmakta olmasıyla
açıklanabileceğini ima eden araştırma sonuçları elde ettiler.Bu jeologlara göre,
yeni birikinti katmanları oluştukça altta kalan toprak katmanlar batmış olduğu için
bazı çok eski muhtemel yerleşmelerin izlerine hiçbir zaman rastlanılmayacaktı.
Jeolojik tabakaların batmakta olduğu teziyle çalışan bazı başka araştırmacılar
ise, Mezopotamya'nın güneyindeki deniz-kara çizgisinin çok daha eski tarihlerde daha
da güneyde olduğunu öne sürdüler. Bir yanda alüvyon birikirken diğer yanda jeolojik
tabakaların çökmesi nedeniyle kıyı şeridinin fazla değişmediği tezi, l990'lı
yıllara gelindiğinde, oldukça yaygın bir kabul görse de, tam bir kesinlik kazanmış
değildir. Nehirlerin denize döküldüğü yerlerdeki haliçimsi ortamda deniz ve
kıtayla ilgili dış görünüşün birbirine karışmış olması, dünyanın deniz
seviyesindeki farklılaşmalar, nehirlerin taşıdığı çökeltide meydana gelen
diakronik farklılaşmalar konunun kesinlik kazanmasını güçleştirmektedir. Ama
aşağı yukarı kesin olan, körfezin kuzey çizgisinin bugünkünden çok daha kuzeyde
olmadığı, ama denizle karanın sınırının İÖ'ki dört beş bin yıl içinde çok
kere değiştiği, nehir haliçlerinin zaman zaman birleştiği, zaman zaman
ayrıştığıdır. [Wagstaff (1985), 94-5; Lloyd, l5-6; Kramer, 39-40, 73-4; Roux, 22-9]. Nil nehri ve çevresiyle
etkileşmesi nasıl ki Mısır uygarlığının şekillenmesini önemli ölçüde
etkilemişse, Fırat ve Dicle nehirleri ve bunların çevreleriyle tabii ilişkileri de
Mezopotamya uygarlığının oluşması ve belirli özelliklere sahip olmasının en
önemli faktörlerinden biridir. Fırat ve Dicle nehirleri
Irak'ta Hit ve Samarra şehirlerine kadar sert kireçtaşı alanlarında kazılmış olan
yataklarında akar. Buraya kadarki güzergahları tarih öncesi çağlardan beri
değişmemiştir. Ninova, Nimrud ve Aşur gibi antik şehirler hâlâ eskiden olduğu gibi
nehir kıyısındadır. Ama Hit ve Samarra çizgisinin güneyinde nehirler kendi
getirdikleri alüvyon birikintilerinin üzerinde menderesler çizerek akar ve sık sık
yatak değiştirir. Bu nedenle eskiden nehir kenarında olan, limanlara sahip bazı
şehirlerin kalıntıları şimdi çöl ortasında susuz bir konumdadır. Özellikle
Fırat nehrinin aşağı Mezopotamya'daki bugünkü mecrası antik mecrasından 25 ile 80
km arasında uzaklaşmıştır. Antik çağlarda Sippar, Babil, Nippur, Şuruppak, Uruk,
Larsa, Ur gibi eski büyük şehirlerden geçen Fırat'ın yatağı, sulama ve sel
kontrolüne yönelik büyük mühendislik uygulamaları sayesinde, bu çağlarda, üçbin
yıl kadar, etrafında şehirler olan eski hatlarında tutulabilmişti. Bir önceki bölümde de
belirtildiği gibi Bağdat Ramadi arasında Fırat'ın yatağı Dicle'ninkinde 9-10 metre
daha yüksektedir. Bu doğal durum Fırat'tan Dicle'ye doğru çok kolay bir sulama ve
drenaj sisteminin oluşturulmasına imkan verir. Bu bölgede iki nehrin arasındaki
araziler çok verimlidir. Daha güneyde çok az bir eğimle akan ve büyük miktarda
çökelti taşıyan nehirler, ki özellikle Fırat, yataklarını tedricen yükseltir.
Tabii olarak oluşan setler nedeniyle nehir seviyesinin, çok yerde çevredeki ovadan daha
yüksek olması, hem fevkalade önemli sulama fırsatları yaratır, hem de büyük
taşkınların geniş alanları kaplaması tehlikesini sürdürür. Büyük su
taşkınları Güney Irak tarihinin çarpıcı özelliklerinden biridir. Jeologların çalışmaları
Mezopotamya'nın ikliminde son altı yedi bin yılda hissedilebilir bir değişikliğin
meydana gelmediğini göstermektedir. Yılın sekiz ayı yağış almayan bu bölgede yaz
sıcaklıkları gölgede 40-50 derece yöresine çıkabilir. Yağışlar kış
aylarındadır. Yıllık yağış miktarının 100-300 mm arasında olması, bu bölgede
yağmura bağlı (kuru) tahıl tarımını aşağı yukarı imkansızlaştırır. Bitki
kültürünün sulamaya dayanmasını gerektirir. Kış aylarında su seviyesi çok
düşen nehirler, Anadolu ve Kuzey Irak dağlarındaki karların erimesiyle bahar
aylarında taşkınlara yol açar. Bu taşkınlar, bütün çağlar boyunca Aşağı
Mezopotamya'daki insanlar için büyük bir tehlike oluşturmuştur. Nisan ve haziran
arasındaki taşkın ayların bu bölgede nisanda başlayan hasat mevsimine rastlaması,
hem taşkın sularıyla tabii sulama yapılmasını imkansızlaştırır ve büyük
mühendislik işleri gerektiren sulama ve sel önleme işlerini gerektirir, hem de
yerleşik tarım kültürlerini sürekli bir afet tehdidi altında tutar. İhtiyaç
duyulan mevsimde yağış yetersizliği ve ihtiyaç duyulmayan mevsimde de nehir
yataklarını parçalayacak kadar su fazlalığı, bu bölgede insan kültürünü ancak
sulama ve drenaj kanalları, reservuarlar, regülatörler, nehir yatağı setleri gibi
büyük ölçekli mühendislik ve emek gerektiren işlerin başarılmasıyla mümkün
kılmıştır. Ama sulamaya dayanan
bitkisel tarımın uzun dönemli sınırları vardı. Bunların en önemlisi tuzlanmaydı.
Ünlü Mezopotamya uzmanı Jacobson'un l950'lerin sonuna doğru tabletler üzerinde
yaptığı araştırmalar, sulama sonucu meydana gelen toprak tuzlanmasının İÖ 2400
yıllarından itibaren güneyde verimliliği büyük ölçüde düşürdüğü,
tuzlanmanın etkilerini yavaşlatmak için özel tekniklerin geliştirilmesine rağmen,
bunu izleyen bin yıl içinde bu olumsuz etkilerinin kuzeye doğru yayıldığını ortaya
çıkardı. Ki bu bulgular, Mezopotamya uygarlığının ağırlık merkezinin
başlangıçta güneyden zamanla (Bağdat yakınlarındaki) Babil yörelerine, daha sonra
da daha kuzeyde Aşur şehrine doğru kaymasının açıklanmasını da etkileyebilecek
önemli ipuçları vermektedir. [Wagstaff (l985),l6-8; Lloyd,15-9; Roux, 22-9;
ayrıntılı bilgi için Beaumont, Blake, Wagstaff (1976);]. 3.3.2. İÖ
5000-3000 Arasındaki Gelişmeler Kuzeydeki Samarra
kültürü sırasında Güney Mezopotamya'da da yerleşmeler vardı. Arkeologlar
güneydeki insanların da Samarra'dakilerle aynı soydan, yani Mezopotamya'da izlerine
rastladığımız kültürleri ortaya koymalarından da önce var olan eski yerel halktan
olmaları olasılığının yüksek olduğu görüşündedirler. Deltanın biraz daha
içlerinde bulunan Ur, Uruk, Eridu, Ubaid gibi yerlerde l920'lerde ve 2. Dünya
Savaşı'ndan sonra yapılan kazılar, sondaj çalışmaları, Güney Mezopotamya'da İÖ
5000 yıllarından itibaren bir çok şehirimsi yerleşme merkezinin var olduğunu ortaya
çıkardı. Eridu'daki kazılar ve Ur'daki sondajlarda bulunan çeşitli yerleşme ve
inşaat tabakalarının gösterdiği kronoloji, daha sonra İÖ 3500-2900 döneminde
başlayan Sumer uygarlığının, Mezopotamya'da İÖ 5000'li yıllardan beri var olan
yerli kültürlerin tedrici bir gelişmesinin sonucu oluştuğu tezini çok güçlendirdi.
Bir ara bazı dilbililimi (linguistics)
hipotezlerinden hareket edilerek öne sürülmüş ve yakın yıllara kadar geniş kabul
görmüş olan, Sümerlerin İÖ 3000 yörelerinde Mezopotamya'ya dışardan geldikleri,
burada daha önce var olan eski yerel halka yabancı olduklarına dair iddia şimdi
büyük ölçüde terkedilmiştir [Lloyd, 62-4; Roux 85-9; Frankfort, Davies (1971) 72]. Güney Mezopotamya'da İÖ
5000'li yıllardan itibaren görülen kültür, bataklık, sazlık alanlar arasında
gelişmiş olan bir tarım kültürüydü. Sivil halk çoğunlukla, Güney Mezopotamya'da
bugün hala kullanılan sazdan yapılmış evlerde (mudhif'
lerde) yaşamaktaydı (resim Lloyd, 41).
Tapınaklar önceleri kerpiçten (güneşte kurutulmuş), daha sonraları tuğladan
(ateşte pişirilmiş) yapılıyordu. 3.3.3. Sümer
uygarlığının temellerinin şekillenmesi : Sümer
şehirlerinin büyük çoğunluğu, Basra Körfezi'nin kuzey kıyısı ile Bağdat
arasında kalan, doğuda İran (Zağros) dağları ve Batı'da Kuzey Arabistan çölüyle
çevrili olan, Fırat ve Dicle nehirlerinin biriktirdiği alüvyon ovasındaydı. Sümerce
konuşan halkın yoğun olarak bulunduğu alan Bağdat yöresinde bitiyor, Akkad ülkesi
diye bilinen bu bölgede, Semitik dil konuşan insanların yaşadığı fakat Sümer
kültürünün etkisi altında olan başka şehir devletleri bulunuyordu. Sümerlerin ana
yurtları sayılabilecek aşağı Mezopotamya'daki yerleşme bölgeleri,
kuzeybatı-güneydoğu yörüngesinde yaklaşık 400 kilometrelik bir eksen etrafında
gene yaklaşık olarak 5000 kilometrekarelik oldukça küçük bir alan oluşturuyordu. Bu
alanda bile Sümerlerin yanında, bilinen en eski dönemlerden beri semitik diller
konuşan insanlar vardı. Birçok Sümerlinin bu semitik dili de öğrenip kullanması,
Sümer üst kültürünü iki-dile hakim olmaya dayanan bir üst-kültür yapmıştı.
Sümer uygarlığının ortaya çıktığı dönemlerde bu bölgede, bugün de olduğu
gibi, göller, sazlıklar ve bataklıklar da vardı. Kuzey'de, Fırat nehrinin bugünkü
Suriye-Irak sınırını geçtiği yörede bulunan ve semitik bir dil konuşulmakta olan
Mari'de ve Kerkük yakınlarında olup en eski yerleşme dönemlerindeki halkın hangi dil
grubundan olduğu bilinmeyen Aşur'daki (Asur) kalıntıların, erken Sümer
uygarlığının güçlü etkisini göstermesi, bu uygarlığın, İÖ Dördüncü
Binyıl'da bile, ana dili Sümerce olanların Bağdat'ın güneyinde kalan ana-yurdunun
dışına uzanmış olduklarını, üstün kültürleriyle çevredeki alanlarda başka
dilleri konuşan halkları etkilediklerini göstermektedir [Roux,124-5; ]. 3.3.3.1.
Ekonomi, teknoloji Sadece nehir
kıyılarında değil, nehirlerden kilometrelerce uzaktaki alanlarda da sulu tarım
yapılmasını sağlayan karmaşık bir kanallar sistemini geliştirmeleri, Sümerlerin
bugün hayranlık uyandıran bir uygarlığı yaratmalarında önemli bir rol
oynamıştı. İÖ 3900-3500 arasının Sümerlerin güney Mezopotamya'da bu sulu tarım
imkânlarını araştırıp, zorladıkları bir dönem olduğu sanılmaktadır[2]. Öyle ki, İÖ 3500 yörelerinde aşağı Mezopotamya'da
saban, döven, tekerlek ve yelken kullanılmaya başlanmıştı. 3500-3000 arasında ise,
tarımda eskiye göre çok daha yüksek işgücü verimliliği ile çalışmaya
başlamalarının yarattığı fırsatları kullanarak, kurumlar, fikirler, teknikler ve
sanat etkinlikleri ile tarihin bilinen ilk yüksek kültürünü üretmişlerdir. Sümerlerin tarımda
gerçekleştirdiği 'ilerleme'nin büyük ölçekli sulama sistemlerine dayanması, bu
uygarlığın bir şehirler uygarlığı olması sonucunu getirmiştir. Sümer şehirleri
de, ana iktisadi etkinlik alanı olarak büyük ölçüde tarıma dayalı, tarım-temelli
şehirlerdi. Buralarda yaşıyanların büyük bir çoğunluğu tarımsal üretimde
çalışıyordu. Ama Sümerlerin yerleşme yerleri, kendi küçük ölçekli arazilerini
işleyen köylü ailelerinin oluşturduğu, fazla bir toplumsal farklılaşma içermeyen,
toplumsal örgütlenmesi büyük ölçüde akrabalık ilişkilerine dayanan neolitik
köylerden farklıydı. Bu fark basit bir nüfus ölçeği farkı olmayı aşıyordu.
Sümer şehirlerinde yaşayan binlerce, on binlerce insan, kendilerini aralarında
akrabalık ilişkileri bulunmayan insanlarla ortak bir kimliğe sahip olarak görüyor,
büyük çalışma grupları halinde, karmaşık bir toplumsal örgütlenme içinde,
şehrin tanrılarına ait ve geniş parçalara ayrılmış arazilerde, bu tanrıların
işlerini yürüten tapınak idarelerinin nezaretinde çalışıyordu. [Oppenheim, ]. Ele geçen tabletlerdeki
yazı figürleri bu dönemdeki Sümer iktisadî hayatında koyun ve keçi gibi
ehlileştirilmiş hayvanların çok önemli bir yere sahip olduğunu ima etmektedir. Bu
hayvanların et ve süt gibi ürünleri beslenme ihtiyaçlarının karşılanmasında
temel bir kaynaktır. Ayrıca bölgede üretilen yün, muhtemelen, bölgede bulunmayan
metaller ve diğer ham maddelerin dışardan getirilmesini sağlayan ticari faaliyetlere
imkan veren en önemli ürün fazlalarından birini oluşturuyordu. Depolanabilen, yeniden
dağıtılabilen bu tarımsal ürün fazlalarının oluşturulması ve büyütülmesi,
egzotik malların dışında da, metaller, kereste ve hatta taş gibi bölgede
bulunmadığı için "dışarı"dan getirilmesi gereken ihtiyaçların bölgenin
"dışarı"ya sunabileceği şeylerle karşılanmasına imkan veriyordu. Bilinen
ilk tabletlerde "tacir" simgesinin bulunması, şehir kültürlerinin ortaya
çıkmasında ticaretin "eski"liğini teyid etmektedir. ... Tekerleğin
"icad"ının da ilk kez aşağı Mezopotamya'da gerçekleştirildiği
sanılmaktadır. Daha önce bilinen kızaklara dört kağnı tekerleği benzeri masif
tekerler takılarak ilk arabalar oluşturulmuştu. Tekerlekler (kağnıdaki gibi)
kendileriyle beraber dönen akslara tesbit edilmişti. Tekerlek sonra başka iş
alanlarına da uygulanmağa başladı ki çömlekçi çarkı bunların başında
geliyordu. Bu döneme ait birkaç metal
balta, bakır alışımlarıyla, kapalı kalıplar içine döküm yapılmasının
becerildiğini, metal kullanımı bilgisinde de bazı önemli ilerlemeler olduğunu
göstermektedir. İşlenen metaller arasında bakır, gümüş ve altın vardır. 3.3.3.2.
Yazı devrimi Aşağı
Mezopotamya, yazı kullanılan, okur yazarlığa sahip bir kültürün ortaya
çıkmasında bütün dünyaya öncülük etmiştir. Bugün elimizde bulunan bilinen en
eski yazı, IV. kat Uruk kazılarından çıkan ve yaklaşık olarak İÖ 3300-3200
yıllarına ait tabletlerdeki yazıdır. Yazının keşfi ve geliştirilmesi belki de
insanlık tarihinin en büyük buluşu, yeniliğidir. Bu ilk yazı daha sonraki çivi
yazısının kaynağı olan bir resim yazısıdır. Figürlerin ima ettiği
soyutlamaların bir hayli gelişmiş olması, bu yazının ele geçen tabletlerin
döneminden önce tedrici bir gelişmeyle ortaya çıktığını ima etmektedir. Yani
yazının yaratılması ve kullanımının geliştirilmesi büyük bir olasılıkla İÖ
3500-3000 arasında meydana gelmiştir. Başlangıçta sadece
şeyleri simgeleyen (pictogram) figürler daha
sonra fikirleri gösteren (ideogram) ve sesleri gösteren (phonogram)
bir şekilde kullanılmaya başlanmış ve insan düşüncesinin
iletişimine imkan veren gelişmiş bir yazı tekniğine dönüşmüştür. Mezopotamya
yazı geleneği hem Mısır hiyeroglif yazısı hem de İndus vadisi yazısına temel
oluşturarak yazı kültürünün dünyaya yayılmasında hem hayati bir rol oynadığı
sanılmaktadır, Sümerlerin başlattığı çivi yazısı geleneği, fonetik alfabelere
sahip Fenike, Elen ve Arami yazılarının yaygınlaşmasına kadar, 2000 yılı aşkın
bir süre bütün insanlığın en önemli ortak yazılı haberleşme ve bellek oluşturma
aracı olmuştur. Uruk'ta bulunan bu bilinen en eski tabletlerin çoğu iktisadî ve idari
konularla ilgili olsa da, bir kısmının kelime listeleri ihtiva etmesi, Sümerlerin
yazı kullanmaya başlamalarıyla eşzamanlı olarak yazı öğretimini de düzenli bir
şekilde ele aldıklarını göstermektedir. [Frankford, Davies (l971), 90-1; Gadd (l971),
93-6; Lloyd, 55; Kramer, 229-30; Shendge (1983)passim]. Yazının geliştirildiği
3000'li yıllar, 2000'li yıllar ve MÖ ilk bin yılın uzun bir dönemi para öncesi
çağlardır. Dinî, askerî siyasî merkezle uyruklar arasındaki ve uyrukların kendi
aralarındaki ödemeler hepsi aynîdir. Ödemelerin aynî olması, kayıt, defter tutma,
denetleme işini daha da karmaşık ve zorunlu hale getirdiği için, yazı becerisinin
iktisadî hayattaki rolünü güçlendirmiştir. 3.3.3.3.
Sümerlerin dini Güney
Mezopotamya'daki şehir kültürünün erken dönemlerindeki çarpıcı özelliklerinden
biri, tapınağın ilk başlardan itibaren 'şehir'in fiziki yerleşme planında çok
önemli bir yere sahip olmasıdır.ki bu bir toplumsal kurum olarak tapınağın sosyal ve
kültürel ilişkilerde de merkezî bir konumda olduğunu ima eder Sümer edebiyatının
ünlü Gılgamış efsanesinin geçtiği Uruk şehri İÖ 3000 yıllarında 800 dekarlık
bir alanı (eni boyu 900 metrelik bir kare düşünün) kaplamakta, bunun üçte birinde
tapınaklar ve bunlarla ilişkili kamusal binalar bulunmaktaydı. Tapınaklarda yerine
getirilen etkinliklerin başında Tanrı'lara sunuşlar yapılması, bu arada kurban
kesilmesi geliyordu. Antropomorfik biçimde tasarlanan (Roux, 82) Tanrı'ların
"doyurulması", "giydirilmesi", "yatıştırılması"
gerekiyordu. "Abdest havuzları", "abdest odaları"nda temizlenen
rahipler, her gün düzenli bir şekilde tapınağın tanrıların heykellerinin
bulunduğu ve halka açık olmayan iç salonlarına yiyecek ve belirli aralıklarla yeni
elbiseler bırakıyor, dualarını okuyor, ayinlerini yapıyorlardı. Her şehrin sahibi
ve sahibi olduğu için de koruyucusu olan bir kendi tanrısı vardı. İÖ 3200
yöresinde yapıldığı sanılan bir tapınak anıtsal boyutlardaydı. İki kenarında
renkli, fayans yüzeyli tuğlalarla kaplanmış, her biri 2 metre çapında sütunlar
bulunan 30 metre uzunluğunda bir avlu, şehir nüfusunun coşkusu ve enerjisinin ne
ölçüde bu tapınakların yapımına yöneldiğini anlamamıza imkan vermektedir (Lloyd,
41-4, 48-52; Sümerlerin dini konusunda önemli ipuçları taşıyan, tapınakların
mimari özellikleriyle ilgili arkeolojik bulgular için bak. Mallowan, 246-72). Sümerlerin dinleri yani
kozmolojileri yani insan, toplum, hükümdar, evren hakkındaki inançları, kabulleri,
yani kısaca dünya görüşleri hakkında
bilgilerimiz, bir kısmı Sümerce yazılı metinler, bir kısmı da sonraki dönemlerde
Sümerce asıllarından Akatça, Asurca, Babilceye ve diğer Semitik dillere çevrilen
metinlerine, arkeolojik kalıntılara, heykellere, mühür taşlarına kazılan resimlere
dayanmaktadır. Ama Sümerlilerin bu dünya görüşlerinin, yazının kullanılmasından
çok önceki dönemlerde oluştuğu, en az Güney Mezopotamya'daki Ubaid kültürüne
kadar geri gittiği rahatlıkla söylenebilir. Sümer dinî inançlar
sisteminin en önemli özelliklerinden biri, tanrıların antropomorfik, tanrılar alemi ve tanrılar
arasındaki ilişkilerin de sosyo-morfik bir
şekilde tasarlanmış olmasıydı. Ölümden sonra bir başka alemde ebedî saadet
içinde biçiminde hayat, bu anlamda kurtuluş inancının yokluğu, ve bunun için de dinin geniş
sıradan insan yığınları açısından herhangi bir aslî ümit getirmemesi yani populist olmaması Sümer dininin önemli
özelliklerinden bir başkasıydı. Bu konuyu
biraz açalım. Hem erkek hem dişi
tanrılar, insan biçimli, insanların bütün ihtiyaçları, ihtirasları, arzuları
kaprislerine sahip olarak 'insan gibi yaşayan‘ varlıklardı. Acıkırlardı,
doyurulmaları gerekirdi. İçinde oturmaları için belirli bir meskene, 'tanrı'nın
evine' ihtiyaçları vardı. İçer, sarhoş olabilirlerdi. Üşürlerdi, giyinmeleri
için onlara elbise sunulurdu [Uruk'ta bulunmuş ve dördüncü ya da Üçüncü Binyıl'a
ait olduğu sanılan, tanrıların beslenmesini gösteren, su mermerinden vazonun
fotoğrafları için, Parrot (1981), ll0-1; Lloyd, 58; bu konuda ayrıca bak. Frankfort,
Davies, 78-9]. Birbirlerini, hatta güzel erkek ya da kadın insanları arzular, aşklar
yaşar ve şevişirlerdi. İnsanlar gibi, hem zeki, merhametli, sevecen ama hem de
öfkeli, hain, kötü ve kıskanç olabilirlerdi. Aralarında münakaşa, hatta kavga
edebilir, birbirlerini aldatabilir, yalan söyleyebilirlerdi. Kavgalarında yaralanabilir,
hatta ölebilir ve varlıklarını ölüler dünyasında sürdürmek zorunda
kalabilirlerdi. Tanrılar hiç gereği yokken insanlara kötülük yapabiliyorlardı.
Bunun içindir ki insanların ibadetinin amacı, 'eşref saatlerinde' yakalanabilirlerse
tanrılardan iyi bir şey istemek olduğu kadar, insana ne zaman, nerden, nasıl
vuracağı belli olmayan öfkelerinin, kötülüklerinin yatıştırılması, tahrik
edilmemesi, ya da başka bir insana, başka bir şehir halkına kaydırılmasıydı. Tanrılar topluluğu, insan
toplumunun tam bir benzeri gibi tasarlanmıştı. Tanrılar da insan toplulukları gibi
örgütlenmişti. Benzer bir iş bölümüne ve hiyerarşiye dayanıyordu. Gökler
aleminde, her biri fevkalade güçlü yüzlerce, binlerce tanrı vardı. Bunların her
biri belirli bir işe, ya da belirli bir etkinlik alanına nezaretle görevlendirilmişti.
Mesela biri 'gök'ten, bir başkası 'hava'dan, bir diğeri 'tatlı sular'dan, bir öteki
tanrı 'deniz'den sorumluydu. İnsanların günlük yaşamlarında kullandıkları
'şey'lerden, mesela 'balta'dan, 'saban'dan, 'tuğla'dan, 'çakmak taşı'ndan ayrı ayrı
sorumlu olan birer tanrı vardı. Adeta Platonik formlar gibi, doğal durumlar ya da
biçimler, kültürel eşyalar, birer evrensel (universal)
varlığın enstantaneleri olarak, ilgili tanrının yetki ve sorumluluk alanına ait
bulunmaktaydı. Sümerler "her elemanın, nesnelerin her kategorisinin, dinamik bir
kişiliğe, bir aktif özellikler kümesine, kendine özgü bir 'irade'ye sahip olduğu,
ve doğanın içinde varlığını sürdüren (immanent)
doğal güçlerin tanrılarda cisimleşen bu aktif özellikler kümesi olduğuna
inanıyorlardı" [Roux, 92]. İnsanlar arasında eşitlik
olmadığı gibi tanrılar arasında da eşitlik yoktu. Tanrılardan bir çoğu, sokak
köşelerine, şehirlerin mahallelerine sahip olup buralarda yaşardı. Daha üstün, daha
büyük bazı tanrılar, kendilerine ait şehirleri ve bu şehirlerin halkları olan, ama
sadece bu sehirlerde ibadet edilen tanrılardı. Daha da üstün, daha da önemli olan
bazı tanrılar ise, kendilerine kendi şehirlerinden başka yerlerde de ibadet edilen
tanrılardı. Hiyerarşinin en üstünde üç erkek tanrı, gök tanrısı An, hava tanrısı Enlil ve tatlı sular tanrısı Enki vardı. Bunların da biri, ki başlangıçta
An fakat daha sonraki dönemlerde Enlil, Sümer Panteonunun en üstteki, en üstün
tanrısıydı. Tanrılar toplumunun kralıydı. Babil ve Asur gibi daha
sonraki Mezopotamya kültürlerini ve bunlar aracılığıyla da Yahudilerin Tevrat
geleneği üzerindeki Orta Doğu dinlerini büyük ölçüde etkilemiş olan Sümer
inançlar sisteminin en çarpıcı özelliklerinden biri, insanın yaradılışının nedeni anlamında
varlığının gerekçesinin tasarlanmasının biçimiydi. Bazı kültürlerde hayati
önemini günümüzde de koruduğunu sandığım için bu konuya biraz ayrıntılı olarak
bakmakta yarar vardır. Sümerlerin insanın
yaradılışından söz eden Enki-Ninhursag mitine
göre, insanın daha yaratılmadığı dönemlerde tanrılar kendi yiyeceklerini kendileri
sağlamakta, kendi işlerini kendileri görmekteydiler. Bir süre sonra tanrılar bu
işlerden yoruldular, kendi hizmetlerini görmekten bıktılar. Bir çare bulması için,
bilgelik tanrısı Enki'ye yakardılarsa da, derin bir uykuda olan Enki onları duymadı.
Sonunda, Enki'yi ve bütün diğer tanrıları doğurmuş olan, bütün var oluşun
başlangıcı, herşeyin ondan çıktığı, ilk-olan (primeval) deniz
tanrısı Nammu, Enki'ye, tanrıların göz yaşlarını aktararak, dedi. Enki de,
konuyu düşündü. Şeylere şekil vermede kendine yardımcı olan tanrılarla birlikte
insanı yaratmağa başladı ve anasına, "Ey benim anam, adından söz ettiğin o
yaratık, şimdi var,
Onun üzerine tanrıların imajını geçir;... kili ... karıştır, İyi ve Prens
gibi olan şekillendirici [tanrılar] kilikoyulaştıracaklar,
Sen de, elleri kollarını meydana getir e mi;
...
Ey benim anam, onun kaderi hakkında hükmünü
ver,
Nimmah onun üzerine tanrıların kalıbını geçirecektir, Bu insandır ..." [Kramer,
l50]. Bu inancın, mantıkî
yapısıyla bağdaşan bir başka uzantısı, Sümer dininde ölümden sonra bir yer altı
ölüler dünyasına inileceğine inanılmasına rağmen ölümden sonra kurtuluş fikrinin bulunmayışıdır. Sümerlerin
insana bu bakışları, insan varlığında, tanrıdaki bütünlüğünün bir parçası
olma, ya da, ölümlüğüne rağmen tanrısal özellikleri, en azından bunları
hissedecek kadar paylaşma anlamlılığı gören tasavvuf geleneğinin, ya da bu
varlığı kendi başına değerli ve anlamlı gören hümanist geleneğin insana
bakışının tam karşıtı olan, insanı küçülten bir bakıştı. Ki bu bakış
açısı, binlerce yıl boyunca, Mezopotamya-İran-Orta Doğu kültürleri ve
uygarlıklarını etkilemiş, belirli kültürel kimlik özelliklerinin sürmesinde
önemli bir rol oynamıştır. Kramer'in vurguladığı gibi Sümerler, İnsanın kilden
şekillendirildiğine ve sadece bir amaç [için], tanrılara, onlara gıda, içecek ve
barınak sunarak hizmet etmek için yaratıldığına sıkı sıkıya ikna olmuşlardı. Ne yapacağı belli olmayan
tanrıların çizdiği mukadderatını önceden bilmediği için, insanın hayatı
belirsizliklerle ve güvensizliklerle kuşatılmıştı. Öldüğünde, iğdiş edilmiş
ruhu, yer altındaki hayatın yer yüzündeki benzerinin kasvetli ve perişan bir
yansıması olduğu, karanlık, hazin ölüler dünyasına iniyordu [Kramer, 123]. Sümer-Mezopotamya kültür
geleneğinde insana bakış adeta metafizik bir karamsarlık (pessimism) sergiliyordu. Bu, aşağı
Mezopotamya'nın coğrafya ve iklim özellikleriyle de ilişkiliydi. Dicle ve Fırat
suları hayat ve verimlilik getirdiği gibi felaket de getirebiliyordu. Ani ve şiddetli
yağışlar tozlu bir ovayı çamur deryası haline dönüştürebiliyordu. Güzel bir
günde birdenbire çıkan bir kum fırtınası tarlaları mahvedebiliyordu. Kozmosun
tamamen kargaşaya dönmesini önleyen, kavurucu bir yazın sıcağından sonra
tarlaların yeniden yeşermesini, insanlığın bekasını sağlayan şey tanrıların
iradesiydi. Roux, böyle bir doğal ortamın Sümerler ve onları izleyen diğer aşağı
Mezopotamyalıları korku dolu bir endişelilik içinde tuttuğunu, insanların ancak
birer yıllık bir güven aralığını hissettikleri, bunun ötesindeki geleceklerinden
hiç emin olamadıklarını vurgulamaktadır. Ki böyle bir ortamda dinsellik, mevsimlerin
bazan endişe verici bazan sevindirici devinimlerini, yıllar boyunca doğal olayların
tekrarlanmasını vurgulayan bir tabiat kültü özellikleri
de göstermiştir [Roux, 104-5]. İnsanın kendi
varlığının ve başına gelenlerin, kaprisli ve tutarsız olabilen tanrıların
iradeleri, oyunlarıyla açıklanmasının başka önemli felsefi, kültürel sonuçları
da olmuştur. Bunlardan biri, muhtemelen, insanın 'kainatın sırlarına akıl
erdiremeyeceği' aksiyomu nedeniyle, Elenlerin aksine, bilgiselci bir metafiziğin ortaya
çıkmayışıdır. Bilindiği gibi, Elen geleneğinde, kozmosun görüntüdeki kaosuna,
keşmekeşliği, kargaşasına rağmen, bu görüntünün ardında değişmeyen bir kurucu
düzen olduğu ve bunun gözlem, inceleme ve akıl
yürütmeyle bilinebileceği, kainat ve insan hakkında metafizik, aşkın (transcendental) bilgiye varmanın yolunun, bu
gözlem, inceleme ve akıl yürütmeye dayanan bilgiden geçtiği aksiyomu kabul
edilmiştir. Sümer-Mezopotamya geleneğinde ise böyle bir bilinebilirlik varsayımı
yapılmamıştır. İnsan, tanrıların işine akıl erdiremez, sadece korkar, ve olsa
olsa kendi başına kötü bir şey gelmemesi ve tanrılardan dilediği özel isteklerinin
yerine getirilmesi için, tanrılara karşı, kesin bir itaatle, görevlerini yerine
getirebilir. Daha sonraki bir Babil şiirinde bir Mezopotamyalının dediği gibi:
Yeraltındaki tanrılarının planını kim anlayabilir ki? Bir tanrının yolunu,
usülünü faniler nerede öğrenebildiler ki? Dün
hayatta olan biri bugün ölüdür.
...
insanlar bir an coşkuyla şarkı söylüyorlar, bir başka an ise işi
ağlayıcılık olanlar gibi ağıt yakıp sızlanıyorlar
...
Bu olayların, durumların manasını anla[ya]mıyorum" [Roux, 104]. Kramer,
Sümer kültüründe "sıradan insan tanrılardan medet umuyor muydu?" sorusuna
"muhtemelen hayır!" diye cevap vermektedir. Sümer dini popülist bir din
değildi. Sümer kültürü, genel olarak, bu dünyadaki hayatta seçkinlik, zenginlik,
itibar, zafer, şan ve başarıyı vurgulayan, rekabetçi bir kültürdü. Öte yanda,
sıradan insanlar için bu dünyadaki hayattan sonra bir başka alemde ölümsüzlük
biçiminde bir kurtuluş ümidi de yoktu. Bu bakımdan daha sonraki Mazdaism
[Zarathuştra'ün öğretisi], Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık'a göre temel
bir farklılık söz konusuydu. Üstelik sıradan insanlar tanrılara doğrudan
yönelemiyorlardı. Önceleri şehir halkının tamamı ile bu halkın sahibi olan tanrı
arasında makro ölçekli bir bağlantı olduğu fikri vardı ki bunu halka büyük
ölçüde kapalı olan gizli törenlerle rahipler sağlıyordu. Daha sonra herkesin
tanrılar nezdinde sözcülüğünü, avukatlığını yapan birer iyilik meleği olduğu
inancı ortaya çıktı. Sıradan insanlar yakarışlarını bu özel kutsal varlıklara,
kendi koruyucu meleklerine yapıyorlardı. Sıradan insanların ibadeti, transandantel bir
kurtuluş umidiyle kendini tanrıya adama ya da sofuca yaşamaktan çok, tanrıların
memnun etmek için, ayrıntılı kurallara ve ritüellere göre adak sunmak gibi
eylemlerle, bu dünyadaki günlük hayatlarında işlerini gördürmeğe, başlarına
gelebilecek sayısız belayı defetmeye çalışmaktı Tanrının beslenmesi için koyun
kurban edilmesi de buna yönelikti. Ki hayvan kurbanı, çok daha önceleri, tanrıları
yatıştırmak, memnun etmek için insan kurban edilmesinin yerine zamanla ikame edilen
bir ritüel ve eylemdi.. Woolley, Sümer dininin bu özelliklerini değerlendirirken, daha
sonraki ahlaki içerikli büyük dinlerle karşılaştırıldığında, Sümer dininde din
unsurunun hafif kaldığını, büyü (magic)
unsurunun ağır bastığını söylemektedir [Woolley, 126-7). Sümer ülkesinde,
Mezopotamya'da başlayan, kozmosun ve insanın varlığı ve işleyişinin gizlerine insan
aklının eremeyeceği aksiyomu, büyük bir olasılıkla, insanın burnunu bu gizlere
sokmasının yasaklanması biçimini almıştır. Yazı, sayı, hesap, ölçme
bilgilerinin bu kültür ve medeniyet alanında doğduğu ve önemli ilerlemeler
kaydettiği ne kadar doğru ise, binlerce yıllık kültürel birikime, yüzbinlerce
tabletlik kitaplıklara, köklü bir okul, eğitim,katiplik geleneğine rağmen,
dünyanın bu en eski yazılı kültür bölgesinde ne felsefe de ne matematikte soyut ve
analitik düşünce üretilmemiş olduğu da o kadar doğrudur. En eski bölümleri
kesinlikle bu kültür alanının efsaneler ve inançlar ortamının etkisi altında
yazılmış olan, Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'a göre, Tanrı insanı yaratır, onu
ortasında hayat ağacının ve "iyinin ve kötünün bilgisinin ağacı"nın
bulunduğu Cennet bahçesine yerleştirir. Bu bahçeden bir nehir akar ve Cennet'ten
çıktıktan sonra dört kola ayrılır. Bunlardan biri "Asur'un doğusuna doğru
gider" ki Dicle'dir, bir başkası da Euphra'tes'tir yani Fırat'tır. "Ve
Efendi Tanrı insanı al"ır "ve onu işlemesi ve bakması için Cennet (Eden) bahçesine
yerleştir"ir. "Ve Efendi Tanrı insana, bahçedeki bütün ağaçlardan
serbestçe yiyebilirsin, fakat iyinin ve kötünün
bilgisinin ağacından yemeyeceksin: çünkü bu ağaçtan yediğin gün muhakkak
öleceksin diyerek emir ver"ir [Holy Bible, Genesis, I/8-17]. Ve bilindiği gibi, bu
emre uymadığı için Tanrı tarafından Cennet'ten kovularak cezalandırılır. Elen
mitolojisinde de Tanrıların bilgileri insanlara yasaklanmıştır ve Tanrılar
bilgiyi-ateşi çalan Prometheus'u şiddetle cezalandırılır. Yani bir anlamda
Mezopotamya-Orta Doğu kültür-medeniyet geleneklerinin Elen efsanelerini etkilediği,
aralarında paralellikler olduğu söylenebilir. Ama Elen kültür geleneğinde farklı
olan, Prometheus'un, insanlara yararlı olmak için Tanrıların buyruğuna karşı gelip
bilgiyi çaldıktan sonra, bunu yaptığı için Elenlerce yüceltilmesidir. Orta Doğu
kültür-medeniyet geleneklerinde, binlerce yıldan beri, Prometheus'cu bir yaklaşımla,
tanrı ya da tanrıların gizleri, kozmosun ve insanın gizlerini insan aklıyla çözmek
ve ilan etmek anlamında bilgiye yönelmenin yüceltildiği ise herhalde söylenemez. Sümerlerin inanç
sistemlerinin, dünya görüşlerinin önemli kültürel sonuçlarından biri de siyasi
yetkinin ve kurumların varlığının, insanların aralarındaki müzakere ve
mücadelelerden kaynaklanan yani insanları ilgilendiren bir şekilde değil, tanrıların
iradesi, kararı müdahalesi ile açıklanmasıdır. Bununla ilişkili olarak,
şehirlerin, halkların, krallıkların, orduların başlarına gelen olaylar, yani tarih, kendi başına anlamlılığı olan bir
şey olarak değil, insanların akıl
erdiremeyecekleri tanrısal iradeler ve çatışmaların yansıması olarak
algılanmıştır. Beşeri tarihin kozmik bir tanrısal serüvenin, aşkın (transcendental)
bir amaçlılığın parçası, büyük bir fenomenin epi-fenomeni olduğu
inancı, bilindiği gibi hem Zarathuştraçü geleneğin hem de Yahudi-Tevrat geleneğinin
ve bunu izleyen geleneklerin en belirgin özelliklerinden biridir. Ve Hegel'in ve Marx'ın
bilimsel tarih metafizikleri ile de modern çağları etkilemiştir. Şimdi Sümer
kültüründe krallığa, siyasi kurumlaşmaya ve bunun tasarlanmasına biraz daha
yakından bakalım. [Roux, 91-6,
Woolley, 119-29; Kramer, 112-64, 264-6]. [Kutsal Evlilik
nosyonuyla ilişkili kültler. Ashur'daki, Orta-Asur döneminden Ishtar tapınağında,
sevişen (copulation) çiftleri gösteren kurşun figürler bulunmuş. Heredot Babil'i
anlatırken bundan söz ediyor. Mallowan, 259]. Daha sonra ayrı bir terim
olarak gelişen kral (lugal ki
erken dönem Sümercesindeki anlamı büyük adam)
kelimesine bilinen en eski tabletlerde rastlanılmaması, buna karşılık 'yaşlılar',
'meclis' anlamına gelen kelimelerin varlığı, Sümer şehirlerinin en eski dönemlerine
ait arkeoloji çalışmalarının 'tapınak'tan ayrı bir sarayın varlığını
göstermemesi, Uruk'taki arkaik tabletlerde, şehrin sahibi olan tanrının baş rahibi
olduğu ve 'tanrının evi'nde yani tapınakta yaşadığı sanılan bir en'den
(kelime anlamı muhtemelen efendi) söz
edilmesi, Sümer şehirlerinin bu erken dönemlerinde, tapınaktaki rahiplikten
bağımsız bir krallık kurumunun olmadığını, başrahibin durumunun elverişli
olmadığı hallerde savaşta kimin kumandanlık yapacağı sorunun, belki de bütün
ergin erkeklerin katıldığı toplantılarda, şehrin ileri gelenleri arasından uygun
birinin geçici olarak görevlendirilmesi yoluyla çözümlendiğini ima etmektedir
[Jacobsen (l957)]. Bilinen ilk saray (é-gal,
yani büyük-ev) kalıntıları, Eridu, Kish
ve Mari şehirlerinin İÖ 2600-2500 dönemlerine aittir. Krallık kurumu bu dönemden
önce ortaya çıkmış olabilir. Ama sarayların yokluğu 'kral'ların muhtemelen
tapınakta yaşamış olabileceklerini göstermektedir ki, bu da, siyasi ve dini liderlik
kurumların fazla ayrışmamış olduğunu ima eder [Mallowan, 24l,5l]. Öte yanda,
Sümer-Mezopotamya yaratılış mitinde, tanrıların, kendilerini yaratan fakat sonra da
yok etmeğe karar veren, 'ilk-var olan unsurlar'dan tuzlu sular yani okyanuslar tanrısı Tiamat'a karşı koymaya karar verdiklerinde,
içlerinden onlar adına savaşmayı kabul eden birini, Enlil'i, kralları olarak kabul etmek zorunda kaldıklarının
anlatılması, bu efsanenin Sümer şehirlerinin erken dönemlerinde meydana gelen gerçek
tarihi gelişmelerin bu efsaneyi etkilemiş olabileceğini düşündürmektedir. Erken Hanedanlar döneminde, ayrışmış ve
süreklilik kazanmış bir kurum olarak krallığın ortaya çıkmasından sonra da,
Sümer şehirlerinde bazı meclisler'den söz edilmektedir. Sümerce bir Gilgameş
şiirinde, Uruk'luların Kiş hanedanına tabi mi olmaları yoksa Kiş'lilerle
savaşmaları mı gerektiği konusunun, ayrı ayrı toplanan yaşlılar ve gençler
meclislerinde görüşüldüğü, yaşlıların tabiiyet pahasına barıştan yana bir
görüş bildirdikleri, gençlerin ise savaşmak isteyen Gilgameş'i destekledikleri
anlatılmaktadır [Kramer,186-90]. Ne var ki, bu meclislerin bir şehir halkının kendini
yönettiği meclisler olmadığı, kralın, savaş ya da barış gibi bazı özel ve
önemli kararlarla ilişkili olarak görüş aldığı toplantılar olduğu
anlaşılmaktadır. Bunun içindir ki, bu meclisler halk (demos) idareleri (kratia) ile
karıştırılmamalıdır [Roux, 98-9, 108-9]. Sümer kültüründe, insana
ve topluma bakış tarzı, siyasi-idari kurum-ların ve yetkilerin tasarlanmasını da
özel bir şekilde etkilemiştir. Daha önce belirtildiği gibi, Sümer inanç sisteminde
insanların varlığının tek nedeni tanrılara, onların emrettiği biçimde hizmet
etmektir. Tanrıların hizmetçisi olan insanlar oldukça büyük fakat bir hayli aptal ve
anlamsız bir sürü oluşturur. Ve bu
sürünün, her sürü gibi, çobanlara
ihtiyacı vardır. Ve tanrılar "yüceltilmiş krallık sarığını ve tahtını
gökten yere indirir". Sümerlerin, tanrılarının kralı Enlil'le ilgili bir
ilahilerinde Enlil'in Krallık'ı "gökten indirmesi" şöyle anlatılmaktadır:
Bildirdiği kararları değiştirilemez olan, sonsuza kadar kaderler konusunda
karar veren,
Açık gözleri ülkeleri tarayan, ...
İktidar, efendilik ve prenslik kararlarını kusursuzlaştıran ... Nereye adım atarsa oradaki yabancı ülkeleri secdeye
getiren, Heryerden ferahlık veren adakları, Yüklü ganimetlerden kurbanları getiren Enlil;
Saygıdeğer çobanın ...
Nefesi olan herkesin [insanların] önde gelen çobanının [kralın] Enlil'i,
Prensliği yarattı, Kutsal tacı prensin başına yerleştirdi ...
Enlil olmaksızın, Hiçbir şehir inşa edilemezdi, hiçbir yerleşme yeri
kurulamazdı, ...
Hiçbir kral ortaya çıkamazdı, hiçbir yüksek rahip doğamazdı ..."
[Kramer, 120-1]. İÖ Dördüncü Binyılın
sonları ve Üçüncü Binyılın ilk yarısında Sümer şehirlerinin siyasi tarihi
hakkında, efsanevi bir anlatımla da olsa önemli ipuçları veren ve daha sonra
ayrıntılı olarak söz edeceğim Sümer Kral Listesi diye bilinen metin de,
"Krallık gökten aşağıya indirildikten sonra, Eridu krallığın yeri oldu"
ifadesiyle başlamakta, ve "krallık"ın şehirler ve hanedanlar arası
savaşlar nedeniyle sırasıyla Badtibira, Larak, Sippar ve Şuruppak'a götürüldüğü
bir dönemin ardından gelen "Tufan'ın ülkeyi kaplamasından sonra ... krallık
[ikinci bir kez] gökten indirildi" ifadesini taşımaktadır [Kramer, 328]. Krallıkla ilgili bu
tanrısal görevlendirme fikri sadece Sümer ülkesine üst hakimiyet, yani bütün
şehirlerin ve krallarının tabi oldukları ülkenin üst krallığı ile sınırlı
değildi. Tanrıların kralı Enlil, her bir Sümer şehri ve her şehrin arazi bölgesi
için, birer vali atar gibi, bir tanrıyı şehrin Efendi'si, Sahip'i olmakla
görevlendiriyordu. Mesela Ur şehrinin efendisi ay tanrısı Nanna, Lagaş şehrinin
efendisi sulama ve doğurganlık tanrısı Ningursu'ydu. Her şehrin sahibi olan tanrı
da, insanlardan birini, varlık nedenleri kendisine bakmak olan şehirlilerin
çobanlığını yani krallığını yapmak üzere görevlendiriyordu. Ama nasıl ki
tanrılar arasında bir hiyerarşik ilişki sistemi var ve tanrılardan biri onların
kralı ise, şehirlerden birinin kralının da bütün diğer şehirlerin krallarının
kralı olması gerekiyordu. Ki lugal terimi,
muhtemelen, ülkedeki bütün kralların kralı anlamında kullanılmıştır. Bir üst
krala tabi olan şehirlerin krallarına ise, bazı dönemlerde vali anlamına gelen bir
şekilde kullanıldığı görülen ensi denilmiştir.
Sümer ülkesine yani şehir devletlerinin hepsine üst hakimiyet iddiası, daha sonra
değinileceği gibi, Sümerleri sürekli olarak bir iç savaş ortamında tutmuştur
[Kramer,82; Roux, 130-1]. Şehir devletlerinin
belirginleştiği İÖ Dördüncü Binyıl'ın sonları ve Üçüncü Binyıl'ın
başlarında yerleşik bir hale gelen Sümer inanç sisteminin insan toplumlarının
siyasi ve kültürel hayatları hakkındaki kabüllerinin ilginç özelliklerinden biri
de, değişme-gelişme fikrinin bulunmayışı idi. Sümer folklörü, mitolojisi tedrici
gelişme fikrinin tasarlanmadığı bir inanç sistemini yansıtmaktaydı. Tanrılar
insanları ve şehirleri birdenbire yaratmış, onlara krallık, rahiplik, yazı, sulama
teknikleri, saban, balta gibi bütün toplumsal kurum, kültürel beceri ve araçları
birdenbire vermiş, öğretmişlerdi. Bir insan toplumunun
siyasi-idari organizasyonunun, insanların ilgisi ve bilgisinden tamamen bağımsız bir
şekilde, tanrısal irade ve yetkiyle belirlenen, tanrısal irade ve yetkiyi ilgilendiren
bir konu, durum olduğu inancı, insanlık tarihinde fevkalade önemli sonuçlar
doğurmuş inançlardan biridir. Siyasi olgu ve yetkiyi, toplumu oluşturan insanların kendi aralarındaki müzakere ve mücadelelerinden
kaynaklanan bir sözleşme ya da fiilî güç yapısı ile izah eden Elen, Roma, Avrupa
(Batı) geleneğinin mantıken tam karşıtı olan bu Sümer fikri, daha sonraki bütün
Mezopotamya kültürleri aracılığıyla sürmüştür. Pers, Parth ve Sasani İran
devletlerinin hakim Zarathuştraçü İran kültürünün, İmparator-Büyük Kral-Şahlar
Şahı olma yetkisi, hakkı ve şansının,
yani hvarnah'ın ya da günümüze kadar gelen
folklorik ifadesiyle devlet kuşu'nun kimin
başına konacağı ve kimi terkedeceğinin sadece tanrıları ilgilendirdiği,
insanların dışında olan bir konu olduğu
inancı da aynı gelenekle ilişkilidir. Pers İmparatorluğunun idarî ve kültürel
merkez bölgesinin, Mezopotamya ve binlerce yıl boyunca Mezopotamya ile yakın ilişkiler
sürdürmüş Batı İran, Sasani İmparatorluğunun idari ve kültürel merkezinin ise
Mezopotamya'nın kendisi olması, siyasi olgu ve yetkinin Mezopotamya'da tasarlanması ile
İran kültürlerinde tasarlanması arasındaki ilişkiye aşikar bir şekilde dikkat
çekmektedir [Hvarnah konusunda kısa bilgi için bak. Frye (l963), 64-5]. Sümer-Mezopotamya
kültürünün siyasi olgu ve yetki anlayışı, Orta Doğu Akdeniz dünyasının bir
başka büyük uygarlık alanı olan Mısır kültürüyle karşılaştırıldığında da
önemli bir farklılık göstermektedir. Sümer dininin özelliklerinden ötürü, Erken
Hanedan dönemlerinde, Mısır'daki durumun aksine, kutsal tanrı-kral fikri ortaya
çıkmamıştır. Mısır uygarlığının en büyük anıtsal kalıntılarının
başında tanrı-kralların mezarlarının yani pramitlerin gelmesine karşılık, Sümer
şehirlerinin anıtsal kalıntıları, kral mezarları değil, şehir halklarıyl birlikte
kralların da hizmetçisi olduğu tanrıların ikametgahları yani tapınaklardır
[Frankfort, Davies (1971),74-5]. 3.3.4.
Sümer uygarlığının birinci altın çağı: İÖ
2900-2370 Sümer
uygarlığının ilk klasik çağı, Nuh Tufanı gibi bugünkü kültürümüzün bir
parçası olan efsaneler, Gılgamış Destanı gibi insanlığın belki de en eski edebi
şaheseriyle, tarihi olgular ve tarih bilgimizin iç içe geçmiş olduğu ilginç bir
çağdır. 3.3.4.1.
Şehirler, hanedanlar, efsaneler 3.3.4.1.1.
Tufan efsanesi Sümer-Mezopotamya
uygarlığında binlerce yıl anlatılan, yeniden işlenerek yazılan Gılgamış
Destanı'ndaki "Tufan" öyküsü, Tevrat'taki Nuh Tufanı'nın kaynağının
Sümer tarihinin gerçekleri ve efsaneleriyle ilişkili olduğunu göstermektedir. İÖ
1250'lere ait bir Gılgamış destanı metninin ilgili bölümünde, insan ırkını,
bütün diğer canlılarla beraber Tufan'dan kurtaran ve daha sonra Tanrıların
ölümsüzlük vererek kendi aralarına aldıkları Utnapiştim,
kendine bu ölümsüzlüğünün sırrını soran
Gilgameş' şöyle der:
Sana tanrıların bir sırrını anlatacağım. Şuruppak şehrini bilirsin,
Fırat'ın kenarındadır. Bu şehir ihtiyarladı ve buradaki tanrılar da ihtiyardı.
Tanrıların babaları olan, gök kubbenin efendisi Anu, ve danışmanları savaşçı
Enlil, yardımcı Ninurta ve kanalları gözeten Ennugi vardı; [tatlısuların,
bilgeliğin tanrısı, sanatların koruyucusu ve insan ırkını yaratanlardan biri olan]
Ea da onlarla beraberdi. O günlerde dünya bollukla doldu, insanlar ürediler, dünya
vahşi bir boğa gibi böğürdü, ve büyük tanrı bu haykırış ile uyandırıldı.
Enlil bu haykırışı duydu ve toplantı halinde olan tanrılara "insan ırkının
bu gürültüsü tahammül edilmez bir haldedir ve bu ana baba gününden, kargaşadan
ötürü uyku uyumak imkansız hale gelmiştir" dedi. Böylece tanrılar insan
ırkını ortadan kaldırmak konusunda anlaştılar. Bunu Enlil yaptı, ama Ea yemininden
ötürü beni bir rüyada uyardı. Tanrıların sözlerini benim kamışlardan yapılmış
evime fısıldadı, "Kamış-ev, kamış-ev! Duvar, Ey duvar, kulak ver; ...Ey
Şurippak'lı adam, Ubara-Tutu'nun oğlu; evini yık ve bir gemi yap, mallarını terk et
ve hayat[ta kalmanın yollarını] ara, dünya nimetlerini aşağıla ve ruhunu canlı
tutmak için kurtar. Evini yık diyorum sana ve bir gemi yap. ... Güvertesi çatıyla
kaplı olsun ... ; ve sonra bütün canlı varlıkların tohumunu gemiye al"...
Şafağın ilk ışığıyla birlikte bütün hane halkım etrafımda toplandı,
çocuklar zift ve erkekler de ne gerekliyse getirdiler. Beşinci gün [geminin]
omurgasını ve iskarmozlarını çattım, sonra [gemi kabuğunun] tahtalarını
bağladım. ...yedi kat güverte yaptım.
...Taşıyıcılar kaplar dolusu yağ getirdiler, fırına zift, asfalt ve yağ döktüm;
geminin kalafatında çok yağ kullanıldı. ... [Çalışan] insanlar için sığırlar
kestim ve hergün koyunlar boğazladım. Gemi yapan işçilere içmek için nehir
suyuymuş gibi şarap verdim, ham şarap ve kırmızı şarap ve yağ ve beyaz şarap
verdim. O zaman Yeni Yıl şölenindeki gibi ziyafet oldu; ... Yedinci gün gemi
tamamlanmıştı. ...Sahip olduğum bütün altınları ve bütün canlı şeyleri,
ailemi, sülalemi, hem vahşi hem de ehlileşmiş ... hayvanları, ve bütün ustaları
gemiye yükledim. ... Zaman doldu, akşam geldi, fırtınanın sürücüsü yağmuru
gönderdi. Havaya baktım ve hava korkunçtu, bunun için ben de gemiye bindim ve
kapılarını kapadım.
... Şafağın ilk ışığıyla birlikte ufuktan kara bir bulut geldi;
fırtınanın efendisi Adad'ın koşturmakta olduğu alanda gürledi. ... Ve sonra
cehennemin tanrıları ayağa kalktılar; Nergal yeraltı dünyasının sularının
setlerini yıktı, savaş-efendisi Ninurta setleri yerle bir etti, ve cehennemin yedi
yargıcı , Annunaki, meşalelerini kaldırdılar, öfkeden kıpkırmızı kesilmiş
alevleriyle ülkeyi aydınlattılar. Fırtınanın tanrısı günışığını karanlığa
çevirince, ülkeyi bir çanak gibi yere vurup parçalayınca bir ümitsizlik
baygınlığı göğe yükseldi. Bir bütün gün bora öfkesini kustu, yol aldıkça
kızgınlığı arttı, bir savaştaki dalgalar gibi insanların üzerine yağdı; bir
insan kardeşini göremiyordu, gökten bakıldığında insanlar görülemiyordu.
Tanrılar bile selden korktular, göğün en üst katına, Anu'nun gök kubbesine
kaçtılar ... Ve sonra İştar, Cennetin tatlı-sesli Kraliçe'si doğum sancısı çeken
bir kadın gibi çığlık attı: "Heyhat eskinin günleri toza dönüştü çünkü
kötülük emrettim; tanrıların toplantısında niye bu kötülüğü emrettim? İnsanları yok etmek için savaşlara
hükmediyorum, ama onları ben ortaya çıkardığıma göre onlar benim insanlarım değil mi? Şimdi balık
yavruları gibi okyanusta sürükleniyorlar. Cennetin ve
cehennemin büyük tanrıları ağladılar ...Altı gün altı gece
rüzgarlar esti, sel ve bora ve tufan
dünyayı boğdu. ... Yedinci günün şafağı söktüğünde güneyden [gelen] fırtına
yatıştı, deniz sakinleşti, tufan duruldu; dünyanın yüzüne baktım ve sessizlik
vardı, bütün insan ırkı kile dönüşmüştü. ... Bir kapak açtım ve ışık
yüzüme düştü. Ve sonra yere kadar eğildim, ...oturdum ve ağladım, göz yaşı
damlaları yüzümden aşağıya oluk gibi aktı, çünkü her tarafta suyun viranlığı
vardı. Boş yere kara aradım, fakat on dört fersah ötede bir dağ belirdi; Nisir
Dağı'nın üzerinde gemi takılıp hareketsiz kaldı. ... altı gün dağa takılıp
hareketsiz kaldı. ... Yedinci günün şafağı söktüğünde bir güvercini serbest bıraktım ve uçurttum. Uçarak
uzaklaştı ama konacak bir yer bulamadığı için geri döndü. Ve sonra bir
kırlangıcı serbest bıraktım, ve uçarak uzaklaştı ama konacak bir yer bulamadığı
için geri döndü. Bir kuzgunu serbest bıraktım, suların geri çekildiğini gördü
... çevrede uçtu, gakladı ve geri gelmedi. Bundan sonra herşeyi dört rüzgara açarak
dışarı çıkardım, bir kurban yaptım ve tanrılar için dağın tepesinde yere içki
döktüm
[İngilizce'ye Sandars çevirisinden Türkçeye çeviren YST] .[3] Bu çok eski Tufan
öyküsünün ortaya çıkartılması Mezopotamya-Orta Doğu uygarlık alanında kültür
ve inanç geleneklerindeki devamlılıkları göstermesi bakımından önemli bir rol
oynamıştır. Asur hükümdarı Asurbanipal'in Ninova şehrinde oluşturduğu
kütüphaneye ait yirmibeş bin tablet, l840'lı, l850'li yıllarda Nineveh ve Nimrud
şehirlerini kazan İngilizler tarafından ortaya çıkartıldı ve ilgisiz Osmanlıların
gözünün önünde hepsi Londra'daki British Museum'a taşındı. Müzede bunlar
üzerinde çalışanlardan George Smith'in, 1872'de, Asur dilindeki Nineveh tabletleri
arasında Nuh Tufanı'nın eski bir anlatımına rastladığını açıklaması bütün
dünyada büyük çalkantılara yol açtı. Daha sonraki arkeoloji çalışmaları ve ele
geçen ipuçları, Asur dilindeki metnin Sümer dilindeki çok daha eski ve çok daha uzun
anlatımların, tutarlı bir öykü haline getirilmişlik anlamında bütünleştirilmiş
bir versiyonu olduğu, "Nuh"un ve "Tufan"ın çok daha eskilere
gittiğini gösterdi. Mesela Nippur'da bulunan ve İÖ 1700'li yıllara ait Sümerce bir
metinde benzer bir öykü anlatılmaktaydı. ve bu Sümerli "Nuh"un adı Ziusudra'ydı. [Sandars (l985)
"Introduction"; Roux, 112; Gadd (1971a),111-2]. 3.3.4.1.2.
Kral Listesi, tufan ve tarihle bağlantıları Mezopotamya
tarihini kesen bir "Tufan"dan söz eden ve yarı tarihi belge yarı efsane
değeri taşıyan çok eski bir başka yazılı kaynak daha vardır. Bu ünlü Sümer Kral Listesi'dir. Bu kaynak, içindeki hayal
mahsülü efsanevi ifadele rağmen, hem İÖ 3000-2500 arası Sümer tarihiyle ilgili
arkeolojik bulguların organize edilmesi, hem gerçek Tufan ya da tufanların ne zaman
nasıl olmuş olabileceği konusunun tartışılması, hem de Sümer siyasi hayatı
konusunda önemli ipuçları vermektedir. Birçok Sümer şehrinde
ayrı ayrı Kral Liste'si tutulduğu, bu listelerin büyük bir olasılıkla önceleri
sözel gelenekle sürdürülmüş olan anlatımların yazıya dökülmüş biçimleri
olduğu ve daha sonraki belirli bir tarihte bu listelerin bütün Sümer ülkesini
kapsayan tek bir Kral Listesi'nde birleştirildiği, bu birleştirilmiş listenin de
birçok yerde birçok kez tekrar ve tekrar yazıldığı, kopyalarının çıkarıldığı
anlaşılmaktadır. Elimize geçen eksiksiz metnin İÖ 1794 yazıldığı
sanılmaktadır. Yılların, İsa'nın doğumu ya da Peygamber'in hicreti gibi belirli bir
başlangıç noktasına göre sayılmasının ve böyle bir kronolojinin
oluşturulmasının bilinmediği bu kültürde, bir kronolojik zaman tasarımı, "A, x kadar yıl hüküm sürdü, ardından oğlu B, y
kadar yıl hüküm sürdü ... sonra M şehri
yerle bir edildi ya da terkedildi ve krallık N şehrine
götürüldü" şeklindeki sözel hatırlamalar ve kayıtlarla oluşturulmağa
çalışılıyordu [Gadd (1971a), 106; Roux, 40; Lloyd, 89-90; Kramer, 35-52]. Kral Listesi
"Tufan"dan önce sırasıyla Eridu,
Badtibira, Larak, Sippar ve Şuruppak olmak
üzere beş şehirde sekiz kraldan söz etmektedir. Sonra "Tufan ülkeyi
süpürmüş"tür. Tufan'dan sonra ise Akkad'lı Sargon'a gelininceye kadar, Liste'ye
göre, ülkenin krallığı Kiş, Eanna, Uruk,
Ur, Awan, tekrar Kiş, Hamazi, tekrar Uruk ve Ur,
Adab, Mari, tekrar Kiş, Aşhak ve tekrar Uruk arasında dolaşmış, 81 kral hüküm
sürmüştü. Tufan'dan sonraki birinci Uruk Hanedanı'nın dördüncü kralının adı
Gilgameş'di. Böylece Kral Listesi ile Gilgamış Destanı arasında önemli bir
bağlantı kurulmuş oldu. Liste'de sözü edilen
şehirlerin çoğu, arkeoloji çalışmalarıyla açığa çıkarılmış tarihi gerçek
yerlerdi. Ne var ki özellikle Tufan öncesi ve Tufan'ın izleyen krallardan her birinin
onbinlerce, binlerce yıl hüküm sürmesinden söz edildiği için, uzunca bir süre,
Kral Listesi'ne, Sümer tarihinin Erken Hanedanlar dönemi diye bilinen eski çağları
hakkında tarihi belge niteliği olmayan bir efsane metni gibi bakıldı. Listedeki eski
hanedan ve hükümdar isimlerin tarihi gerçeklerle ilişkisiz efsane kahramanlarına ait
olduğu sanıldı. Mesela Liste'ye göre, "Krallığın gökten [ilk] inişi"yle
"Tufan" arasındaki 8 kral toplam olarak 241000 ya da herbiri ortalama olarak
30150 yıl hüküm sürmüştü. "Tufan"dan sonraki kralların hükümdarlık
süreleri oldukça kısalmıştı(!); ama gene de Tufan'dan sonraki ilk Kiş hanedanında
23 kral toplam olarak 24510 ya da her biri ortalama olarak 1050 yıl hükümdarlık
yapmıştı. [Kral listesinin İngilizce tam metni için bak. Kramer, 328-31]. Ne var ki 1922-1923
kazılarında ünlü İngiliz Sümerologu Sir Woolley, bir tapınak kitabesinde "Ur
kralı Aannepadda, Ur kralı Mesannepadda'nın oğlu" adlarına rastladı
ki her iki ad da Kral Listesi'nde Tufan'dan sonraki birinci Ur hanedanında geçiyordu.
Arkeoloji teknikleriyle yapılan zamanlandırmalara göre, Mesannepadda'nın adını
taşıyan yazılı kalıntının Üçüncü Erken Hanedanlık Dönemine yani yaklaşık
olarak İÖ 2650-2550 arasına ait olduğu anlaşıldı. l959'da ise, Alman araştırmacı
Edzard Irak Müzesi'nde su mermerinden (alabaster)
yapılmış bir vazo parçasında, çok eski bir yazı uslübuyla Me-barag-si, Kiş Kralı ifadesini buldu. Bu da
Kral Listesi'nde Tufan'dan sonraki birinci Kish hanedanının yirmi ikinci kralıydı.
Me-barag-si, hem listede hem de Gilgamış Destanında adı geçen, Gilgamış'ın
savaştığı Agga'nın babasıydı. Vazo parçası İkinci Erken Hanedanlık dönemine
aitti. Çeşitli arkeolojik bulgular ve metin değerlendirmeleri Me-barag-si'nin de İÖ
2700 yılları yöresinde yaşadığı ortaya çıkartıldı. Ayrıca, hem Ur hem de
Nippur'da, Tummal denen ve henüz ortaya çıkarılamamış olan bir tapınağı tamir
ettiren kralların adlarını veren bir metnin iki kopyası ele geçirildi. Bu listede Agga, Gilgamış ve Mesannepadda'nın da adı geçiyordu. Bu üç
kralın da büyük bir olasılıkla İÖ 2650-2550 arasında yaşadıkları ortaya
çıktı. Gene Kral Listesi'nde Tufan'dan sonra Uruk şehrini kuran, Uruk'un ilk kralı
olarak adı geçen Enmerkar'ın, başka
belgelere göre İran'daki Aratta şehriyle savaşan gerçek bir kişi olduğu
anlaşıldı. Kral Listesi ve Gilgamış
Destanı'ndaki bazı isimlerin gerçek kişiler olduğunun kesinlik kazanması,
haklarında şimdilik tarihi bilgi bulunmayan diğer isimlerin de gerçek kişiler olması
olasılığını büyük ölçüde arttırdı, hem Tufan efsanesi hem de Gilgamış
Destanı'na tarihi bir zemin oluşturdu.Ki Mezopotamya arkeolojisinin yaşayan en büyük
ismi Lloyd'a göre, Kral Listesi'ndeki Tufan öncesi kralların Birinci Erken Hanedan dönemine yani İÖ
2900-2750 arasına tekabül ettiği konusunda tereddüt kalmamıştır. [Mallowan, 244;
Lloyd, 92-3; Gadd (1971a), 108,112; Roux, 122-24, 134-9]. Sümer şehirlerini kazan
arkeologların çalışmaları bir Tufan'ın
değil birçok tufanın olduğunu
göstermektedir. Sir Woolley'in bir ara
Tufan'ın kalıntısını bulduğunu sanması uzun sürmemiştir. Woolley Ur'daki
kazılarında Erken Hanedanları döneminden kalma 'Krallar Mezarlığı' yöresinde,
yaklaşık 'üç metre derinliğinde, su tarafından oluşturulmuş bir mil' tabakasına
rastlamıştı. Bu tabakanın hemen altında ve üstünde Ubaid kültürüne ait çeşitli
parçalar, alttaki bu tabakanın da altında el değmemiş toprak vardı.Woolley ve başka
bazı arkeologlar, üç metreyi aşan bir kil tabakasının muhtemelen en az yedibuçuk,
sekiz metre derinliğinde bir sel suyu tarafından biriktirilmiş olacağını, bunun Ur şehrinin bulunduğu aşağı Mezopotamya'da
yaklaşık 500 km uzunluğunda ve 160 km eninde bir alanın suyla kaplanmış olmasını
gerektireceğini, Tevrat'taki Tufan'ın bu afet olduğunu öne sürdüler. Tevrat'ta
İbrahim Peygamber "Kaldelilerin Ur'undan yola çıktı" denilmesi [Genesis, xi.31], Ur'u kusursuz bir Tufan şehri
yapıyordu. Ne var ki, bu sav fazla
tutunamadı. Çünkü, mesela, Ur'dan sadece 24 km uzaklıkta ve Ur'dan daha alçakta olan
Eridu şehri kalıntılarında hiçbir benzer kil tabakasına rastlanılmadı. Başka
kazı alanlarında bulunan kil tabakalarının ise hem kalınlıkları yerden yere
değişiyor hem de bunlar farklı kültür tabakası kronolojilerine rastlıyordu. Mesela
Kiş'deki 'tufan tabakası' Ubaid değil Erken Hanedan dönemindeydi. Uruk, Lagash ve
Gilgamış Destanı'ndaki 'Nuh' Utnapiştim'im şehri Şuruppak'ta evlerin yer
döşemelerinin üzerinde bulunan 'tufan
tabakaları' da böyleydi. Kral Listesi'nde Tufan'dan önceki son Sümer ülkesi
kralının Şuruppak'da hüküm süren Ubartutu olduğu, Tufan efsanesini anlatan en eski Sümer metnindeki "Nuh"un ise
Şuruppak Kralı Ubartutu'nun oğlu Ziusudra olduğu dikkate alınırsa, Seton Lloyd'un
dediği gibi hikaye Ziusudra'da düğümlenmektedir. Güney Mezopotamya Sümer
uygarlığında yazı kullanımının yeni yeni belirginlik kazandığı bir ortamda,
birçok şehirde büyük yıkımlara yol açan büyük sellerin, "tufanlar"ın
yaşandığı kesindir. Özellikle Fırat nehrinin, taşıdığı çökeltilerle
oluşturduğu ve ovaya göre tabii olarak yükseltilmiş bir yatak üzerinde bahar
aylarında çok büyük debilerle aktığı, zaman zaman çok büyük sellere sebep
verdiği bir gerçektir. Ayrıca Fırat ve Dicle'nin güzergahlarının ve denizle
birleştikleri yörelerdeki haliçlerinin değişmesi, Aşağı Mezopotamya'yı su,
bataklık, kara dengelerinin her an değiştiği bir ortam yapmıştır. Bölgenin
coğrafyası denizden gelen büyük su baskınlarını da devamlı olarak doğanın
gündeminde tutmuştur. Tevrat'taki 'Nuh Tufanı' anlatımını büyük ölçüde
etkilediği kesin gibi olan Sümer 'Tufan Efsanesi', Şuruppak'da Birinci Hanedan
döneminde (İÖ 2900-2750) yaşanan bir büyük afetin destanlaştırılmasıyla
başlamış olabileceği gibi, bu bölgedeki Tufan folklörü insan yaşamının binlerce
yıl daha geriye giden ortak hafızasında hep var olmuş da olabilir. Ayrıca, dünyada
insan ırkının yaşamının bir büyük
Tufanla silinip sonra yeniden başladığına dair efsanelere, dünyanın çok farklı
başka uygarlık ve kültür alanlarnda da rastlanıldığı unutulmalıdır. [Mallowan (1971),
243-4; Gadd (1971a), l07; Lloyd, 91-3; Kramer, 36-46, 163-4; Roux, 110-4]. 3.3.4.1.
İktisadi-sosyal hayat 3.3.4.1.1.
Kurumlar'yüksek kültür"ün toplumsal
Mekanları 3.3.4.1.1.1.
Tapınak Mezopotamya-Sümer
şehirlerinde 'yüksek kültür'ün ilk toplumsal mekanı tapınak olmuştur. Sümer şehirlerine ait en eski bilgilerimiz,
bu şehirlerin yönetilmesi işlevinin, şehir halklarının, şehirlerin gerçek
sahipleri olan tanrılara bakması, hizmet etmesi işini örgütleyen, tanrıların evinin
yani tapınakların baş bakıcısı olan rahiplerce yerine getirldiğini göstermektedir.
Rahiplik görevi-imtiyazı, muhtemelen, belirli aileler içinde devam etme özelliği
kazanmıştır. Mezopotamya şehirler tarihinin başlangıcında, rahipler, asli
görevleri olan 'tanrılara hizmet edilmesi'ni sağlamak için, ibadet işlerinin
dışında, tarımsal üretimin organize edilmesi ve bunun için gerekli su kontrolü
sorunlarının çözülmesi, belirli ürün fazlalarının toplanması ve çeşitli
yerlere, işlere, insanlara tahsisi, gerektiğinde ve yaşları ve sağlıkları uygunsa
savaşın yönetilmesi, ve 'uzak mesafe ticareti'nin
gerçekleştirilmesini gibi birçok sosyal işlevi de yerine getiriyorlardı. Sümer şehir
toplumlarını, insanların anlam dünyalarını, değerlerini, davranışlarını
şekillendiren, taşıyan, barındıran kurumsallaşmış insan ilişkileri açısından
bir teokrasi gibi tanımlamak her halde yanlış olur. Ama din, hem tek tek insanlarının
herbirinin günlük hayatlarında yapmak mecburiyetini hissettikleri yüzlerce 'görev', hem de toplumsal ilişkiler ve kurallarda
başlangıçtan itibaren sürükleyici öneme sahip olduğu anlaşılan tapınak bağlamında, Sümer kültüründe bariz
bir ağırlığa sahip olmuştur. Sümer kültürünün bu çarpıcı özelliğini
görmemek de yanlıştır. Dinselliğin insan
enerjisini ne ölçüde seferber ettiği, bir Sümer şehrindeki beşeri ve iktisadi
kaynakların ne ölçüde tapınağa tahsis edildiğini grafik bir şekilde gösteren
örneklerden biri, Khafaje'deki oval tapınaktır. Erken Hanedanlar dönemine ait bu
tapınağın inşaat sahası 8000 metre karedir. Yani bir profesyonel futbol sahasından
daha büyüktür. Tapınağı toprak çökmesine ve sellere karşı korumak için, önce
yer 4.5 metre derinliğinde kazılarak 64000 metre küp toprak boşaltılmış ve muazzam
bir çukur oluşturulmuş, daha sonra bu çukur şehir dışından getirilen kumla
doldurulmuş ve çevre zemininden daha yüksek bir platform oluşturulmuştur. Binalar iç
içe iki oval yüksek avlu duvarı sisteminin içine yerleştirilmiştir. Gıda
ambarları, mutfaklar, atölyeler, rahibin evi, tapınaktaki karmaşık faaliyetlere,
tapınağın şehrin hayatındaki işlevlerine ışık tutmaktadır. Binalar sisteminin
özelliklerinden biri, tapınağın çok geniş bir yer kaplamasına rağmen, tanrının
heykelinin bulunduğu, rahiplerin günlük ayinlerinin yapıldığı yerin küçük bir
iç mekana sıkıştırılmış olmasıdır. Bu da şehirlilerin tanrının huzuruna
çıkamadığını, getirdikleri adakları geniş dış avluya bırakmakla yetindiklerini
gösterir. Sümer şehirlerindeki bütün tapınaklarda görülen bu özellik, Sümer
dininin populist olmamasının bir göstergesidir ve bu açıdan önemlidir. Kha-faje'de
yapılan diğer kazılar, bütün şehrin bu tapınağın ve ortaya çıkartılan bir
diğer tapınağın hemen etrafını çevreleyen, günümüze kadar gelen Orta Doğu
şehirlerinin dar kıvrımlı sokakları ve iç avlularına dönük evlerinden
oluştuğunu göstermektedir. Şehirdeki, kalabalıkca insan gruplarının bir araya
gelmesine imkan veren tek geniş mekan, tapınaklardaki avlular ve tapınakların cümle
kapılarının önündeki alanlardır (Khafaje'deki bu tapınak hakkında, kazı
fotoğrafları, planı ve rekonstrüksiyonu da içeren bilgi için bak. Mallowan, 270-2;
Lloyd, 94-7; diğer Erken Hanedanlık dönemi Sümer şehirlerindeki diğer tapınakların
arkeolojisi için bak. Mallowan, passim). [Sin'deki
tapınağın X. tabakası, aynı tapınakta çok tanrılılığın(polytheism)
yaygınlaşmaya başladığını gösteriyor. Mallowan, 257.] [Tell Agrab'daki,
ED.II ve III dönemlerine ait tek-tanrıya ait bir tapınakta, tahıl ambarı var. Mallowan, 266.] [Nippur.
Ülke'nin kralları, 2000'den önce, krallık tacını ve tahtı alabilmek için,
Nippu'daki tapınağı tamir ettiriyorlar.] [Ur'dabir
tapınakta, 9X3 m. boyutlarında 6 oda var. Odalarının zemininin rutubete karşı
özellikle korunmuş olması, bunların tahıl ve diğer gıda malzemeleri deposu olarak
kullanıldığına işaret ediyor. Mallowan, 28l.] [Ur'da bulunan
ortası delikli bir temel taşı. Alt bölmede, aynı rahip, ona eşlik eden bir erkek iki
kadın yardımcı var, erkek yardımcı bir
kurbanlık koyun taşıyor. Rahip, tapınağın kapısının dışında duran bir sunak
taşına libation döküyor. Üst bölme'de,
çıplak bir rahip, kendisine üç kadın yardımcı eşlik ediyor. Erkek bir tanrı
önünde duruyorlar. Rahip, tanrının önündeki bir sunak taşına, bir vazodan libation (içilen içkinin bir kısmının tanrıların
şerefine yere dökülmesi) döküyor. Bu anlatım, Uruk-Jamdat Nasr döneminden kalma bir
anlatım olması açısından önemli. Mallowan, 283. Resim, Larousse, World Mythology, 62.] 3.3.4.1.1.1. Saray :
savaşlar ordular ve krallar: bir savaşlar ve iç-savaşlar ortamı olarak Sümer Hem sulanabilir arazi
alanlarının kıtlığı ve sulama tesislerinin oluşturulması ve korunmasıyla ilgili
ihtiyaçlar, hem de Sümerlerin, insanın, toplumların, şehirlerin, tanrıların
varlığı ve bunlar arasındaki ilişkiler hakkındaki inançları, kabulleri, Şehirleri
bütün Sümer ülkesi üzerinde bir üst hakimiyet kurmayı amaçladıkları
mücadelelere sürüklüyordu. Sümerlilerin dünya
görüşünde (weltanschauung), nasıl ki
bütün tanrılar arasında üstün egemenliği olan bir tanrı (ki önceleri Anu, daha sonraları Enlil) varsa ve diğer tanrılar onun üstün
iradesine tabi iseler, şehirler arasında birinin kralı ülkenin bütününde üstün
egemenliğine sahip ve diğer şehirlerin kralları ona tabi olmalıydılar. Hem Kral
listesi hem de arkeolojik bulgular hem de çok sınırlı da olsa yazılı kayıtlar,
Sümer şehir kültürlerinin İÖ 3000'li yıllardaki erken tarihinin bile, bu üst
hakimiyetin bir şehirden diğerine geçtiği savaşlarla dolu olduğunu göstermektedir.
Her bir şehrin gerçek sahibi ayrı bir tanrı olduğu için, şehirler arasındaki
hakimiyet ilişkisinin değişmesi, tanrılar arasındaki hiyerarşiyi de etkiliyordu. Bu
üstünlük iddiasının kesin ve açık bir şekilde sonuçlanmadığı durumlarda ise,
Sümer ülkesinde kendinin üstün kral, üstün şehir olduğunu iddia eden krallar ve
şehirler arasındaki iç savaş kargaşası çok uzun sürebiliyordu. İÖ Üçüncü
Binyılda (2000'li yıllarda) Lagaş'la Umma, Ur'la Nippur, Kiş'le Uruk, Lagaş'la Ur
arasındaki savaşlar, Sümer ülkesinin üst hakimiyetine yönelik çatışmalara örnek
olarak gösterilebilir. Bu savaşlar Gilgameş destanı ve Agga şiiri gibi Sümer
edebiyatının en büyük eserlerinin de ana temalarından birini oluşturur. Sümer ülkesinin üst
egemenliğiyle ilgili bu rekabet ve çatışmalar, ülke genelinde, şehirlerin üst
egemenliklerini fazla sürdüremedikleri fevkalade istikrarsız bir tarihi ortam
yaratmıştır. İç savaş, adeta, istisnai bir olay değil olağan bir durumdur. Öte yanda, bu iç
savaşlarda kazanan taraflar kaybedenlere büyük zararlar vermiş, birçok şehir birçok
kere büyük bir yıkıma maruz kalmıştır. Öyle ki, şehirlerinin tahribi
karşısında Sümerli ozanların yaktıkları ağlayış türküleri de(lamentation'lar),
Sümer edebiyatının ana formlarından birini oluşturur. Zamanla, Sümerlerin bölgenin
toplam nüfusunda azınlık (Semitik halkların çoğunluk) haline gelmeleri ve İÖ 2000 yörelerinde, binbeşyüz yılı
aşan parlak tarihlerine rağmen kültürel bir çöküntüyle eriyip gitmelerinde, bu iç
savaşların Sümerli nüfusunu kemirmesi ve kültürünü tahrip etmesi büyük bir rol
oynamıştır. İÖ 2300'lü yıllarda, ünlü reformcu kralı Urukagina'nın iç savaşı kaybetmesi ve
öldürülmesinden sonra Lagaş'ın yağmalanması ve yıkımını anlatan bir ağıt
şiirini, bu iç savaş ortamının etkilerini daha grafik bir şekilde tasarlayabilmemiz
için almadan geçemeyeceğim. Lagaş'lı meçhül ozanın ağlayan haykırışı
şöyleydi:
"Umma'nın adamları
Eki-kala'yı ateşe verdiler,
Antasurra'yı ateşe verdiler,
Gümüşü ve mücevher taşlarını götürdüler,
Tirash'ın sarayında kan döktüler,
Abzu-Banda'nın içinde kan akıttılar;
Enlil'in kutsal evinde ve Güneş-Tanrı'nın kutsal evinde kan döktüler;
Akush'un içinde kan döktüler,
Gümüşü ve mücevher taşlarını götürdüler ...
Abzu-ega'nın içinde kan döktüler,
Gatum-dug tapınağını ateşe verdiler;
Gümüşü ve mücevher taşlarını götürdüler ve heykeli tahrip ettiler ....
Ginarbaniru'dan tahılı alıp götürdüler,
Ningursu'nun tarlasından bütün tahılı alıp götürdüler, ekilmiş olan
bütün tahılı!
Umma'nın adamları, Lagaş'ın soyulmasıyla, tanrı Ningursu'ya karşı
bir günah işlediler!
[Woolley, 70-1]. [Şehirler arası
rekabet, çatışma ve iç savaşlar konusunda bak. Gadd (1971a), l03-4, l06-7; Kramer,
38, 48, 53-8, 84,186, 260, 322-3; Woolley, l7-9, 58, 70-l]. Bir daimi ordu
ihtiyacı ve bu amaçla tarımsal fazlanın özel tahsisi Bu savaşlar ve
iç-savaşlar ortamı, Sümer şehirlerinde halkın katılmasıyla oluşan genel
seferberlik (levée en masse) dışında, savunma ve saldırma
amaçlarına yönelik ayrı ve sürekli bir örgütlenme ihtiyacını pekiştirdi.
Kral'ın şehir içindeki hayatının da gerektirdiği saray muhafızları, muhtemelen,
zaman içinde gelişen bir 'daimi ordu'nun
çakirdeğini oluşturdular. Bu ordunun subayları, genel seferberliklerin uygulanması,
savaşa katılan halka kumanda edilmesinde de önemli bir rol oynuyorlardı. Sümer
şehirlerinin savaş gücünün en önemli unsurlarını oluşturan, sık saflarla
yürüyen mızraklı ve kalkanlı asker alayları (phalanx'lar)
(resim, Llyoyd, 116 ya da Larousse, 5l) ve arabalı savaşçılar (resim,
Gelişim-Hachette, l4 ya da Lloyd, 130), belirli düzeyde bir eğitim yani 'talim' ve
disiplin gerektiriyordu. Zamanla, şehirlerdeki daimi ordularda görevli insan sayısı
binlerce kişiye ulaştı. Sargon'un, bir tablette, "hergün" onun
"hesabına yiyen" 5400 adamdan söz etmiş olması, bunu göstermesi
bakımından önemlidir. [Woolley, 56-7]. Daimi orduda görevlendirilmek Sümer toplumunda
bir ayrıcalıktı ve bu görev, rahipler, saray çevresindeki seçkinler gibi şehir
toplumunun ileri gelen ailelerinin erkek mensuplarına veriliyordu. Tarım-temelli şehirli
toplumda, bir daimi ordu ihtiyacının ortaya çıkması, sürekli olarak bu amaç için
görevlendirilecek insanlara bakılması, onların ödüllendirilmesi sorununu gündeme
getirdi. Daimi askeri kadrolara 'bakılması' esas olarak, tarımsal üretimden şehre
aktarılan fazlanın bir kısmının, para-piyasa ekonomisi olmayan bir toplumsal ortamda,
bunlara tahsis edilmesi demekti. Bir mal stoğu tahsisinin, bir ürün tahsisi
düzenlemesinin, tarımsal fazlanın bir kısmını
toplama hakkının, askeri göreviyle ilişkili olarak görevliye tahsisine dönüşmesi ise, Bizans'ta pronoia,
Selçuklu'da ikta, Osmanlı'da tımar adıyla, binlerce yıl, birçok farklı
kültür-uygarlık alanında karşımıza çıkacak olan bir kurumun, özel bir sosyal
ilişkiler bağının, çok erken tarihlerde, Sümer toplumunda ortaya çıkmasına yol
açtı. Sümer şehirlerinin ileri
gelen ailelerinden olup daimi orduda görevlendirilenlere, hem bu görevi yerine
getirdikleri yıllar hem de yaşlılık, "emeklilik" dönemlerindeki gelirlerinin kaynağı olarak arazi tahsis edilmeğe başlandı. Bu şekilde
tahsis edilen yerlere ilku arazisi deniliyordu.
Kendisine ilku arazisi tahsis edilenler bu arazilerin işlenmesini sağlamakla
yükümlüydüler. Aksi takdirde ceza olarak bu tahsisi kaybediyorlardı. Ayrıca tahsis
sahipleri bu arazileri başkalarına satamaz ve devredemezlerdi. Ancak araziler tahsis
sahibinin mirasçılarına, mirasçıların aynı askeri yükümlülüğü yerine
getirmeleri koşuluyla, intikal ederdi. İlku arazisi tahsisi almış bir asker, savaşta
esir düşerse, fidyesi, yettiği kadarıyla, gayrimenkulleri dışındaki kişisel
servetinden ödenir geri kalanını krallık tamamlardı. Ayrıca sivil yetkililer
karşısında bazı hukuki ayrıcalıkları vardı. Bu haklarına karşılık sürekli
olarak kralın emrine amadeydi ve göreve çağrıldığında, ilke olarak, mutlaka
katılmak zorundaydı. Yerine bir başkasını gönderemezdi.Ancak, bazı hallerde,
kendine tahsis edilmiş ilku arazisi karşılığında ilku vergisi ödeyerek askeri hizmetten
bağışlanabiliyordu. [Woolley, 59-60, 112-3, Hammurabi yasalarında ilku(m) kurumu için
bak. Roux, 193-4]. Saray. Kiş'teki
kalıntılar. Mallowan, 274-5.
Eridu'daki
kalıntılar. Saray'ın tapınaktan ayrılması, M.276. Nippur. Ülke'nin
kralları, 2000'den önce, krallık tacını ve tahtı alabilmek için, Nippu'daki
tapınağı tamir ettiriyorlar. 3.3.4.2. Sulama ve
Drenaj Sistemleri ... 3.3.4.3. Ülke
dışı ticaret Sin'deki
tapınağın IX'uncu tabakasında bulunan bir taş vazolar. Birinde geyik türü
hayvanlar, boğa başlı bir insan, inekler ve bir araba tekerleği gösteren kabartmalar
var. Elamdan gelmiş olduğu sanılan ve olabileceği sanılan diğerinde, elinde sular akan vazolar olan beline kadar
çıplak bir tanrıça, yılanlar ve iki canavar var. Görüntüler Indianesque. Benzer
üçünvü bir vazo parçası daha bulunmuş. Bunlara benzer vazolar, biri Kish'de, biri
Ur'da, biri İran'da Susa'da, biri de Hindistan'da Mohenjo Daro'da bulunmuş. Hindistanla
bağlantı, Erken Hanedanlar III dönemde. Hindistanla oldukça yoğun ticari ilişkiler
var. Hindistanda Mohenjo Daro'da, daha sonra'ki Akkad döneminden daha fazla
Sümer-Mezopotamya kökenli eşya var. Mallowan, 254. Ur'da ED III.
dönemine ait kral mezarları'nda bulunan eşyalar arasında süslenmiş deve kuşu
yumurtası kabuğu, Arabistan (Nejd), sedef,
Basra körfezinin güney kıyıları, gümüş, kuzey-batı İran (Tebriz yakınındaki
madenler), nickel içeren bakır, Oman, çeşitli kıymetli taşlar da İran'la yapılan
ticareti gösteriyor. Bazı taş vazolar ve kırmızı akikvari taş (carnelian) tesbihler
Hindistan'la bağlantıyı gösteriyor. Ülke dışı ticaret bir zirveye çıkmış.
Mallowan, 285-6. Metal
teknikleri Diyala Vadisinde
Nintu'da bulunan dökme bakır, kafalarında uzun vazolar taşıyan iki güreşçi
heykeli, muhtemelen kaybolan balmumu tekniğiyle. Mallowan, 258. Ur'da ED III.
dönemine ait kral mezarlarında bulunan altın kaselerin "çizgi güzelliği,
zenaatkarlık hünerliliği, kalitesi, Kraliçe Anne döneminin İngiliz gümüş
işçiliğiyle boy ölçüşebilir" Mallowan, 286. [1] Mallowan, E.L. (1971) "The Early Dynastic Period in Mesopotamia" The Cambridge Ancient History, c.1/2 (Cambridge: Cambridge UP.) [2] Bu bölge kuru tarım yapılması için elverişsizse ve Sümerler daha önce burada yaşamışlarsa ne yaparak geçindiler? [3]
Destanın tamamının Türkçesi için bak. Gılgamış Destanı (l944), (Ankara:
Maarif Vekaleti yayını). Bu metin N.K. Sandars'ın İngilizce'ye yaptığı çeviriye
göre eksiklikler ve farklar göstermektedir. İngilizce metin için bak. The Epic of Gılgamesh (l985),
(Harmondsworth:Penguin). |