AİHM'nin RP Kararının
Düşündürdükleri
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan
e-mail:
mersindogan@yahoo.com

Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin Refah Partisi'nin kapatılması konusunda
Türkiye Cumhuriyeti'ni haklı bulan 31 Temmuz tarihli
kararının konu hakkında bilgisi olanların dikkatinden
kaçması mümkün olmayan birkaç yönü var. Bir kere, bu
karar Avrupa Mahkemesi'nin ifade ve örgütlenme
özgürlükleri ile siyasi partiler konusundaki yerleşik
içtihadından belirgin bir ayrılışı ifade etmektedir. Bu
ayrılış aynı zamanda Venedik Komisyonu kriterlerinden
bir uzaklaşmayı ve Alman Anayasa Mahkemesi'nin yarım
asır önceki içtihadına geri dönüş anlamını da taşıyor.
Mamafih, bu "geri dönüş"ün Mahkeme'nin bu yönde yeni bir
içtihat oluşturacağı anlamına gelmediğini, aksine bunun
RP ile ilgili kararı veren Daire'nin tutumundan
kaynaklanan geçici bir "sapma" olduğunu
düşünüyorum.
Bu
"sapma" iddiasının kanıtını şöyle açıklayabilirim: AİHM
bugüne kadar verdiği diğer kararlarda, şiddetin teşviki
veya bir yöntem olarak benimsenmesi ile kişilerin
haklarına açık bir tecavüzün varlığı halleri dışında,
ifade ve örgütlenme özgürlüğüne herhangi bir sınır
tanımıyordu. Mahkeme demokrasinin vazgeçilmez unsurları
olarak gördüğü siyasi partilere ise ifade özgürlüğü
açısından da özel bir önem veriyor ve ayrıcalık
tanıyordu. Mahkemeye göre, siyasi partiler demokratik
toplumun özünü oluşturan "kamusal tartışma"yı mümkün
kılan "kollektif ifade araçları"dırlar. Bundan dolayı,
bir siyasi partinin dile getirdiği görüşler çoğunluğun
veya devlet görevlilerinin hoşuna gitmese de kamusal
tartışmaya bir katkıdır; partilerin kurulu düzene aykırı
kurumsal değişiklikler (anayasayı ve hukuk sistemini
büyük ölçüde değiştirmeyi) önermeleri de onları
demokrasinin dışına çıkarmaz. Bir siyasi parti ancak
şiddeti tavsiye ve teşvik eder ve/veya şiddet kullanırsa
demokrasinin dışına çıkmış olur. Bir partinin önerdiği
değişiklikler ne kadar "aykırı" ve şoke edici olursa
olsun, bunları demokratik yöntemlerle gerçekleştirmek
istediği sürece Sözleşme'nin koruması altındadır.
Şimdi, Refah Partisi ile
ilgili karardaki "sapma" şuradadır: Bu karar siyasi
partilerin Sözleşme'nin -ve özel olarak da onun 11.
maddesinin- öngördüğü korumadan yararlanabilmeleri için
-şiddeti teşvik etmeme veya kullanmama dışında- yeni bir
şart daha getirmektedir: Önerilen değişikliklerin
içeriği bakımından da demokratik olması. Yani, Mahkeme
-eğer bu kararındaki muhakemeyi sürdürecekse- artık
siyasi partilerin barışçı-demokratik yöntemden ayrılıp
ayrılmadığına bakmakla yetinmeyecek, ayrıca
programlarının da içeriği bakımından demokratik olup
olmadıklarını araştıracaktır. Bu demektir ki, AİHM
şimdiye kadar "demokrasinin özü" olarak gördüğü şeyi,
"kamusal tartışma"yı ulusal makamların ideolojik
gerekçelerle sınırlamalarını, kimi ideolojik eğilimleri
kamu alanından kategorik olarak dışlamalarını
onaylayacaktır. Daha açıkçası, Avrupa Mahkemesi daha
önce haklı olarak rağbet etmediği -ve yürüttüğü akıl
yürütme biçimine bakarsanız, zımnen mahkum ettiği-
"militan demokrasi" anlayışını benimsemenin eşiğine
gelmiştir. Oysa bu anlayış Sözleşme'nin birçok yerinde
atıfta bulunulan "demokratik toplum"la bariz bir çelişki
içindedir. Çünkü, "militan demokrasi" tartışmayı ortadan
kaldırmakta ve belli bir anda yürürlükte bulunan "kurulu
düzen"in sorgulanmaksızın devamını garanti altına
almaktadır; oysa kurumsal yapının sabileştirildiği ve bu
haliyle koruma altına alındığı bir yerde "demokratik
toplum"dan söz edilemez.
Nitekim Mahkeme RP'nin
kapatılmasını haklı bulurken, onun şiddeti teşvik edip
etmediğine veya şiddeti bir yöntem olarak benimseyip
benimsemediğine bakmakla yetinmemiş, ayrıca bu partinin
ideolojik eğilimini de sorgulamıştır. Mahkemeye göre, RP
-"laiklik ilkesine farklı bir anlam vermek bahanesiyle"-
dini inanç farklılıklarına dayanan "çok-hukuklu" bir
system kurmak amacı güdüyordu. Kanaatimizce, Mahkeme'nin
bu noktayı RP'nin Sözleşme'den yararlanamamasının
gerekçeleri arasında zikretmiş olması iki bakımdan ciddi
olarak problemlidir. Birincisi, Türkiye'deki cari
laiklik anlayışını sorgulamak ve "farklı" bir arayış
içine girmek Islamcılara özgür bir tutum alış değildir.
Türkiye'nin bütün liberal ve demokrat aydın çevreleri
cari laiklik anlayışını evrensel insan hakları ve
demokrasi açısından eleştirmektedirler. Avrupalılar da
-ilgili literatürü bir yana bırakalım-sırf kendi
ülkelerine bakarak Türkiye'deki durumu
değerlendirselerdi bile, "doğru" bir laiklik anlayış ve
uygulaması konusundaki Türkiye'deki arayışların "bahane"
olarak yaftalanamayacak kadar ciddi ve makul çabalar
olduğunu kavrayabilirlerdi. İkincisi, İslamcı çevrelerin
"çok-hukuklu" system önerisinin demokrasiden ziyade
"hukuk devleti" açısından kimi problemleri bulunduğu
doğru olmakla beraber, "çok-kültürlülük" tartışmalarının
son yirmi yılın siyaset teorisi içindeki baskın
konumunun farkında olanların bir siyasi partinin bu
meseleyi tartışma gündemine almış olması
yadırganmamaları gerekirdi. Bu modelin yanlışlığı
yasaklamayla değil, ancak demokrasinin özünü oluşturan
"konuşma"yla, "kamusal tartışma"yla ortaya çıkabilir.
Nihayet, bildiğimiz kadarıyla, "çok-hukuklu" sistem
önerisi RP'nin resmi programının bir unsuru olmayıp,
Islamcı aydın çevrelerinde o sıralar moda gibi yer etmiş
olan bir fikirdi. Kendisini resmen bağlamayan ve
iktidarda bulunduğu süre içinde bu yolda bir girişimde
de bulunmadığı besbelli olan bir "öneri"den dolayı bir
partiye müeyyide uygulamanın hukuken haklı gösterilmesi
imkansız görünüyor.
Mahkeme "çok-hukuklu"
sistemden bahsetmekle de yetinmeyerek, bunun İslam
hukukuyla ilgisine işaretle, "İslam hukukunun (Şeriat)
Sözleşme'yle bariz bir çelişki içinde olduğu"nu da
tespit etmektedir ki, bu konuların uzmanı olmayan bir
mahkemenin böylesine kategorik olarak dışlayıcı bir
hüküm vermesi onun yargısal işlevine aykırı ve önyargılı
olduğu kadar, imaları bakımından da demokratik değildir.
Bu hükmün dolaylı bir sonucu da Müslüman toplumların
kendi hukuk geleneklerini muhafaza ederek
demokratikleşmelerinin ve -Avrupa Sözleşmesi'nde
belirtilen- insan haklarına uyum sağlamalarının mümkün
olmadığıdır. Bir "mahkeme" böyle bir hüküm
verememelidir. Yarın bir gün siyasal sistemini
demokratik olarak işleten, ama İslam hukuk geleneğine
bağlı başka bir devlet Avrupa Konseyi'ne başvuracak
olursa, ona "İslam hukuku Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'de ifadesini bulan değerlerle bağdaşmadığı
için size kabul etmiyoruz" mu denecektir?... Mahkeme'nin
bu yargısı ima ettiği sonuçlar bakımından demokratik de
değildir; çünkü herhangi bir Müslüman toplumda İslam
hukukuna atıfta bulunduğu halde demokratik sistem içinde
yer almak, demokratik tartışmaya katkıda bulunmak ve
siyasete katılmak isteyen toplum kesimlerinin demokratik
temsilini kategorik olarak reddetmektedir. Mahkeme
istikbalde bir gün değer sistemlerine aşina olmadığı
başka kültür çevrelerinden gelecek demokratikleşme
taleplerini de aynı mantıkla geri çevirmeyi mi
düşünmektedir?
Ayrıca, partilerin anayasal
ve yasal düzene ilişkin olarak önerdikleri
değişikliklerin "demokrasinin temel prensipleriyle
bağdaşabilir" olması şartı da açıklıktan yoksun olduğu
gibi, yanlış anlayış ve uygulamalara da meydan
verebilecek niteliktedir. Çünkü, demokrasinin temel
prensipleri" ibaresinin -Türkiye'de sıkça yapıldığı
gibi- belli bir ülkedeki cari rejimin kendisiyle
özdeşleştirilmesi tehlikesi vardır. Aynısı, demokrasinin
belli bir pozitif muhtevayla -mesela bir "hayat tarzı"
ile- özdeşleştirilmesi bakımından da geçirlidir. Keza,
böyle olmasa bile, demokrasi kelimesinin çağrıştıracağı
her şeyin "temel prensip" olarak görülmesi ihtimali de,
daha az ölçüde olmakla beraber sakıncalıdır. Bu gibi
sakıncalardan korunmak için, demokrasinin temel
prensiplerinin prosedürel kurallarla sınırlı olarak
anlaşılması gerekir. Buna göre, programında başka ne
öneriliyor olursa olsun, bir siyasi parti eğer genel ve
eşit oy hakkını, serbest seçimleri ve parlamento
kurumunu reddetmiyorsa "demokrasinin temel
prensipleriyle bağdaşabilir" sayılmalıdır. Bu açıdan
meseleye baktığımızda, RP'nin bu ilkeleri reddettiğine
dair gerek programında gerekse bir iktidar partisi
olarak icraatında herhangi bir işaret dahi bulunmadığı
halde, Mahkeme'nin onun "demokrasinin temel
prensipleriyle bağdaşabilir" olmadığı sonucuna varmış
olması yanlıştır. Var olan sadece, kimi partililerin
zaman zaman sarfetmiş oldukları münasebetsiz", demokrasi
terbiyesine uymayan sözleridir. Bunlar da zaten "suç"
oluşturdukları ölçüde kanuni takibata uğramış, yani
gerekli müeyyideler kişisel sorumlulara uygulanmışken,
bunlardan dolayı ayrıca parti tüzel kişiliğine de
müeyyide uygulanması makul sayılamaz. Bu gibi sözlerden
hareketle, bir tüzel kişilik olarak RP'nin şiddeti bir
yöntem olarak benimsemiş olduğu sonucuna
varılamayacağından, kararın bu unsura ilişkin yönü de
problemlidir. Nitekim, Mahkeme'nin kendisi RP'nin
iktidara gelmek veya iktidarda kalmak için şiddete
başvurmayı haklı gördüğünün kesin bir kanıtı olmadığını,
sadece kimi partililerin bu konudaki "konumlarını
şüpheli bıraktıkları"nı tespit etmiştir.Şüpheye
dayanarak parti kapatma gibi ağır bir müeyyidenin
uygulanabileceği düşüncesini hukuki muhakemeyle
bağdaştırmak imkansızdır. Kaldı ki, "şüpheli" olan
partinin de değil kimi parti mensuplarının
konumudur.
Bu kararın üzerinde
durulması gereken ikinci bir yönü de, fiilen
yaptıklarına ve deklare edilmiş amaçlarına değil de,
oldukça dolaylı bir akıl yürütme sonucunda "muhtemel"
görülen eylemlerinin "tehlike"sine gore partilere
müeyyide uygulanabileceğini kabul etmiş olmasıdır.
Nitekim, kararda, toplumsal barışı ve ülkenin demokratik
rejimini tehlikeye atabilecek somut eylemlere
girişilmeden önce, siyasi partinin programını
uygulamasını önlemenin makul olabileceği -yani partinin
yasaklanabileceği- belirtilmektedir. Baştan beri
anlatılanlar bu "tehlike" algısının RP bakımından makul
olmadığını gösterdiği gibi (RP ne paramiliter örgütler
kurmuş veya teşvik etmiş, ne de iktidar pozisyonunu
-ayrımcılığı kurumsallaştırmak veya halkı kanunlara
itaatsizliğe teşvik etmek gibi yollarla- toplumsal
barışı tahrip edecek şekilde veya demokratik kurumları
yok etmek üzere kullanmıştır), bu kararın Türkiye'deki
özgürlük ve çoğulculuk karşıtı resmi eğilimleri
güçlendirme ve haklar üzerindeki baskıları artırma
yönünde teşvik edici olarak işlev görmesi ne yazık ki
kuvvetli bir ihtimaldir. Birçok kişi, bu kararda
haklılaştırılanın sadece "İslamcılar"a yönelik baskı
olduğunu düşünüyor olabilir, ama işkencecileri bulup
cezalandırmak yerine işkencenin varlığını tespit
edenleri cezalandırmaya kalkışan bir devletin
yurttaşlarının böyle düşünmeleri vahim bir hata olur.
Nitekim, Türkiye'de Ceza Kanunu'nun özellikle 312.
maddesinin uygulanma biçimi sadece İslamcılar için değil
bütün "aykırı" görüş sahipleri için bir "Demokles
Kılıcı"dır ve AIHM'nin RP'ye ilişkin tehlike algısı
halihazırdaki 312 uygulamasını ne yazık ki
cesaretlendirebilecek niteliktedir.
Son olarak, AİHM'nin bu
kararının "laliklik"le ilişkisine temas etmek istiyorum.
Bu kararın Türkiye'deki yansımaları bakımından bir
talihsizliği de, kimilerinin bundan Türkiye'deki cari
sistemin otoriteryen yanlarına ve özellikle de
"laiklik-demokrasi" ilişkisi hakkındaki klişe yargılara
bir "Avrupa onayı" çıkarmalarıdır. Kimi kalem sahipleri
AİHM'nin Türkiye'nin laiklik yorumunu onayladığını ima
eder biçimde, statükoyu haklılaştırmak üzere dile
getirdikleri "laiklik demokrasinin temel şartıdır"
önermesini daha yüksek sesle dile getirmektedirler. Bir
kere, bu karar laiklikle doğrudan doğruya ilişkili
değildir. Esasen, "laiklik" Strassburg Mahkemesi'nin
doğrudan bir referansı hiçbir zaman olmamıştır. Bu da
gayet doğaldır, çünkü bir insan hakları mahkemesi olarak
AİHM'nin referansı insan hakları ve demokrasidir.
Laiklikle ilgili sorunlar bu Mahkeme'nin gündemine
dolaylı olarak, din özgürlüğüyle ilgili olarak, gelir.
Mahkeme kesinlikle, herhangi bir somut özgürlük
sorunundan bağımsız olarak, genel bir "laiklik"
sorunuyla ilgilenmemekte ve onu insan haklarından
bağımsız bir üstün değer olarak görmemektedir.
Türkiye'de kimilerinin sandığı gibi, laikliği insan
hakları ve demokrasinin temel kriteri olarak alması
şöyle dursun -böyle bir şeyi tasavvur etmek dahi
abestir-, AİHM tam tersine laikliğe bu değerler
açısından anlam veren bir işleve sahip olmuştur.
Avrupa Mahkemesi'nin RP
davasında verdiği karar da bu genel çerçevenin dışında
değildir. Mahkeme RP'nin kapatılmasını "laiklik karşıtı"
olduğu için değil, onun şiddeti teşvik ettiğini sandığı,
ayrıca insan haklarına ve çoğulculuğa aykırı gördüğü
programının uygulanmasının toplumsal barış açısından
"tehlike" yaratabileceğini düşündüğü için haklı
bulmuştur. Yoksa Mahkeme bu kararında "laiklik en
üstün değerdir, laikliğe aykırı olan özgürlük
savunulamaz" dememektedir. Bu karar Türkiye'deki laiklik
uygulamasına da herhangi bir şekilde onay vermemektedir.
Kanaatimce Mahkeme'nin RP'hakkındaki nihai yargısı
olgusal olarak dayanaksız olmakla eraber, onu doğuran
saikler (insan haklarının, çoğulculuğun, toplumsal
barışın korunması saikleri) meşrudur.
Sonuç olarak, hem olgusal dayanakları
bakımından zayıf hem de Mahkeme'nin yerleşik içtihadına
aykırı olan bu kararın temyiz edilmesi halinde Büyük
Daire tarafından onaylanma ihtimalini zayıf
buluyorum.
03
Ağustos 2001
|