Yağmurun Getirdikleri

Esra Çileli

 

İstanbul’da, galiba çoğu insanın gıpta edeceği bir hayat sürmekteydim. Anlayacağınız, zamâne gençlerinin hayallerini süsleyen birçok lükse sahiptim. Özel bir okulda okuyor, istediğim gibi gezip istediğim gibi giyiniyordum; kimseye de hesap verme mecburiyetim yoktu. Kısacası, hürdüm!.. Daha doğrusu, gerçek hürriyetle tanışana dek hür olduğumu sanıyordum. Tüm bu şaşaaya ve hareketliliğe rağmen, beni rahatsız eden birşeyler ve ne yapsam dolduramadığım bir boşluk vardı hayatımda. Çok duyduğunuz bir girizgâh tarzı olduğunun farkındayım; hatta, "Hah, şimdi hidâyete de erer!" tarzındaki küçümsemenizi duymadığımı da sanmayın. Farketmez; ben, sadece olanı anlatacağım. Neyse... Bu boşluğu ne zaman yoğun olarak hissetsem, arkadaşlarımla biraraya gelir ve eğlenebileceğim birşeyler tedarikleyerek yoketmeye yahut azaltmaya çalışırdım bu hissi.

Normalde yalnızlıktan hoşlanmayan biri olmama rağmen, yalnızca yağmurun yağdığı günlerde, yanımda kimse olsun istemezdim. Yağmurun sessizce yağışını seyreder veya ıslanıyor olmama hiç aldırmadan, saatlerce yürürdüm yağmurla birlikte. Sessizce diyorum, çünkü; şehrin grimtrak bulutlar arasında kaybolduğu, martıların acı çığlıklarla uçtuğu, binaların içimi kirleten kirlerinden arındığı, insanların hep koşuşturduğu, vapurların bacalarından çıkan dumanların havadaki sise karışıp görünmediği ve denizin, kendisini daha da derinleştiren o koyu rengi aldığı ân, kendimce en sessiz bulduğum ân olmuştur, nedense... Yağmurun, tüm hüzünlerimi, acılarımı, bilinmezliklerimi alıp götürdüğüne inanırdım, hâlâ da inanırım. Hüzünlerimi ve acılarımı her zaman yoketmese de, onları benim için çekilir hâle getirmiştir yağmur. Yağmurda geçirdiğim zamanları, ıslak sarı yaprakların ve heybetli ağaç gölgelerinin arasında geçen büyülü zamanlar diye vasıflandırırım. Yaşadığımı, yağmur yağarken daha iyi hissederim sanki.

Yağmurdan bu kadar bahsetmemin sebebiyse, hikâyenin geri kalan kısmında anlatacaklarımın da, başıma yağmurlu bir günde gelmesi.

Dedemin öldüğünü öğrendiğim gün, aynı zamanda bir dedem olduğunu da öğrendiğim gündü. Öğrenmeme vesile olansa, bir avukattı üstelik. Annem ve babam dururken tüm mirasını bana bırakmış olması, bir dedem olduğunu henüz öğrenmiş olmamın şaşkınlığını ikiye katlamıştı. Annemin dediğine bakılırsa, o tuhaf giysili, tuhaf tavırlı, söylediklerinden hiçbir şey anlaşılmayan adamdan da bundan daha anlaşılmaz bir tavır beklenemezdi zaten. Avukatın söylediğine göre, yıllar önce ölmüş olduğunu sandığım dedem, bana Kanlıca sahilinde, değeri milyarlarca lirayla ölçülen ahşap bir köşk bırakmıştı. Henüz reşid olmadığımdan, köşkü satmak gibi bir kanunî hakkımın bulunmadığını; reşid olup köşk bana devredilinceye kadar, başka hiçkimsenin de herhangi bir işlem yapamayacağını söyleyen avukat, birtakım bürokratik prosedürleri yerine getirerek, "Bir yıl sonra görüşmek” dileğiyle evden ayrıldı.

Avukat gider gitmez evde kopan tantanaysa, seyredilmeye değerdi doğrusu. Annem, yıllarca beklediği bu ân üzerinde kurduğu hayalleri, yapmayı plânladığı Avrupa seyahatini, almayı tasarladığı mücevherleri; babamsa, büyüteceği işini, altına çekeceği son model arabayı ve nasıl olup da dedemin böyle bir şey yaparak tüm hayallerini suya düşürdüğünü konuşup durdular.

"- Neyse, hiç olmazsa bir yıl sonra köşkü satıp tüm hayallerimizi gerçekleştirebileceğiz," dedi babam.

Ne bana bir açıklama yapan, ne de benim olan birşeyi onların sonu gelmez istekleri için satıp satmayacağımı veya benim hayallerimin olup olmadığını soran vardı. Üstelik, benim kafamı kurcalayan şeyler bambaşkaydı. Kimdi bu adam? Annem neden yıllar boyu bir babası olduğundan sözetmemişti bana? Yahut nasıl olur da babasının ölmesine üzüleceği yerde, gerçekleştiremeyeceği hayalleri için, ölmüş bir adamın arkasından bunca kötü söz sarfedebilirdi? Bütün merakıma rağmen, alacağım cevapları tahmin edebildiğimden, hiçbir şey sormamayı tercih ettim.

Bir yıl dolmak üzereydi. Annem ve babamın beklediği büyük güne bir ay kala, aynı terâneler başlamış, yine çekilmez hâle gelmişti ev. İşin aslı, evle pek alâkası olmayan; nereye, kimle, kaçta gidip, kaçta geldiği sorulmayan; evde olduğum zamanlarda da odamdan çıkmayıp, müzik dinlemeyi ve kendi dünyamda yaşamayı tercih eden biri olarak, olan bitenle pek de alâkadar olduğumu söyleyemeyeceğim. Annemle babam hayal kuradursun, odamda oturup sıradan şeylerle meşgul olduğum bir gece, tahmin edebileceğiniz üzere, uykumun gelmesiyle yatağa yattım.

Uyandığımda kendimi, terler içerisinde kalmış; şaşkınlık, korku, huzur, güven, güvensizlik gibi karmaşık duygulara boğulmuş olarak buldum. Tüm bunları bana yaşatansa, bir rüyaydı... Rüyamda, yüzünü net olarak hatırlayamadığım biri yatağımın yanına gelerek başımı okşuyor;

"- Ayşe, yavrum, sen onlara benzemiyorsun, benzemeyeceksin. Biliyorum, sen o evi satmayacaksın, sen ‘Allah'a mâlik olma’nın ne demek olduğunu öğreneceksin, git ve o evi gör. O evi görmelisin,” diyor ve beyaz bir ışığın ötesinde kayboluyordu.

Rüyamı birilerine anlatmak bir kenara dursun, ben bile hiçbir anlam veremiyordum gördüklerime. Bir kere benim adım Ayşe değildi. Öyleyse niçin bu zât, bana "Ayşe" diyordu? O evi görmeye gitmeli miydim? Rüyayı gördüğümün ertesi günü, sürekli bunları düşünüp durdum. Sonraki bir hafta ise hemen her gece aynı rüyayı görünce, eve gitmeye ve bu işi annemlerden gizli yapmaya karar verdim. Evin tam adresini, telefon defterinde kaydı bulunan avukattan istedim ve gizli kalmasını rica ettim. Avukat, evde hâlâ bir kahyanın yaşadığını ve bana yardımcı olacağını söyleyerek kapadı telefonu.

Yola koyulduğumda kafama takılan en önemli soruysa; "Allah’a mâlik olma" nın ne demek olduğuydu. O evi görmekle tüm sorularıma cevap bulabilecek miydim? Diğer mühim noktaysa, Ayşe’nin kim olduğuydu ve eğer ben Ayşe değilsem, niçin o tanımadığım zâtın dediklerini yapıyordum. Tüm bu sorular ve belirsizlikler içinde köşke vardığımda, benim bile gözlerim kamaştı. Annemin bu ev için neden böylesine yanıp tutuştuğu, tarafımdan daha iyi anlaşılıyordu şimdi. Ben tüm bunları düşünürken...

"- İçeri gelin küçük hanım, yağmurda üşüteceksiniz," sesiyle irkildim.

"- Siz, Hasan Bey’in torunu Ayşe olmalısınız, ne kadar da benziyorsunuz dedenize. Bu ev dedenizin hatıralarıyla dolu, kokusu hâlâ evde rahmetlinin. Her sabah ayak seslerini duyar gibiyim. Akıllı adamdı dedeniz lâkin, Frenk hayranı anneniz tüketti adamcağızı..." diye sürdürüyordu ki konuşmasını, atılıp sözünü kestim:

"- Lütfen müsaade eder misiniz, söylediklerinizden tek kelime anlamıyorum. Üstelik adım Ayşe değil, buraya geliş sebebimse, anlatsam da anlayamayacağınız kadar tuhaf, tam olarak ben bile buraya neden geldiğimi bilmiyorum."

İçinde bulunduğum durumu ve soracaklarımı ben bile kafamda netleştirmeden, merak ettiklerimi anlayan nur yüzlü adam anlatmaya başladı. Fedakâr kâhya anlattıkça merakım ve heyecanım artıyor, anlattıkça anlatmasını istiyordum. Adamcağızı dinledikçe, bende ona karşı bir güven oluşmuş ve gördüğüm rüyayı anlatabileceğim kişi olduğuna karar vermiştim. Gerçi, duyduklarımdan sonra ben bile az çok yorumlayabilir hâle gelmiştim ya, neyse... Rüyamı anlattıktan sonra, kâhya bana "Siz akıllı bir kızsınız küçük hanım, Allah’ın izniyle bu rüyanın ne mânâya geldiğini, kendiniz yaşayarak anlayacaksınız. Ben bu hususta şimdilik bir tâbirde bulunmayacağım.” diyerek, mânâlı bir sessizliğe büründü.

Dedem derin bir müslüman imiş ve annemle aralarında problem teşkil eden şeyse; dedemin, inandığı gibi yaşayan biri olmasından kaynaklanıyormuş. Dedemin bütün çabalarına, annemin nasipsizliği galip gelmiş ve sonunda yolları ayrılmış. Bense, dedem ve ailem bir arada yaşıyorlarken, dedemin bana verdiği isimle, yani sizin de tahmin edebileceğiniz gibi “Ayşe” ismiyle çağrılırken, yolların ayrılmasıyla ismim de değiştirilmiş.

Yaşlı kâhyanın anlattıkları ve dedemin hayat tarzı, hiç bilmediğim bir keyfiyet olmasına rağmen, beni itmemiş; aksine o yağmurlu günü takip eden günlerde de, içimdeki merakla beni oraya çekmişti. Günler günleri kovalamış ve bir gün dedemin o muhteşem kütüphanesinde kitapları karıştırırken, yere düşen bir resim... Kâhyanın cevabı... Sanki, beklediğim cevap... Resimdeki nur yüzlü adam, rüyamda gördüğüm adamla aynı, yani dedem...

Rüyamla ilgili geride tek bir soru kalmıştı. “Allah’a mâlik olmak” ne demekti?.. Yine kâhyayla sohbet ettiğimiz günlerden biriydi. Kütüphanedeki kitapların çokluğundan dolayı neresinden başlayacağımı bilemediğimi ve okumaya çalıştıklarımın çoğundan da birşey anlamadığımı söyledim. Bunun üzerine, birlikte kütüphaneye çıktık ve kitapların arasından birini seçerek, "bunu oku, daha kolay anlarsın” dedi kâhya. Kitabı okumaya başlarken, rüyamı aydınlatacak cevabın orada olduğunu bilmiyordum. Evet, kitabın adını merak ediyorsanız söyleyeyim; Necip Fazıl’ın "O ve Ben" isimli eseriydi. Bu eserden sonra, diğer eserlerinin çoğunu da bir çırpıda okudum ve; çok sonraları öğrendiğime göre, benim dedem de Üstad Necip Fazıl’ın feyz pınarı Abdülhakim Arvasî Hazretleri’nın bağlısıymış.

Yağmuru soracak olursanız, artık yağmura daha farklı bir gözle bakıyor, geçmiş günlerde hissedip de izah edemediğim duyguları ve yağmurun ruhunu daha iyi anlıyorum. Yağmura minnetim sonsuz...