AİHM'nin RP Kararı Üzerine
Atilla
Yayla

Anayasa Mahkemesi'nin Refah Partisini kapatma
kararının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından 3'e
karşı 4 oyla uygun bulunmasına -tasdik edilmesine- en
çok sevinenlerden biri olan Anayasa Mahkemesi başkanının
mutluluğu, gerçekten, parlaklık olarak televizyonlarda
gördüğüm gözlerine yansımıştı. Sadece o değil, medyadaki
28 Şubatçılar, laikçiler, jakobenler de çok mutluydu.
Sevinçler gazete manşetlerinden ekranlara taştı, dost
sohbetlerine taşındı. Bakalım, temyiz - itiraz süreci
sonunda sevinenler de aynı kişiler mi olacak yoksa
taraflar yer mi değiştirecek! Bunu görmek için birkaç ay
bekleyeceğiz. Fakat temyiz- itiraz nasıl sonuçlanırsa
sonuçlansın, AİHM'nin bu kararının çok önemli olduğuna
kuşku yok. Bu kararın hem hukuk, hem akademik düşünce,
hem demokratik politika alanında önemli ve kalıcı
yansımalarının olacağı rahatlıkla söylenebilir. Daha
önce FP'nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla
ilgili görüş, tespit ve kanaatlerimi iki yazıda
açıklamıştım. Bu yazıdaysa AİHM kararı üzerinde
duracağım.
1-İlk olarak bu kararın sadece üzülenler için
değil sevinenler için de gerçek bir sürpriz olduğunun
altını çizmek gerekir. Zira bu karar AİHM'nin siyasî
partilerle ilgili şimdiye kadarki çizgisinde bir
değişikliğe delalet edebilecek bir karardır. Şüphesiz
hukukta içtihat değişikliği olağan bir şeydir. Ama
AİHM'nin bu kararının pek beklenmediği de bir gerçektir.
Zira, Avrupa'da yarım asırdır siyasî parti
kapatılmamıştır ve müstakbel bir Avrupa anayasasının
esasını oluşturacak metinler, sözleşmeler ve ilkeler
(Venedik Komisyonu'nun siyasî partilerle ilgili
kriterleri gibi) özgürlükleri daraltan değil genişleten
bir çizgiye işaret etmektedir. Şimdi bu karar, AİHM
kararları birliğin felsefesini oluşturanlar üzerinde
etkiliyse, özgürlükçü çizginin ya artık daha ileri
gitmeyeceği ve hatta tersine döneceğiyle ya da AİHM'nin
Avrupa ülkeleriyle Türkiye'yi ayrı ayrı liglerde gördüğü
ile ilgili yorum ve tartışmalara yol açacaktır.
2-Mamafih, bu kararın bir içtihat değişikliği
olduğu sonucuna varmakta aceleci davranmamak da
gerekebilir. Hakikaten, karar ve karar süreci
incelenirse sanki bir içtihattan ziyade bir kilitlenme
görülmektedir; zira karar çok kritik bir oy dengesiyle
alınmıştır: 4'e 3. Dört hakimin arasında Türk yargıç
Rıza Türmen'in de bulunduğunu göz önüne aldığımızda,
aslında mahkemenin belirgin bir kanaat oluşturamadığı
anlaşılmaktadır. Rıza Türmen iyi bir insan ve iyi bir
entellektüel, ama böylesine kritik bir konuda kendisinin
Türkiye'nin bir kamu görevlisi olduğu saikiyle hareket
etmiş olması pek muhtemel. Başka bir pozisyon takınması
onu çok zor durumlara düşürebilirdi. O yüzden, bir
içtihat değişikliği başlangıcı olup olmadığı sonucuna
varmak için bu kararın nihâî akıbetini veya aynı konuyla
ilgili yeni kararları beklemek gerekecektir.
3-Mahkeme kabul edilmiş, itibarlı bir mahkeme
olduğuna göre kararını tanımamak elbette söz konusu
olamaz. Ama bu, kararın hukukî bakımdan zayıf ve
tartışmaya açık olduğunu söyleme hakkını da elimizden
almaz. Mahkemenin (yargıçların çoğunluğunun) kararı iki
ana konu üzerinde yoğunlaşmaktadır: Laiklik ve şiddet
kullanmak. Avrupa'da hakim olan hukuk ilkelerine ve
siyasî kriterlere göre partiler bilfiil şiddete
bulaşmadığı veya açık ve etkili şekilde taraftarlarını
şiddete teşvik etmediği sürece kapatılmamalıdır. AİHM
RP'nin söyleminde partinin şiddete yatkın olduğu yolunda
şüphe verici unsurlar bulunduğu sonucuna varmıştır.
Bunda biraz olsun doğruluk payı vardır. Çünkü partinin
bazı mensuplarının şiddeti onaylayan hatta öven
sözlerinin olduğu bilinmektedir. Mamafih, partiyi asıl
temsil kabiliyeti olan Necmettin Erbakan'ın şiddeti
övdüğüne inanmak için sözlerini epeyce çarpıtmak ve
bağlam dışına çıkarmak gereklidir. Türkiye'deki 28
Şubatçı iradenin ve onun manipülasyon ve psikolojik
savaş aracı medyanın asıl yaptığı da budur.
RP çizgisi bir-iki yıllık yeni bir olgu değildir.
Ömrü, şiddeti benimseyip benimsemediği konusunda
sağlıklı bir tespit yapmaya yetecek kadar uzun olmuştur.
Bu çizgi çoğu zaman muhalefette kalmış, kısa olmakla
beraber iktidar dönemleri de yaşamıştır. Otuz yılı aşan
geçmişinde bu hareketin şiddet yanlısı olduğunu,
iktidara şiddetle gelmeyi ve muhaliflerini şiddetle
sindirmeyi düşündüğünü ispat eden bir miras yoktur.
Aslında tam da tersine, Erbakan her zaman legal yolları,
siyaseti ve sandığı tercih etmiştir. Ona taraftarlarınca
atfedilen "mücahit" sıfatının Ecevit'in halkçı
sıfatından önemli bir farkı olmamıştır. Türkiye'deki
İslamcı hareketleri diğer İslâm ülkelerindekilerle
karşılaştıran sosyologlar, siyaset bilimciler
Türkiye'deki İslamcı hareketlerin öbürleri kadar
radikal- şiddet yanlısı olmamasında ve şiddete
başvurmamasında, diğer bazı faktörler (Sünnî geleneği,
imparatorluk mirası, siyasal temsil kanallarının ve
iktidarı değişik seviyelerde paylaşma imkânının varlığı)
yanında Erbakan'ın siyaset tarzının ve din anlayışının
da bulunduğu tespitine komplekssizce ulaşırlar.
Kısa ömürlü iktidar ortaklıkları dönemlerinde de
Erbakan ve partileri şiddete başvurmamıştır. O yüzden,
Erbakan'ın "herkes mecburen Refah'lı" olacak sözünü
herkes kamu zoruyla aynı partili yapılacak diye anlamak
için hayal gücünün epeyce geniş olması gerekir. Herkesin
zaten kamu gücüyle Atatürkçü yapıldığı bir ülkede böyle
geniş hayal gücünün doğmasının zemini varolabilir, ama
tamamen farklı bir tecrübe ve kültürden gelen AİHM
yargıçlarının da bu gibi hayallere kapılabilmeleri
hakikaten ilginçtir.
Nitekim, Mahkeme'de çoğunluk RP'nin şiddet
taraftar olduğuyla ilgili kesin bir kanaate
ulaşamadığını kendisi itiraf etmekte, şüphe doğduğundan
söz etmektedir. Muhalif azınlık ise bu görüşü neredeyse
ciddiye almamaktadır. Hukukta kararın şüphe üzerine inşa
edilmesinin yanlışlığı, hukuk öğrencilerine veya hukuk
dersi alanlara en başta öğretilen şeydir. Ayrıca
şüphelerin her zaman "sanık" lehine kullanılması
beklenir. AİHM gibi önemli bir hukuk organının temel
hukuk ilkelerinden birini ihlâl etmesi, anlaşılır bir
durum olmadığı gibi, mahkemenin itibarını artıracak bir
tavır da değildir.
Mahkeme esas itibariyle parti programının ve
parti mensuplarını eylemlerini dikkate aldığını
belirtmektedir. Programda herhangi bir şey olmadığı,
Türkiye Cumhuriyeti Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının
dahi kabul ettiği bir husustur. Geriye parti
mensuplarının sözleri kalmaktadır. Bu sözlerin bir kısmı
meclis kürsüsünden söylenmiştir. Yani siyasî olarak
masun olması gereken sözlerdir. AİHM'nin Türkiye Anayasa
Mahkemesi'nin izinden giderek kürsü masuniyetine itibar
göstermemesi ürkütücüdür. Kürsü masuniyeti ifade
özgürlüğünün ciddi boyutlarda kısıtlandığı bir ülkede
başlıca demokratik çıkış kapısıdır. İnsanlar T.B.M.M
çatısı altında dahi görüşlerini serbestçe açıklayamazsa,
söyleyeceklerinin başına iş açmasından korkacaksa, bu
ülkede demokrasi nasıl tesis edilebilir. Kaldı ki,
söylem düzeyinde aşırılıkları olan, laikliği reddeden,
şiddeti öven konuşmacıların bir kısmı zaten takibata
uğramış ve cezalandırılmıştır. RP'nin şiddeti bilfiil
kullanmasına imkân verecek bir militer yapılanma içinde
olduğuna dair de en küçük bir işaret yoktur. İktidara
geldiğinde ise halkı sindirmek için kullanılabilecek
olan polisi ve özellikle orduyu kullanma şansı olmadığı
da zaten bilinmektedir. O zaman, AİHM'nin şiddet
şüphesinin bir vehim olmadığı, gerçek ve fiilî bir
tehlikenin tespiti olduğu nasıl ispat edilecektir?
4-AİHM'nin laiklikle ilgili görüş ve yorumları da
çok ama çok açıktır tartışmaya. Türkiye'deki laikçilerin
dilinden hiç düşmeyen laikliğin demokrasinin ön şartı
olduğu, ikisinin varlığının birbirine bağlı bulunduğu
yolundaki görüş sanki AİHM tarafından
paylaşılmıştır.
Laiklik ve demokrasi arasında pozitif bir ilişki
kurmak mümkün, ama bunu kaçınılmaz bir zorunluluk
ilişkisi olduğu iddiası çok su götürür. Bir devlet dini
tesis etmiş olan, yani bizdeki anlamında laik olmayan
demokratik ülkeler var. Meselâ; Yunanistan'da Ortodoks
Hıristiyanlık, İngiltere'de Anglikanizm ülkenin resmî
dini hüviyetini kazanmış vaziyette. O zaman nasıl oluyor
da bu ülkeler Türkiye gibi laik olmadıkları halde
demokrasi oluyor? Bu durum belki din olarak İslam ile
Hıristiyanlığın niteliklerinin birbirinden farklı olduğu
söylenerek izah edilmeye çalışılabilir, ama teorik
olarak iki din arasında fazla farklılık olmadığı,
farklılığın daha ziyade tarihî tecrübede ortaya çıktığı
bilinmektedir.
Dînî bakımdan plüralist olan ülkelerde devletin
dinler arasında taraf olmaması ve pozitif hukuku bir
dine dayandırmaması anlamında laik olması gerekli ve
demokrasiyi güçlendiricidir. Ama, bu durumda bile,
laiklik demokrasi için gerekli şarttır, yeterli şart
değildir. Esasen, insan hakları laiklikten daha
önemlidir ve insan haklarının sağlamca tesis edildiği
yerde laiklikten beklenen bir çok amaca zaten ulaşılmış
olacaktır. Türkiye, Tunus gibi laik İslam ülkelerindeki
laiklik anlayışı, demokrasiyi güçlendirici olmaktan
ziyade engelleyicidir. Yakın tarihe bir göz atılırsa,
İslam dünyasındaki egemen laiklik anlayışının soğuk
savaş döneminden ve insan hakları kavramının bugünkü
kadar başat hale gelmiş olmadığı günlerden kalma olduğu
görülür. O yüzden Mahkeme'nin Türkiye'nin nevi şahsına
münhasır laiklik anlayış ve tatbikatını esas alması
yanlıştır. Mahkeme, "devletin rolü, farklı din, inanç ve
mezheplerin uygulanmasının tarafsız bir organizatörü
olarak, demokratik bir toplumda kamu düzenine, dînî
barışa ve hoşgörüye katkıda bulunmaktır" demektedir. Kim
Türkiye'de devletin rolünün böyle olduğunu söyleyebilir?
Meselâ şu başörtüsü sorununa bakalım: Sünnî kızların
bazılarına göre başörtüsü dînî bir vecibedir, Alevi
kızlara göre böyle bir dînî görev yoktur. Devlet bu iki
kesim arasında negatif ve pozitif ayırım yapıyor mu,
yapmıyor mu? Türkiye'deki durum, Mahkeme'nin kararında
geçen şu cümleye tıpatıp uymuyor mu? "Bazı insan
grupları farklı din ve/veya farklı siyasî inançlar veya
farklı cinsiyetleri temsil etmeleri tek gerekçesiyle bir
ayırımcılığa uğruyorsa, laik düzlemde hukukun
üstünlüğünün hakim olduğunu söyleyemeyiz.". Mahkeme,
haklı olarak, her grup için dine dayalı farklı bir hukuk
sisteminin meydana getirilmesi durumunda da hukukun
üstünlüğünün hakim olduğunun söylenemeyeceğini
belirtiyor. Ama bu tamamen farazî bir durum, ilki ise
yaşanan bir realite. Mahkeme mevcut anti-demokratik
statüyü onaylarken, muhtemel bir tehlike adına temel hak
ve özgürlük ihlâllerine göz yummuş olmaktadır.
5-AİHM'nin demokrasilerde siyasî partilerin
"devletin anayasal ve yasal yapıların veya yasamanın
değiştirilmesi yönünde iki şartla bir kampanya
sürdürebilir: (1) Bu amaçla kullanılan yöntemler, her
açıdan yasal ve demokratik olmalıdır; (2) önerilen
değişikliğin kendisi temel demokratik ilkelerle bağdaşır
olmalıdır" yolundaki görüşü demokrasi felsefesinin genel
doğrularının tekrarıdır. Bu ifadeyi izleyen,
demokrasiyi, demokratik ilkeleri yok etmeyi amaçlayan
veya demokratik hak ve hürriyetleri tanımayan partilerin
bu nedenle kendilerine verilen cezalara karşı
Sözleşmenin korumasından yararlanamayacağı görüşü de
elbette doğrudur. Ancak, burada iki problem vardır:
İlki, bunun nasıl tespit edileceğidir. Mahkeme RP
kararında bu bakımdan sağlam bir zemine oturmamıştır.
Muhalif üyelerin gerekçeleri de en azından çoğunluk
kararına imza atanların gerekçeleri kadar, hatta daha
fazla, kuvvetlidir. İkinci ve daha önemli problem,
hareket noktasının ne/neresi olacağıdır.
Mahkeme, T.C. Anayasa Mahkemesi gibi Türkiye'nin
carî rejimini kusursuz bir demokrasi muamelesine tabi
tutmaktadır. Türkiye'nin siyasî rejimi sanki kusursuzmuş
ve mevcut siyasî rejim demokratik standartlar açısından
Avrupa'ya uyarmış gibi düşünmektedir. Bu bir
yanılsamadır. Türkiye AB standartlarında bir demokrasi
ise AB niçin Türkiye'den bir dolu reform beklemektedir?
Niçin AİHM Türkiye'yi rekor sayıda cezalandırmaktadır?
Hükümet resmî savunmasında Türkiye'yi bir liberal
demokrasi olarak takdim etmiştir, ama sistemimizin bir
liberal demokrasi olmak bakımından çok sayıda eksik ve
gediği var. Türkiye ifade özgürlüğü, temel hakların
korunması, yargı bağımsızlığı, MGK yapılanması,
üniformalı bürokrasinin sivil-siyasî denetime tabî
tutulması, din ve ibadet özgürlüğü vb. açılardan hiçbir
şekilde bir liberal demokrasinin standartlarına
ulaşamamaktadır. Dolayısıyla, hareket noktası olarak
Türkiye'nin liberal demokratik bir ülke olduğunun
varsayılması, hatalı çıkarsamaları neredeyse
kaçınılmazlaştırmıştır.
6-Mahkeme'nin RP üzerinden İslâm'la, İslâm
şeriatıyla ilgili yorumları ise bir felakettir. Mahkeme
RP davasıyla meşgul olmakla görevlidir; İslâmın ne olup
olmadığı, demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı konusuna
bir çözüm bulamaz. Bu, tarihin, sosyolojinin İslâmi
ekollerin, tecrübenin, felsefenin işidir. Ayrıca, RP bir
siyasî partidir, İslâmın, tek mutlak, kuşatıcı
temsilcisi değildir. Bundan dolayı, Mahkeme RP'nin
sırtından İslâm ülkelerinin asla demokrasi olamayacağı
yorumuna vardığında çok tehlikeli sularda kulaç atıyor
demektir. Bu çok yanlış bir tavırdır. Mahkeme kararına
yansıyan çoğulculuk kavrayışı da çağdaş çoğulculuk
kavrayışına sığmamaktadır.
Mahkeme'nin Türkiye'yle ilgili kararlarına
topluca baktığımızda, şu komik manzara ortaya
çıkmaktadır. Türkiye'de Kürtler özgür değil,
Hıristiyanlar özgür değil, komünistler özgür değil,
Aleviler ve solcular özgür değilbu yüzden de bu
kesimlerin haklarına yönelik ihlâlleri Mahkeme
cezalandırıyor. Demek ki sadece Müslüman dindarlar özgür
bu Türkiye denilen memlekette. Hatta diğer toplum
kesimlerini tehdit edecek kadar özgür. O yüzden onlardan
gelen talepler Mahkemece reddediliyor.
Mahkemenin kararında aktarılan bazı bilgiler ise
tamamıyla yanlış veya tartışmalıdır. Meselâ, Osmanlı'nın
teokratik olduğu iddiası. Osmanlı'nın en azından dar
anlamda - din adamlarının iktidara sahip olması-
teokratik olmadığı kesinkes söylenebilir. Ayrıca laiklik
bakımından Osmanlı'yla T.C. arasında keskin bir kopuş
olduğu görüşü de doğruluktan uzaktır. Türkiye'nin
laiklik serüveni tabiî ki Osmanlı'yla başlamıştır.
7-AİHM'nin kararı malûm kesimlerce 28 Şubat
uygulamalarının tamamını meşrulaştırmak için kullanılmak
istenmiştir. Tartışmaya açık yönlerinin fazlalığına
rağmen, karar hiçbir şekilde 28 Şubat'ı bir bütün olarak
meşrulaştırıcı bir karar değildir; sadece RP'nin
kapatılmasını onaylamaktadır. Tam da tersine bu kararda
hem çoğunluğun hem azınlığın 28 Şubat uygulamalarından
bazılarının temelini oyan görüşleri vardır. Kararın 72.
paragrafında aynen şöyle denilmektedir: "Mahkeme, tek
tek ele alındığı zaman RP yöneticilerinin tutumlarının
özellikle İslâmi başörtüsü meselesinde veya ibadetlere
göre kamu sektöründe saatlerin düzenlenmesinde ve Adalet
Bakanı iken dînî ayırımcılığa dayalı kine teşvik
nedeniyle sanık olan bir parti üyesine yapmış olduğu
ziyaret veya değişik İslâmî hareketlerin yöneticilerinin
Erbakan tarafından verilen resepsiyon gibi teşebbüslerin
Türkiye'deki laik rejim için yakın bir tehlike teşkil
etmediklerini de değerlendirmektedir." Bu önemli bir
tespittir. Mamafih, arkasından gelen cümle ümitleri
kırıcıdır: "Bununla birlikte, Mahkeme RP'nin bu eylem ve
tutumlarının, Şeriat'a dayalı bir siyasî rejim kurmak
olan itiraf edilmemiş amaca uygun olduğu hususundaki
hükümet tezinin ikna edici olduğunu
değerlendirmektedir". Harika değil mi? Mahkeme hem
farklı düşünüyor, hem Türk hükümetinin tespitine
katılıyor... Tam Derrida'lık...
Buradaki saçmalık özellikle başörtüsünde
sırıtıyor. Demek ki başını örten bütün herkes, RP'nin
militanıdır. RP'nin şeriat düzeni kurmasına yardımcı
olmak için başını örtmektedir. Bu zımnî iddianın
kabulünün hiçbir mantıklı temeli ve bulgusal dayanağı
yoktur. Ne yazık ki Mahkeme bu konuda da hataya
düşmektedir.
AİHM'nin "şüphelere", "gizli amaçlar"ın tespitine
yani bir tür hafiyeliğe dayanan, aşırı iddialı, yetersiz
bilgili bu kararı hem hukuksal, hem sosyolojik bakımdan
çok tartışılacaktır. Bana öyle geliyor ki, bu karar bir
son değil, bir başlangıçtır.
20 Ağustos 2001
|