Konferans DANTE'NİN YOLCULUĞU Selim Gürsel Benim konferanslarımın ne kadar tatsız tuzsuz geçtiğini bilmez değilim. Fakat ben bir vazife şuuru ile buradayım. Vazifem, İBDA'nın güzelliklerine dair sizlerde ilgi uyandırabilmek. Nutkumun pek iyi olmadığını daha evvelden hatırlatmıştım; gene bu yönde bir arıza husule gelirse, peşinen özür dilerim. Öncelikle şu afişlerde gördüğünüz konferans ismi hakkında bir açıklama yapmak isterim: - Dante'nin Yolculuğuna İslamcı Bakışta Bir İlk! İlk bakışta bu üslup bana ait değil, reklam bakımından kayda değer görünüyor. Bununla birlikte, bunu benimsemediğimi de söyleyemem. Bana kalsa, "Dante'nin Yolculuğu" der, içinden çıkardım. Aslında beni bu kadarı daha fazla ilgilendiriyor. Yoksa "Dante'nin Meşhur Yolculuğu" mu demeli? Ben bu yolculuğun orada olup bitmiş birşey olduğuna inanmıyorum. Dante'nin Yolculuğu, Simyacı'nın diliyle, bir "şahsî menkıbe" değil sırf bence. Benim yolculuğuma ışık tutan mânâlar da yüklenmiş gibi geliyor bana. Sizinle de bu yüzden paylaşmak istiyorum ya! Hepinizin hayatında bir "Cehennem", bir "A'raf", bir "Cennet" var sanırım... Dante, yolculuğunu "La Commedia-Komedya" diye isimlendirmişti. Ona "La Divina-İlâhî" sıfatını ekleyen, ölümünden sonra, hayranı Boccaccio oldu. Böylece, Dante deyince, aklımıza "İlâhî Komedya" geliyor. Dante eserine "İlâhî" sıfatını ilâve etmeyi lüzumsuz görmüş veya buna akıl erdirememişti; ne önemi var bunun? Bana sorarsanız, Dante'nin kafasında "insânî" ve "ilâhî" diye birer fasıl yoktu. Batı'daki bu faslın nerede ve neye göre ortaya çıktığına birazdan değineceğiz. Ne var ki ben "İslâmcı bakış" deyince, bu faslı biraz erken hatırlamış oldum. İslâmcı bakış, bir müslümanın eşya ve hadise karşısında takındığı tabiî tavrın adıdır. Buna öteden beri, "feraset" deriz. Feraset, öyle kolay birşeydir ki, çoğu zaman gözümüzün görme çetinliğini hiç hissetmeden görüvermemiz gibi, onun farkında bile olmayız. Böyle derken, size yalan mı söylemiş oluyorum? Feraset çok mu kolay? Dik bir yokuşun üstündeyseniz, deniz ayaklarınızın dibindedir. Fakat git git, bitmez... Kabataş sırtlarından Boğaz'ı seyrederken, o manzara beni çok etkilemişti. Neticede şunu farkettim ki, İBDA olmasaydı, bizler, tefekkürde hiçbir mesafe ayarına sahip olamayacaktık. Eğer şuurumuza teklif edilen İBDA diyalektiği olmasa, onca kolay bir dava olan, görüvermek gibi basbayağı bir iş olan "feraset" davasını hiç anlamayacaktık. Oysa feraseti olmayan müslüman, tedavülden kalkmış madeni 5 liralar kadar bile itibardan yoksundur. - Matematikte formülleri kullanmamakta inad eden bir kimse, ya problemi neticelendiremez, yahut binbir dereden su getirerek yeni formüller uydurma küçüklüğüne tevessül eder. Fikirde de bu böyledir. İslâmî hükümlerden uzak kalmış bir zihin, hiçbir fikrî meseleyi hakikatiyle neticelendiremez ve kendi kafasından hükümler uydurma küçüklüğüne düşer. Matematik formüllerin fikirdeki karşılığı, "terkibî hükümler"dir. Ben bunları söylüyorum ama, gene de edebiyat heveslisi müslümanların kafasından, "Dante'ye İslâmcı Bakmak" gibi bir zahmetin gölgesi geçmiyor. Varsa yoksa şiir yazacak, hikâye döktürecek... Ah şu Şuarâ Mektebi'nin başında ben olacaktım ki, bak bakalım, bir tane şiir heveslisi kalacak mı? Ne demek istediğimi anlamak isteyenler, Sezai Karakoç'u ve onun çöle çevirdiği gençlik iklimini tahayyül etsinler... Ben de edebiyatla ilgilenmeye şiir söyleyerek başlamıştım ama, ne talihliymişim ki, hiç Sezai Karakoç okumamıştım. "Bir İlk" meselesine gelince... Bu mevzuda söyleyebileceğim hiçbir şey yok... Benim size fısıldamak istediğim, basitçe şu: Dante'nin yolculuğu sizin şahsî yolculuklarınızın uzağında değil... Benim de bu yolculuğu ilk farkedişim, bundan iki, iki buçuk sene evveline, 1995 baharına dayanır. O zaman "Cehennem"i okumuştum. Komedya'nın ilk cildi, Milli Eğitim Bakanlığı tercümesinden... Batılılar bir fikre muknîdir, İslâmî tecessüs bakımından tam yerini bilmiyorum: Cehennemliklere pişmanlık yoktur!.. Ben "Cehennem"i okurken -size bir sırrımı daha vereyim- "Quinn" adlı müzik grubunu dinlerdim. Bir insanın "Cehennem"de neler hissedebileceğini merak edeniniz olursa, size de, sözkonusu grubun solistinin, Fredie Mercury'nin sesini dinlemenizi tavsiye ederim; yirminci asrın icmâli gibidir... Fakat Fredie Mercury dinlemek, ayrı bir cehennem yolculuğudur... Mercury bahsini duyan "âşinâlar", hemen "ibnelik" bahsine sarkmaya yol arıyorlar. Ben bunu normal karşılıyorum, zirâ herkesin herkese sulandığı bir belediye otobüsü ortamında, sefil akıllara başka bir şey gelmiyor. İbnelik, rejimin karakteristiği hâlinde, şüphesiz iğrenç birşey; ama ben Çaykovski dinleyen, Proust okuyan ilh. kimsenin, bu aşağılık duyguyu hissedeceğini sanmıyorum. Müzik, Yunanlılar'ın muhayyilesine göre, insanlığa peri kızlarının armağanı olan bir sanattır. Bu sadedde, ilk defa duyacağınızı sandığım veciz bir sözle, "Dante'nin Yolculuğu" adını verdiğimiz bahsin, vehmedilebileceğinin aksine, tam da merkezinde olduğumuzu belirtmeliyim: - Müzikteki 24 aralık, altunun "en saf" olan 24 ayar hâlinden mülhemdir! İşte "Dante'nin Yolculuğu" da, bu "en saf"ın arayışıdır bir nevî... Siz söyleyin şimdi: Sizler de bunu istemiyor muydunuz?.. Dâvânız "en saf" olan değil mi?.. Bazen bir arıda, bazen bir çiçekte, bazen de hiç farkında olmadığınız yerlerde aramıyor musunuz onu? Eğer "hayır!" diye iç geçiriyorsanız, bir edebiyat sohbetinde ne işiniz var? Sizler edebiyatçıların, insan hayatını, "çocukluktan verilmiş kocaman bir taviz" olarak tarif ettiklerini hiç işitmediniz mi? O hâlde şunu söylememe de müsaade ediniz: İnsan Dante hakkında konuşmaya, ancak "A'raf" adı verilen berzahta başlayabilir. Dante bile, Komedya'ya, üstelik Cehennem bahsine, şu meşhur mısrâ ile başlayabilmiştir: "Nel mezzo del cammin di nostra vita" (*) Gerçekten, bundan münasib bir girizgâh düşünülemezdi. "Komedya"nın ne demek olduğunu hissettirebiliyor muyum? Her şeyin bittiği, yolun sonuna gelindiği bir ânda, ne söylenebilir? Dante'nin "Karanlıklar Ormanı" adını verdiği, uçurumun kenarıdır Komedya'nın başladığı yer. Yıl, milâdî 1300... Nisan ayının 7'sini 8'ine bağlayan mübarek cuma gecesi... Dante, tam 35 yaşındadır... Uçurumun kenarı, "yolun sonu"dur... Işık kararınca, yol da kalmamıştır... Bir adım sonrası, ebedî boşluk ve yokluk olan bir nokta... Şayet bu noktaya gelmişseniz, bir adım atmak ve kendinizi yokluğa bırakmak işten değildir... Fakat!.. Bundan 6-7 sene evvel, Attila İlhan'ın bir tabiri içimi ürpertmişti: "Muhalif rüzgâr"... Attila İlhan bununla ne kasdetmişti bilmiyorum, ama ben Baudelaire'in anladığını anlamıştım: Zaman!.. Birkaç gün önce "Elem Çiçekleri"ni karıştırırken, Baudelaire'in, "L'Enemi-Düşman" isimli şiirinde zamanı anlattığını görünce, aklıma o saat "muhalif rüzgâr" tabiri geldi. Evet, zamanın şairin en büyük düşmanı olduğunu ben de hissetmiştim. Hem de çocuk yaşımda... Size "ürpermek" diyorum, dikkat edin! Birkaç sene evvel, Hasan Kapar'ın şu mısraa takılmasında, iyice emin olduğum mefhum: "İliklerime kadar onu gördüm bu sabah!" İşte, "fakat" diye açtığım ilk parantez budur. İkincisi de, bunun içindedir. Kendisini yokluğa katıp karmak isteyen "muhalif rüzgâr", kahbece esmese, siz Dante'nin uçuruma adım atmaktan çekineceğini mi sanıyorsunuz? Yok, hayır; bir şair olduğuna göre, bunu kolayca yapabilir... Ama "muhalif rüzgâr", kendisi de istemeden, onu ayakta tutuyor... Kahbeliğin en koyu ânında bir "ümit" baş gösteriyor... Hani, Üstad'ımızın, bütün şairlere tercüman olan, olağanüstü güzellikte mısralarını hatırlayalım: "Yolumun karanlığa saplanan noktasında Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum" Karanlıklar Ormanı'nda, yolun tükendiği yerde, "bir şey, her şeyi tutan bir şey", yolun sonunu yeni bir yolun başı kılan şey, karanlıklar içinde beliren hayal, zamanın ötesinden, 13 asır evvelinden kopup gelen Romalı rehber Vergilius... Onun gelişi, öyle kendiliğinden değil... Güzeller güzeli Beatrice'nin teveccühü... Uçurumun kenarından bir silkinişle geri dönen ve "muhalif rüzgâr"ı yırta yırta yürümeye başlayan şairin dudaklarından dökülür ancak o mısra: "Hayat yolumuzun yarı yerinde" İlâhî Komedya burada başlar. Arjantinli Jorge Luis Borges, nasıl da çıplak gözle görüyor Dante'yi: Dante'ye hayalgücü verildi! Hayalgücü!.. Bunu bir düşünün!.. Hayalgücü edinen insan, artık herşeyi bambaşka görür... Borges gibi kör de olsa, "biz Dante'yi çağdaşlarından daha iyi tanıyoruz" diyebilir... Zannediyorum, uyandırmak istediğim tedailer çiçek açıyor. Şairlerin dünyasını bilirsiniz işte... Bütün dâvâları, "âb-ı hayat" dediğimiz o mudil nesneye ulaşmaktır. Üstad'ımız bunu, "biricik meselem, sonsuza varmak!" diye ifade ediyor... Ama bu mısra, "Çile"den... Öyle ya, "âb-ı hayat" ancak "Karanlıklar Ülkesi"nde bulunabilir... Hızır Aleyhisselâm'ın dâvâsını biliyorsunuz... Ya Mevlânâ Hazretleri'nin "Fîhi Mâfih" adlı eserindeki yol gösterici te'vilini: - Âb-ı Hayat'ın Karanlıklar Ülkesi'nde olduğunu söylerler. Bu Karanlıklar Ülkesi, Allah dostlarının cismidir. İnsan bu suya ancak karanlıkta ulaşabilir. Sen karanlığı sevmiyor, ondan nefret ediyorsun. O hâlde Âb-ı Hayat'a nasıl ulaşabilirsin? Korkaklardan korkaklığı, alçaklardan alçaklığı öğrenmek istersen, hoşlanmadığın ve istediğinin aksine pek çok şeye katlanman gerekir. Yoksa arzuna ulaşamazsın! Bana "Simyacı" isimli, üzerinde 1997 yılı ortalarından itibaren hayli gürültü koparılan eser, bu babda çok zayıf göründü. Paolo Coelho adlı bir Brezilyalı tarafından roman formunda kaleme alınan ve ülkemizde de gerek resmî, gerek korsan yollardan mutantan bir gündem işgal eden bu eser, bilindiği gibi, bir İspanyol çobanının simya işine heves ederek Şimalî Afrika'ya açılmasını ve yolculuğunu işliyor. İtiraf etmek gerekirse, ilk başlarda etkilendim, hattâ sarsıldım. Zira mükemmel bir girizgâhı vardı. Ele aldığı mesele -hakikat arayışı- de öyle nâzikti ki, İslâm Tasavvufu'nun ben gibi kırıntılarına âşinâ olanlar, onu çarçabuk kendilerine benzetebilirlerdi. Fakat biraz daha ileri gidince, kaldırıp atmaktan başka çarem kalmadı. Zira anlamıştım ki, Coelho denen adam, çağdaş Amerikan romancılığının en kaba teknikleri ve en az onun kadar kalın bir anlayışla(!), simya adlı o inceler incesi mevzuya el atmış bir bedbahttan başkası değil... Evet, evet, Simyacı'ya hakaret ediyorum; itiraz edecek yok mu? Ben onu ancak çocuklara tavsiye edebilirim. Ama çocuklar da herhâlde daha kalıcı şeyler okumayı yeğlerler. Edebî olarak, beş para etmez. Böyle olduktan sonra, ne dediği umurumda bile değil... İnsan, girizgâhta yer alan Narkissos'un o büyüleyici hikâyesini arıyor eserde ister istemez... Ne gezer! Okumamış olanlara nasıl bittiğini de söyleyivereyim mi: - "Geliyorum Fatıma, dedi. Geliyorum." Bunu görünce, diyorsunuz ki, "avdet başladı"... Dante'nin ilk mısraını hatırlıyorsunuz... Ama olacak şey değil; Dante asla bu kadar kaba olmamıştı. Dante'nin Yolculuğu, Santiago adlı çobanın turistik seyahatine de hiç benzemiyordu. Coelho'nun hayatında "aşk" diye bir şeyi duymadığı belli. Halbuki Dante, bir âşıktı. Hem de, kelimenin şu mânâsında: - "Aşk insana âlemde yolların bilgisini ve kahramanların sanatını verir; birincisinde ilim, ikincisinde amel..." Eğer aşk dediğiniz şey, size "yolların bilgisi"ni ve "kahramanların sanatı"nı vermiyorsa, aşka bir hayırhahlık edin de, ona "aşk" demeyin. "Alçaklardan alçaklığı", "korkaklardan korkaklığı" öğretmeyen hiç bir duyguya "aşk" dairesinde yer vermem ben. Tolstoy nasıl da tiksinirdi, karşısına çıkan sözümona "âşıklar"dan... Narkissos, kendine âşıktır; oysa aşk, kelimenin tam anlamıyla "fenâ" bir duygudur. Hani simyacılar, değersiz madenleri bir potada eritip "saf altun"a ulaşmak dâvâsına, bütün bir ömürlerini vakfederler ya... Turistik bir geziye çıkmazlar, Hamlet'in o meşhur yol ağzındadırlar daima: - Olmak ya da olmamak; işte bütün mesele! İlâhî Komedya, işte bu noktada başlar. Gerçek simya da, Coelho'nun yaptığı gibi, tam da başlayacağı yerde bitirilmez. Demek ki, "simyacı" diye bir eser kaleme alabilmek için, insanın her şeyden önce bir parça şair olması lâzımgelir! Bülbül, göğsünü dikeniyle kanatan güle bir ömür şarkı söylemelidir. Kumru, servinin boyunu seyrede ede ölmelidir. Pervâne, çevresinde dolaşa döne başı dönerek, kendini ateşe vurmalıdır... Mevlânâ Hazretleri'nin Züleyhâ'dan şöyle bahsettiği rivâyet edilir: "Her ne kadar isim etse telâffuz Gayesi maksudu sadece Yusuf!" Meseleyi bu şekilde anlayan için, bütün şairlerin, âlemde bir tek müşterek üstadı vardır: Allah Resulü... Bütün insanlığın gaye noktasında bulunurken, kalbinde bir tek gaye, bir tek isim taşıyan, bir tek adam... O'na nazar etmek ne haddimize, O'nu bize Büyük Doğu Mimarı tanıtıyor: - "Allah de ve sus!" Kâinatta bundan güzel bir cümle olabilir mi arkadaşlar? Başınız dönmüyor mu?.. Ah, Dante, o kefere soyu, nasıl da görmüştü tüm şairlerin, belki baştanbaşa şiirin varoluş sebebini?.. Dante'nin Yolculuğu, "İsrâ" ile başlayıp "Mirâc" ile mühürlenen, o emsalsiz ânın bir taklididir... Dante'nin Mirac'ı, sadece Mirâc'ı değil, Cehennem (Inferno), A'raf (Purgatorio) ve Cennet'i (Paradiso), Şeyh-i Ekber'den iktibas ettiğinde, tüm şarihleri hemfikirdir. Fakat asıl üzerinde durulması gereken, bu iktibas değil, bununla beraber görünen "muhteşem muhayyile"dir. Dante Mirâc'ı taklid ederek, bütün Batılı şairlerin üzerinde bir yer almıştır. Goethe Müslüman şairlerin hayrânıydı, fakat Dante'nin buğzu içindeki dehâsı, tam anlamıyla muhteşemdir. Çünkü bizim basitçe "görüşme" adını verebileceğimiz iki sevgilinin yüzyüze geliş ânı, her şiir için geçerli gaye noktasındadır... Yanlış anlaşılmasın, "Mirâc'a şiirle varılır" -hâşâ- demek istemiyorum. Demek istemem, benim zannımca şiirin, "Mirâc" dediğimiz o eşsiz ve ulaşılmaz ânı bir nebzecik idrak edebilmek için, Allah'ın insanlardan bazılarına bir ihsânı olduğudur. Tabiî ki farkındayım, Dante'nin rehberi Vergilius bir mümin olma bahtiyarlığına erişseydi, o "hayal edilemez" hududuna geldiklerinde, tilmizine şöyle hitab edecekti: - Bundan öte şiirle gidilmez! - Ya nasıl gidilir? - İmanla! Buna mukabil, Dante Alighieri, kendisinden evvel bir benzeri daha ortaya konmamış, o güne kadar meydana getirilenler içinde en büyüğü sayılan şâheseri ihdâs etti. Onbirli hece vezniyle kaleme alınan, "terza rima" adı verilen üçerli mısra demetlerinden oluşan, beheri 33 manzumeden (canto) mürekkep 3 muhteşem cilt... Münekkitler, Dante'de en çok, ifade ve tasvir kudretine hayran kalmışlardır. Borges, okun ne kadar hızlı gittiğini anlatmak için tasvire sondan başa doğru başlamasına bayılır meselâ... Dante aynı zamanda bir "dil kurucu"dur; İtalyan lisanını, kocakarı şivesi olmaktan çıkarıp yepyeni bir dil hâline getirmiştir... Bütün bunları niçin altalta koyuyorum, farkettiniz mi?.. Şiiri, kalıptan, vezinden, kafiyeden arındırarak, böylece "şiiriyet"ten vazgeçtiklerini göğsünü gere gere ilân eden, o yığınla "şair"(!)i teşhis etmek üzere... Oh, İlâhî Komedya nedir, bunu bana sormayın. Ne değildir ki? Bir aşk hikâyesi, bir ahlâk felsefesi, bir tarih muhasebesi, bir siyaset beyannâmesi, vesaire vesaire... En iyisi, Daniel J. Boorstin'e bir kulak kabartalım: - İlâhî Komedya, yalnızca Ortaçağ'ın bir kozmolojisi (kâinat muhasebesi) değil, bunun sonuçlarıyla yüzyüze gelen bir adamın hikâyesidir. Bir ilâhiyat araştırması değil, tek bir kişinin yaptığı yolculuktur. O çok meşhur ilk mısradan itibaren, Dante kendini de hikâyeye dahil etmektedir. Bu, "yolun yarısı"dır; çünkü Dante de insanoğluna biçilen ömrün tam ortasındadır. Tüm kişilerin çektiği acılardan duyulan korku, çok canlıdır." Bu tesbitte, üzerinde duracağımız birçok nokta var. Fakat dilerseniz, evvelâ Dante'nin hikâyeye kendini de dahil etmesine değinelim. Bu, bir ilktir. Daha evvel, şairler söze "o" diye başlar ve uzak kahramanları anlatırlardı. Oysa Batı tarihinde ilk defa Dante, "ben" dedi. Ondan bir hayli zaman önce, Aziz Augustinus, "İtiraflar"da (Confessiones) "ben" diye bir üslup kullanmıştı ama, Borges'e göre Aziz Augustinus'un "ben"i, bize çok uzaktır. Zira itiraflar, herkesten ziyade Aziz Augustinus'a aittir. Dante'nin "ben" dediği yerde ise, onu anlayan ve aynı şekilde "ben" diyecek okuyucuların adedi, neredeyse okuyucu adedi kadardır. O "ben", bizzat "biz"dir. Boorstin'in "ilâhiyat araştırması değil, bir tek kişinin yolculuğu" dediği yerde ise, bütün bir Doğu ve Batı farkı görünüyor. Batılı zihinde "ilâhî" ile "insanî" birbirinden farklıdır. Belki de bütün bir Avrupa tarihi, "ilâhî" ile "insanî"nin çatışmasından ibarettir. Avrupalı'nın gözünde "ilâhî", Kilise kanunları ve ceberrutluğudur. "İnsanî" ise, Kilise'nin amansız vahşetinden bir ân için sıyırıcı "hür fikir"dir. Boccaccio, Decameron'un hemen önünde Commedia'yı görünce, ona "ilâhî" demekten başka çare bulamamıştır. "İnsanî komedya" çığırı ise, modernizmle beraber, Honore de Balzac tarafından, Dante'den tam 5 asır sonra başlatılacaktır. Batılılar "insanî" ile "ilâhî"nin birbirine zıt duruşu ve sonu gelmez mücadelesini, Yunanlılar'dan devralmışlardı. Yunanlılar'da ilâhların beşerî zaaflarla malûl bulunduğuna bakmayın siz; herşey Hesiodos'un anlattığı gibidir. Promete'nin Zeus ile olan savaşı, Batılılar'ın, "insanî" olabilmek için "ilâhî" ile mutlak surette savaşmaları gereken melun hayatının bir modelidir. Nitekim Dante bile Papa 8. Bonifacius ile savaşmak zorunda kalmıştır. Oysa İlâhî Komedya, asırlarca Kilise çevresinde de büyük hüsn-ü kabul gören bir eserdir. Bizde, biliyorsunuz, bu tip bir nizâ hiç olmadı. Zira İslâm sanatkârları şu olağanüstü ölçüye sahiplerdi: - Halkın dili, Hakkın dilidir! "İnsanî" olanı idealleştirmekle "ilâhî" olana erişmek müteradif kavramlardı. Dante Alighieri, bu eşsiz sırrın uzağında değildir. Şayet dedikleri gibi, "ilâhiyat" cihetinden hâli olsaydı, sevgilisini Cennet'in baş köşesine koyar mıydı hiç? Esere niçin "Komedya" ismi verildiğini açıklamanın vakti geldi de geçiyor bile... Dante'ye ait olmadığı da söylenen, ama Dante'nin, hâmisi della Scala'ya bir mektubu olduğu tahmin edilen metinde, şöyle bahsedilir bundan: - Eserin gayesi, bu dünya insanını ıstıraplardan kurtarıp saadet hâline eriştirmektir... Kitabın başlığı şöyle: "Dante Alighieri'nin komedyası burada başlıyor. Mizâcı değil ama, kendisi doğuştan Floransalı..." Bunun anlaşılması için şunu kabul etmek gerekir... Komedya diğerlerinin hepsinden farklı bir manzum eserdir. Mevzuu itibariyle tragedyadan ayrılır; kendi zâviyesinden tragedya, başlangıcında sakin ve güzel, sonunda ise felâket ve korkunç olur... Öte yandan komedya aksiliklerle başlar, ama mutlu sonla biter... Kullanılan diller de farklıdır; tragedyanınki kibirli ve yüce, komedyanınki ise mütevazi ve basittir. Mevzuu ele alacak olursak, başlangıçta korkunç ve kötüdür, çünkü Cehennem'de geçer; sonu ise bahtiyar, arzu edilen tarzda ve neşelidir, çünkü Cennet'tir. Bu tasnife göre, bazıları bu salonda, müslümanın tragedya yazamayacağını iddia etti veya ben yanlış anlayıp hemen itiraz ettim. Ben tragedyayı seviyorum. Size hem Yunanlılar'ın, hem de Avrupalılar'ın ölçülerine uyan bir tragedya göstermek isterim. İslâmî olup olmadığına karar verirsiniz. Bence İslâmîliğin ölçüsü, İslâmı telkin kudretidir. Bunu bir tragedyayla yapabileceksem, ne diye önüme çıkacaksınız ki... Meselâ size Friedrich Nietzsche'yi anlatmak isterim. Hem Nietzsche felsefesine mutabık bir "trajik adam" olarak, hem de sanatkârların kasdettiği tragedya konforunda... "Bu meseleyi şimdilik kapatalım" derseniz, memnuniyetle kapatırım... Zira "Dante'nin Yolculuğu"nu bir "komedya" olarak görmekteyiz, öyle değil mi?.. Sanırım, böylesi daha güzel: - "Ölsek de sevinin, eve dönsek de!.." Dante, 1265 yılında Floransa'da doğdu. Asıl adı, "Durante"dir. "Dante", bizdeki "Mehmed"e "Memo" der gibi, kısaltma bir isimdir. Mensubu olduğu Alighieri ailesi, tüccar zadegânından olduğu için, kendisi de iyi bir eğitim gördü. Gayesi bir hukukçu olmaktı. Ne ki, kaderinde şairlik vardı: - Aklımdaki muhteşem hanımefendi, gözlerime ilk kez göründü... en soylu renk olan kırmızı elbiseler içinde, küçük yaşına son derece uygun biçimde süslenip püslenmişti. (Nabzı hızlanırken, çağların ötesinden Homeros imdadına yetişti.) "O sanki bir fâninin değil, bir ilâhın kızı gibiydi." Bunları yazdığında, henüz 9 yaşındaydı. "Aklındaki muhteşem hanımefendi" ise onun akranı, bir rivayete göre de bir yaş küçüğü, Portinari ailesinin kızı Beatrice idi. Zavallı Dante, o günün hayatını altüst edeceğini ne bu satırları yazarken düşünmüştü, ne de 18 yaşına gelip, Beatrice'yi beyazlar içinde, başka kadınların arasında gördüğünde: - Bana öyle faziletli bir temennâ çaktı ki, herhâlde saadetin zirvelerine ermişimdir. Dante'nin henüz bu hislerin ne mânâya geldiğinin şuurunda olduğunu sanmıyorum. Nitekim gençlikten yetişkinliğe kitaplariyle geçmişti. O kadar çok okuyordu ki, gözlerinin kör olmasına ramak kalmıştı. Zamanının ilim ve sanat adamlarıyla kurduğu dostluklar ve dost meclisler, ona çok şey öğretiyordu. Hem de tam bir soyluya yaraşır şekilde, hızla yükseliyordu. Siyasî bir teşkilâta katılmış, Floransa'nın önde gelenleri arasına girmişti. Bu arada, tuhaf bir şey oldu. Beatrice, ailesinin arzusuyla, Simone isimli biriyle evlendi. Ne var ki, iki yıl sonra da öldü. Bir münekkit bunu şöyle yorumluyor: - Beatrice'nin ölmesi, Dante için büyük bir darbe oldu. Bugün düşünüyoruz da, kaderin böyle tecelli etmiş olması, netice bakımından dünya edebiyatı için daha hayırlı olmuştur, diyoruz. Çünkü Beatrice, Dante'nin kalbinde ve hayalinde silinmez bir iz bırakarak, 24 yaşının taraveti içinde ölmekle, yılların yıpratıcı, çirkinleştirici ve yıkıcı tesirlerinden kurtulmuştur. Gelin siz onu Dante'ye ve biricik dostu Guido Cavalcanti'ye anlatın. Dante, ancak Beatrice'yi kaybettikten sonra tanıdı aşkı. Ama tanımasa daha iyiydi. Beatrice, ne güzel, kendisini günahlardan ve musibetlerden himâye ediyordu. Ama o ölünce dipsiz bir sefalet başladı. "Cinnete benzer bir sefahet..." Guido, dostunu sefil hâlde gördükçe kahroluyor, onu sık sık samimiyetle doğru yola, şairlerin yoluna davet ediyor; ama Dante, sefaheti cismen yaşamaktan kurtulamıyordu. 1295 yılında ailesi onu, belki avunur ümidiyle evlendirmişti; doğrusu bu da pek işe yaramamıştı. Ama durun, daha bitmedi. Siz bu kadarına şairlik mi diyorsunuz? Tarihçiler Avrupa tarihini, 12. asırdan başlatırlar. Fakat o dönemi, hiç de iç açıcı bulmazlar. İçinde, Dante gibi, Avrupa'nın ilk dev şairinin bulunduğu 13. ve 14. asırda, Avrupa eskiyi çatlatıp yeniyi zuhur ettirmenin sancılarını çekiyordu. Derebeylik düzeni artık tarihe karışmış, senyörlükler, cumhuriyetler, komünler kurulmaya başlamıştı. Tüm İtalya'daki şehir ve devletler de aynı sürecin içindeydiler. Kudüs şehrinin, Selahaddin-i Eyyubî tarafından fethedilmesi ise, tarihî ızdırapların en büyüğü olmuştu Avrupalı için... Yanlış hatırlamıyorsam, Macar münekkit George Lucacs, bütün büyük edebiyatçıların böylesi kargaşa dönemlerinde zuhur ettiklerini söyler ve misal olarak da Tolstoy'u gösterir. İtalya'da o sıra iki siyasi partinin mücadelesi vardı: Ghibellinler ve Guelfler... Birincisi imparatorluk taraftarı aristokratları, ikincisi ise papalık taraftarı avamı temsil ediyordu. Bu iki partinin mücadelesinde, iktidarı kim ele geçirirse, diğer partiye mensub olanları sürer, müebbed bir menfâ hayatına mahkûm ederdi. Floransa'da önce Guelfler hâkim oldu ve Ghibellinleri nefyetti. Fakat bu zafer, içinde fesat tohumları taşıyan bir zaferdi. Hani Yunanlılar Marathon Zaferi'nden sonra şöyle duâ etmişlerdi: Allah bize bir daha böyle bir zafer nasib etmesin!.. Yunanlılar Truva'yı yakıp yıktıktan sonra da aynı belâya dûçâr olmuşlardı. Tarihimizde Kanuni Sultan Süleyman kazanırdı(!) böyle zaferler; bozgundan beter... - Dert, Floransa'ya Pistoia şehrinden sıçramıştı. Pistoia Guelfleri "Beyazlar" ve "Siyahlar" diye ikiye ayrılmışlardı. Pistoialılar, arabuluculuk etmeleri için Floransalılara müracaat etmişler, Floransalılar ise iki partiden yalnızca birinin mümessillerini kabul etmişlerdi. Bu hadise, öteden beri Floransa'da dağınık bir hâlde bulunan fikir ve kanaatlere yön vermiş, dost ve düşmanın tefrik edilmesini mümkün kılan hizipleşmelere yol açmıştı. Siyahlar, eskiyi muhafaza etmek isteyen derebeylik müdafileriydiler. Beyazlar burjuva sınıfına dayanıyor ve liberal görüşler taşıyorlardı. Dante, Siyahların lideriyle akraba olmasına rağmen, Beyazların fikirlerini benimsemişti. 1292 senesinde Floransa'da, Beyazlar Siyahlar karşısında, çıkarılan bir kanunun iptali vesilesiyle ezici bir zafer kazandılar. Aynı yıl üçkâğıtçı Bonifacio, Papa V. Celestino'yu istifâya zorlayarak, papalık makamına yükseldi. Çok geçmeden de, "ahiret hayatını tanzim etme" vazifesini sırtından atıp, "dünya hayatını tanzim etme" dâvâsına soyundu. İkiyüz yıl evvelki bir kanuna istinâden, Floransa toprakları üzerinde hak iddia etti. Bütün bu olanlar, Floransa'nın günlük hayatını derinden sarstı. Ama o topraklarda Dante yaşamasaydı, biz bunca teferruatı elbette abes bulacak, hiç ilgilenmeyecektik. Bütün bunlar, Dante, Dante olsun diye vukû bulan hadiselerdir. Ve 1300 senesi... Papa VIII. Bonifacio, tahmin edilenden daha kurnazdı. Yıllar yılı kendisine karşı biriken öfkeleri, bir ânda izâle etmesini biliyordu. 1300 senesini, "Jübile yılı" ilân etti. Hıristiyanlık tarihinde ilk defa böyle bir şey oluyordu. İki milyona yakın bir hıristiyan topluluğu, Papa'nın etrafında halkalanacak, Papanın onlara "sizi affettim ve takdis ettim" demesiyle hacı olacaklardı. Hacılar arasında, papaya karşı güven tazeleyen Dante de vardı. Bu uhrevî seyahatin kendisine "İlâhî Komedya"yı ilhâm ettiği söylenir. 1300 senesi, Dante için mühim bir tarihtir. Siyasi hayatının en parlak terfiini o yıl kaydetmiş, Floransa'nın önde gelen 6 kişisinden biri olarak, hükümette vazife almıştır. O kadar adil bir devlet adamıdır ki, teamül gereği Siyahları sürerken, gönüller mutmain olsun diye eşit sayıda Beyazı da sürmüştür. Sürdükleri arasında, can dostu Guido Cavalcanti de vardır. Daha kötüsü de, Guido'nun menfâda yakalandığı malarya hastalığından, memleketine döndükten kısa bir süre sonra ölecek olmasıdır. Dante bu "adalet için adaletsizlik"i pahalıya ödeyecektir. 1301'de VIII. Bonifacio'nun dalaverası neticesinde, Fransa kralı Charles Valois Floransa'yı istilâ eder ve Beyazları tahttan uzaklaştırarak, Siyahları iktidara getirir. Dante böylece gerçekten şair olmaya başlamıştır: "Büyücü, büyücü, ne bana hıncın?.." Büyücü, uyarmıştı; ama Şair bunu anlamamıştı: - En sevdiğin şeylerden ayrılacaksın ve bu, sürgün yayının fırlattığı ilk ok olacak. Başkalarının ekmeğinin tadının nasıl tuzlu ve başka bir adamın merdivenlerinden inip çıkmanın nasıl zor olduğunu öğreneceksin! Geldik mi gene "Karanlıklar Ormanı"na?.. Önce sevgilisini kaybeder, sonra vatanını... Papa, baş düşmanı olan Dante'den intikamını alacaktır... Sürülenlerin başında Dante gelmektedir. Sahtekârlık, irtikab, vatana hıyanet gibi müsned suçlara binaen, 2 yıl sürgün, 500 florin para ve siyasetten ilelebed men cezası... Para cezasını üç gün içinde tediye etmediği takdirde ise asıl kıyamet kopacak, Dante'nin Floransa'daki malvarlığına el konacak ve Komün tarafından ateşte yakılarak idam edilecektir. Böylece, o şehirden bu şehire, o ülkeden bu ülkeye bir menfâ ve firar hayatı başlar... 1315 yılına gelindiğinde, Dante en azından üçüncü defa gıyabında idama mahkûm ediliyordu... Fakat siz onun mücadeleyi bıraktığını mı sanıyorsunuz? Bilakis, sürgünde bile kavganın içindeydi. Beyazların menfâda birleşmelerini takdirle karşıladı. Aralarına eski düşmanları olan Ghibellinler'den de katılanlar olmuştu. Böylece bir ihtilâl heyeti kuruldu. Floransa'ya silahla girilecekti. İşte tam bu hazırlık esnasında, size bir sır vermeme müsaade ediniz: Dante'nin bir kimseden nefret etmesi için, onun yanında bulunması kâfidir. Çok geçmeden, onlar da kendisinden nefrete koyulurlar. Görüş ayrılıkları giderek büyür ve Dante, "kendi kendimin partisindenim artık" demek zorunda kalır: - Doğrusunu söylemek gerekirse, acı yoksulluğun estirdiği sert bir rüzgârın önüne katılarak limandan limana, munsabdan munsaba, sahilden sahile sürüklenip duran, yelkensiz, dümensiz bir tekneden farksızdım. Sık sık, şöhretin beni daha başka tanıttığı kimselerin karşısına çıktım. Bana hor gözle bakmakla kalmadılar, geçmişteki ve gelecekteki icraatımın kadir ve kıymetini de küçülttüler. "Beşparasızlık" denen musibet de azabileceği kadar azdığına göre, artık yapılabilecek bir tek şey vardır: Şiir söylemek... Asırlar önce Romalı filozof Boethius, insanoğlunun tahammül kudretinin fevkinde bir zından hayatına mahkűm edildiği zaman, ona "Philosophiae" isminde, yerle gök arası bir kadın görünmüştü ve o da kendisini dünya hayatının ölümsüzleri arasına dahil eden "Felsefenin Tesellisi" isimli eserini kaleme almıştı. Boorstin bize Dante vesilesiyle bunu hatırlatıyor ve İlâhî Komedya'yı, "Aşkın Tesellisi" olarak görebileceğimizi belirtiyor. İlâhî Komedya'dan önce, "Vita nuovo" gelmişti ve "Yeni Hayat" diye Türkçeleştirilen, "Gençlik Hayatı" olarak da anlaşılabilecek olan bu eserin sonunda, Dante şöyle söylemişti: - Göz kamaştırıcı bir hayal göründü bana ve öyle şeyler gördüm ki, onu lâyıkıyla ananadek artık bu kutlu kişiden bahsetmemeye karar verdim. Eğer her şeye can veren Allah öyle arzu eder ve birkaç yıl yaşarsam, onun hakkında hiçbir kadın için yazılmamış şeyler yazmak istiyorum. Yeni hayat... Kendisinden önce olan acı-tatlı her şeyi kendisi için kılan son... Dante, Batı tarihinde ilk defa bunun tılsımına ermiştir. "Hiçbir kadın için yazılmamış şeyler" dediğinin, mükemmel ifadesini İBDA Mimarı yapmıştır: - Kadında kâinat muhasebesini hülâsalandırmak!.. Dante'nin intikamı müthiş olmuştur. Hayat onu, herşeyini elinden alıp karanlık bir kuyuya tıkarken, o silahların en tesirlisini, şiiri kullanarak, bütün düşmanlarını tarih nezdinde mahkûm etmesini bilmiştir. İşte Komedya diye buna denir. Dante, vatanına dönmek uğruna birçok teklifi kibarca reddetmiş ve aşka tutunarak kurtulmuştur. Gene geldik, o sinir bozucu kelimeye: Aşk... Aşk için yaptı, aşk uğruna etti... İyi ama aşk nedir?.. Ne tuhaf bir histir o; birden bire gören gözü görmez, tutan eli tutmaz kılar... Şöyle olur, böyle hissederiz... Birçok tarif yapılabilir... Fakat ben tarifler üzerinde değil de, kelimenin kendisi üzerinde durmak istiyorum. Aşk... Onu Araplar kadar mânâsına uygun söyleyen var mı?.. İngilizler "love" diyor, Almanlar "liebe", Fransızlar "amor"... Bunlar, ses olarak Arapça "aşk"ın uyandırdığı tesire yaklaşmaktan çok uzaktırlar. Aşk kelimesi, hiç Türkçe ve Arapça bilmeyen insanı bile, aşk gibi çarpmaya yeter. Bütün kuvvetini "şın"dan mı alıyor dersiniz, "şın" ile "kaf"ın muhteşem visâlinden mi? Aşk, tek hece; Attila İlhan'ın öngördüğü gibi, "vurup girici"... Aşk kelimesini hayatımda ilk defa duyduğumda, 5 veya 6 yaşındaydım. Nasıl söylendiğini anlamak için, birkaç defa tekrarlatmıştım. Ondan sonra o kelimeyi ağzıma almak, beni hep utandırdı. "Love" kelimesinin bir İngiliz için aynı vurup girici tesiri uyandırabileceğini düşünmüyorum. "V" sesi bütün büyüyü bozuyor, belki daha yuvarlak, "w" gibi birşey olsaydı, şüphesiz daha enteresan olurdu. "Amor"u çok daha güzel, "amore"yi biraz daha cilâlı buluyorum. Almanlar, "aşk" kelimesini, lisanlarının o harikulâde sesiyle, "schw..." diye başlayan tek heceli bir anlayışla anlayacak olsalardı, onlara 5 yaşında neler hissettiğimi daha rahat anlatabilirdim. Aşk yerine, "love" özentisi, "sevi" demeye çalışanlara ise anlatacak hiçbir şeyim yok... Dante'yi çarpan mânâsiyle "aşk"ın ne olabileceğini daha derinden düşünmenizi temenni ederim. Keskin tarifler beklemeyiniz benden. Şeyh-i Ekber acaba, "Satranc-ı Urefâ"nın, o emsalsiz ahlâkiyat tablosunun başköşesine bu kelimeyi oturtarak, bizlere ne söylemek istemişti?.. Son zamanlarda dikkatimi çeken bir psikanalizci, Robert A. Johnson, bu mevzuda alâkaya şâyân fikirler serdediyor. Johnson'a göre aşk, içimizde yaşayan ve handiyse bizden bağımsız davranan bir "kişi"dir: - "Aşk, benim işlediğim bir fiil olmaktan çok, benim "olduğum" bir şeydir. Aşk bir eylem değil, bir "oluş" hâlidir, bir yakınlaşma duygusudur; bir başka fâniye bağlanma hâli, benim niyetim ve gayretim dışında, kişiliğimin o fâniyle birleşmesi durumudur. Ahlâkî olgunluğun en yüksek mertebesi... Diyebilir miyiz? Elbette. Avrupalı'nın zihninde de, aşk güzel birşeydir. Ama güzel bir şey ne olabilir ki? İnsanî midir, ilâhî midir? Hıristiyanlığın direktifleriyle yaşanan aşk, ne sıkıcı bir duygudur. Katarizm çağında çok daha enteresandı. Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nin kaçamakları, o çağdan kalmıştır. Kral Marc'ın karısına göz koyan Tristan, Hıristiyanlıktan kaçan Avrupalı'nın aşk anlayışını temsil eder. Decameron Hikâyeleri'nde de, aynı sevki görürüz. Aşk, "başkasının kadını"dır; "başkasının kadını"nı baştan çıkarmak, Avrupalı'nın Kilise'ye karşı en büyük zaferidir. Binaenaleyh, Batılı'nın kaçamağı ile Doğulu'nun kaçamağı birbirine taban tabana zıddır. Aşk, evet, güzel bir şey olmalıdır. Siz onu ister "Beatris" diye, ister "Beatriçe" diye telaffuz edin; güzeldir... Don Kişot'un aşkı, "Dülsinea" da güzeldir. Fakat "Madam Bovari" ve "Anna Karenina" aynı güzelliği, aşk gibi hissettirmiyor da bana, başka hisler tedaî ediyor. Meselâ "Leylâ" dediğinizde içim bayılıyor da, "Elif" dediğinizde sempatik, ama aşka benzemeyen şeyler hissediyorum. Aşk, aşka benzemeli bence; isim, muhtevâyı olduğu gibi ruha katmalı. Fransızca'da "aşk" kelimesiyle "ruh" kelimesinin birbirine benzer oluşları, beni çok ilgilendiriyor. Ruh'un isimlerinden biri de, "aşk-ı evvel"dir; Hıristiyanlar onu Cebrail Aleyhisselâm'a isnâd ederler... "İlk aşk" bana çok tuhaf geliyor. Bir ömür Beatrice... Yahut Baudelaire'in madamları... İki şairin arasında ne fark var dersiniz... Bence hiçbir fark yok; Dante kendisini biraz daha saf biçimde ifade etmiş, hepsi bu... Aşk, birdir; bölünmez... Efendi Hazretleri'nin teyidiyle, "artar ve azalır"... Ama zatında inkısam kabul etmez... Bunu biz Müslümanlar'dan daha iyi kimse anlayamaz. Leyla, "karanlık gece"dir, çöldür, "karanlıklar ormanı"dır... Mecnun ise bir divane, bir cinlenmiş, bir bedbahttır... Baudelaire, biraz daha şamatalı ve biraz daha sefil görünse de, aynı şeyi söylemeye çalışıyordu şüphesiz... Peki aşk "ilâhî" midir, "insanî" midir bahsine dönelim yine... Batılılar bunu hep karıştırdılar. Onlar "mecazî"yi, "hakikî"den ayıramadılar; bu yüzden teslis "hikmeti"ni, teslis "itikadı" addettiler. Batı'da aşkı, "mecazî" ve "hakikî" olarak, daha doğrusu, Müslümanların anladığı, "hakikate götüren mecaz" mânâsiyle, ilk defa Dante kavramıştır. Dante'den evvel Fransa'da Trubadur ve Truver şairlerinin, Endülüs'ten aşkı tedris ettikleri söylenir. Belki de Fransız edebiyatının ilk şaheseri olan, "Gülün Romanı"nı Dante de okumuş ve Beatrice'sini "ebedî gül" diye anmayı bundan sonra fikretmişti. Araplar'ın kadınlarına "efendim", "sultanım" diye hitab etmeleri, Avrupalı için bir devrimdi. Batı'da "romantizm" diye apayrı bir kelimeyle ifade edilen ve daha sonra nevi şahsına münhasır bir bakış açısı olarak mânâ bulan his, bizde sadece "mecazî aşk" olarak tarif ediliyordu. "Sevgilinin her sözünü, her davranışını capcanlı ruhunda taşıyabilme melekesi" olarak da anlaşılabilecek mecazî aşk, objesi olan kadını, etiyle kemiğiyle ele almanın ötesinde, onda yüce, ilâhî vasıflar görmeyi gerektiriyordu. Kadını gökten uzatılan bir hediye, bir "beyaz gül" olarak görücü bu tutum, bütün duyguları kendine göre tanzim edeceği için, en başta bir "idealizm", ama bir ânda, şimşek çakması gibi bir tecellî halinde bir idealizmdi. Böyle olunca da, Batı'da bünyeleştirilmesi, çok zor oldu. Romantizmin davet ettiği tutkuların kurbanı olan Batılı kadın, "sen benim dinimsin", "sana tapıyorum" gibi, altından asla kalkamayacağı koca koca lâfların muhatabı olurken, bir taraftan da tedricen aşüfteliğe itilmiş oldu. Aşk, benim anladığıma göre, öyle bir şey ki, pek öyle kendisi olarak kalmak istemiyor. Ruhun dünya hayatında bedene ilişmesi gibi, aşk da bu dünyada bir şeylere tutunmak, bir yerlerde görünmek istiyor. Bu bazen "nikâh" oluyor, bazen "zinâ"... Aşk bu ikisiyle çok alâkalı gibi geliyor bana. Fakat ikisi de aşkın düşmanı mı ne? Aşkı, nikâhta veya zinâda neticelendirmeye adım atmak, bir kültür meselesi... Ama iki hâlde de, sanki neticeleniyor. Romantizmin bir mânâsı da, bu neticelenişten kaçınmaktır. O zaman, aşkın ölümsüz olan yanı ortaya çıkıyor. Aşk "nikâh" veya "zinâ" gibi bir kültür vasatında neticelendiği takdirde, sırtından mecâzî olan tüm unsurları atıyor; nihayet bakınca, onu hakikî bir hakikate eriş yolu, yahut kocaman bir yalan olarak görüyoruz. Aslına bakarsanız, kendimi bu mevzuda konuşmağa pek hazır hissetmiyorum. Shakespeare doğru söylüyor olmalı: - Sev ve sus! Carl Jung'a göre aşk, erkekte bir kadınsılık vechinin oynadığı oyundur. Erkekteki bu veche Jung, "anima" adını verir. Kadında da erkeksi bir vecih vardır ki, Jung psikolojisinde bunun da adı "animus"tur. Erkek kadını ve kadın erkeği, fıtratında olan bu "karşı" vecihler sayesinde sever ve tanır. İBDA Mimarı'nın bu anlayışı teyid ettiğini hatırlıyorum. Erkekte bir "anima" olması, erkeğin bu sayede kadını sevmesi demek, bir "Narkissos Kompleksi" değildir. Aşk fenâ isteyen, kendinde ölüp aşkında dirilmeye dâvet eden bir duygudur. Ama dedik ya, onu idrak etmek bir kültür meselesidir; bizdeki "arabesk kültürü"nün tanımladığı aşkı bir "Narkissos Kompleksi" olarak görebiliriz ancak: "Ya benimsin, ya toprağın!.." "Seni benden başkasına yâr etmem!.." Aşkın, onu tahrik eden suretle ayniyeti olmadığına inananlardanım. Bir arkadaşım bana Puşkin'in bir sözünü söylemişti bu babda: "Meğer ki ben bir hayâle âşıkmışım." Çoğu zaman hissederiz bunu. Mecâz ile hakikati birbirinden ayıramadığımız yerde, maşuk bizi daima hayâl kırıklığına uğratacaktır. Beatrice, genç yaşta öldüğü için mükemmel bir kadındır. Oysa onun Dante'nin aşkından hiç haberi olmadığını söyleyenler vardır. Borges bu rivayeti doğrulamıştır. Şu hâlde Puşkin?.. Demek ki o destanlık aşk, sadece Dante'nin hüsnükuruntusuymuş; ne acı!.. Hani Descartes şöyle sormuştu: Ben mükemmel bir varlık olmadığım hâlde, bu mükemmellik fikri bana nereden geliyor?.. Beatrice, ölümlü olduğu hâlde (kimbilir bir sürü kusuru, eksiği vardı), o ilâhî hisleri Dante'ye nasıl vermiş olabilir? İşte bu sual, "mecaz" olanı tamamen sırtımızdan attırır ve bizi "hakiki aşk"a götürür. Onu da ancak İslâm Tasavvufu'ndan öğrenebiliriz... Hiç ölmeyecek, hiç pörsümeyecek, hiç eskimeyecek aşk; eğer "kadın"a bağlı olsaydı, kadınla beraber ihtiyarlar, çirkinleşir ve toprağa gömülürdü çoktan... Onu kadında aramayalım da, kadının ondan bir haberci olduğunu bilelim... Dikkat ederseniz, ben kadın için aşkın ne olduğundan pek bahsetmiyorum, çünkü bilmiyorum. Dante'ye göre aşk, en ilâhî ve en şeytanî duyguların menşeidir. İnsanı yüceler âlemine götürebileceği gibi, dipsiz bir kuyuya da atabilir. Dante'nin Araf cildinde bahsettiği cinsten aşk, günah bir duygudur. Şair bunun için "accidentia" kavramını kullanıyor. Yaklaşık Türkçesi, "keduret"... Ne ki bu keduret, insan ruhunda hakim kıldığı yoğun hüzne bağlı olarak, insanın farz olan ibadetleri edâ etmesini engellediği için, mühim bir günahtır. İnsanı, olması gerekenden alıkoyan aşk?.. Olması gerekenden uzaklaştığımızda, suçu aşka yüklemeye temayüllüyüzdür. "Aşıktır neylesin!" deriz. Fakat ya bu söze haddinden fazla itimat, yahut onu istismar etmek, aşkı daha evvel bahsettiğimiz olmadık mecrâlara sokan suçluluğumuzdur. Olur mu neylesin? Ona hâkim olacak, kayıtsız şartsız!.. O zaman gelin de, edebiyat bahçemizde, "Komedya" keyfiyetine sonsuz bir yol açalım. Cidden "komedya" olmasaydı, edebiyat, güzelce ifade edilmiş bir intihar mektubundan ibaret kalırdı. Belki bu, en doğrusudur; ama çıplak bir doğrudur. Bir edebiyatçı, estetiğe, elifi elifine tâbidir. Bir intihar mektubu bile, daha üstün bir güzelliğe taşındığında, "komedya" keyfiyetine bürünür. Bülbülün çektiği acı, bir komedyadır. Mecnun'un çöllere düşmesi, bir komedyadır. Mahzun Tristan'ın Güzel İzolde'ye ölerek kavuşması, hep komedyadır. Şu hâlde komedya, bir "te'vil" dâvâsından ibarettir. Hani, "İslamcı bakış" demiştik ya... Edebiyat, madem onu bu güzel kelimeyle anıyoruz, "rüyayı hayra yorunuz" emrine tâbi olmak zorundadır. Müslüman şair, kâbusunu hayra yormadan, bu dünyadan çekip gidemez. Allah ona bu selahiyeti vermez. "Bütün insanların çektiği ızdırablardan duyulan korku" demişti Boorstin, İlahî Komedya için... Bu hâlin çatısını, Hazret-i Ebu Bekr atmıştır; bütün insanlığı cehennemden kurtarmak duygusu, en canlı biçimde O'ndadır. Aşkı, kâbusu, günahı, cinneti, sefaheti ve daha neyi ve neyi, edebiyat zemininde ifade etmeye geldiniz mi, durup beklemeli, bütün unsurların baharda açan çiçekler gibi, komedya keyfiyetinde mânâ bulduğunu görmelisiniz. "İslâmcı" iseniz eğer, Proust'u selamlayarak başlamalısınız! Her şeye rağmen ben romantizme inanıyorum ve Dante'yi Batılı romantiklerin ilki diye selamlıyorum. Bence romantik aşk, erdiricidir. Hani çocukların oyunla eğitilmesini öngörüyor ya modern pedagoji; romantik aşk da buna benziyor, acı bir oyun da olsa, eğitiyor, olgunlaştırıyor, hattâ iddia ediyorum ki, erdiriyor. Acılar dinip yaralar kapanınca bakıyorsunuz ki, güzel bir şey... Sanki, Karanlıklar Ülkesi'nin ta kendisi o hüzün ve mihnet... Karasuratlılar kalbinizi sıkmaya başladığı ânda sevinebilirsiniz; bu bir Komedya'dır. Dante'ye de öyle görünmüştü! - Mevcudiyeti hakkındaki kanaatlerimiz ne olursa olsun, aşk vardır. Bizler, aşk adına ne kadar çok şeyler uydurursak uyduralım, aşk adına hangi miktardaki hodgâmlığımızı haklı göstermeye çalışırsak çalışalım, aşk değişmez, kendi orijinal seciyesini korur. Aşkın varlığı ve tabiatı, benim kanaatlerime, hatâlarıma veya sahtekârlıklarıma bağlı değildir. Aşk, benim kültürümün beni ondan beklemeye yönlendirdiği, nefsimin ondan ısrarla taleb ettiği, hassasiyetimin ondan umduğu özelliklerden çok farklı özelliklerdedir. Aşk daima gerçektir. Benim aşkım, nefsimin arzuları değildir; benim aşkım, ben ne isem odur. Uzun uzun üzerinde durduğumuz bu sadedde, en son, Dante'yi misalleştirmek isteriz; ki aşk yüzünden aklını kaçıran ve canına kıyan gençlerin ülkesinde, bunu söylemek zorundayız: Aşk en çok paraya benzer; siz ona hâkim olmazsanız, o size hâkim olur... Melankoli, migren nöbetleri kabilinden bir saplantıdır ki, eğer onu hep yeniden üreten zavallı bir mizaca sahip değilseniz, melankoli susar susmaz, Dante'nin dünyasını bulabilirsiniz... Bir çocuk nasıl terbiye edilmeye muhtaçsa, aşk da katiyetle nizamlandırılması gereken bir histir; öyle veya böyle... Kültürlü insan, aşkı bilmez değil, herkesten iyi bildiğinden, ondan bahsetmez bile; Allah böyle kimselere şehidlik va'detmiştir... Delikanlıyı, suça teşvik eden aşktan daha şeytanî bir menzil beklemez... Dante; aşktan yakınmayı terkedip, aşk üzerine düşünmeyi denemiş kahraman... Gevezeliğin bu kadarından utanmadığım için, seviniyorum. Şunu da ilâve etmeme izin verirseniz, Deliorman şivesinde "güzel" kelimesi yoktur. Deliorman insanı, faraza "çok güzel" demek istediğinde, "çok kadın" der; "güzel" yerine "kadın"... İşte bu da bana çok enteresan gelen bir edebî revnâktır! Oysa Türkçe "güzel" kelimesi, "göz"den gelir ve aynı minvâlde, Dante gibi ahiret tasviri yapmaya girişen edebî türe, Ortaçağ'da "vision-rü'yet" denmesini düşünebilirsiniz. Dante, "kadında kâinat muhasebesini hülâsalandırdı" diyoruz ya... Size bir misâl de, izninizi isteyerek, gençliğimin başından vereceğim.
DOĞU TARİHİ
Bâd-ı sabâ bir sabah haber uçurdu güle Haber uçurdu sonra altun sesli bülbüle
Bülbül yanına vardı haber üzre yârinin Bakışınca herbiri döndüler aşktan küle
Gülün dikeni vardı bülbülün küçük göğsü Aşk ise büyümekti hep küçüle küçüle:
- "Sarılmak sevgiliye sarılmak sonsuza dek Hoşgeldin ruhum benim ey hasret güle güle
Neredeydin vefasız hiç mi hatırlamadın Sevgilim çöle döndüm ben üzüle üzüle!"
Göğse girince diken kan fışkırdı âniden Kan akınca benzedi o visal tefeüle
Güle rengini veren bülbülün kanı oldu Şarkı oldu bülbülün feryadiyse gönüle
İşte Doğu tarihi baştanbaşa bu destan Şarktan yükselir ışık ve başlar tekemmüle!
Bu zahmete katlandığınız için, size şükranlarımı arzederim.
Faydalanılan Eserler: 1) Dante Alighieri, Cehennem, Araf, Cennet; Dr. FeridunTimur trc., MEB. 2) Boccaccio, Decameron, Sadi Irmak trc., İtimat Yay. 3) Daniel Boorstin, Yaratıcı Ruhun Evrimi, Gülden Şen trc., Sabah Kit. 4) Jorge Borges, Yedi Gece, Celal Üster trc. Can Yay. 5) Paolo Coelho, Simyâcı, Özdemir İnce trc., Can Yay. 6) Robert Johnson, Romantik Aşkın Psikolojisi, Kemal Kutlu trc., Gül Yay. 7) Thema Larousse, 5. cild, Milliyet Yay.
(*) "Hayat yolumuzun yarı yerinde!"
|