CUMHURİYET VE ALEVİLER

Kurtuluş Savaşı öncesi İstanbul işgal altındadır. Alevi dergahları, Osmanlı’dan kalma şekliyle kapalıdır. Yurdun bölünmüşlüğü, duyarlı tüm vatandaşlar gibi Alevi toplumunu da üzmektedir. Bunun için bir çıkış yolu aranmaktadır. Bu sırada M. Kemal  Paşanın ortaya çıkışı, Samsun’a gidişi,  Erzurum kongresi ve Sivas’a geliş hareketleri Alevi toplumunun yakın ilgisini çekmektedir.

Bir tarafta halife olan padişah, diğer tarafta da halifeliğe ve Padişahlığa baş kaldırmış olan M. Kemal Paşa vardır. Yüz yıllarca halifelerden, padişahlardan  çekmiş olan Anadolu Alevi’si, tek elden anlamış gibi  M. Kemal Paşanın yanında yer aldı.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Erzurum Kongresinden sonra Erzincan üzerinden Sivas’a gelirken padişah.,  Elazığ Valisi Ali Galip’ten  Mustafa Kemal Paşa  ve arkadaşlarının tutuklanmasını ister. Bu haberi duyan  Dersim  ve Erzincan Alevileri karşı önlem olarak,  Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına destek çıkarak Sivas’a kadar eşlik ederler.

Yine Dersim ileri gelenlerinden bir heyet, bu desteklerini Erzincan- Tercan ilçesinde Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek, yanında yer aldıklarını belirtmişlerdir. Mustafa Kemal Sivas’a geldiği zaman ve Sivas Kongresi süresince de Sivas ve Sivas yöresi Alevilerince korunmuştur.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sivas Kongresi’nden sonra Ankara’ya giderken Alevilerin tam desteğini yanına almak için Alevilerce ser çeşme olarak itibar gören  Hacıbektaş Dergahına, yani pir evine  uğramayı da ihmal etmiyor. Baki öz, Kurtuluş Savaşı’nda Aleviler- Bektaşiler adlı yapıtında Mustafa Kemal Paşanın, Cemalettin Çelebi ile görüşmesini şöyle anlatıyor;

“Atatürk, Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra Ankara’ya geçerken,İlicek Çiftliği üzerinden  Hacıbektaş’a gelinerek  Cemalettin  Çelebi ile görüşmesi programlanıyor. Fakat yolların çamur olması  yüzünden bu program uygulanmıyor. Bunun üzerine Gazi Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekiler bozuk ve bakımsız yolu  izleyerek Mucur’a geliyorlar. Geceyi  Mucur’da geçiriyorlar. 23 Aralık 1919 günü Mucur Kaymakam Vekili Nihat Bey’i de yanlarına alarak Hacıbektaş’a geliyorlar. 

Camalettin Çelebi o günlerde rahatsızdır.  Bununla beraber Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını çok belirgin bir sevgi ve saygıyla karşılıyor.  M. Kemal Paşa , İstanbul Hükümetine istifasını göndermiştir. Resmi bir sıfatı yoktur. Cemalettin Çelebi, o güne kadar  hiç bir konuğuna göstermediği sevgi ve yakınlıkla M. Kemal Paşa ve arkadaşlarını ağırlıyor.  Ve yine devamlı açık bulunan misafirhanesi olduğu halde , konukları  kendi evinde ağırlıyor. Akşam yemeğini tüm konuklar birlikte yiyorlar. Camalettin Çelebi aşırı olmamakla beraber içki kullanıyordu. Fakat o günler hasta olduğu için doktorları tarafından kesinlikle içki kullanması yasaklanmıştı. Buna rağmen misafirlere ikram olarak sofraya içki koydurtmuştu. Cemalettin Efendi’nin bu ikramına karşılık  M. Kemal  Paşa’da Efendinin bu isteğini kırmamış ve  bölgede özel olarak yapılan şarabı merak ederek bir iki kadeh almıştır. Mustafa kemelin bir iki kadehle yetinmesinin nedeni belki de Çelebi’nin hasta olmasından dolayı ve içki içmemesini düşünerek fazla içmemiştir. Diğer konuklarda  onlara uymuşlardır.  İki saat süren yemekten sonra tüm konuklar misafirhaneye alınmışlar. Çelebi Efendi’nin evinde sadece M. Kemal Paşa ve özel muhavızı kalmıştır. Cemalettin Çelebi, Mustafa Kemal ile rahat konuşmasını sağlamak ve kendilerinin rahatsız edilmemesi için kendilerine hizmette bulunan hizmetçilerini de içeri girmemeleri için tebihlemiştir. İşte bu nedenledir ki M. Kemal Paşa ile Cemalettin Çelebi arasında geç vakitlere kadar  süren konuşmanın konusu kimse tarafından bilinmemektedir. Mustafa Kemal Paşa ile Camalettin Efendi arasında geçen bu konuşmaların içeriği daha sonraki yıllarda  Velayettin Çelebi sözlü olarak şöyle açıklamıştır;

Bu baş başa konuşmaların bir yerinde Cemalettin Çelebi,  M. Kemal Paşa’ya  ‘Paşa hazretleri’ diyor; 

” Cesaretli ve basiretli idarenizde Türk Milleti’nin düşmanlarını kahredeceğine inancım sonsuzdur. Yüce  Allah’ın milletimize müyesser edeceği zaferden sonra Cumhuriyet ilanını düşünüyor musunuz?”

Bu sözler üzerine; M. Kemal Paşa  heyacan ve dikkatle Cemalettin Çelebi’nin gözlerine bakıyor, biraz yaklaşıyor onun elini avucunun içine alıyor,  kulağına fısıldar gibi yavaş fakat kararlı bir sesle ;” O mutlu günün ilanına kadar aramızda kalmak kaydıyla evet, Çelebi hazretleri “diyor. Veliyettin Ulusoy , Alevilerin sesi, yıl 1998 sayı 27.”   

Mustafa Kemal Paşanın  Samsun’a  çıkışını izleyen günlerde ve Kurtuluş Savas’ı süresince Camalettin Çelebi ile Atatürk sıkı temas halinde olduğunu Cemal Kutay,  Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları adlı yapıtında; “ Amasya’da Mustafa Kemal Paşayı  karşılayan heyetin içinde Cemalettin Çelebi’ de vardı.” Diye  yazmaktadır. 

Demek ki, Anadolu topraklar henüz işgal altındayken,  bağımsızlık savaşının  Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başarıya ulaşacağını ve Anadolu toprakları üzerinde yeni bir devletin kurulacağına tam inanan Aleviler kurulacak devletin, yönetiminin ismini vererek Cumhuriyet olması istiyor ve Mustafa Kemal Paşadan söz alıyorlar.     

Cumhuriyetin isim babası Alevilerdir. 

Aleviler,  Cumhuriyetin isim babası olduğunu  daha Kurtuluş Savaşı   başlamadan,  M. Kemal Paşanın Hacıbektaş  evlatlarından ve Hacıbektaş Dergahında Postta oturan Cemalettin Çelebi ile yaptığı görüşmesinde ve  bu görüşmede bize aktarılan konuşmalarında anlıyoruz. Hatta  M. Kemal Paşa ile Cemalettin Çelebi arasında “ Pir evi Protokolu” diye bir antlaşma yapıldığı  söylenmektedir. Bu antlaşmanın ilk maddesinin Devlet yönetiminin Cumhuriyet olacağıdır 

Yukarıda’ Pir evi Protokuna’  benzer bir antlaşma da  Dersim  ileri gelenleri  ile yapıldığını, Dersim Hareketinin önder kadrosu içinde yer alan  Nuri Dersimi’den öğreniyoruz Nuri Dersimi, Dersim adlı yapıtında , 1938 Dersim hareki önderi Seyit Rıza, Mustafa Kemal Paşa tarafından kendisine gönderilen heyete:

“ Mustafa Kemal Paşa bizimle antlaşma yapmıştı. Yeni devletin kurulmasından sonra, biz kendi örf adetlerimize göre özgürce yaşayacaktık. Görevlilerimizi kendimiz belirleyecektik. Yani biz Aleviyiz ve Alevice yaşamak istiyoruz.” dediğini yazmaktadır. 

Aleviler, ümmetçilikten kurtulup, halkın egemenliğinin esas alındığı bir devlet yönetimini istiyorlardı. Bu istem ve görüşlerini ve hatta yönetim şeklini, yanı adını da Cumhuriyet olarak belirterek   kurtuluş mücadelesi başlamadan önder kadroya  söylüyor ve bu yönlü güvence alıyorlar.

Cumhuriyet: Ulusun,  egemenliği doğrudan doğruya  ya da belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçim

Bunun içindir ki,  Osmanlının ümmetçi ve yönetiminden kurtulmayı hedefleyen  Aleviler,  Kurtuluş Savaşı’na tam destek vermiş,  Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının  yanında yer almışlardır. Kurtuluş savaşı süresince  Mustafa Kemal Paşaya hiç desteklerini esirgemeyen Anadolu Alevileri, cumhuriyetin ilanından, tüm devrim yasalarına kadar  Mustafa Kemal Paşanın yanında olmuş ve bu çağdaş değişimin öncülüğünü yapmışlar.

  İlk Mecliste çoğunluğu elinde bulunduran Alevi Millet Vekillerinin destekleri  ile Cumhuriyet 128 ret oyuna karşılık 158 kabul  oyunda yine Alevi Millet  Vekillerinin büyük gayretlerini görmekteyiz. Bu destek ve gayret  Devrim  Yasalarının bir biri ardına çıkarılmasında da görmekteyiz.   

Atatürk,  koşulları ve olanakları özenle değerlendirip gözeterek , zamanlamayı beceriyle yaparak ilkelerini gerçekleştirmiş, amaçlarına ulaşmıştır. Böylece Cemalettin Çelebi diğer Alevi ileri gelenlerine ve Osmanlı yönetiminden rahatsız olan çağdaş düşünen insanlara  Devlet Yönetiminin Cumhuriyet olacağı yönlü verdiği sözünü de böylece yerine  getirmiştir 

Aleviler, Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 1923 tarihinde kurulması ile birlikte, Osmanlı dönemindeki konumlarından çok çok daha iyi konuma gelmiş  ve laik yapı içerisinde hiç değilse yasalar önünde, diğer vatandaşlar gibi birinci sınıf  vatandaş olmuşlardır. Bu aşamada  Aleviler,Türkiye Cumhuriyeti baz alındığında bütünün olmazsa olmaz bir parçası, organı, daha doğrusu kendisi olmuşlardır. Alevilerin bu konumu ( 1938 Dersim soy kırımı hariç) 1950’lere  kadar sürmüştür. 

  Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, Şeriye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Yasası’nın kabulü ve diğer düzenlemeler, çağdaş atılımlar olarak gerçekleştirilmiş, hukuk devleti aşamasına geçilmiştir.  Bunun sonucu olarak 10.4.1928 tarihli 1222 sayılı yasa ile anayasanın  2.ci maddesi değiştirilerek dinle ilgili bölümü çıkarılmıştır. Daha sonra da 5.12.1937 tarihli ve 3115 sayılı Yasa ile Anayasanın 2. Maddesi “ Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkilapçı. şeklinde değiştirilmiştir.  

Cumhuriyet, Laik Yönetim, Laik Hukuk ve Laik Eğitim üzerine kurulmuştur. Medeni yasamız hukuk devriminin anıtıdır. Çünkü dinsel hukuktan , çağdaş hukuka geçiş ancak ve ancak Laiklik ile gerçekleşebilir. Bu nedenle Laikliğe; çağdaşlaşma da denilebilir. Cumhuriyet hukuksallığı, laikliğin benimsenmesiyle tamamlanıp, gerçeklik kazanmıştır. 

Laiklik; Anayasal ilke olarak  devletin değişmez temelidir. Bu nedenle de , tüm devlet yapısı bu ilkeye uygun biçimde oluşturulacak, kurulacak, düzenlenecektir. Bu ülke ile dinsel gerekler gözetilmeyecektir. Burada us ve bilinç egemen olacaktır. Yani dinin etkisi geçmeyecektir. 

Laiklik, uygar dünya ile  birleşmemizi getirmiş; ulusumuzun diğer uluslar arasında onurlu yerini almasını sağlamıştır. Genel ve toplu bir yenileşmenin itici gücü olmuştur. Eğitimden başlayarak her alanda özgür düşüncenin etkinliğini kurmuş, özgür insanı yaratmıştır. 

Laiklik, ülkeyi karanlıkta bırakan, ulusu yokluklar içinde tutan, bilime, usa, sanata, uygarlığa karşı duruştur.

Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, İnsan Hakları Laiklik Demokrasi Yolunda, s 37 de; “... Üzülerek belirtelim ki, laiklik kavram olarak bile iyi anlaşılmamıştır. Değişik tanımlar yapılmıştır. Gerçek şudur ki, yandaş ve karşıt olanlar bilinçsiz biçimde anlatmaya çalışmışlar, usla ilgisini bırakıp vicdanla ilgili göstermişlerdir. Kimi din düşmanlığı, kimi devlet din ayırımı kimi dinde yenilik, kimi hoşgörü, kimi bağnazlık, kimi dinsizlik olarak  ele almıştır. Belki  hepsine değinen yanları vardır. Ama tümüyle hiçbirisi değildir. Laiklik, Devlet yaşamının dinsel gereklere göre değil usa, hukuka göre düzenlenmesi ilkesidir. Uygarlıktır, çağdaşlıktır, insanlıktır.”  

İşte bu noktada Alevilerin neden cumhuriyete ve özellikle de Cumhuriyet’in önemli kazanımlarından olan Laik devlet düzenine sahip çıktıkları ve bu ilkenin demokrasinin olmazsa olmaz ön koşulu  olarak görmelerinin altında yatan gerçek, bu ilke ile kendilerini özgürce ifade etme imkanını  kavramalarından kaynaklanmaktadır. 

Aleviler haklı olarak  demokratik, laik ve çağdaş hukuk  devletini savuna gelmişlerdir.  Çünkü Osmanlı döneminde din adına verilen ve inançlarından dolayı zulmeden, iftiralara uğratılan, katliamlara maruz bıraktırılan Aleviler, padişah fermanlarından,  Ebusuut  gibi zalimlarin fetfalarından bıkmış usanmışlar. Şeriat yönetiminin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Kendilerini  ancak ve ancak demokratik, Laik ve çağdaş hukuk devleti içinde ifade edebileceklerinin bilincindeydiler. 

Dini inançların günlük yaşamı etkilememesi ya da günlük yaşamda belirleyici olmaması insanın bilinçlendirilmesi, bilim öğrenmeye teşvik edilmesi, din kurallarının ikinci plana itilmesi Alevi toplumunun inancının temel felsefesini oluşturur. 

Alevi toplumunun bu felsefi düşüncesinden hareketle neden cumhuriyete ve özellikle de cumhuriyetin önemli kazanımlarından olan Laik ilkesine sahip çıktıklarını daha iyi anlamaktayız. Çünkü Laiklik; insan haklarıdır, özgürlüktür, hukukun üstünlüğüdür, şeriat ilkesinin bilinen biçimi ile reddidir, ” Her şey Allah için” ilkesi yerine “Her şey insanlık için “ ilkesidir. 

Anadolu Alevileri laikliği, Avrupa’dan çok önceleri  bir yaşam tarzı olarak  yaşamışlardır. Laiklik, Avrupa’da  sadece bilimsel bir yapıya kavuşturulmuştur.  Tüm bu  veriler bizi göstermiştir ki. Aleviler Laik’tirler. Yüz yıllardır laik yaşadıkları için de  savuna gelmişlerdir.

1924 Anayasası’ndaki, “Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslam’dır” hükmünün Anayasadan çıkarılması önergesine, Kurtuluş Savaşı yapıldığı koşulları göz önünde tutarak bizzat Atatürk karşı çıkmıştır. Karşı çıkma nedenlerini sonradan Atatürk,  Nutuk’ ta açıklamıştır. Şöyle diyor: 

     “ Efendiler, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 2. Maddesinin başındaki,’Türkiye Devletinin dini, Din-i İslamdır’ cümlesi Cumhuriyetin ilanından sonra da yeni Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yapılırken Laik hükümet tabirinden, dinsizlik manası çıkarmaya mütemayil  olanlara fırsat vermemek maksadı ile Kanunun 2.maddesinde kalmasına göz yumulmuştur.” 

Bu sözler, genç Cumhuriyet’in yüz yüze olduğu engelleri ve tehlikeleri belirtmesi kadar, Atatürk’ün devrimcilikteki ve laiklik’teki ince hesabını ve kararlığını da göstermesi yönünden çok ilginçtir. Laik olmayan toplumda hukukun üstünlüğü,  insan hakları ve demokrasi gibi kurumların yaşayıp yeşerecekleri bir ortamı bulmaları mümkün değildir.  Laiklik ve insan hakları, birbirinden ayrılmayan kavramlardır. Bu kavramlar çağdaş demokrasinin temellerini oluşturur. 

Türk toplumunda laiklik yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, ayni zamanda çağdaşlaşmayı da ifade etmektedir. Anayasa Mahkemesinin bir kararında Laiklik;  “Gerçekte laiklik din-devlet işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz. Boyutları da daha büyük, alanı daha geniş bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık ortamıdır. Türkiye’nin modernleşme felsefesi, insanca yaşama yöntemidir. İnsanlık idealidir. Laik düzende özgün bir sosyal  kurum olan din, devlet kuruluşuna ve yönetimine egemen olamaz. Devlete egemen ve etkin güç, dinsel kurallar ve gerekler değil, akıl be bilimdir. Din, kendi alanında, vicdanlarındaki yerinde, Tanrı-insan arasındaki inanış olgusudur. Kişinin iç-inanç dünyasının düzenleyicisi olan dinin, devlet işlerinde söz sahibi ve çağdaş değerlerle, hukukun yerine geçerek yasal düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olması  düşünülemez.”  ( Esas 1989/1, karar 1989/12 , karar günü 7.3.1989 -R.G.5 Temmuz 1989 -20216 s.27)

  Tüm bu değişimler Alevi toplumunun inancının temel felsefeni oluşturur. Bunun içindir ki;  Aleviler, gerek Kurtuluş Savaşı’nda ve gerekse 1.ci Mecliste Alevi Millet Vekilleri ile Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının yanında yer almışlardır.  

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte, Osmanlı dönemindeki konumlarından  çok çok daha iyi konuma gelmişler. Laik yapı içerisinde hiç değilse, kanunlar önünde diğer vatandaşlar gibi kendilerini birinci sınıf vatandaş görmüşlerdir. Bu noktada Aleviler, Türkiye Cumhuriyeti baz alındığında , bütünün olmazsa olmaz bir parçası, organı, daha doğrusu kendisi olmuşlardır.Bu durum, ülkemizde Atatürk ilke ve devrimlerinden ağır ağır sapılarak dinsel görünümlü gericiliğe ödün verilmeye başlandığı 1950 ‘lere kadar süre gelmiştir. Bu döneme kadar Aleviler, devletin tüm imkanlarından diğer vatandaşların yararlandıkları oranda ( müstesnalar hariç)  yararlanmış ve devletin pek çok kademesinde memur olarak görevler almışlardır.  

Çağdaş ve uygar devlette din; kimi haklara sahip olmanın bir koşulu değildir. Günümüzde devlet, vicdan hürriyetine olabildiğince saygılı olması, bünyesinde çeşitli din ve mezheplere yer vermesi gerekir. Çünkü Laik devlette, herkes inancını, dinini özgürce seçmekte, bu inançlarını özgürce  açığa vurabilmektedir. Laik devlet din konusunda, bireyin inancına  bakmaksızın yurttaşlarına eşit davranan, yan tutmayan devlettir.  

Batılaşmada  ve modernleşmede Laik cumhuriyet ilkesinin çok önemli bir işlevi olduğunun bilincinde olan Mustafa Kemal Atatürk; 1930 yılında Serbest Fırka kurulurken Laik Cumhuriyet ilkesinin dışındaki konularda tarafsız kalacağını  söylüyor fakat bu tarafsızlığını şöyle ifade ediyor; 

“ Türkiye Cumhuriyeti sadece bir dünya devletidir. Biz ilhamlarımızı gökten veya gaipten değil doğrudan doğruya hayattan alıyoruz. Buradaki amaç yalnız devletin ya da “siyasal”ın değil, ayni zamanda toplumun “toplumsal”ın da laikleşmesidir. 

Laik sistemin hukuki yapısını oluşturmaya yönelik düzenlemeler, İlamcı görüş taraflarınca  “baskı politikaları.... inanan insanların inançlarından dolayı korkutma, sindirme ve yıldırma olarak nitelendirilmiştir. Bunun sonucu olarak  batılaşa ve modernleşme süreci tek parti döneminde bastırılan İslamcı ayaklanmalara sahne oldu. Bunlar;

1925 yılında Şeyh Sait isyanı, 1930 yılında Menemen olayı, 1933 yılında Bursa Ulu Cami olayı, 1935 yılında Siirt olayı ve 1936 yılında İskilip  İslamcı isyanlarıdır.

  1940’lardan sonra katılımcı ve yarışmacı bir siyasal yaşama geçerken  şeriat yanlısı İslamcı gurup ve tarikatlarca geliştirilen İslami yorum gün geçtikçe taraf buldu. Bu akımlardan çekinen Atatürk’ün partisi olan CHP bile din ve laiklik konusundaki  yorumunu yenileyerek başlangıç çizgiden ayrılmaya başladı

17 Kasım 1947 de toplanan CHP VII Kurultayı devletçilik ve laikliğin liberalleşmesine yönelik yeni ilkeler belirledi. İlk icraatı olarak 1947 yılında hacca gideceklere döviz tahsis etti.

1949 yılında ilk okul 4 ve 5.c sınıfları ders programlarına isteğe bağlı din dersleri kondu. Yüksek düzeyde din adamı yetiştirmek üzere Ankara Üniversitesine bağlı  İlahiyet  Fakültesi’nin Kadro düzenlemesi yapıldı.  1948 de Milli eğitim bakanlığına bağlı İmam Hatip kursları açıldı. 1 Mart 1950 yılında Tekke ve Zaviyeler kanununda değişiklik yaparak  1925 yılından beri kapalı olan “Türk büyüklerine ait türbeler ve sanat değeri olan türbeleri yeniden ziyarete açtı.

  Kısacası; 18 Temmuz 1945 te kurulan Milli Kalkınma partisiyle açılan çok partili rejim öncesindeki Terakki Perver Fırka ve Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminde olduğu gibi 1945 Temmuz’ unda kurulan  Demokrat Partinin iktidara geldiği 22 Mayıs 1950’ye kadar geçen sürede Türkiye’de kurulan 24 siyasi parti ve kuruluşun büyük bir kısmı parti programlarında din ve gelenekler bakımından izlenecek muhafazakar çizgiyi belirterek dinsel direncin sesini siyasal arenada duyurma çabası içine girmişlerdir. Bu olgu 1950’lerden sonra aynı paralelde kurulan bugünkü siyasi partilerde kendini bariz bir şekilde göstermektedir.

  Anayasal ve Laik devlet ilkesine bu süreç içinde en açık darbe 1965 tarihli 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun” ile indirildi.

Bu düzenlemeye göre, Diyanet İşleri Başkanlığının görevi; İslam dininin inançları, ibadet ve Ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmektir. 

Burada “Ahlak esasları ile ilgili işleri” gibi içeriği hukuken belirlenecek bir işlev yüklemek ancak devletin bir dini ideoloji olarak benimsemiş olduğu anlamına gelir. Yani Sünni İslam devletin resmi dinidir. Devlet dolaylı da olsa laiklik ilkesini bir tarafa bırakmış din devleti olmuştur.

  Yasa koyucu bununla da yetinmemiş 1982 anayasasının 136 maddesiyle  “Milletçe dayanışma ve bütünleşme görevi” diyanet işleri Başkanlığına verilmiştir. Böylece Laiklik ve Milliyetçiliği dinsel görevlerle birleştirmiştir. Böylelikle Mustafa Kemal Atatürk zamanında taviz verilmek istenmeyen Laik Cumhuriyet ilkesi tamamen ihlal edilmiş ve  bugünde  laik cumhuriyet için tehlikeli olan  irtica birinci sıraya oturtulmuştur.

  Özellikle 1950’lerden sonra gelişen şeriatçı ve gerici güçler örgütlü olarak devlet kadrolarını ele geçirerek, siyasi iktidarların da yanlı tutum ve davranışları ile Devrim Kanunlarını rafa kaldırdılar. Cumhuriyet ilkelerinin temel taşını, beynini teşkil eden ve sağlam zemine oturtmuş olduğu bu laiklik kavramı, maalesef “demokrasi şehidi” olarak anılan  Adnan Menderes’in kabinesinin “ Ezanın Arapça okunması yasağının 16.6.1950’de aldığı bir kararla kaldırılmasıyla laiklik yolunmaya başladı. Bu yolunmaya onu takip eden devlet büyüklerimiz devam ettiler. Mantar gibi çoğalan İmam Hatip Okulları, Kontrolsüz kurulan Kuran Kursları açarak, Tarikatlara göz yumarak Atatürk’ün önem verdiği, üzerinde durduğu laiklikten saptılar. Sonuçta bu temel ilke; günümüzde yolunmuş tavuğa benzemiş oldu. 

  12 Eylülün aşırı sağa yaklaşan ideolojik yapısı ve şeriatçı uygulamaları, şeriatçı güçlerin devletin her kademesinde daha fazla yuvalanmalarına ve temelde karşı oldukları laik Türkiye Cumhuriyetini yönetir duruma getirmiştir. O günlerde  Laikliğe bağlı, fanatik İslam’a karşı olduğunu söyleyen zamanın Cumhurbaşkanı Kenan Evren  hükümetin zorunlu din derslerine yönelik kararını açıklarken “ Bu şekilde çocuklarımızın resmi olarak din eğitimi almaları sağlanacaktır. Bu uygulamamız laikliğe aykırı değildir.” Diyor. Zorunlu din derslerinin anayasaya konmasının yanlış ve tehlikeli olduğunu gören  ayni Evren 2 mayıs 1990 yılında da  “ Biz zorunlu din derslerini Anayasaya iyi niyetle koyduk, Kur’an Kurslarının açılmasını önlemek için, kurslar kapanır sandık diye de itirafta bulunuyor

  Tarihsel süreç içerisinde, özelikle son yüz yılda takdim edilen tek yanlı İslam anlayışı, yorum ve uygulamasıyla  Anadolu insanının değerleri çoğunlukla terk edilmiş, daha çok İslam’ı olarak takdim edilen Arap değerleri benimsenmiş ve uygulana gelmiştir. Bu durum, kendilerini  bütünün vazgeçilebilir bir parçası konumuna getirmek isteyen siyasi iktidarlar, devletin kurum ve kuruluşlarında önemli mevkileri işgal edenlerle Aleviler arasında sorunlar yaşanmaya başlanmıştır. Böyle olunca da Alevilerin devletten uzak durmasını ve devletten küsmesini gündeme getirdi.   

  1950’den sonra din, bir oy potensiyeli olarak ön plana çıkınca laiklik tartışılmaya başlandı. Dini düşünceyi eğitim alanının dışında tutmayı amaçlayan Eğitim Birliği İlkeleri zedelendi. Laik öğretim yapan Öğretmen Okulları, Köy Enstitüleri kapatıldı. İmam Hatip Okulları ve İslam enstitüleri açıldı.

  28 Haziran 1997 yılında güven oyu almayan Bülent Ecevit  sağdan özellikle de eski ortağı MSP inden destek alması uğruna hükümet  programında şu cümlelere yer veriyordu.

  “Toplumun ve insanlığın ortak değeri olan İslam dini, milli birliğin sağlanmasında kalkınma çabalarımızın başarıya ulaşmasında, iç barışın oluşmasında ve kardeşlik duygularının geliştirilmesinde kutsal bir kaynaktır.... Hükümetimiz köylerde ve dar gelirli yörelerde cami yapımına yardımcı olacaktır. Vekil İmam Hatiplerin kadro intibaklarını ivedilikle sağlayacaktır. Hükümetimiz bütün din görevlilerinin manevi ve maddi huzurunu sağlamayı ödev bilecektir.”     

  1982 Anayasası. Devletin laiklik niteliği aynen korunmuş. 1961 Anayasası’ndan farklı olarak başlangıç bölümümde “Laiklik ilkesinin gereği kutsal  din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılmayacaği” kuralı benimsendiği halde 24 maddede “ Din Kültürü ve Ahlak öğretimi ilk ve orta okullarda zorunlu ders olarak  öngörülmüştür. Zorunlu din derleri, Laiklik ilkesi ile bağdaşmadığı gibi uluslararası sözleşmelere de  aykırı olduğu halde, bu uygulama, Sünni İslam dışında kalan  özellikle Alevi inanancındaki velileri ve çocuklarını zor durumda bırakmıştır.

  Alevilik sosyal, kültürel, siyasal ve inançsal olarak bir büyük topluluğun yaşam biçimidir.

Toplumumuzun  üçte birini aşan Aleviler. Cumhuriyetin, demokrasinin, laikliğin temel taşıdır. Atatürk ilke ve inkilaplarını benimsemiş olan bu topluluk  hiç bir kimsenin kulu ve kölesi değildir. Eline, beline, diline sahip olmak gibi ahlakın en önemli kuralına dayalı olan hoşgörüyü, insana saygıyı, demokrasiyi bir yaşam haline getirmelerine rağmen  yıllardan beri çeşitli biçimlerde dışlanmak ve yok sayılmaktadırlar. Bu durum Alevileri yaralamakta ve hoşlarına gitmemektedir.
Alevilik felsefesine göre yaşamlarını sürdüren Aleviler laik, humanist, liberal ve çağdaş insanlardır. Durum böyle olduğu halde Alevi öğretisine ve yaşam tarzına yönelik gerçeklerin ortaya çıkması engelleniyor, toplumun  büyük bölümü baskı altında tutularak veya (kendisine öyle hissettiğinden) kendi benliğini, kendi kimliğini, inanç ve kültürünü gizleyerek yaşamak zorunda bırakılıyor. Bu da her an toplumsal patlamalara neden olur. Şu gerçek bilinmelidir ki; Aleviler çokça haksızlıkları maruz kaldılar.  Örneğin : Yakın tarihimizde Çorum, Maraş, Sivas, Gazi olayları gibi.

Cumhuriyet ilke  ve inkilaplarına, Devrim yasalarına rağmen Alevilerin bunca baskı altına alınmalarına, katliamlara maruz bırakılmalarına, yerinden yurdundan edilerek sürgün hayatı yaşamalarına, yok sayılmalarına, kendi inanç ve kültürlerini yaşamama durumuna getirmelerinin mantıklı, bilimsel bir açıklaması olamaz. Olsa olsa siyasi, politik çıkar açıklaması olur. Yoksa gerçekçi bir gözle bakıldığında  Alevilerin suçu nedir? Neden bu haksızlıklara maruz kaldılar? Surularına verilecek yanıt bir hiçtir. Aleviler, her namuslu, laik, sosyal, aydın, demokrat ve çağdaş Anadolu insanı kadar ülkesini seven bir toplumdur. Onların  toprak, bayrak diye bir sorunu yoktur. Alevilerin,Türkiye demokrasi ve yanlış, yanlı uygulamaları  ile sorunları vardır.

Alevilerin sorunları;

* Özgürlükçü demokrasinin  olamazsa olmaz ilkesi olan Laiklik ve hukuk devleti ilkesinin siyasi iktidarlarca yanlı,eksik ve  kendi yandaşlarının istemleri doğrultusundaki uygulamalarıdır.

  * 1938 Dersim’de kitle katliamının yapılmasını isteyen

“ Dersim, Cumhuriyet Hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır” .( 2.2.1926 Genel Kurmay belgelerinde, Kürt meseleleri s.166) diyen,kasıtlı ve yanlı ve yanlış bilgilerle  devletin üst zirvesine rapor sunan Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey gibi hainlerdir

  * Zorunlu din dersleri, laiklik ilkesiyle bağdaşmadığı gibi uluslararası sözleşmelere aykırıdır.  Buna rağmen diğer inanç sahiplerine Sünni İslam’ı öğretmek için zorunlu din dersini yasallaştıran  siyasi iktidarlar, politik partiler  ve bu yasaya olumlu oy veren millet vekilleridir.

  * Şeriat özlemcilerine hoş görülü davranarak, yobazlara yeşil ışık yakarak Teokratik Devlet kurma hevesleri okşanarak Cumhuriyetin ve Atatürk devrimlerinin temeli ve ruhu olan laikliği rafa kaldıran, dini siyasete alet eden siyasilerdir, devlet kurum ve kuruluşlarıdır

  * Sokaklarda “Şeriat isteriz, laik düzen yıkılacak” diye bağırarak 35  aydını yakanların eylemleri için, “Bunlar masum inanç patlamalarıdır” diyen cani. Yobaz ve örümcek kafalılar ile bunlara arka çıkanlardır.

  * 20.ci asrın son yıllarında ülkemizde hala demokratik, laik, hukuk devletini benimsemeyen ve laik düzene ciddi ve sistemli şekilde direnen insanlar, kuruluşlar, dernekler ve partilerdir.

  * Tarihimizde gerici hareketler zincirine eklenen son halka Sivas katliamıdır. Dün Cumhuriyetin ilk yıllarında Kubulay’ı kesenler bugün Sivas’ta otel yakıp insanları diri diri yakan canilerdir. İrticadır.

  * Alevileri horlayan, aşağılayan ifadeleri ders kitaplarına koyan, gerici , çağdışı eğitim politikalarını uygulayan siyasi iktidarların ile gerici eğitimi uygulayan okular, idareciler ve öğretmenlerdi

  * Tek yanlı hizmet sunan ve laiklik ilkesine aykırı olan Diyanet işleri başkanlıklarının yanlı uygulamalarıdır.

  * Din işleri yüksek Kurulu tarafından ders kitabı olarak uygun bulunarak 1981 yılında yayınlanan Din Bilgisi ders kitabında; “ Efendimizin Allah’tan getirerek haber verdiği gerçekleri kabul etmeyen kafirdir. Kafirlerin cehennemden çıkma hakkı yoktur. Münafıklar cehennemin en derin çukurlarında olacaklardır.. Cehennemdeki azap bizim dünyada anlatabileceğimiz gibi değildir.... Müminlerden girenler bir zaman ceza çektikten sonra  çıkar. Kafir ve münafıklar devamlı kalır. ... Mahşer yerinde cennetlikler sağ tarafa, cehennemlikler sol tarafa verilir. Sırat köprüsü için ise; Cehennem üzerinde kurulacak olan bu köprüden müminler geçerek cennete kavuşacak, kafirler ve münafıklar cehenneme yuvarlanacaklardır.

  * Vatandaşın vergileri ile  bu gibi gerici ve bölücü yayın yapan Diyanet Başkanlığına bağlı Diyanet İşleri Yüksek kurulu ve Kuruluşun  bu tür yayınlarına izin veren, göz yuman, Kısacası gericiliğe, bölücülüğe , irticaya  geçit veren kendilerine demokratım, aydınım,  laik’im ve Atatürkçüyüm diyen  vurdum duymaz siyasi parti ve parti temsilcileri, eğitim görevlileri, bilim adamları, kurum ve kuruluş temsilcileridir 

  * “Bu toplum isterse  hilafeti getirir” diyen başbakanları, Alevi katliamlarının sorumlarını mahkemelerde savunan bakanları, “ bana sağcılar eylem yapıyor dedirtemezsiniz” diyen devletin ta zirvelerine çıkan parti başkanların, şeriatı getirmek için eğitim yuvaları açarak militan yetiştiren tarikat liderlerine arka çıkan, onları savunan devlet adamları, politik partiler ve liderleridir.

  * Şayet bir ülkede Diyanet işleri başkanlarının verdiği fetva bir mahkeme kararında rol oynuyorsa, genç kızların kafalarının aydınlığa karşı bohçalanmasında ön ayak oluyorsa o ülkede laiklik kavramının kusursuz işlediğinden hatta varlığından bile şüphe edilir.

  * Tüm bu olumsuzlukları, demokrasi güçleri ile birlikte örgütlü olarak aşılacağının bilincinde olan Aleviler, Cumhuriyet Hükümetlerinden. Politik partilerinden sadece sadece; demokratik. Laik., sosyal  hukuk devleti içinde kendi kimlikleri ile kendilerini özgürce ifade etmek istiyorlar. Adlarını istiyorlar. Kendilerini bu ülkenin  vatandaşı , sahibi olduklarının güvencesi olarak, siyasilerce  zaman geçirilmeden  yasal ve anayasal değişimler yaparak güvence altına almak istiyorlar.

Kısacası; Aleviler; kavgasız, gürültüsüz, horlanmadan, kendi inandıkları ibadetleriyle özgürce kendi ülkelerinde yaşamak istiyorlar.