|
Türkiye'de 'sanayileşme', 'iktisadî büyüme' ve
'piyasa toplumu'
Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel
1. Giriş
Günümüz dünyasını
oluşturan çeşitli toplumların arasındaki büyük uygarlık ve maddi refah düzeyi,
siyasî, bilimsel ve teknolojik güç farkları, bu toplumların kültürel gelişme ve
bunun bir parçasını oluşturan iktisadî gelişme tarihlerinin farklı seyretmiş
olduğunu yansıtmaktadır. Bugün bir toplumun diğerlerine nispetle müreffeh, bilim ve
teknoloji üretmede başarılı, bir başka toplumun diğerlerine nispetle fakir ve
fakirlik sorunlarını çözmekte başarısız olmasının sebepleri nelerdir? Bu soru
analitik iktisatçıları ve iktisadî tarihçileri uğraştıran temel sorunsallardan
birini oluşturmuştur. Her iki alanda da, iktisadi büyüme süreçleri hakkında zengin
bir külliyat vardır. Smith, Malthus, Ricardo, Marx gibi klasik iktisatçılar, iktisadî
gerçekliğin bütününü açıklamaya yönelik kapsamlı kuramlar anlamında
'iktisatçılık'ın temellerini, ekonomilerin büyümeleri sorunsalını irdeleyerek
atmışlardır. 1870'lerden 1930'lara kadarki dönemde, marjinalizm ve Avusturya sermaye
ekolünün iktisatçıları, kaynakların farklı kullanım alanları arasında etkili
tahsisi konusunu vurgulayarak büyüme sorunsalını bir ara gündemden düşürür gibi
olmuşlarsa da, Harrod'un Keynes'in analizini dinamikleştirmesiyle 'iktisadî büyümenin
analizi' yeni bir ivme kazanmıştır. Son yıllarda 'endojen büyüme modelleri'
başlığı altında sürdürülen çalışmalarla da 'büyüme sorunsalı' analitik
iktisatçılık kültürünün gelişme sınırları üstünde yeniden ilgi çekici bir
önem kazanmıştır.
Bu makalenin amacının sınırları
içinde büyüme modellerinin teknik ayrıntılarına giremeyeceğim. Arka planda
iktisatçılık kültürün 'büyüme modelleri' ve 'stratejik ticaret politikaları'
külliyatını saklı tutarak, 'büyüme', 'sanayileşme', 'piyasa ekonomisi',
'hükümetin piyasaya büyüme gerekçeli müdahalesi', 'Gümrük Birliği', 'GATT 1994'
gibi bugün Türkiye'de iktisat politikası tartışmalarının gündemindeki başlıca
meselelerin birbiriyle ilişkilendirilmesini berraklaştırmaya yardımcı olması için,
baz temel 'kategorileri' yeniden gözden geçirmekle, Gümrük Birliği'nin uygulanmaya
başlamasının Türkiye'nin 'büyüme politikası' gündemini nasıl radikal bir şekilde
değiştireceğini vurgulamakla yetineceğim.
2. Büyüme, sınaî politika
ve ticaret politikası
İktisadi büyüme, dar
anlamda, bir ekonominin üretken kapasitesi ve üretim hacminin büyümesi olarak
tanımlanabilir. Ancak büyüme analizinin canı ve ruhu, üretken kapasite ve üretim
hacmindeki büyümenin kültürel, kurumsal, bilimsel ve teknolojik unsurları ve
sebeplerinin neler olduğu, büyümenin nasıl sağlanacağı ve hızlandırılacağı
hakkındaki düşüncelerdir.
Her ülkenin iktisadî büyüme
tecrübesi siyasî ortam, devlet yapıları ve hükümet politikaları ile iç içe
geçmiş tarihî süreçleri sergiler. Dünyada şu ya da bu türden bir devlet sistemine
oturmayan bir piyasa ekonomisi hiç olmadığı için, bir siyasî sistemin, hükümetin
özellikleri ve kararlarının etkisi altında kalmadan gerçekleşmiş bir iktisadî
büyüme tecrübesi de yoktur. Toplumsal kurum ve süreçlerle ilişkisinin gündeminde
aşikâr iktisadî meseleler olsun olmasın, mutlaka belirli bir 'dünya görüşü'nü
yansıtan hükümetlerin hükümet etme tarzları, hükmettikleri toplumlarda iktisadî
büyüme süreçlerini mutlaka olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkiler.
Hükümetlerin açıkça
bilinçlendirilmiş iktisadî büyüme politikalarından söz edebileceğimiz dönemler
ise oldukça yenidir. Bir ölçüde 19.uncu yüzyılın, daha çok 20. yüzyılın
meselesidir. Önceleri, (Avrupa Orta Çağları'nın içinden çıkan iktisadî
gelişmelerin oluşturduğu tarih zemini üstünde gerçekleşen) Sanayi Devrimi'ne
öncülük eden İngiltere'ye göre geride kalmış bazı ülkelerde belirginleşmiştir.
Almanya, Rusya, Japonya ve Türkiye gibi. II. Dünya Savaşı'ndan, sömürge
imparatorluklarının tasfiyesinden sonra ise evrenselleşmiş, hem gelişmiş hem de
gelişmekte olan ekonomilere sahip toplumların temel siyasî meselelerinden biri haline
gelmiştir.
Bir hükümetin 'iktisadî büyüme
politikası', ülke ekonomisinin üretken kapasitesi ve üretim hacminin büyümesi için
aldığı kararlar, yaptığı tercih ve işler olarak tanımlanabilir. Hükümetlerin
ekonominin genelinin büyümesiyle ilgili politikaları, hep ekonominin bazı alt
kesimlerinin büyümesine öncelik veren büyüme tasarımlarını yansıtmıştır.
Hükümetlerin büyüme politikalarıyla iç içe geçmiş bir şekilde, toplumu ve
ekonomiyi zaman içinde optimal büyüme güzergahına sokabilmek için, ekonominin bazı
alt sektörlerine öncelik tanımak, bu alt sektörlerin ekonominin büyümesinin itici
gücü olmasını sağlamak için aldıkları kararlar, yaptığı tercih ve işler ise
hükümetlerin sınaî politikası olarak tanımlanabilir.
Hükümetler ekonomilerinin
çeşitli sektörlerinde yatırımcı ve/veya işletmeci olarak devreye girsin ya da
girmesinler, sınaî politikaların özü, diğer faaliyet dallarındaki maliyet ve fiyat
ilişkilerine nispetle bir faaliyet dalındaki maliyet ve fiyat ilişkisini değiştirmek
anlamında, nispî fiyatların yapısına müdahale eden uygulamalardır. Böylece
içindeki işletmelerin kârlılık koşulları nispî olarak iyileştirilerek gelişmesi
teşvik edilmek istenilen faaliyet dallarında üretilen mal ya da hizmetlerinin diğer
malları ve hizmetleri satın alma gücü arttırılırken, kaçınılmaz olarak, bu
türden teşvike konu olmayan faaliyet alanlarında üretilen mal ve hizmetlerin diğer
mal ve hizmetleri satın alma gücü düştüğü için, bu diğer alanlardaki
işletmelerin kârlılık koşulları kötüleştirilmiş olur. Bu nedenledir ki sınaî
politikalar bazı alt sektörlerin lehine ama zorunlu olarak aynı anda bunların
dışında kalan alt sektörlerin aleyhine sonuç verir. Nasıl ki bir babanın öteki
çocuklarına karşı olumsuz bir tavır ortaya koymadan çocuklarından birini
kayırması olanaksızsa, bir hükümetin diğer sektörlerin gelişmesini olumsuz yönde
etkilemeden bir sektörün gelişmesini teşvik etmesi de olanaksızdır.
Sınaî politika ile nispî
fiyatların yapısının değiştirilmesi arasındaki iç içelikten ötürüdür ki, bir
hükümetin sınaî politikası o hükümetin dış ticaret politikasının, ya bir
hükümetin dış ticaret politikası o hükümetin sınaî politikasının 'öteki
yüzü'dür. Ya da başka türlü ifade etmek gerekirse, bir hükümetin, varsa, sınaî
politikasının en önemli aletlerinin başında dış ticaret politikası gelir ve
hükümetler farkında olsunlar olmasınlar, dış ticaret politikaları, bu
politikaların iz düşümü olan 'sınaî politika sonuçları' oluşturur.
Dış ticaret politikasının özü
de, bu politikanın kapsadığı ekonomi içinde oluşacak olan nispî fiyatlar yapısı
ile dünya piyasasındaki nispî fiyatlar yapısının arasını açmak, içerdeki nispî
fiyatlar sistemini dışarıdaki nispî fiyatlar sisteminden farklılaştırmaktır. Bir
mal ya da hizmetin dünya piyasasında talip ya da arzcısı olarak payı, bu ülkenin iç
piyasasında talep ya da arz koşulları değiştiğinde dünya piyasasında o mal ya da
hizmetin denge fiyatının değişmesine yol açacak kadar büyük olan ülkelerin
hükümetleri, ticaret ve sanayi politikaları ile kendi ekonomilerinin içinde
fiyatların yapısına müdahale ettiklerinde, söz konusu mal ya da hizmetin dünya
fiyatını ve böylece dünyadaki nispî fiyatların yapısını etkilerler ki bunlardan
bu anlamda 'büyük ülke' olarak söz edilir. Bu türden bir dünya piyasası payına
sahip olmayan, yani içerdeki fiyat değişmelerinin dünya fiyatlarını etkilemediği,
ki bu anlamda 'küçük ülkeler'de, hükümetlerin ticaret ve sanayi politikaları sadece
iç fiyatların yapısını değiştirir. Ki Türkiye, içerde üretilen mal ve
hizmetlerin büyük çoğunluğunun dünya piyasalarındaki payı açısından bir
'küçük ülke'dir.
3. Sanayileşme ve
'sanayileşme politikası'
Bir hükümetin
sanayileşmeci bir büyüme politikası izlemesi, böyle bir politika olmasaydı, üretken
kaynakların ekonomide çeşitli faaliyet alanlarına tahsis edildiği süreçler içinde,
dar anlamda imalat, geniş anlamda imalat artı madencilik artı enerji sektörlerine
yönelecek kaynaklardan daha fazlasının bu sektöre tahsisini sağlamaya çalışan bir
sınaî politika izlemesi demektir.
Bu tür politikalar, bu
politikaların yokluğunda sanayi, (ki özet olarak) imalat sanayiinde piyasa ilişkileri
içinde gerçekleşen büyümeyi yetersiz bulan siyasî, toplumsal tercihleri yansıtır.
Bir bütün olarak imalat sanayiinin ekonomi içindeki ağırlığının büyütülmesi
politikasının ortaya çıkması, Sanayi Devrimi'nin dünyada önce birkaç toplumda
gerçekleştirilmiş olması, birçok eski uygarlık alanının uzun süre bu yeni
tecrübenin dışında kalması, dünyadaki bu asimetrik gelişmenin çeşitli
kültürler, toplumlar, devletler arasında büyük askerî, siyasî, iktisadî, bilimsel,
teknolojik eşitsizliklerin ortaya çıkmasına yol açmasının, sömürge
imparatorluklarının kurulmasının, sömürgeciliğe ya da yarı sömürge
statüsündeki bağımlılıklara karşı bağımsızlık mücadelelerinin, kısaca,
'azgelişmişlik tarihi'nin özel meselesidir. Bu tarih içinde, gelişkin ve gelişen bir
'modern' imalat sanayii sektörünün, fabrikalar ve çağdaş teknolojiler ekonomisinin
varlığı, toplumlarda geniş kitlelere yayılabilen ve artan iktisadî refahın,
bilimin, teknolojinin, askerî ve siyasî gücün, hatta kültürün, uygarlığın
varlığı ile özdeş görülmüştür. Bu anlamda 'sanayileşme', iktisadî büyüme
meselesinin bir özel hali olarak 'iktisadî kalkınma' sorunsalı ile büyük ölçüde
çakışır.
Sanayileşme politikaları her
imalat sanayi alt sektörünün aynı anda aynı ağırlıkla kurulmasına yönelik
olamayacağına göre, bazı imalat sanayii faaliyet alanlarından yana ki böylece
ötekilerinin aleyhine tercihler anlamında bir sınaî politika da gündeme getirir. Bir
bütün olarak imalat sanayiinin ağırlığının arttırılmasına yönelik olan
'sanayileşme' politikası ile, çeşitli iktisadî faaliyet alanları arasında
bazılarına ötekilerine göre özel 'kârlılık koşulları kazandırmaya yönelik olan
'sınaî politika', birbiriyle ilişkili ama mantıken ve olgusal olarak farklı
sorunsallardır.
Sanayi Devrimi'ne öncelik eden
ülkelerin imalat sanayilerine benzer imalat sanayileri, dünya piyasalarında sömürgeci
ilişki yapılarının hakim olduğu dönemlerde piyasa ilişkileri içinde ortaya
çıkmayan ülkelerde, 'sanayileşme' politikalarının izlenilmesi meselesi, uzun süre,
bu sanayileşme politikaları izlenirken uygulanan 'sınaî' politikanın niye, nasıl
olması gerektiği konusuna ağırlık verilmesini, tartışılmasını engellemiştir.
Özellikle 'azgelişmiş'
ekonomilerde 'sanayileşme' eksenine oturtulmuş büyüme politikalarının ve
tecrübelerinin değerlendirilmesi, son on, on beş yıla kadar, bütün dünyayı
etkileyen bir özel tarihî tecrübeden ötürü çok geniş kapsamlı bir başka
sorunsalla karışmıştır. Yirminci Yüzyıl başlarında ciddi bir 'sanayileşme'ye
tanık olmakta olsa da hala 'azgelişmiş' bir ekonomiye sahip Rusya'da gerçekleştirilen
1917 Ekim İhtilali, Rus 'sanayileşmeci' iktisadî büyüme tecrübesini, özel
mülkiyetin tasfiye edilip, bir siyasî merkezin emrine sokulan, 'merkezden planlanmış'
bir 'kumanda' ekonomisi tecrübesi ile, kıtlığa ve sömürüye son verecek bir 'yeni
toplum' kurma arayışı tecrübesini karıştırmıştır. Sovyet tecrübesi sayesinde
'kıtlıksız ve sömürüsüz bir toplum'un kurulabileceği ümidine kapılanlar için,
Sovyetler Birliği'nde yaşanılan 'sanayileşme'nin özel tarihi, diğer bütün
'azgelişmiş' toplumlarda izlenmesi gereken bir 'model' statüsü kazanmıştır.
Türkiye'de de özellikle bazı aydın çevreleri arasında, 'sanayileşme politikası' ve
'sınaî politika' meselelerine, bunları çok aşan 'özlemler', 'ümitler', 'tasalar' ve
adeta 'transandantel kurtuluş' arayışlarının yansıtılmasının bir sebebi budur.
İnsanların 'kalkınma', 'sanayileşme' meseleleri gibi tartıştıkları, aslında, bir
'yeni dünya'nın oluşturulması sorunsalının özel sembolleri, değerleri,
kavramları, tasarımları ile karışık, çok kere karmakarışık hale gelmiştir.
'Sanayileşme' konusunun ele
alınışını karmaşıklaştırılan gelişmelerden biri de, 1960'lardan sonra giderek
artan bir önem kazanan, bir bütün olarak yer küresinin kirlenmesi, ekolojik dengesinin
bozulması ve sadece iktisadî değil mutlak olarak kıt olan doğal kaynakların bütün
dünyanın 'sanayileşme'sine yetmemesi meselelerinin gündeme getirdiği 'büyümenin
sınırları' sorunsalıdır. Sanayi Devrimi'nin başlarından aşağı yukarı 1960'lara
kadar, dünyanın çeşitli bölgelerindeki sanayileşme süreçleri ve sanayileşmeci
politika tartışmaları, "bütün azgelişmiş toplumların, sanayileşmeye
öncülük edenlerin tecrübelerini tekrarlayarak sanayileşmesi ve sanayi sektörlerini
sürekli olarak büyütmeleri, yer küresinin fizikî imkân aralığı içinde
olanaklıdır" varsayımı ile sürdürülmüştür. Bu varsayım bugün
terkedilmiştir.
İmalat sanayiinin ekonominin
bütünü içinde (üretim ve istihdamdaki) payının büyümesi anlamında sanayileşme
geçici bir süreçtir. İnsanlar sadece imalat sanayii ürünleri tüketmedikleri için,
ekonomilerde zaman içinde mamuller üretimi ve tüketiminin mutlak hacmi sürekli olarak
artsa da, imalat sanayiinin ekonominin bütünü içindeki payı sürekli olarak artamaz.
İktisadî tarih, büyüme süreçleri içinde hizmetlerin istihdam ve hasıladaki payı
artmağa devam ederken, imalat sanayiinin istihdam ve hasıladaki payının belirli bir
maksimuma eriştikten sonra gerilemeğe başladığını gösterir. İmalat sanayiinin
payının artışının durduğu ülkelerde, meselâ ABD'de, Japonya'da, bu ülkelerin
sanayi sektörlerinin büyümesi sürdüğü halde, 'sanayileşme' süreci ve
'sanayileşme politikası'ndan söz etmek uzun bir süreden beri anlamsız hale
gelmiştir. Bu ülkelerin gündeminde, diğer sektörlerle birlikte imalat sanayiinin de
arzulanan şekilde büyütülmesi için hükümetlerin seçtikleri hedefler ve
sürdürdükleri politikalar anlamında 'sınaî politika' kalır. Türkiye'de de,
1987-1993 arasında imalat sanayi üretim endeksi yılda ortalama % 5.5 artarken, bu
sektörün GSYH içindeki payı % 22 yöresinde kararlılık kazanmıştır. İmalat
sanayiinin istihdam içindeki payı da 1990'dan beri % 14 yöresinde kararlılık
kazanmıştır.1 Bu payların büyümesinin durması, tek başına Türkiye'nin iktisadi
büyümesinde olumsuz bir gelişme gibi ele alınamaz. Türkiye'de imalat sanayiinin
büyümesi devam ederken bu sektörün payının büyümesi anlamında 'sanayileşme'
sürecinin sona ermesi kaçınılmaz olduğuna göre, "Türkiye'de sanayileşme
durdu" derken ne olmasını bekliyorduk da ne olmadığı için niye hayattan hoşnut
değiliz sorularına cevap arayarak, ne kastettiğimizi bilinçlendirmemiz gerekir.
Bunun içindir ki artık Türkiye'de
de, 'sanayileşme politikası'ndan çok 'sınaî politika' meseleleri ön plana
çıkmıştır.
4. Gümrük Birliği, Avrupa Tek
Piyasası ve piyasa ekonomisi
Doğu Avrupa'da komünist
idarelerinin çökmesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, bütün dünyada,
toplumların üretken kaynaklarının etkili kullanılarak büyütülmesi, refah
artışlarının sağlanması, ortaya çıkan yeni iktisadî sorunların çözülmesi
için en elverişli kurumsal çerçevenin piyasa olduğu ve öngörülebilir gelecekte de
piyasa olacağına dair bir 'görüş birliği' oluşmuş gibidir.
Bu gelişme, 1950'lerde Avrupa'da
'Ortak Pazar'la başlayan, ulus devletlerin kendilerini aşan bütünleştirilmiş
piyasalarının oluşturulmasına katılarak ulusal üretken kaynaklarının
kendilerininkine göre çok daha büyük bir piyasa içinde kullanmasını yeğlemeleri
sürecine büyük ivme kazandırmıştır. Bugünkü gelişmiş haliyle 'Avrupa Birliği',
Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) ve bütün dünyayı, içindeki ulus
devletleri iktisadî kaynakların 'hakkaniyetli rekabet' kurallarına uyularak
kullanılmasını sağlamaya zorlayan bir 'serbest ticaret bölgesi' haline getirme
arayışının önemli bir işareti olan GATT 1994, 'globalleşme' diye
adlandırdığımız bir sürecin başlıca unsurlarıdır. Ulus devletlerin
ekonomilerinin giderek artan bir şekilde global piyasalarla bütünleşmesi, bu
devletlerin ülkelerindeki ve/veya yurttaşlarına ait iktisadî faaliyetleri yönlendirme
gücüne çarpıcı sınırlamalar getirmektedir.
Ekonomisinin bir kere global
piyasalarla bütünleşmesine izin veren ulusal devletin hükümetinin, artık,
iktisatçıların 1950'li, 1960'lı yıllarda tartıştığı ve hükümetlerin piyasalara
yoğun müdahalelerini içeren 'kalkınma', 'sanayileşme', 'büyüme politikası'
gündemi de büyük ölçüde daralmaktadır.
Bu husus Türkiye örneğinde
özellikle önemlidir. Çünkü, eğer Türkiye ile Avrupa Birliği arasında bir
'Gümrük Birliği' oluşturulmasına yönelik ve adına 'karar denilen' 6 Mart 1995
tarihli, geniş kapsamlı yeni 'anlaşma' yürürlüğe girerse, Türkiye AB'nin üyesi
olmadığı ve muhtemelen öngörülebilir gelecekte de olamayacağı halde, Türkiye
Cumhuriyeti hükümeti, gelecekteki değişiklikleriyle birlikte AB'nin iktisadî
mevzuatını, rekabet politikası, sınaî politikası ve ticaret politikasını olduğu
gibi benimsemek ve uygulamak zorunda kalacaktır. Türk hükümetinin AB'nin mevzuatı ve
politikaları ile uyuşmayan bir sınaî politika ve ticaret politikası uygulaması söz
konusu olamayacaktır. Ya da başka türlü ifade etmek gerekirse, bir sınaî politika ve
ticaret politikası oluşturma ve uygulama meselesi Türk hükümetinin gündeminden
düşecek, Türk devletinin egemenlik alanının dışına çıkartılacaktır. TC, AB'nin
üyesi olmasa da, Türkiye ekonomisinin Avrupa Tek Piyasası'na, Türk devletini hukuken
bağlayan bir şekilde entegre edilmesi, Türk hükümetinin 'büyüme' politikasını,
büyük ölçüde, AB'nin iktisadî mevzuatını, bu mevzuatın ardında yatan 'dünya
tasarımı'nı doğru 'öğrenmek', 'anlamak', 'yorumlamak', Türkiye'deki oyunun,
katılmadığı platformlarda oluşturulan 'kurallar'a göre 'iyi' oynanmasını
'sağlamak'a çalışmak sorunsalına dönüşecektir. Ki bu gelişme, gerçekleşirse,
Türkiye'nin iktisadî gelişme tarihinin radikal bir dönüm noktası olacaktır.
AB'nin iktisadî mevzuatı, rekabet
politikası, sınaî politikası, büyüme politikasının ardında yatan temel aksiyom ve
bu temel aksiyomdan türetilmiş temel kurallar nelerdir?
Homojen bir yapı olmasa da, kabul
edilmiş, onaylanmış kararların uygulanmasında bile zaman zaman üye ülkeler
arasında önemli farklar görülse de, AB'nin gidişatının bir ana çizgisi vardır ve
bu çizgi belirli bir temel aksiyom ve bu temel aksiyomdan türetilmiş kurallara
dayanmaktadır. Bu aksiyom ve kurallar, Tek Senet, Maastricht Anlaşması, bunların
etkileri üstünde Komisyon için yazılan raporlar ve AB zirvelerinin sonuç belgeleri
gibi temel AB belgelerinde, aşikâr bir şekilde ifade edilmektedir. Bu yazının
sınırını dikkate alıp, ayrıntıya girmeden, bu aksiyomu ve kuralları özetlemeğe
çalışacağım. 2
AB'nin şu andaki bütünleşme
aşamasını gerekçelendiren temel aksiyom, üye devlet hükümetlerinin kendi
ülkelerinde, içinde mal ve hizmetlerin üretildiği fırsat maliyetleri yapılarını
etkileyen farklı uygulamalarının, sanki üye ülke hükümetleri yokmuş gibi tamamen
ortadan kaldırılması sayesinde, üye ülkelerdeki üretken kaynakların daha etkili
kullanılmağa başlanacağı, üretken kapasiteler ve üretim hacimlerinin daha hızlı
büyütüleceği ve AB'de üretim yapan firmaların dünyadaki rekabet gücünün
arttırılacağıdır.
Bu temel aksiyomla bağlantılı bir
temel kural, bütünleştirilmiş ve tek bir kurallar kümesine tabi olma anlamında 'Tek
Piyasa' haline getirilmiş AB'de mal ve hizmet üretiminin özel girişimcilerle
gerçekleştirilmesi, devletlerin yatırımcı ve işletmeci olarak üretim süreçlerine
katılmasının, ilke olarak yasaklanmasıdır.
İkinci kural, AB ekonomilerinde
firmaların mal ve hizmetlerin üretimiyle ilgili olarak alacakları kararlarda hesaba
kattıkları fırsat maliyetlerinin, sadece ve sadece 'Tek Piyasa' içinde
bütünleştirilmiş piyasa dinamikleri ile belirlenmesinin sağlanması, üye ülke
hükümetlerinin, kamu ihalelerinin ilan ve uygulama şartlarından, teknik standartlara,
serbest meslek sahiplerinin çalışma izinlerinden fikrî mülkiyet haklarına kadar bir
çok alanda, fırsat maliyetlerinin nispî yapısını değiştirebilecek her türlü
farklı uygulamasının yasaklanmasıdır. Üçüncü temel kural, dünya piyasalarında
rekabet gücünün arttırılması için yetkili AB mercilerince onaylanmış 'sınaî
politikalar' nedeniyle, tekelvarî rekabet koşullarında çalışan belirli AB
firmalarına sağlanacak ayrıcalıklar dışında, 'Tek Piyasa' içinde piyasa
aksamaları ve kusurlarını en aza indirecek sıkı bir 'ortak rekabet politikasının'
izlenmesidir. Çöküntü geçiren bölgeler ve sektörlere sosyal politika çerçevesinde
yapılacak yardımlar dışında, hükümetlerin firmalara verebilecekleri tek 'mübah'
sübvansiyon, teknoloji üretilmesi, geliştirilmesi, uyugulanması için verilecek olan
sübvansiyondur.
Gümrük Birliği eğer uygulanmaya
başlanılacaksa, AB 'Tek Piyasası'nın dayandığı temel aksiyom, piyasanın
işleyişini düzenleyen ve adeta bir 'iktisadi anayasa' oluşturan kurallar, Türkiye
için hayatî önem taşır hale gelecektir.
Türkiye, GB ile, üyesi olmadığı
bir uluslararası ve uluslarüstü siyasî topluluğun iktisadî iradesini benimsemeyi
kabul etmektedir. Bunun tarihte örneksiz, bağımsızlık savaşı vermiş bir Türkiye
tecrübesi içinden bakıldığında 'yenilmesi yutulması' zor bir yeni durum
oluşturacağını birçok yerde ifade etmeğe çalıştım ve bu yazıda bu 'emsalsiz'
durumun kabul edilebilir olup olmadığı meselesini tekrar ele almayacağım. Bana göre
kabul edilemez olsa da, gerçekleşirse beraber yaşamak zorunda olacağımız böyle bir
durumda, Türkiye hükümetinin Türk toplumu ve ekonomisi için temel iktisat politikası
sorumluluğunun ne olacağını işaret edeceğim
GB uygulaması başlatıldıktan
sonra, Türk siyasî sistemine, bir yanda Godot'yu bekler gibi tam üyeliği beklemeyi
sürdürürken, kabul edilemez bir siyasî eşitsizliğe dayanıyor olsa da, GB'nin
getirdiği iktisadî fırsatları doğru değerlendirmek için, iki maddeden oluşan bir
'büyüme' politikası izlemesi önerilebilir: i) AB mevzuatını benimsemeyi ve
uygulamayı taahhüt etmiş olmayı kullanarak Türkiye'de bir piyasa ekonomisini
oluşturmak, ii) ciddi bir eğitim ve teknoloji politikası üretmek ve uygulamak.
Türkiye'de bir piyasa ekonomisi var
mıdır? İki nedenden ötürü evet vardır dememiz zor gibi geliyor bana. Bir kere,
piyasa, aynı zamanda, fevkalade gelişmiş, ciddî, güçlü, özel bir hukuk sistemidir.
Türkiye'de, 19. yüzyıl başlarından bu yana gerçekleştirilmek istenilen hukuk
reformlarına rağmen bir piyasa ekonomisi ve toplumunun varlığından söz
edebileceğimiz bir hukuk sistemi ve kültürü yoktur. İkinci olarak, Türkiye'de
devlet, eski Doğu Avrupa rejimlerinin iktisadî devletçiliği ile eski Latin Amerika
rejimlerinin iktisadî popülizminin arabesk bir karışımı oluşturacak şekilde, hala
burnuna kadar ekonominin içindedir.
Piyasa, fikrî ve maddî varlıklar
üstünde özel mülkiyete sahip olmak, kendi hayatını istediği gibi yaşamak,
istediği işe girişebilmek gibi iktisadî haklarda içinde olmak üzere bireysel hak ve
hürriyetlere sahip kişilerin, bir siyasal ya da dinî ya da kültürel otorite
merkezinden izin almaksızın, kişisel çıkarları için, kendilerini aşan,
başkalarıyla alış verişi gündeme getiren eylemlerinin oluşturduğu bir ilişkiler,
sözleşmeler, taahhütler, edimler ağıdır. Akademik iktisatçılık geleneğinde,
içinde olduğu toplumun, kültürün bütünlüğünden soyutlanarak ele alınması
alışkanlık haline getirilmiş olsa da, piyasa, belirli bir insan ve dünya
tasarımına, belirli bir kültüre, özellikle belirli bir hukukî ve siyasî kültüre
tekabül eder. Ancak belirli bir insan ve dünya tasarımı, belirli bir kültür,
özellikle belirli bir hukukî ve siyasî kültürle birlikte var olabilir.
Piyasa, 1993 İktisat Nobeli'ni alan
Douglas C. North gibi iktisadî tarihçilerin, Avrupa'da Orta Çağlar'ın içinde
başlayan süreçlerle, insanlık tarihinde görülmemiş bir iktisadî büyüme ve refah
artışının üretilmesini sağlayan temel toplumsal, kültürel, hukukî, siyasî
gelişme olarak işaret ettikleri, bir olgusal tarihi gerçeklik alanı oluşturur. Bu
tarihî tecrübe içinden çıkan piyasa, 'vahşi kapitalizm tasarımı' ile çizildiği
türden, bireylerin kapris ve ihtiraslarının peşinde sınırsızca koşabildikleri,
güçlünün canının çektiği ve gücünün yettiğini yapabildiği bir ortam, bir
'kaos değildir. Piyasayı oluşturan hukuk sisteminin temel sorunsalı sadece fikrî ve
maddî varlıklar üstünde insanların 'mülkiyet hakları'nın korunmasından ibaret
değildir. Aynı zamanda, insanların, 'transaction'larından, yani kendilerini aşan (trans),
başka insanların haklarını gündeme getiren eylemlerinden (action) doğan
yükümlülüklerini de yerine getirmelerini zorlayan bir hukuk sistemidir. Haklar,
borçlar, taahhütler, edimler ve sorumlulukları düzenleyen bir 'nomos'tur. Bir 'nomos'
olarak piyasa içinde insanların başkaları için haklar, alacaklar doğuran iktisadî
eylemlerinin riskleri insanları bağlar. Piyasa bu riskli eylemler sonucunda elde edilen
kazançlar, kârların olduğu kadar uğranılan kayıpların, zararların da
dünyasıdır. Sonsuz denecek kadar çok sayıdaki iktisadî aktörün (eylemcinin),
onları bağlayan yaptırımcı bir hukuk sistemi içinde, eylemlerinin sonuçlarını
sürekli olarak değerlendirdiği, yeniden değerlendirdiği, yeni hesaplar, yeni planlar
yaptığı, eylemlerini gözden geçirdiği, düzelttiği, bazen iptal ettiği, yeni
planlarla yeni eylemlere yöneldiği, deneme, sınama, başarma, başaramama
tecrübeleriyle akan mikrokozmosların dinamik bir toplamsallığından oluşan bir
makrokozmostur 'piyasa'. Piyasayı oluşturan hukuk sisteminin 'gayrışahsi'liği, bu
hukuk içinde iktisadî aktörlerin statüsünün 'anonim'liği, bu hukuk sisteminin,
uygulanmasının siyasî emir ya da 'rüşvet'le baştan çıkartılamayacak, kişinin kim
olduğuna göre değişik sonuç verecek, bu anlamda kişiye özel, 'şahsî' bir hale
getirilemeyecek kadar güçlü olması ile eş-anlamlıdır.
Denilebilir ki yaşanmış tarihte,
hiçbir toplumda, hiçbir dönemde böyle bir 'piyasa' var olmamış, piyasa ekonomisinin
gelişmesi diye gösterebileceğimiz tarihi tecrübeler hep siyasî gücün özel
çıkarlar için 'kötü'ye kullanılması, rüşvet, yakalanmamış hırsızlıklarla
biriktirilmiş servetler, iktisadî bakımdan güçsüz olanların merî hukuka göre var
olması gereken haklarını ayaklar altına alan yaygın sömürülerle birlikte
gerçekleşmiştir. Evet bu önerme doğrudur. Ama, hem Hayek gibi
felsefeci/iktisatçıların hem de North gibi iktisadî tarihçilerin söyledikleri bu
önerme ile çelişmemektedir. Piyasaların gelişmesiyle gerçekleşen iktisadî büyüme
tecrübelerinde hep, dönem dönem, yer yer fevkalâde ciddi 'piyasa aksamaları'
olmuştur. Hayek ve North gibilerinin söyledikleri piyasa ekonomilerinin gelişmesinin
bir 'saf halin' gerçekleşmesi biçiminde tecelli ettiği değil, piyasalardaki
'aksamalar'ın, 'kusurluluklar'ın, başta bireysel varlıkları ile insanlar olmak üzere
ekonomilerdeki üretken kaynakların etkili kullanılması ve refah artışlarının
gerçekleştirilemisini aksattığı, etkili kaynak kullanımını ve refah
artışlarını sağlayan tarihi sebepin, piyasaların, 'aksamalar' ve
'kusurlulukları'dan arta kalan varlığı olduğu, piyasa aksamaları ve kusurlarının
azlığı ile kaynakların etkili kullanımı ve başarılı büyüme performanslarının
tarih içinde birbirlerine eşlik ettiğidir.
Türkiye'de bugün için en radikal
iktisadî reform platformu, bir piyasa ekonomisinin, hukuku ve kültürü ile birlikte
üretilmesi meselesidir.
1 OECD, Economic Surveys, Turkey 1995,
9, 92; DİE, Türkiye ekonomisi istatistik ve yorumlar Mart 1995, 162.
2 AB'nin Tek Senet ve Maastricht Anlaşması
ile hangi iktisadî sonuçları elde etmeğe yöneldiğinin, dayanılan iktisat teorisi
önermeleri ile en kapsamlı şekilde sergilendiği ve Komisyon için yazılmış metinler
için bak. M. Emerson ve diğ. (1988) The economics of 1992: the EC Commission's
assessment of the economic effects of completing the internal market (Oxford
University Press; M. Emerson ve diğ. (1992), One market one money: an evaluation of
the potential benefits and costs of forming an economic and monetary union (Oxford
university Press). |