BEKTAŞİLİK VE BATİNİLİK

 Yusuf Güneş

Bektaşilik ve bâtinilik  hakkında söylenecek sözleri, herbiri ayrı ayrı bir konuşma mevzuu olan te'villerin kısa zamana sığdırmak kolay,hatta mümkün değildir. 

Allah ve insan problemi üzerine ezelden beri düşüneneler arasında islam sofilerinin, bu arada Bektaşilerin vâsıl olduk­ları hakikatleri, buradan en umumi çizgileri ile ifade etmenin zorluğunu idrak ediyorum. Maksadim Turk-islâm dünyasını 13.y­zyıldan beri kendi inanış etrafında toplamaya  ve bu topla­nanlara insan olmanın zevkini ve manasını tanıtmaya muaffak olan bir müessesenin bazı husisiyetlerini belirtmeye çalışaca­ğım. Bu arada kullanacağım lisanın birçok kelimeleri tasavvuf felsefesine ve Bektaşi lisanına ait istilâhlar ,semboller ve allegoriler olacaktır. Ancak Bektaşilik asırlanrdanberi  çok geniş halk kitleleri arasinda yayılmış bir tarikat olduğu için, bu istlâhlar, Türk halk dilinibilenlerin tamamıyla yabancı olduklari kelimeler değildir. Sözlerimi kısa bir zamana sığdırabilmek için bu kelimelerin yardımına sığınmak zorunda bulunuşumu aziz dinliyenlerin müsamaha ile karşılıyac­aklarına şimdiden emin bulunuyorum. 

Tarikat-i Bektaşiyenin piri Hacı Bektaş hakkında tarihi bilgi­lerimiz noksan olmakla beraber tarikat an'anesine göre Hacı Bektaş Imam-i Hüseyin evladındadır. Sufi derviş adı ile şöhret bulan Ali oğlu Musa'nın 820 hicride yazdığı Hacı Bektaş vilây­etnamesine göre Nişabur'da doğmuştur. 

Haci Bektaş'tan evvel Vefaiye tarikatının piri Tacülarifin şeyh Ebülvefa'nın 1107(milâdi) tarihinde ölümünden bir hayli zaman sonra tarikat mensupları Baba Ilyas etrafında to­planmışlar, kendilerine "Babailer" ve şeyhlerine de "Baba" demislerdir. Bilâhere Moğol istilası ile Horasan'dan göçüp Amasya]ya yerleşen ve Baba Ilyas'ın halifesi olan Baba Is­hak etrafında toplanan ve 13.asrın bidayetinde Anadolu'da büyük bir şöhret kazanan ve "Lâilahe illâllah baba Resul- Allah" diye Baba Ishak'ın Peygamberliğine inanan bu şii-bâtini Türk­men kitlesi, Selçuki saltanatına karşı isyan ederek impa­rator­luk ordusu tarafından güç hâl ile mağlüp ediliyor ve 1240 da Baba Ishak öldürülüyor. 

En eski kaynak olan ve Ibni Bibitarafından da teyit edilen Efkâri'nin Menakıbülarifin'ine göre, kardeşi Menteş ile bera­ber Horasan'dan kalkıp amasya'ya Baba Ishak gelen Hacı Bek­taş,onun (Halifei hassı) oluyor, sonraKayseri'ye gidiyr, Babai isyanında kardeşi Menteş öldürülüyor; müteakabinde hâlen Hacı Bektaş ismi verilen Suluca Kara Höyükte yerleşen Hacı Bektaş dağılmış olana Babaileri bir araya toplayarak Bektaşilik adı altında yaymağa başlıyor.

Babai'lerin geniş düşüncesi hakkında   bir fikir verebilmek için Baba Kemâl Huçendi'nin bir sözünü söylemekle iktifa deceğim: <Biz bir peygambere benzeriz.Bir ayağımız şeriatı sabit,diğer ayağımızın çizdiği dairenin içine yetmiş iki millet dahildir.>

13. asırda başına bir kitle toplayan her büyük sahsın adı o topluluğa alem olmakta idi... Meselâ Anadolu'da Kalenderiler, Haydariler, Camiler, Şemsiler... vs. gibi. Bunlar Melâmet mesleğinden meydana gelmiş bâtini inançlara sahip tarikat­lerdir. 

Kalenderiler: Saç, sakal, kaş ve bıyıklarını traş eden, başla­rina on iki dilimli sivri keçe küllah giyen ve hiçbir şeyle alâkadar olmayan insanlardı. Bunlar kinaye olarak hiçbir şeye aldırış etmeyen, her şeyi hoş gören adama dilimizde <Kalender> derler. Aşırı derecede vahdet-i-vücut'cu olan bu ratarikat mensuplari 17. asırda  ortadan kalkmış olup Bektaşilik bu tarikatı de temsil etmiştir. 

Camiler: Şeyhülislâm diye anılan ve Horasan'dan Cam kasa­basında doğan Şeyh Ahmet Namıkii Cami'ye nisbet iddia eden bu tarikat mensuplar, Hayderiler gibi, sakallarıni ustra ile traş edip bıyık ve saçlarını uzatırlar, başlarına kece külâh, kulaklarına küpe ve bellerine de demir kuşak takarlardı. Şeriat hükümlerine uymayan ve bir çok Türk tarikatleri gibi eski Türk-Moğol şamanizminin izlerini taşıyan bu tarikat da Bektaşilik tarafından temsil edilmiştir. 

Hacı Bektaşın  başinda toplanan zümreye ilk defa 13, asırda rastlanmaktayız. O sırada Bektaşilere "Abdalân", Hacı Bek­taş'a da  (Gaziler serdarı) (Erenler Severi), (Kalenderler Piri) deniyor. Bektaşilerin ikinci piri sayılan Pir Balım Sultan da (Hulâsattülbüdalâ) diye tavsif ediliyor. 

Bektaşilere (Işık taifesi) de denir. Bu tâbirin Hacı Bektaş tarafından vazedildiği rivayet edilmektedir. Hakikatten haber­dar olmayanlar zulmattadırlar; özlerinde agâh olanlar  ise hakikat nuru ile aydinlıkta ve ışıklıtadırlar. Bursada ışıklar mevkii  de orada bulunan ve Ramazan Baba isminde bir Bektaşi azizine ait tekke dolayısıyla bu adı almıştır. 

Hacı Bektas zamanında Bektaşiliğin erkânı, kuyudatı yoktu. Hacı Bektas, kendisine intisap edeceklerin, Kalenderiler de olduğu gibi, başlarını traş dere ve keçe külâh giydirirdi, erkân yalnız bundan ibaretti. Hacı Bektaş'ın güttüğü gaye dahilinde tarikata erkân ve kavait kendisinden sonra, 15. asırda Pir Balım Sultan tarafından vazedilmiş ve çok sonralari bu tarikate (Tariki Nazenin) de denilmiştir. Nitekim Mevlâna zamaninda Mevlevilik adı altında bir tarikat kurulmuş değil­dir. Mevlâna, mürüdlerinin yalnız bıyık ve başlarindab bir kaç kıl keserdi, erkân bundan ibaretti. Mevleviliğin usul ve âyini  Melâna'dan sonra oğlu sultan Veled tarafindan kurulmuş, torunu Ulu Arif Çelebi tarafindan mazbut bir hale getirilmiş ve Emir Abit Çelebi zamanında tekke hayatı başlamış olup mintesipleri­ne de (Mevlevi) adı verilmiştir. Fakat bütün menasikin tam teessüsü 16. asırdadır. 

Hacı Bektaş ve Melâna gibi büyük şahsiyetler, kitleleri varlı­kları ile tutabiliyorlardı. Bunlarin ölümünden sonra onlar kadar kudretli şahsiyetlerin bulunmaması dolayısıyla, ge­nişleyen kitleyi tutabilmek için menâsik (Fomaliteler) te'sis­ine luzüm görülmüş ve tarikatler meydana gelmiştir. 

Nufuzlu şahsiyetlerin te'sirleri ile, erkan veâdetleri ile hususi kisveleri ile birbiribden ayrılan tarikatlerin gayeleri bir bakımdan aynıdır; zira tarikatlerin  tesüsünden evvel ve sonra yazılan eserlerin bir çoğunda vahdet-i-vücud prensibin görmekteyiz. 

Nüvesi 13. asrin başlangıcında gorülen ve bilahere diger tarikatlerden kisve ve ekan husisiyetleri ile ayrılan Bek­taşiler, aşk ve cezbeyi kabul etmişler veortadoks müslümanlığa karşı geniş düşünceyi temsil etmişlerdir. Görüş, seziş,duyuş ve anlayış tarzları, kendilerine has buluşları, rindce, kalen­derce ve istihzali bir eda ile konuşan Bektaşilikte insani görüş ve hudutsuz müsamaha vardır. Din, mezhep, ırk, milliyet farkı gözetmeksizin her ferdi bünyesine alır, her dini, her milleti, her mezhebi, her inanışı mertebesine göre ve yerinde görür, fakat hiçbiri ile mukayyet olmaz. Din ve şeriat kayıt­larından sıyrılmış, Vahdet-i-vücudü korkak bir tarzda değil de bütün varlığı ile izhar etmiş, yetmiş iki millete bir gözle bakmış, bir kaynaktan sızan suyun hem acı, hem tatlı olamaya­cağını düşünen bu zümre için kimseyi hor görmeğe imkân yoktur.

 

BEKTAŞILIĞE INTISAP 

Bektaşi olacak kimse tarikat ehlinden bir ve iki kişinin kefaleti ile taktim edilir. Taktim edenlere (Yol rehberi) denir. Tâlibin sinni rüste vâsıl olması, anadan doğma bir uzuv noksanlığı ve vücudunda görünür bir maraz bulunmaması şarttır. 

Tâlip, sevgi yüzünden uzun müddet tekkelere gelir gider, Iştiyak içinde beklerler, bu müddet zarfinda görüştüğü kimse­lerden (Feyzi Nazar) hakkında lâzım gelen telkinatı tamamıyla almış olur. Bu bekleme bir nevi education'dur. Bu müddet sonunda tâlibin tarikata girebileceği kanaati hâsıl olunca ekân gösterilir, nâsip verilir.

 Erkânı gizli olan her cemiyette olduğu gibi Bektaşiliği de bazi maksatlar ile girenler vardır. Bektaşiliği serbest bir kanaat ve meslek olarak görenler, kardeşler arasindaki te­sanüdden faydalanmak isteyenler, Bektaşiliği (Eyvallah hü) deyip bir işaret vermekten ibaret sanırlar. Riyasız olarak Bektaşiliğe girenler ve bunun hakkında lazım geldigi kadar derin bilgiye sahip olanlar ve tarikatin an'anelerine sıdk ile uyup feyz almağa çalışanlar hakiki Bektaşilerdir.

 Muhipler arasında çok kuvvetli bir tesanüd ve geniş bir teski­lat vardır. Cezalarını kendileri verirler, aralarında zuhur eden ihtilaflar yine kendileri tarafindan haledilir. Tarikat­ten muvakkatten tard, para, sopa, hapis gibi cezalar kendi aralarinda icra edilir, cezasini çekenler tekrara sohbetlere alınır, çekmeyenler tardedilir.Ihtilaf yüzünden doğrudan döğruya hükumet kapısına müracat edenler tarikattan muebbeden tardeilirler. Nitekim melâmilerde Kırkçeşmedeki Petamalcılar hanının alt katındaki bir oda uzun müddet hapishane vazifesini görmüştür. 

NASIP VERME

 Nasip verme âyini buna (Aynı cem) veya (Ayini cem) de denir. Aynı cem'in yapildığı yere de (Meydan) denir. Ani cem tarikat kardeşlerinin topluluğudur. Ayni cem'de mutlaka birisi nasip alır ve tarikate girme merasimi yapilır, maamafih bir muradin husulü için ve ölüler için de ayni cem yapılır, ruhu şâdedil­ir. Bu meclise (Kırklar) meclisi de denir. Meydan odasının kapısında bir muhafız vardır, bir de harici muhafız vardır ki bu da binanın haricindedir. Köylerde ise köyun etrafında üçüncü bir muhafız vardır.

 

Evvela yol, erkan bilir bir kardeş delil ve rehber olur. Rehber tarikat icinde yol gosterici demektir. Rehber talibe abdest aldırır. Abdets imamaiye (Ca'fer-ye) mezhebine göre alır. Uzuvlar yıkanırken: "Ezelden bu ana kadar nekadar neva­hii ilahiyeye el sundu isen cumlesinden temizlenmek icin ellerini yıka, bundan sonra bu eller kimseyi incitmesin. Ezelden bu âna kadar ağzından her ne hata ve yalan sâdir oldu ise onlardan ağzıni temizle, bu gozler gordüğünü görmemiş olacak, Baş, âzânın  en büyüğüdür, akıl, idrâk baştadır. Şimdiye kadar aklı müstakimin hilafinda harekette bulundu isen cumlesinden temizlenmek icin baş meshedilecek. Ayaklar meshe­dilirken, bu  ayaklar hak yolundan şaşmayacak vs." denir. Abdestten sonra rehber: "Bu âna kadar işledigin çirkabı ma­sivâdan yüzünü sil" diyerek havluyu uzatır. Bu sözler bir defa verildigi için Bektaşilerin  (Bizim abdestimiz alınmıştır) demelerinin mânâsı budur. Çünkü telkinde söylenen şeylerden dönenın abdesti bozulur, dönmeyenin bozulmaz. Muteakiben Rhber (Tıyğ-bend) i talibin boynuna atar. 

Bektaşilikte evvela boynuna ve sonra da bele bağlanan ve talip tarafindan tekkeye getirilip o gün tığlanacak olan koyun'un yününden örülmesi lazım gelen ipliğe (Tıyğ-bend) denir. Tıyğ-bend üzerinde üç düğüm vardır. Bunlar (El)e, (Dil)e ve (Bel)e isarettirler. Evlilerde üçüncü düğüm çözülecek şekilde yapılı­r, böylece evvelâ tâlibin beli haramdan bağlanmış olur ve düğüm çözülünce helâline açılır. Mücerredlerde  ise, bele işaret olan düğüm çözülmeyecek şekilde vurulur. 

Bektaşilerdeki bu Tiyg-bend ile Zerdüşliğin şiari olan (Kusti) arasinda büyük benzerlik vardır, Kustı yetmiş iki iplikten dokunmuş olup her on iki iplikten bir parçadır, Böylece Kusti alti parçadan mürekkep bir kuşakt­ır. Bu da beyaz koyunun yününden örülür, bele üç kere dolanır. Bu adetlerin hepisinin ayri ayrı mânâları vardır. Bunlar da Tanrının varlığına, Zerdüş dininin hak olduğuna, Zerdüşt'ün peygamberliğine, Dördüncü düğüm de Zerdüştiliğin aslı olan iyi düşünce, iyi söz ve iyi iş esaslarının remizleridir. Maamafih Hind'de ve Iran­'da Zerdüşt dininden evvel de bu an'ane varmış. Nihayet esas olan itibariyle tasavvufa dayanan fakat ayni zamanda iktisadi teşekkülleri kavraması ve sanat erbabını teskilandırması bakımından ekonomik bir hüviyet  taşıyan  (Fütuvet) teşkilatı­nda (şed) namı verilen yün kuşak ve peştimal kuşanmada da büyük bir benzerlik vardır. Mistik olmakla beraber dünyevi kuvvetli prensipleri bulunan Fütuvvet teskilatı; âyinlerini gizlemeleri ile, çırak, kalfa, usta ve diğer dereceleri il, önlerine bağladıkları önlüğün Mason önlüklerine çok benzemesi hakikatten dikkate ve tetkike değer. 

Imami Ca'fer-al-Sadık'a isnad edilen ve bizde olan yazma Fütuvvetname nüshasında şöyle bir kayde rastlanmıyoruz: "Adem cennetten sürüldükten sonra bir incir yaprağını önüne koydu, Uzüm ağacından bir budak keserek belini bağladı ve böylece önlük meydana geldi". Bu Fütuvvetnamede önlüğün bâtınına ait uun tafsilât vardır. Rehber Tıyğ-bend'i tâlibin boynuna attık­tan sönra uçlarını kendi sağ elline dolar ve tâlibin sağ tarafında olup baş parmaklar karşı karşıya gelmek üzere sağ elini tutar. Tâlibin sol eli böğründedir. Rehberin sol eli omuzuna dogrü gögsündedir. Tâlibin başı açık,ayağı çıplak ve gözleri bağlı olup üzerinde dünyaya ait hiçbir şy yoktur. Bu vaziyette meydan odasının kapısından içeriye gırmek için müsaade talep edilir. 

Meydan odasında yedi  makam vardır. 

Birinci makam: Eşik'tir. Bu makam tarikat  makamıdır. Tanrının cemâlini müşâhede etmektir ve (teslim-i rizâ) dır. Teslim-i rizâda olmayanlar Nuh tufanı ile helâk olurlar. Bu lisan kuş dilidir.

 ikınci makam: Horasan postu. Pir makamı,Haçi Bektaş makamıdır.

 Üçüncü makam : Dâr-ı Mansur'dur. Meydan odasının ortasındadır. Bu makam hakikat makamıdır. Mansur'u asmışlar, yakmışlar, kul etmişler. Toprak mavolmaktır. Bu makamda ne sen var, ne ben. ancak var olan mutlak varlıktır. remzineisarettir. Dâr'da tâlip erenler yoluna ikrar verir. Suç, kusur burada söylenir. Buraya (Dârül âman), (Dârül uşşak) da denir. Her sene bütün mühipler (Baba da dahil olmak üzere) Dâr'da şu tercemanı okurlar:

"Bismi şah! Allah allah Allah! Özün dârda, yüzün yerde, eren­lerin Dâr-ı Mansur'unda, er hak divânında, erenler meydanında, elimden, dilimden, vesâir âzâmdan her ne günah sadir oldu ise erenlerin affını niyaz ederim. Bu fakirden ağrınmış, incinmiş can kardeş varsa dile gelsin, bile gelsin. Bende hakkı olan kardes talep etsin. Târikatte boyun kesmek hâtadır. Erenler menzili teslim'i rizâdır. Elimden, dilimden her ne gelirse elim kesmek, dilim kesmek revâdır" derler.

 Dördüncü makam : Mürşid huzurudur.

 Beşinci makam : (Ricâl-i gayb) dır. Vahdet-i vücud'a inanan sefillerce Tanrı, Ortodoks Müslüman inanışından bambaşka olup; hiç bir ad ile adlandırılmaya, hiç bir vasıfa tavsif edilemey ve hiç bir kayıt ile takyid edilemeyen, ancak anlatabilmek ve anlayışa getirmek için­ ( Mutlak varlik) denilen mefhumdur. Mutlak varlığın zâti iktizası zuhur etmektir. Başka bir ta'­bir­le makrocosmose'un (Müteehhirin ulemasınca microcosmose insandır) sükün halinde bulunuşu mutlak varlıktır, kendisini bilmesi de zuhurudur. Mutlak varlığın kendisini bilmesine ilim, aşk, akl-ı-kul, misk bir te'vil ile hakikat-i Muhammed­diye deniyor. 

Tanrının zuhuru olan varlık insandır. Tanrı sifatlarının bütününe mazhar olan tek varlik insandır. Insan, bu derece yüce mertebe sahibi olmakla beraber insanlarin hepsi lâyik oldukları yücelikte tahakkük etmemiştir. Bunlardan bir tanesi tam gerçeğe ulaşır. ki buna (Kutup) derler. Kutbun lügât manası: Değirmen taşının ortasındaki demirdir. Taş, nasıl o demirin etrafında dönerse âlem de kutbun etrafında döner. Bir çok kutuplar vardır. Fakat asil kutup (Kutup-al-aktab) olan kişidir ki Tanrının zâtı iktizası olan bilgisinin mazharıdır. Derece bakımından buna en yakın iki kişi vardır ki bunlara (Imâmân) sağ imam, sol imam denir. Bunlardan sonra yer yüzünün dört yanını idare eden dört direk (Evdat-ıerbaa) denen erler gelir. Sonra (Abdâller) gelir. Bunlar maddelerini mânâya, nefislerini ruha, izafi ve mevhum varliklarini mutlak ve gerçek varlığa tebdil ettiklerinden (Abdâl) diye anılırlar. Kutup ve imamlar (üçler)i, Evtad ve udelâ (Beşler)' teskil ederler. Bunlardan sonra (Rükebâ), (Nücebâ) ve (Nükebâ) lar gelir. Bunlar da (Yediler,kirklar ve uç yüzer) denir. Bu 3-5-7- ve 40 rakamlari her dinde mukaddestir.

 Sofilere Tanrı, kâinati, erenler arasındaki bu teşkilatı ile idare eder. Buna (Sltanat-ı Ilâhiyye) denir. Bunlar herkesce bilinmediklerinden (Ricâli gayb), Gayb erenleri deniyor. Işte beşinci makam budur. 

Altıncı  makam : Ocak. Erenler meydanınında buna (Küre) denir. Çiğler burada pışer; hamlar burada olur. Hakka erişilen ma­kamdır. 

Yedinci makam : Çerağlar, Meydan odasının kapısının tam karşı­sında (Taht-i-Muhammedi) veya (Kürsii Gadir-Hum) denilen tahtın üzerinde sırasıyle 3=5=7= ve 12 aded mum vardır. Bunlar üçler, Beşler, yediler ve oniki imam çerağlardır. Tahtın önünde (Meydan Taşı) vardır. Bu makam, elinde kudret kılıcı tutan (Hacim Sultan) makamıdır. Bu makamda erenler yolunda doğrü gitmeyini terbiye ederler, Korkup hazer edecek makamdır. Meydan Taşının yanında o aksam ayni ceme iştirâk eden canlarin adedince çerağ uyandırılır. Ayrıca bir mürşi çerağı ve onların yanında da tâlibin çerağı vardır.

 Meydan odasına girilmezden evvel küre üzerinde (Bâtın cë rağı) veya (Çerağ-ıdâim) denilen mum yakılır.

 Kırklar meclisi toplandiktan sonra mürşit (Çerağciı) ya da "Kalk erenler çerağları uyandır" der. Çerağcı (gayret kuşğı) denen beyaz bir kuşağı beline bağladıktan sonra  bâtın çe­rağından, (delil) tâ'bir edilen ince bir mum ile, aldığı bir şu'le ile evvelâ Kanun çerağı denilen üç mumlu şamdandan başlamak üzere sırası ile ve  muayyem merasimle bütün çe­rağları uyandırır. Tâlibin çerağı henuz uyanmamış vaziyette­dir. Bu, emir üzerine uyandırılırlar.

 Bâtın cerağından maksat, cumle canlar bununnuru ile nurlanıp hakikat-i-Ilâhiyye'ye varıldığını göstermektir. Nasıl ki  karanlikta görülmeyen eşya aydinlıkta görülebileceği gibi, Tanrınin mazharı tammı olan Adem de hakikat nuru ile, kendis­inden tecelli eden hakikattın esasını görerek Tanrıyi bilecek­tir.

 Yukarda zikrettiğimiz makamlardan başka (Aşçı postu), (Ek­mekçi postu) gibi tâli makanlar da vardır.

 Kırklar meclisi toplanıp çerağlar uyandıktan sonra Mürşıt "Erenler. canlar cümlemize akşamlar aşk olsun" diyerek  mecli­sin tamamlandığını haber verir ve muayyem bir dua okur.

 Her makamın önüne gelince (niyaz) yapilır. Derviş ayağını mühürleyip, yani sağ ayak baş parmağını sol ayağı baş parmağı üzerine koyar, ellerini de parmaklar açık olarak, sağ kol, sol kol üzerinde olmak üzere çarpazlama, omuzlar, hizasında gögsü üzerine koyarak hafifçe öne eğilmış vaziyette durur. Bu vaziy­et, niyaz ve kusurunun itirafı vaziyetidir. Ceninin rahimdeki durus vaziyetidir. Buna (Peymançe) denir. Meydan odasının kapısında baş açık, yalin ayak, gözleri bağli bu duruş dünyaya gelsin remzidir.

 Rehber, meydan odasının kapısından musaade taleb ederk tâli­ble birlikte (Eşık) makamında birinci derece niyazı yaparak içeriye girer ve her adımda şerat, tarikat, hakikat, ve mari­fet erenlerini selâmladıktan sonra yürüyüşe sağ ayakla başlar, her üç adımda peymançeye geçerek ikinci makama niyaz ettikten sonra (Dâr) a gelirler. Bektâşilikte, fütüvvet  teşkilatinda ve Mevlevilk/te bir işe başlanırken okunan müretteb,müscca ve ekseriya da manzum dualara da (Terceman) denir. Dede ve Baba tarafindan uksek sesle okunan dualara (Gülbank) denir. Bu dua okunurken mühibler ayakta iseler sağ ellerini gögüslerine koyarak hafifçe öne eğilirler, oturuyorlarsa ellerini mühürle­yip yani sağ el parmaklarının ucu sol el parmaklarının ucuna gelmek üzere ust üste koyup başlarını ceşde vaziyetinde yere koyarlar ve âmin yerine (Allah Allah) derler. Dua sonunda Dee (Gerçekler demine Hü" deyince onlar da (Hü" deyip ellerini öperek başlarına koyarlar.

 Hü Arapcada  (O) demektir. Sofiler bunu Tanrının en büyük adı olarak kabul etmişlerdir. "Gerçeklerin demine hü" demek, bu bakımdan gerçeklerin Zuhuru (O) dur. Onlar haktan zâhir olur­lar, Hakta bâtın olurlar. Donlar hakkın zuhuru, hak onlarin bütunu demektir. Hü kelimesiyle (Mahv) âleminden  (Sahv) âlemi­ne yâni haktan yine hakka,fakat hakkin bütunundan zuhuru­na rücu etmiş olurlar.

 Gülbank ve Terceman okunmazdan evvel (Bismişah) denir.

Rehber (Dâr)da şu tercemanı okuyarak tâlibi taktim eder:

"Bismişah; Allah Allah; eli erde, yüzü yerde, özü dârda,eren­le­rin Dâr-ı-Mansur'unda, Muhammed- Ali divanında, pir huzurun­da boyun bağlı, başı açık, can kurban, teni terceman, muteeh­hil ikrarı vermek isteyen filan isimli bir koç kuzulu kur­banımız var. Erenlerimizin pend=ü-nasihatıilehareket etmek ister, hanedanı ehli beyte tevellâ ve teberrâ kılmak şatıyla pirimiz hünkarımız Hacı Bektaş-ı-veli efendimizin katarına katılmak ister, getirelim mi? Emir mürşidimizin, ne buyurursu­nuz şahım erenler?"

 Baba,kırklar meclisinde yerlerini almış ve diz üstü oturmakta olan kardeşlerin fikirlerini sorar muvafakiyetlerini alır.  Müteakiben rehber, tâlibi mürşidin huzuruna getirir ve ona teslim eder. Tâlibin huzurunda dizleri mürşidin dizlerine temas etmek üzere oturur. Mürşid sağ eliyle tâlibin sağ elini, avuçlarını birbirine temas etmek ve baş parmaklar dik olarak birbirine dokunmak üzere, tutar. Bu tutuş yalnız Bektaşilikte Fütuvvet teşkilâtında ve Mevlevilikte vardır. Tâlip de sol eli ile mürşidin eteğine yapışır. Bu "el benim,etek senin, hak yolunda bizi doğru yola kilavuzlamakta kusur etmeyesin!" demektir. Buna "el etek tutmak, biat kılmak, nasip almak" ta denir. Burada mürşid, tâlibe şunlari söyler: "Ey tâlib, acı Bektaş Efendimizin yoluna girmek istiyorsunuz. Bu yol güçtür, Kıldan ince kılıçtan keskindir. Melâmet yoludur. Demirden yayadır. Erenler buyrmuşlar: "Geme gelme, dönme dönme gelenin malı, dönenin canı" Erenler nasihatleri ile hareket edecek misiniz? Ne dersiniz? Talib de: "Allah eyvallah" der. Mürşid devamla: "Nevsinle mücadele et, herkese iyiliktebulun, bâtıla uyma, kudretin varken affet, devletin varken mütavazi ol,kim­seden mürevvet ve insaf bekleme, eline, beline, diline sahip ol. Hakikat sırlarını fâş etme" der ve tâlibin başına tâcını giydirir. Müteakiben tâlibin boynundan çıkardığı tıyg-bend'e üç düğüm vurup, tâlibin ellerini başının üzerine kaldırır ve beline bağlar, sağ kulağına "Së riatte üstüvar ol, tarikatten haberdar ol, marifette pây-dâr ol, hakikette sabit kadem ol" der.Bundan sonra rehber tâlibi diğer makamlara niyaz ettirir ve her biri hakkında lazım gelen bilgiyi verir, Nihayet me­cliste bulunanların hepsine ayrı ayrı niyaz ettirir. Eğer meclis kalabalik ise, "Cümleden cümleye selam ve niyaz" der ve tâlibi yerine oturtur. Bundan sonra mürşit: "Halil Peygamber Tanrıya itaat ederk, nevsini Rahmâna, malını konuklara, cese­dini ateşe,oglunu kurban olmağa verdiği halde yine Tanrıya hamd etti. Göz yaşlarindan tuz zuhur etti" der sağ eli ile bir tutam tuz alır ve yüce anrı:"Bu tatli su, şu acı tuz"dedi: (!) onu ahid, borç ve öz verme âleti kıldı, Tannrı lânet etsin ahdini bozana" der ve sol elindeki su dolu kaba tuzu atar ve talibe içirir,mecliste bulunanlara da sunar. Herkes bir yudum içer,en sonunda kendisi içer.Sonra "Essalâm ey hazırun! iş bu kişi teslim oldu ve erenler yoluna niyet kıldı, bu suya ve tuza huzurunuzda and verdi ki yüz döndürmeye, bu yolda ve kapida ola" der.

 Bazen bu tuzlu su yerine tatli serbet içilır. Su, tuz ve şebet içmenin manalari vardır.

 Şerbet icme fıtri bilgiye işarettir. Kulda bu bilgi ezeli istidâdın temizligi ile husule gelmiştir. Yaradılıştaki te­mizliği elde edende bu bilgi tekrar zuhur eder.

 Su duruluğu bakımından ilme ve hikmete isarettir. Tanrı da "Biz her şeyi sudan yarattık"(2) demiştir. Ilk çag hükemasın­dan Thales'de bütün varlığı temel vazifesini gören tek bir asli maddeye "su" ya irca etmişti.

 Tuz, adalet ve fazilete işarettir. Akli kemalât ve ahlâka ait faziletlerin hepsi adalet ile husule gelir, nefis bu fazilet­ler ile kuvvet bulur ve derecesine yükselir. Tuz da aynen böyledir. Tuz olmazsa yemekler kuvvetli ve lezzetli bir hale gelemez. Tuz, eskiden beri mukaddesttir. Romalilar ve unanlı­lar âyinlerde, mabetlerde tuz sunarlar ve sofralarinda tuz bulundururlardı. Araplarda, Romalılarda ve yahudilerde tuz, dostluk remizleridir. Birlikte tuz  tadan iki kişi en mukaddes bağlar ile birbirlerine bağlanmış olurlardı. Görülüyor ki tuzun manevi ehmmiyeti pek büyüktür.

 Tuz, Bektaşilikte de pek mukaddestir. Sofrada mutlaka tuz bulunur, yemeğe tuz ile baslanır ve tuza parmak basip tadarak bitirilir.

 Fütuvvet teşkilatında nakayb (teşrifatçı) mahfile derecesini bilmediği birisi gelirse önüne tuz tutar,tuza parmak basanlar derecesini ve dedesinin ismini söyler.

 Şerbet içildikten sonra Çeragcı, Meydandan'dan dışarı çıkıp (Faraş) ve (Çâr)ı alır. Faraş eşiğin önüne koyup Çâr koltuğun altinda olmak üzere (Dâr)a ve Horasan postuna niyaz ettikten sonra mürşit huzurundan başlamak üzere Meydan'ı süpürür ve faraşın içine çeker. Bu, talibin ma"siyetinden temizlenmesi için yapılan senbolik bir fiildir.

 Böylece tâlip ikrar verip tarikate girmiştir. Tarikate inti­sap edene (Mühip) denir.

 Tarikatten haberdar olmayanlara (Zâhiri) veya (Hârici) denir. Muhiplik ilk derecedir. Muhiplikten sonra sırasıyle Dervislik, Babalik, Halifelik gelir. Diger tarikatlerde yola giren kim­seye (Dervis) denir. Bektâşilikte ise muhipliğe eriştikten sonra derviş olunur. Dervişliğe ikrar verip muayyem çileyi çıkarmak, hizmeti görmek suretiyle tarikate temamen bağlanan hakikat yolcusuna dervis denir. Muhip, dervişliğe ikrara verince tekkeye girer (Haydariye) denilen kolsuz ve yakasız gömleği giyerek muayyem hizmetleri görür.

 Drevislerde nefsi alcaltıp, gonlün temizliğini te'min etmek için az yemek,az icmek, az uyumak, nefsin istedigini vermeme­kusulü vardır ki buna (Riyazet) derler. Riyazetin muayyen bir usul ile yapılanına kırk gunlük riyezet manasına (Erbain), yahut (Çile) derler. Bu çile halvetilerde vardır. Dervis bir hücreye girere, tahammül edilirse ilk günü kırk zeytin, ikinci günü otuz dokuz ve nihayet kırkınci bgünü bir zeytin yer. Iktiza etmedikçe dışarıya çıkmaz. Çile bağı denilen iki ucu birbirine ekli bir kayışı boynuna ve dizlerinin altına geçırıp dertop olunur. Uyuklar,uzanmaz. (Müttekâ) veya (Muın) denilen üstü hilâl şeklinde alt ucu sivri bir âleti yere saplar ve üstüne başını koyarak uyur. Riyazetin bu şekilde nefse zulum yapilarak icrası merdud ve mezmün adedilmiştir. Mevlevilerde çile yani dervis dede olmak icin tekkede bibnbir gun hizmet eder. Evvela üç gün bir hücrede kapalı kalı. Ondan sonra dışarıya çıkar, hizmet görür, geceleri hücresinde yatar. Bektâşilerde riyazet hizmetlerdir. Hizmetin muayyen bir müdeti yoktur, ehliyete bağlıdır. Bir müdet sonra dervişlik erkânı gösterilerek hırka giydirilir ve derviş yapılır. Mamafi der­vişliğin yalnız hırka ile tac giymekten ibaret olmadığını Yunus Emra şu beyti ile ne güzel ifade etmiştir.

 

Dervişlik dedikleri hırka ile tac değil

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac değil

 

Şimdiye kadar zikrettigim bu merâsimde gizlenecek hiç bir şey yoktur. Esasen tasvvuf ehli bu merasimi de lüzumsuz görürler. Nitekim riyâ ve harici tezâhürattan kaçan ve sâliklerini dünyadan çekmeyen ve hayata bağlıyan ana prensiplere sahip olan Melâmilerde, diger tarikatlerde olduğu gibi, esmâ,riya­zet, âyin ve ekan,resmi kabul ve kisve yoktur.

 Melamilik tasavvufun nazari kısmi ile teesüri esasini kabul ediyor. Malüm olduğu üzere tasavvuf üç bakımdan incelenir:

1. Nazari tasavvuf. Ahlak ve muamelet kısmıdır. Zâhidlik esasına dayanır.

2. Teessüri- ruhi tasavvuf. Aşk ve cezbe esasına dayanmak­tadır. Mütesvvuf imanını, heyacani ile yaşatır.

3. ä yın ve erkân. Bu kısım tarikatin diğer tarikatlerden ayrılmasında tek âmildir.

 

Mesleğe girmek isteyen âğyardan hâli bir yerde, üç-beş mellami erinin huzurunda (kalbe bakıcı) denilen ve irşâda me'zun bulunan talibin kalbine nazar eder. Kalbe bakıci tâlibe ne istedigini sorar. O da "Tanrıyı isterim" cevabıni verince, Mürşid de: "Tanrıyı isteyen Tanrıdan başka her şeyi kalbinden çıkarır, sen de kalbinden her şeyi çıkar" der. Melâmetliğe duhül bundan ibarettir. Bundan sonra talib sohbet meclislerin­de bulunur, mürşid manevi makamati telkin eder. Bu meslek, yalnızaşk ve cezbeye, vecd ve istiğrâka ehmmiyet verir.

 Görürülüyor ki formalitelerde gizli olmasi icab eden hiçbir şey yoktur. Erkânı gizli olan her cemiyette yapildığı gibi halkın, Bektâşilik hakkında türlü kanaat ve görüşleri, ceşitli tezvirleri vardır.

 Sır olan (Hakikatı Ilâhiye) dir, (Bâtın Ilmi) dir,(Ledün Ilmi)dir. (...................Arapça.........) (Biz, peygam­berler zümresi insanlar ile ancak akıllari miktarınca ko­nuşmakla emredildik), yani her kese aklının yettigi kadar sylenecektir. Zira (............Arapça..........) halk bilme­diği ilme düşmandır. Mamafi esrar, ağyâra  sönylenmeyecek, yârdan da gizlenmeyecektir. Bâzı tasavvuf kitaplarinda yazılı­dır. (Bu kibı Ağyârdan mahfuz ve mestur et, ehlinden esirge­me). Demek ki sır diye bir sey yoktur. Herkese kabiliyet ve ehliyeti nisbetinde öğretilmektedir. Kitabin sahifeleri arası­nda parentez içinde ( Arapça) veya (Ey yâr yahu güzeşt) ibere­leri görülür. Bunlar o sahife icinde bir hakikatın ifade edildigi ve okuyanın gafil olmamasini ikaz maksadı ile konul­muştur. Bununla beraber hakikat harfler, rakkamlar, senboller ve allegoriler ile ifade edildigi icin almağa imkan yoktur.

 Bâtın  ilmi mutlaka mürsidden öğrenilir. (...Arapca)....) demişler, yani mürşıdsiz kemâle erilmez. Islami tasavvuf muazzam eserleri ile ve mürşidleri ile yalnız şarkta öğreni­lir.

 

Kur'anda Kehif süresinde bir hikaye vardır. "Musa ile Yuşa'ın Tanrıdan bilgi verilmiş birisi ile Hızır Peygamber ile,bulu­stukları, Musa'nın bilgiyi öğrenmek istedigi, Hızır'inda "Sabredemezsin" dedigi, nihayet itiraz etmemek şartı ile Musa'yı kendisine yoldaş ettiği" yazılıdır. "Hızır, yolda kendilerini parasız gemiye bindiren birisinin gemisini deliy­or, karaya çıkınca küçük bir oğlanı öldürüyor. Kendilerine yemek vermeyen bir köyde yıkılmak üzere olan  bir duvari düzeltiyor. Musa her defasında itiraz eder. Nihayet Hızır "Artık ayrılmamız gerek, yalnız sabredemedigin şeyleri anla­tayım" der. "Ilerde bir padişah vardi, sağlam gemileri zapte­diyordu. Gemi zaptedilmesin diye deldim. Çocuk kötü olacaktı. Onu öldürdum. Hem o günahsız gitti hem Tanrı, anasına , baba­sina hayırlı bir evlat verecek. Duvarin altinda bir define vardi. Yer de yatimlerindi. Yıkılmasinda ileride yetimlerin eline gecsin diye duvarı düzelttim. " der. Bu hikaye şunu anlatmak istiyor: Musa gibi bir peygamberin bile bilmedigi olduğu ve bilmediğinı öğrenmek için Hızır'ı aradığı, binaena­leyh hakikatı öğrenmek için mutlaka bir mürşidin huzuruna zaruret olduğu anlaşılıyor. Mevlâna"nın müsahibi Selâhaddin Zerküb Konevi'nin Sultan veled'e dediği gibi "Hakiki mürşidin nazari karşısında mutlaka lâ'l olur."

 

Tasuvuf  ehlinin bir kısmı ümmi olmakla beraber büyük bir mürşıdden feyz almışlardır. Sofilere bilgi bir gaye olunca insana darik verir ve atılması gereken bir yük kesilir. Bunla­ra bilgisi Tanrı tarafından öğretilen Ledün bilgisidir. Daha döğrusu büyük bir kabiliyete mazhar olduklari, üstün bir telkin kuvvetine mâlik bulunduklari halde okuyup yazma bilmey­en bu çeşit adamlar mütevazı bir terbiye ile yetişmemışler Fakatmüntesir bir terbiye ile gerçek bilginlere yak­laşmışlardır. Muhitleri, bulundukları sohbet meclisleri, görüştükleri ileri fikirli sofilerin halleri, hareketleri ve sözleri bunlari yavaş, yavaş olgünlaştırır ve tasavvufun ileri vehatta karışık umdelerinden bahseden bilginler ile münakaşa ederek kabiliyetlerini tastik ettirirler.

 

BAtın Ilmi nedir ?

Din istilasında Tanri'nın inanış ve yapışa ait hükümlerinin heyeti ummiyesine (Şeriar) adıverilir. Sofilere göre bunun bir iç yüzü vardır ki bu (Hakikat) dir. Yani dinin dış yüzüne şeriat, iç yüzüne hakikat derler. Başka bir tabirle Kur'an'ın bir dış yüzü, bir de iç yüzü vardır. Kur'an'ın zâhiri hükümle­rine uyanlara (Zâhiri), âyet ve hâdisleri te'vil ederek Kur[­an'ın hakikati ile meşgul olan ilme (Bâtım ilmi) ve bu ilim ile uğraşanlara (Bâtıni) denir.

 

Gerçekler yolunda dört kapı vardır: Şeriat, tarikat, hakikat, marifet. Islami tasavvufta yeşil kabuklu kestane misali malûm ve meşhurdur. Yeşil kabuk şeriate, kahve rengi kabuk tarikate, meyvanin üzerindeki zar hakikatte,  asil meyvada mârifete benzetilmiştir. Şeriatten hakikate giden yola tarikat, haki­kate erişenlerin sırlarını gizleyip şeriate uymalari da mari­fettir.

 

Şeriat hükümlerinin hakikati bâtini lisaninda harfler, rakam­lar ve semoller ile ifade edilmiştir. Zira eski inanışları değiştirmek güçtür ve bunları anlamak için herkesin kabiliyeti bir değildir, his etmeyenlere de duyurabilmek son derece müşküldür. Hakikat bütün açıklığıyla söylendiği taktirde  ya Mansur gibi asılarak öldürülür ve Nesimi gibi derisi yüzülür. Degâhında mürütlerini «Allahim Allahım» diye zikrettiren melâmi şeyhlerinden Ismail MâşukiEfendinin de Sultan Ahmet meydanında boynu vurulmuştur.

 

Şeriatın zâhiri emirleri ile mukayyet olmayanlara en hafifin­den zındık, münkir gibi isimler verilir ve şiddetle hücuma uğrara. Tasavvuf, bunun icin sır haline gelmiştir. Binaenaleyh mutasavvifler hakikat sırlarını, yalnız ehlininanlamasi için, semboller , rakamlar ve harfler ile ifade etmişlerdir.

 

Hurûfilik garip bilgilerdendir. Sofilerce pek eski zamanlardan beri biliniyordu. Fakat Esterâbadli Fazlullah bun sistem­leştirmiş tasavvuf esası üzerine bir hurûfilik mezhebi kurmuş­tur. Bu bilgi harflere birer hassa izâfi etmek ve bunlara adedibir değer vermek, bu değerler ile söz bulmak ve bu sözl­eri  yine rakamlar ile ifade etmektir. Bu harfe inanışın kaynağı Fisagor'un Mısır'da okuduğu ve Mısır/ilarin da Hind'­den geldikleri düşünülürse Hind'e kadar gider.

 

Sofiler tasavvuf vahdet-i-vücud'a ait sözlere, bu islerle ilgisi olmayanlar anlamadiklari icin, (Kuş dili) derler. Feridettin-i-Attar'ın Mantık-al-Tayr Kuş dili isminde bir eseri de vardır.

 

Islâmi tasavvuf Muhammed ve Ali'ye dayanarak hicretin ikinci asrında önce kaba bir zâhitlik ve sonra Iran ve Yunan felsefe­si ile karışık bir tarzda Kûfe, Basra ve Suriye'de başlıyor. Menâsik ile tamamıyle kalıplaşan bu meslekte vecd, aşk ve cezbe noksanı Horasanda reaksiyon mahiyetinde Melâmetliği meydana getiriyor, Melâmetlik ideolojisinin hayata tatbiki de Fütuvvet ehlinin meydana gelmesini sağlıyor.

 

Kur'an'da hurûf-i-mukataat  (.............Arapça..........) gibi harflerin birer mânaları olması icap eder vebelki her harf bir realiteyi tesvir etmektedir. Islami şartlarindan olan oruç tutmak, namaz kılmak ve hac etmenin teşrii sebepleri hiç şüphesiz ki vardır.

Vahdet-i-vucud'da inanan yani Tanrı'yı mutlak varlik olarak kabul edip bütun var olanlari denizin dalgalari gibi (O) nun zuhûru bilen sofilerce insanlar üç kısma ayrılır: 1. Avam, 2. Havâs, 3. Ahas-alhavâs.

Avam: Varlık birliğinden haberi olmayan ve yalnız şeratin dış yüzünü bilenlerdir. Zahitlerdir.

 

Havâs: Hakikat yolcusudur.

 

Ahas-al-havâs : Hakikat erenlerdir.

 

Zahid, namaz kılmakla emri yerine getirmiş olur ve Allah'tan kabuluni diler, hatta bu yüzden cehennemden kurtulacağını ve cennete gireceğini ümit eder. Tasavvuf yoluna girmis olan, namazı yalnız Allah'ın emri diye  kılar ve ondan dolayi hiçbir şey ummaz. Hakikate ermis olanlara gore namaz, mutlak varlığın ef'alinden ibarettir. Kılan zâtıdır, ibadet eden ve edilen birdir. O halde namazi, kulun Allah'a ibâdeti, ma'buda tapması seklinde görmek şirktir. Şu halde görülüyor ki namaz, her üçüne göre ayni namaz, fakat görüş ve duyuş ayrıdır.

 

Varlığından geçip hakikat mertebelerinde ilerlemis olan Mevla­na ve Yunus gibi sofiler  (ebed-i-Muhammedi) denilen seriat hududunu gözettikleri icin ve hakikate erismiyenleri kırmamak maksadı ile şeriat hukümlerine uymuş gibi görünürler. Bir kısmı bu hududu geçer: « Aşkım imamadır, gönlüm cemaattir, kıblemiz dost yüzüdür, Gönlüm dost mihrabina secde eder» der.

 

Tasuvvfta gaye Allaha ulaşmaktır. Bâtında iken bir kül, mutlak bir varlik olan Tanrı, zuhûru ile mevcudu mutlak olmuştur. Her zat sıfatiyle zâhir olur. Ruh ve cisimden teşekkül etmiş bulunan zat cismine nazaran zattır, fakat cisminden tecerrüt etse bütün kudret-i-kulliyesi ile Tanrı'dır. Alem her an Tanrı'dan zuhûr etmekte ve yine Tanrı'ya rucû etmededir. Bir an önceki âlem, bir an sonraki âlemden tamamiyle başkadır. Şu halde ne mâzi,ne istibâl var,ancak (âni vahid) vardır. Bu bakımdan tasavvuf ehline (Ehli hal) denir.

 

Tasavvuf telakilerini felsefi bir sistem haline getiren şeyh-i-ekber Muhiddin-ibn-i- Arabi bun izah maksadı ile uclarını birlestirdiği bir örtü içine bir cıva külcesi koyuyor, örtünün uclarıni bıraktığı zaman civa hesapsız küçükparçalara ayrılıy­or. Iştebu parçalar kainattan ayrılmış birer cüz'lerdir, hepisinin gayesi (Kül)le vasıl olmaktır, örtünün uclari tekrar birleştigi zaman butun parçalar eski haline, külçeye  katılmı­şlardır.

 

Tasavvufi düşünceleri biz eski ve orta çağ hükemâsında da görüyoruz. Eski çağ hükemâsı şarkta seyehat ederlermiş. Zerd­üşt ve Buba dinlerini biliyorlarmış. Iskender'in Asya sefer­lerinden sonra şark ve garp kültürleri daha geniş mikyasta birbirine kaynaşmış. Ne olursa olsun felsefelerin hangisinin hangisine te'sir ettiğini münakaşa edecek değiliz. Aklın yolu birdir.

 

Aristo, ilk muharrik kuvvete Allah diyor. Allah ayni zamanda her seyin sonunda da bulunur. Kâinatta oluş, Allaha döğru giden bir oluştur. Zira âlemde her şeyin gayesi Allahtır.

 

 Pateist felsefesi olan Sta mektebinde de ayni seyleri görüyo­ruz. Bu felsefe âlemi bir kül olarak kabul ediliyor. Insan ruhu, âlem ruhundan ayrılmıştır. Akıl, külli aklın bir parça­sıdır.. Beden de kainatin bedeninden bir parçadır. Ölüm, bedenin ve ruhun, kainatin beden ve ruhuna intikalindan başka bir sey değildir. Stoa metafiziği tam manası ile panteistir. Bu fikirleri yeni Fisagorcularda ve yeni Eflâtuncularda da görüyoruz. Yeni Eflâtuncuların  çok sevdikleri teşbihlerden bir Allah ve güneş arasinda yapılan benzetmedir. Her türlü ışık güneşten çıkmıştır. kendilerinden ziya intişar eden bütün cisimlerin bir şekilde günes ile alâkalari vardır. Ziyali cisimler hakikatte esasen günesten aldıklari işığı tekrar aksettirmekten başka şey yapamazlar. Işte nasil güneş her türlü ışığın menşei ise, Allah da var olan her  şeyin kay­nağıdır. Orta çağ mütefekkirlerinden Irlandali Johannes Erin­gena'ya göre tabiatin birbirinden ayrı olan dört safhasi vardır. Evvela bizzat yaratan tabiat yani Allah vardır. Ikinci safha Allah tarafından yaratılmış olan ve kendisi de yaratmak kudretine haiz olan, Ef­latun'un iddia­larıni ihtiva eden, tabi­attir. Tabiatin üçüncü safhası yaratilmış olan ve yaratmaktan mahrum olan cisimlerdir. Nihayet tabiatin gerek bütününde, gerekse muhtelif sahalarında yaratilmamış olan ve artik kendi­si de yaratmayan tabiate, yani Allah'a tekrar kavüşmak için sonunda gerçekleşecek olan bir tamahul vardır. Binaenaleyh Allah tabiatin yalnız başinda değil sonunda da bulunur. Yani âlem Allahtan başlayıp yine Allaha ulaşan bir devir hareketi­dir. Tabiatin bütün gayesi dönüp dolaşıp sonunda Allaha  ulaşmaktır. Bu fikir yeni Eflatüncu fikirlerdir.

 

Bâtın ilminde Ilm-el-yakin, ayn-el-yakin denilen üç term vardır.

Ilm-el-yakin, Vahdet-i-vücud'u bilgi ile bilmektir, ilim ile Allahı bulmaktır.

Ayn-el-yakın, Bilgisini görüş haline getirmektir.

Hak-el-yakın, Görüş halinden oluş halıne geçmektir.

Bayrami Melamilerden Hacı Bayram bu dereceleri: 

Bayram özünü bildi

Bileni onda buldu

Bulan ol kendi oldu

Sen seni bil sen seni 

Şiirinde Bilmek, bulmak, olamak tarzinda Türkce ifade et­miştir.

 Bu hakkikate  nasıl ulaşılır? 

Müşade ve mantiki düsünceye istinad eden bilgi tatminkâr olmuyor. Öyle hakikatler vardır ki bunlara ne müşahede ile ne de mantık yolu ile eişilir. Insanın deruni bir vahyile elde edilebileceği hakikatler vardır. Bunun için insanin kendi dışına çıkması lâzımdır. Bulunan şeyler muhayyilenin bir ipdai değil, tabiat üstu âlem hakkında bir görüş ve seziştir. 

Felsefidüşüncelerde hendesi zekâ kifatesizdir, ince zekânın (yani mânevi ilimlerde hâkim olan hads) yardımına muhtaçtır. Ilâhi hakikatler zekâdan kalbe değil, kalbden zekâya dogrü giderler. Hakikat ilmi, Zâhiri tahsil ile değil aşk ve cezbe ile elde edilir ve gönülden okunur. Buna (Ledün Ilmi ) denir. Bu ilim Tanrı tarafından ilham edilen ve mürşidin nazarı ve feyzi ile bilinen hakikat bilgisidir. 

AÇIKLAMALAR:

1. Kur'an,Furkan şûresi, Ayet 53.

2.Kur'an, Embiya Sûresi.