III.BÖLÜM ŞİİR ÇEVRESİNDE
"ŞİİR"DEN
ANLADIKLARIMIZ Bu
çalışmada olması gerekenden ziyade olamayışları işaretlemek ve
bunu yaparken olması gerekeni hissettirmek gibi bir yol seçtik ama,
hikâye ve romanın aksine, önüne gelenin şiir yazdığı, canı sıkılanın
şairlik iddiasında bulunduğu, yeşilçam filmlerinden kopardığı
birkaç cümleyi kırık dökük bir şekilde alt alta sıralayanların
şiir(!) kitabı neşrettiği ve yazanın okuyandan kat kat fazla olduğu,
üstelik bu yazanların da yazdıklarının çeyreği kadar okumadığı
palyaçolar diyarında öncelikle zorluğun ve çetinliğin ifâdecisi
olan şiir anlayışımızı bütün haşmetiyle meydan yerine dikmekte
fayda görüyoruz. Bizim
şiir anlayışımızın ana hatları Necib
Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu
tarafından çerçevelenmiştir elbet. Adres olarak "poetika"
ile "Şiir ve Sanat Hikemiyatı"nın özellikle dördüncü
levhasını göstermek yeter. Ama burada o satırları aynen aktarmak
gibi bir kolaycılığa kaçmak yerine o yazılanlardan ANLADIĞIMIZI ifâde
edeceğiz ve uygun bir zemin oluşunca iktibas edeceğiz alınması
gerekeni... Biz,
ideolocyamızdaki "iç oluş" ve "dış oluş"
bahsinin, başta şiir olmak üzere diğer sanat türlerine de tatbik
edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Malûm olduğu üzere, "iç"
muhteva, "dış" ise yapı mânâsında kullanılıyor bu
mevzuda... İkisinin öpüştüğü yerde ideal sanat zuhur ettiğine göre,
bizim şairimiz eseri üzerinde çalışırken, "iç" ve
"dış"ı birbirine kavuşturmak için çırpınır. Bunların
kavuşmasıyla meydana gelen "bütün", iki parçanın bir
araya gelmesinden iberet olmayıp, daha yukarılarda bir mahiyete, kimliğe
bürünmektedir. Çünkü ideal şiir, ses ile muhtevanın birbirini
tamamladığı yerde BAŞLAR. En basit, ilgiden en mahrum objelere bile
derin mânâlar yükleyebilmek ve bunları estetik bahsine yakışır biçimde
ifâdelendirmek... Şairin çabalarından birisi bu yönde olmalıdır;
çünkü en girift muammalar ve en mücerret bahisler dahi, ehil olmayan
ellerde maskaralaşır. Özellikle
şiirde "zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı"
kurulmalıdır. Bugüne kadar derinlik uğruna heyecanı, heyecan uğruna
derinliği, fikir uğruna estetiği, estetik uğruna fikri fedâ
edenlerden ayrı bir yerde ve "duygunun düşünceden, düşüncenin
duygudan süzüldüğü" noktada üstün şiir yakalanmalıdır. Bu
doğrultuda NİSBET MİHRAKLARIMIZIN büyüklüğünü ve Cumhuriyet şairlerinin
sefâletini seyredebiliriz. İdeal
şair, zevk ve anlayış hassasiyetine göre, romantizmden realizme, natüralizmden
sembolizme kadar bütün sanat anlayışlarından istediği ve lüzumlu
gördüğü kadar istifade eder; fakat onların tahakkümü altına
girmez. Meselâ çalışmalarını sembollerle zenginleştirir, her türlü
sembolden yararlanıp, onlarla oynar ama şiirinin
sembolizmin esiri olmasına razı olmaz. Çünkü, SANAT YENİ SEMBOLLER
KULLANMAK İÇİN YAPILMAZ; YENİ SEMBOLLER SANATI ZENGİNLEŞTİRMEK İÇİN
KULLANILIR. Bunun yanında ideal sanatçı, müptezelleşen "çok
soyut", "az soyut", "fazla somut" gibi sözde
ilmî(!) tesbitlere fazla rağbet göstermeyip, yeri gelir mücerrede
dalar, yeri gelir müşahhasa dağılır. Bir mimarın, yerine göre
girinti ve çıkıntılarla estetik bir inşaat yapması gibi, şair de
ân olur mücerretle, ân olur müşahhasla, ân olur ikisini kaynaştırarak
şiir sarayını inşâ eder. Büyük Doğu ve İBDA Mimarları'nın şiir
ve anlayışlarından ilhâmla belirtelim ki, "en girift mücerretle
en katı müşahhası" öpüştürmektir marifet. Yıllardır
sözde edebiyat(!) muhitlerinde geyik muhabbetlerine mevzu olan ve bir
anlayış sistemi çerçevesinde ele alınmadığı için -ki Üstad ve
Kumandan dışında böyle bir derdi olan da yoktu- hep muğlakta kalan
meseleler, yerli yerine oturtulmalıdır. Misâl olarak, özellikle şiir
bahsinde "sanat kimin içindir" sorusu üzerine kopartılan
yaygaralar. Kimine göre "sanat sanat için"miş, kimine göre
ise "toplum için"... Bize göre ise, "toplum
nedir", "derinliğine ve genişliğine insan nedir",
"ferd toplumun neresindedir", "ihtiyaç nedir",
"güzel nedir", "neye göre güzel" gibi birçok
soru üzerine kafa patlatmadan, "ferdiyetçi",
"toplumcu" gibi tartışmalara girmek abestir. "Toplu Bakış"taki
bir tesbitimizi tekrar hatırlatalım: İBDA'dan öğrendiğimize göre,
şuurun biri ferde, diğeri ise topluma dönük iki ritmi vardır ve sürekli
bu iki ritim arasında hâlden hâle geçeriz. Ve yine biliyoruz ki,
insan, derinliğine ferd, genişliğine ise toplumdur. İşte bu noktada
sanat iki kanatlı bir kuştur ki; bir kanadı toplumken, diğer bir
kanadı da ferddir. "Toplum" ve "ferd" kanatlarını
takınan bu sanat kuşu, uçuşundaki ahenkle, görünüşündeki ihtişamla
itibarlansa da, ona asıl kıymetini uçtuğu yön verir. Ve bu kuş
bilerek veya bilmeyerek MUTLAK YÖN'Ü arar. Lâkin o "yön"e,
o "yön"ün istediği zerâfetle uçması da zarurîdir. ŞİİRDE
İKİ "YENİ" HASTALIK Günlük
konuşma dilinin ucuzluğuna sığınarak, "içinden geldiği gibi
yazmak" şeklindeki hastalık, bizim şiir semtimize ayak basamaz.
Şu satırlara dikkat: "...hepimiz
biliriz ki, insanın kalemine her zaman "iyi gelmez". Kaleme
iyi gelmesi için, "nasıl geliyorsa" ile yetinmemek lâzım.
Şiir yazmak demek, her kelimeyi her kıt'ayı tartmak, hepsi hakkında
hüküm vermek demektir; şairin kulağı kirişte olmalı, sese, mânâya,
kelimelerin yerlerine dikkat etmeli." "...bir
adamın şair olup olmadığı, içindeki şarkıyı yüksek sesle söylediği
zaman belli olur; ama bilirsiniz ki, duymak başka, duyduğunu ifade
etmek başkadır... Yüksek sesle şarkı söylemek için insanın sesi
olmalı, kulağı olmalı, şarkı söylemesini bilmeli. Kendi kendimize
şarkı söylediğimiz zaman sesimiz olmasa da, yanlış da söylesek beğenebiliriz;
ama başkaları için mühim olan, şairin içindeki ses değildir.
Okuyucu şairin içinde değil ki! Şair yanlış söylerse, söylediği
de yanlış duyulur."
(Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, İBDA Yay., İstanbul
1989, s. 213-215) Cumhuriyet
döneminde yaygınlaşan ve teşvik gören bu "içinden geldiği
gibi yazma" mikrobuna karşı, yine İBDA Mimarı'nın
"Marifetname" adlı eserinde altını çizdiği bir ifâde, aşı
hüviyetiyle bizim şiirimizin bünyesini koruyacaktır: "Müzikte,
gök gürültüsünü taklit etmek sanat değildir. Fakat bende gök gürültüsünü
dinlerken duyduğum duyguyu uyandırmayı amaçlayan müzisyen çok yüksek
bir değer kazanır." (Salih Mirzabeyoğlu, Marifetname, İBDA
Yay., İstanbul 1986, s. 172) Bu
"içinden geldiği gibi yazma" ucuzluğunun zıddı gibi görünen
bir başka ucuzluk da, ideal şairin rağbet etmeyeceği tarzlardandır:
"İçinden gelmediği gibi yazmak"... Tıpkı
felsefenin birbirinin yanlışını çıkarma sanatı oluşu gibi,
Cumhuriyet dönemi edebiyat akımları da ancak karşılarındakilerinin
zaafını işaretlemekten ibaret kalmışlardır. "içinden geldiği
gibi yazan" birinci yeniye mukâbil, "içinden gelmediği gibi
yazan" ikinci yeni tarzı da bizim şiir ve sanat semtimize ayak
basamayacaktır. Duyguyu ve heyecanı bir yana bırakıp, "derin ve
mücerred" şiir yazmayı, birtakım anlamsız saçmalıkları sıralamak
sanan ve kendi söylediklerinin -olmayan- mânâsını, pek tabiî
olarak kendileri de bilmeyen bu şair taslaklarının sayıklamalarında,
ritim ve estetik gibi sanata can verici damarlar tıkanıktır. Diğerlerinde,
hiç olmazsa günlük konuşma dilinin alışılmış akıcılığı
vardı. Her
kıymete sahtesinin musallat oluşunu bildiğimize göre, şairlik özentisiyle
yola çıkan ve sanattaki yeteneksizliklerini gizlemek için
"derinliğin" arkasına sığınan, estetik zevkten pay
almadan, "nasılsa bir mânâsı vardır" anlayışıyla bazı
mücerred ve müşahhas kelimeleri alt-alta sıralayarak "şiir"
diye takdim edenleri ciddiye almıyoruz. Estetiğin ruha nisbet ele alınması
gereken bir zaruret oluşunu ve onu anlamada akıl ve mantığın pek
az, bedâhet hissinin ise fazlasıyla rolü bulunduğunu hatırlayıp,
imânın da herşeyden önce bedâhet oluşunu gözönüne alırsak;
"doğrunun zerâfet ambalajı" olan estetikten mahrumluğun
vahim manzarasını büyük bir ürpertiyle farkederiz. Yâni estetik ve
ritimden kopuşun, ruhlarda ne kadar büyük bir gedik açtığı ve
kalp zaafını işaretlediği ortada... Bunların yanına, "Allah güzeldir,
güzeli sever" ölçüsünü de koyunca; Allah'ı Allah'ın istediği
gibi sevebilmenin ve Allah'a kendimizi sevdirebilmenin vasıtalarından
birinin de estetik zevki geliştirmek olduğu anlaşılır. Bizim
şairimiz hayatın bütününü kucaklayacak ve en derin ve girift mânâlarla,
en çetrefil ifâdelerle burun buruna getirecektir okuyucuyu. Ama bunu,
"nasılsa her kelâm bir mânâya delâlet eder" düşüncesiyle
bazı kelimeleri tombaladan sayı çekercesine bir başıboşlukla sıralayarak
ve ritimden koparak değil; okuyucunun şuur seviyesi yükseldikçe mânâ
meyvalarının boy atacağı ve estetiğin zâhir olacağı bir anlayışla,
usûlle başaracaktır. İşte burada okuyucuya önemli bir görev yüklenir
ve bir nevî, şiirin ikinci müellifi gibi olur o. Misâl: Ben şiirimde,
"sevdiğim kadının gözlerinde bir nur gördüğümü ve o nurun
beni sonsuzluğa kanatlandırdığını" söylerim, buradan,
"gözde Allah'ın nurunun yuvalandığını" ve "kadının
sonsuzluğun sahibi Allah'a ulaşmada bir vasıta olduğunu" keşfedebilmek
ise okuyucunun şuur seviyesine kalmıştır. Bu
tür şiirlere muhatap olan idrâk, mânâyı kavradıkça, kelimelerin
ve mısrâların arasındaki estetik rüzgarını daha canlı hisseder;
mânâ ile birlikte ritim de yükselir. "Kayan Yıldız Sırrı"nın
bütün haşmetiyle yaptığı ve "ikinci yeni" şairlerinin
-belki yapmak isteyip de- yapamadıkları ve şiiri deli saçmasına dönüştürdükleri
ayrılık çizgisi burada başlar. Şiirin
intihar yolculuğunu, Yahya Kemâl
Beyatlı'nın kaleminden seyredelim: "Bir
naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lîme lîme olur, bir kemik
çerçevesi kalırsa Türk şiirinin de öyle, önce ruhu çekildi,
sonra yavaş yavaş lisânı çürüdü, vezni bozuldu, ahengi çetrefilleşti.
Nihayet kuru bir iskeleti kaldı. Senelerdir en usta sanatkârlar bu
iskeleti diriltemiyor. İnkıraz devirlerinin başlıca fârikasıdır,
bir edebiyat ölürse lûgat, vezin, sarf, nahiv hevesleri ortalığı
sarar, edebî nazariyeler kaynaşır, yenilik bir iptilâ olur, ŞİİRİN
KENDİ ÖLÜR BİNLERCE ŞAİR ÜRER; tıpkı bir naaş, ruhu olduğu
zaman bir vücûtken, çürüdükten sonra bir kurt mahşeri kesildiği
gibi!"
(Yahya Kemâl, Edebiyata Dâir, İstanbul Fetih Cemiyeti'nin 63. Kitabı,
İstanbul 1971) Cesedin
üzerinde "bir kurt mahşerindeki" başıboşluk ve
nisbetsizliğin aynısı, günümüz şiir pazarında sergilenmektedir.
Kurtçukların şekli birbirinden ne kadar farklıysa(!), bu şairlerin
tarzları o kadar orijinal!.. NİSBET hikmetini anlamayanların, başıboş
şekilde yürümesi ve birbirlerine çarpması, birbirlerini taklid
etmesi pek tabiîdir. Hem
nisbet sırrının anlaşılması, hem başıboş sanat olmayacağının
bilinmesi ve "ufuk hüviyetindeki" ideal şiirin görülmesi için,
bir mektup vesilesiyle kaleme aldığımız "Çile'nin İçinde Bütün
İnsanlık Var" başlıklı yazımızı, bu çalışmaya almakta
fayda görüyoruz. Umarız ki, Cumhuriyet şairlerinin getirdiği başıboşluk
sefâletinin hissedilmesine yardımcı olur. BİR
MEKTUBA CEVAB: ÇİLE'NİN
İÇİNDE BÜTÜN İNSANLIK VAR Mektubunuzu
okurken yaşınızın sandığımdan da küçük olduğunu farkettiğim
gibi hislerinizin henüz düşünce kıvamına eremediğini, fikrî bir
disiplin altında olmadığınızı, İBDA Fikriyatı'nı yeterince tanımadığınızı
ve dolayısıyla şu ân itibariyle üstün terkibe uzak olduğunuzu
bizzat gördüm. Bir şairde yokluğuna müsamaha gösteremeyeceğim bu
hususiyetlerin sizde mevcut olmamasını yaşınız sebebiyle -ki
tahminimce 17-18 yaşlarındasınız- şimdilik mazur görebilirim. Şunu
unutmayınız ki, şairlik köprüsünden geçebilmek için tecrit
terleri dökmeye mecbursunuz. Cevabıma
başlamadan önce mektubunuzdaki bazı cümleleri, uydurukça kelimelere
dahi dokunmadan hatırlatmak istiyorum: "Şiir; ya kişisel gerçeklerin şifrelenmesi olacak, yahut başkalarına bir yön levhası. Ama aslâ başkalarının gerçekleri olmayacak. Bu ancak fantazidir." "Şiir,
özünü, ruhunu yaşamdan alıyorsa yaşam salt şiirdir. Ve böylece
insan en büyük şairdir." "Hayat
en ince noktasına, en detayına kadar ancak anlaşılır gibi büyük
bir söz söylemiştim işin başında. Yaşayan insandan kastım bu
detaylara girendi. Duran, koşan, düşen, emekleyen, yatan..." "Herkesin
ÇİLE kitabını bir kenara itip, yerine koyabileceği kendi çilesi
olmalı." "Mona
Roza'yı okumak güzeldir ama birisinin gittiğini görmek daha güzel." "Yattığım
Kaya'daki hüzün güzeldir ama mahşerde görüşürüz diyerek ümit
etmek daha acı, daha güzel." Bunlar
size âit bazı ifâdeler... Önemle belirtmeliyim ki, ben tesadüfî şiire
inanmıyorum. Farklı duygu titreşimlerinin etkisiyle ve rastgele ifâdelerle
bazı güzel sesler yakalansa da, bunlar mihraksız çocuk uçurtması hüviyetindedir
ve sonuçta körün avcılık yapması gibi birşeydir. Sadece şiirde
değil, şiir hakkında söylenen sözlerde de aynı başıboşluktan şikâyetçiyim.
İşte birkaç cümle de benden: -"Şiir;
güneşten dökülen renklerin gönül bahçemizdeki helezonudur." -"Şiir;
gönül semâlarımızda kâh rakseden, kâh çırpınan bir yürek kuşudur." -"Şiir;
hayata karşı içimizde yükselen soylu bir çığlıktır." Bu
sözleri şimdi, bir saniye bile düşünmeden bizzat ben yumurtladım.
Ve inanın hergün akşama kadar böyle yüzlerce müthiş(!) lâf
geveleyebilirim şiir hakkında!.. Ama bunların gözümde başlıbaşına
hiçbir anlamı yok. Dedim ya, tesadüfî şiire inanmadığım gibi başıboş
sözlere de inanmıyorum. Büyük
Doğu Mimarı, poetikasında "şair ne yaptığının yanısıra,
niçin ve nasıl yaptığının ilmine de muhtaçtır" diyor. Sizin
ifâdelerinizde de bahsettiğim başıboşluğu gördüm maalesef!.. Ama
zamanla olgunlaşıp, hislerinizi üst fikirlerle irtibatlandıracağınıza
inanıyorum. Bunun için de, illâ ki okumak, okumak, okumak ve NİSBET
bahsini anlamak... Evet,
"yaşanılanın şiiri" ama önce "yaşamak ne"
sorusunun cevabı... Bizzat sizin ifâdenizle "duran, koşan, düşen,
emekleyen, yatan" insan mı yaşayan insan? Hayat beş hasse plânıyla
mı sınırlı? Ya düşünen, umut eden, hayâl kuran, sebebsiz yere
bunalan, ürperen insan?.. İBDA
Mimarı'nın "hiç sebebsiz bir sebeb" diye mısrâlaştıdığı
hâl... Meselâ hayâl ettiğimiz şeyleri de hayâl ederken yaşıyoruz.
Size 28 dörtlükten oluşan "Çile" şiirini okurken
"Allah ve ölüm fikri" karşısında bir idam mahkûmunun ürpertisini
yaşadığımı söylesem mübalağa mı etmiş olurum? "Çile"yi
okurken onu yaşamadığımı mı sanıyorsunuz? Bir arkadaşıma şunları
söylemiştim: "Çile'yi yaşamayan insanın onu anlayabilmesi mümkün
değil. Allah, kader, ölüm gibi SIR'ların karşısında ürpermeyen,
kâinatın sınırını tahayyül ederken çıldırma noktasına
gelmeyen insan için "gök devrildi künde üstüne künde" ifâdesi
süslü bir mecazdan ibarettir." Görüyorsun,
ben de "Çile"yi yaşamaktan bahsediyorum ama senin işaretlediğinden
daha farklı bir yaşamak... Yani "çile"yi, Çile'nin içinde
yaşamak... Bu mânâda Çile şiirinin "anladım" sanılmasına
rağmen en az anlaşılan şiir olduğunu anlatabiliyor muyum? İşin
başka bir boyutu daha var: Duygular ile düşünceler arasında bir köprü
kurarak, kendi ferd hakikatini topluluk hakikatinde (hakikat-ı ferdiye)
tecelli ettirmek... Hani Homeros'un
bir istiridye kabuğuna bütün deryaların uğultusunu sığdırışı
var ya, işte öyle!.. Şair ferd hakikatini yaşasa bile, onun yaşadığının
içinde okuyucu da bir yer bulabilmeli... Bu çerçevede bin tane Mona
Roza bir tane Çile'nin tırnağı bile olamayacağı gibi, yüzbin Sezai
de bir Necib Fazıl etmez. Çile
şiirinde, ferd ferd her insanın karşısında ürperdiği Allah-Kader-Ölüm
düşüncesinin, Necib Fazıl'ın
şahsiyet ve hassasiyetinde şiirleşmiş ifâdesi mevcuttur. Ve bu yönüyle
bütün insanlığa aynadır bu şiir; "çile"nin içinde bütün
insanlık var. Kezâ
"Kaldırımlar"... Bir dostumun (S.Gürselgil'in)
belirttiği gibi; "çilekeş yalnızların annesi olmayan kaldırımları
ne yapayım ben? Eğer içimde kıvrılan bir lisân değilseler bana ne
onlardan?" Yâni sen istediğin kadar duygusal ol, derin hislerin
ve zengin bir hayatın olsun; onların içinde bana yer yoksa, senin
hayatın benim hayatıma kapalıysa, beni kendi şiir iklimine davet
etmeye hakkın olmaz. Üstad'ın
"Kaldırımları"na bayılıyoruz; çünkü onlar "çilekeş
yalnızların annesi" ve "içimizde kıvrılan bir
lisan"... Bunu böyle anlamadıkça, istediğin kadar "senin
yaşadıklarını anlatsaydım, bu fantazi olurdu" diye bağır; sükuttan
başka hiçbir karşılık bulamazsın. Eğer şiir senin için geçici
bir oyuncak değilse bu böyle!.. (...) "Çile
kitabını bir kenara itmek" mi dedin? Israrla va ısrarla bu cümleyi
görmemeye çalışıyorum; cevabını yukarıdaki satırlarda bulacağını
umarak... Bu sözü söyleme cüretinde bir kişi bulunabilirdi: Çile'yle
birlikte baştan sona Necib Fazıl'ı
temsil ettiği mânâya lâyık bir biçimde anlayan, yutan ve O'nun yaşadıklarının
aynısını kendi iç âleminde yaşayan "KİM"
se O!.. Yâni İBDA Mimarı!..
O ise bizzat bu vasıflarından dolayı daha sımsıkı perçinlemiştir
ruhunu Üstad'a! Değil ki, İBDA
Mimarı'na nisbet, Necib Fazıl'ı
sadece kabuğundan tanıyan bizler böyle bir söz söyleyelim; mümkün
mü? Hangi cesaretle?.. Edebin hadde riayet, yâni "haddini
bilmek" olduğunu sakın unutma. Ve yine unutma ki, kendi çilen ne
kadar büyük olursa, "Çile"nin büyüklüğünü ve
"bir kenara itilMEZliğini" o kadar iyi anlarsın. (...) Bütün
bunlardan sonra şunları sorma hakkını hissediyorum kendimde; Yoksa
sen "Çile"yi basbayağı bir acı mı sanıyorsun? İnan,
sokaktaki alelâde bir adamın "sıkıntı"sına benzer birşey
değildir o çile!.. Defalarca tekrar edilse yeridir ki, o "çile"de
bütün insanlığa yer var. Şairin görevi de bu değil midir?
Hissedilip de ifâdeye gelmeyeni belirli kalıplar çerçevesinde kelâmla
zarflayabildiği için "şair" sayılmaz mı insanlar? Bu
sebeble kendimize dost veya düşman bulmaz mıyız onları? Bana, ne
dost, ne düşman olabilen söz cambazını ve hassasiyet esnafını nasıl
şair kabul edeyim ben? (...) Bu
yazdıklarım üzerine düşünüp, Büyük Doğu-İBDA külliyatını
mutlaka okuyunuz. Bu ülkede gerek duygu, gerek hareket yönünden çok
zengin ve renkli insanlar çıktı ama bunları üst seviyedeki
fikirlerle irtibatlandıramadıkları için kavrulup, gittiler. "Güneş'e
Şarkı" isimli oldukça uzun bir şiirimde bu hususa şu mısralarla
temas etmiştim: «Bir
yelkene hasret kaldı yıllar sonrası rüzgârlar; Gün
doğumu sancılarla kıvrandı yitik baharlar. Biz
üşüyorduk, yağmurlu şafaklara düşüyorduk En
amansız özlemlerle ıslanıp dövüşüyorduk.» "Yelken"in
yerine üst-dil, üst düşünceyi; "rüzgârlar"ın yerine de
başıboş duygu ve hareketleri koyup, yeniden oku istersen! Anlaşıyor
muyuz? En
azından üzerinde konuşabileceğimiz müşterek zeminin biraz daha
genişlemesi için "Poetika" ile "Şiir ve Sanat
Hikemiyatı"nı en kısa zamanda okumalısın. Yoksa rastgele söylenmiş,
disiplinsiz (yâni bir düşünce ile bağlantısız) sözlerle bir yere
varamayız. Mektubumun başında bazı süslü cümleler yazmıştım şiir
üzerine... Onlar lüzumsuz mu? Tamamen değil elbette. Ama önce yaptığımız
işin fikrî izâhı... Sonra istersek bu izâhları süslemek için böylesi
ifâdelere (onların besin değerinden uzak krema olduğunu unutmadan)
yer verebiliriz. Ama aslolan, İBDA
Mimarı'nın şiir ve sanat bahsinde söylediği "duygunun düşünceden,
düşüncenin duygudan süzülmesi" hikmeti... Bütün konuştuklarımızın
ipucu da burada saklı... (...) Son
olarak: Sakın Büyük Doğu
Mimarı ile İBDA Mimarı'nın
eserlerine NİSBET kurarak şiir yazmaktan kaçınmanın sebebi, onların
gölgesinde kalma korkusu olmasın? Eğer öyle ise ve KENDİNE GÜVENİYORSAN,
İbda Mimarı'nın şu satırları
yüreğine su serpsin: "Üzerine
fikir ve sanat gökdelenleri inşâ edilmek üzere hazırlanan zeminin
kurucusuna mahsus nisbet ve icâzların karikatür oluş ve taklitlerine
-sahteliğe- dikkat çekmemek, hem inşâ istidat ve sahiblerine karşı
haksızlığa göz yummak, hem de olmadığı mânânın mâliki görünmeye
bayılan arsızlığa çanak açmaktır... Dünya çapında bir fikir örgüsü
üzerinde her biri "şahsiyet" bir insan topluluğu beklerken,
üreteni ve üretmeyeni -verimin kime âit olduğu belirsiz bir kargaşa
ve kaos ortamına fırsat vermemek için, bunları söylemek zorundayım...
Bütünü, keyfiyetini katılanların temin edeceği bir yapı olan İBDA
şemsiyesi altında, kârı tamamen borç alana âit olmak üzere
sermaye verirken, hem sermaye keyfiyetinin sıhhatine kefil olmak ve üreticiye
sağlam teminat mesuliyetini yüklenmek, hem de borç alanın sermaye
sahibinden misillerce fazla sermaye edinebilmek iktidarının ve görüşünün
bir nevî fikir yankesiciliği ortamının kargaşasında
perdelenmemesine fırsat vermemek için, sözkonusu ikazlara mecburum...
Ve, fikir ve ilim adına ne varsa dünya çapında en büyüklerin yetişeceği
bir irfân tarlasını hazırlarken, bütün bu ikazları, bir nevî
aslan payını tarla hazırlayıcısında bırakmak telaşesiyle değil,
-ki yaptığım işe nisbetle bunları ifâde etmem bile beni küçültücü-,
gerçek ve sahici istidat ve çabalara istikamet gösterme mesuliyetiyle
yapıyorum; nasıl ki sahabîlerden sonra ümmetin en büyük ferdi olan
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Hanefî mezhebine bağlılığı onun
bu sıfatını eksiltmiyorsa, benim İBDA'nın kurucusu olmam, İbda bağlılarının
en büyük fikir, ilim ve sanat kimliği ile meydan yerini tutmalarına
-ki hayatımın gayesi- bir tenzil değildir..."
(Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, İBDA Yay., İstanbul 1998,
c. 1, s. 199) Allah,
bizlere "bir fikre iştirak nedir, bir fikirden hareketle üretmek
ve tatbik nedir" şeklinde İbda
Mimarı'nın sorduğu soruların cevabı çerçevesinde "Çile"nin
ve bütün Büyük Doğu-İBDA külliyatının hakikatine vâkıf olmayı
nasib eylesin duasıyla satırlarıma son verirken, okumanızı arzuladığım
eserleri tekrar hatırlatırım. TÜRK
ŞİİRİNİN GENEL SEYRİ Yukarıdaki
"Çile'nin İçinde Bütün İnsanlık Var" başlığını taşıyan
ve "bir mektuba cevap" olarak yazdığımız yazının asıl
muhatabı, vesile olan kişiden ziyade -21. yüzyıla bir adım kala- günümüz
şiir(!)inin ulaştığı son noktadır. Özetleyecek olursak: İzâhsızlık,
başıboşluk ve bir anlayış mihrakına nisbet kurarak kendi "öz"ünü
bulma yerine, tesadüfî arayışların mecburen itelediği taklid batağı...
Ve bunların kaçınılmaz sonucu: Kuluçka makinasından çıkmış,
birbirinden ayırt edilemez civciv sürüsü gibi, hiçbir orijinal
hususiyeti bulunmayan ve diğerleriyle arasına fark çizgisi çekemeyen
yığınla şair taslağı... Gelinen bu noktada hâs ve hususi eda, şahsiyet
ifâde eden üslûp gibi, soylu şairin "olmazsa olmaz" şartlarından
hiçbirisini bulamıyoruz. Bataklıkta yayılan sinek sayısınca şair
üreten Cumhuriyet dönemi kültür politikası, şiiri öldürmekle övünebilir. Buralara
kadar nasıl gelindi: Yunus'ların, Şeyh Galip'lerin toprağında, şiir
nasıl oldu da, umumî tuvaletlerin duvarlarına beş dakikada karalanan
paçavralardan farksız hâle geldi? Bu menfî aşamaların ana hatlarına
birkaç cümleyle temas edeceğiz: Zamanın
mânâsına mutabık olan Divan şiiri, 19. yy.'la birlikte bu vasfını
yitirdi ve cemiyetteki çözülüşün, batılılaşma hareketlerinin
habercisi olamadı. "Zaman ândan ibarettir" ve "sanatçı
çağının şahididir" anlayışını hatırlarsak, tıpkı eski
musikîmiz gibi çok büyük bir medeniyetin sesi olan divan şiirinin,
tekâmül etmediği için günümüz insanını tamamen doyuramayacağını
kabulleniriz. Tezatsız bir cemiyetin içinde yoğrulan o şiir, yine
tezatsız bir cemiyete sesleniyor; muhataplarını iç âlemlerinde hür
bir yolculuğa davet ediyordu. Tanzimattan
itibaren ise bir medeniyet değiştirme hamlesi başlamıştı ve toplum
aşama aşama, akla-hayâle sığmayacak tezat uçurumlarına yuvarlanıyor,
karmaşıklığın pençesinde kıvranıyordu. Böyle bir zamanı kuşatacak,
hasrına alacak ve nizâmlayacak şiir, elbette daha farklı olmalıydı.
Nedense "Safahat"a almadığı bir dörtlüğünde,
"tebliğci" şair
Mehmet Akif, bu mecburiyeti şu mısralarla ifâde eder: «Virânelerin
yascısı baykuşlara döndüm, Gördüm
de hazanında bu cennet gibi yurdu! Gül
devrini bilseydim onun, bülbül olurdum; Ya
Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?..» Bu
tür bir bakış açısından hareket etmek, zamanı kuşatacak, hasrına
alacak ve nizâmlayacak bir anlayışa götürür üstün vasıflı
sanatçıyı. Bu zamane insanlarının seviyesine düşmek ve onların
çapı kadar eser vermek değil; aksine bir doktorun tedavi edeceği
hastaya dokunma mecburiyeti gibi, çağını ve toplumunu nizâmlayacak
sanatçının, nizâmlayacağı toplumun kaosuna ortak olma, hattâ o
kaosu bütün şiddetiyle yaşama zaruretidir. "Otomobillerin
250, teyyarelerin 1000 kilometre hızla aktığı, bir düğmeye basar
basmaz, hesap makinelerinin muhasebe hülâsalarını çıkardığı,
camdan kumaş yapıldığı ve ölü gözünden, körlere göz uydurulduğu
bir cemiyette bütün bunların yeni hassasiyetini getirecek yeni bir şiir
lazımdır. Sırasiyle
buharın, motorun, elektriğin ve atom bombasının ve füzenin şairlerini
aramaya mecburuz. (Bodler),
müsbet ilim keşifleri önünde bütün dayanak ve tahakküm hakkını
kaybetmiş ve malihulyaya düşmüş bedbin münevverin sesiydi...
(Rembo) bu sesi, buhran ve mütevazilikte daha ileri götürdü.
(Valeri) ise aynı sesi, şiire sonsuz bir tecrit mizacı aşılamak
yoluyle muvazeneye kavuşturmak istedi. Fakat kimse, müsbet ilimlerin
atlı karıncasında sarhoş hale gelen insanın yeni ümit şarkısını
besteleyemedi."
(Necib Fazıl Kısakürek, ÇİLE, Büyük Doğu Yay.,
22. Basım, İstanbul 1994, s. 493) Kısacası
(Bodler), (Rembo), (Fuzuli),
(Yunus Emre) gibi ulvî soydan şairler, cemiyetin nabzını yakalamış,
çağına şahitlik yapan bir keyfiyete sahibtirler. Yeri gelmişken, Büyük
Doğu Mimarı'nı, şiirindeki metafizik gerilim sebebiyle
"dindar bir şair" kabul etmeyen, "dindar şairin Yunus
Emre gibi huzurlu" olacağını söyleyen salakları hatırlamamak
olmaz. Ne bilsinler, üstün sanatçı çağının şahidi ve yerine göre
ya dâvacısı, ya müdafaacısıdır; yâni sürekli alışveriş hâlindedir
yaşadığı "ân"la!.. Tanzimat
şairi, çağının sosyal meselerini kucaklamaya talib olur ama onların
altından kalkamaz; zamanın kendilerine yüklediği mükellefiyetin altında
ezilirler. Hem sanat keyfiyetleri ve kültürel bünyeleri de buna müsait
değildir. Sonra hedefledikleri batıyı bile çok geriden takib
ettikleri bilinen bir gerçek... Tanzimat şairleri,
Namık Kemâl'ler, Ziya Paşa'lar
eliyle şiiri siyasi bir propaganda aletine dönüştürürken, aynı yıllarda
Fransız şiiri de (Bodler) ve
(Rembo) eliyle, propaganda vasıtası olmaktan çıkıp sembol
diline dönüşüyor ve âdeta bizim divan şairlerinin üçyüz yıl önce
yakaladığı noktaya doğru ilerliyorlardı kendilerince. Kısacası,
bizimkiler çağın nabzını yanlış zeminlerde arıyorlardı. Zamanın
ihtiyacına cevab vermek demek, onları aynen mısrâlaştırmak değildir.
Daha önce hatırlattığımız gibi, "gök gürültüsünü taklit
etmek değil, fakat gök gürültüsünü dinlerken duyulan duyguyu
uyandırmaktır" marifet. Meselâ, (Bodler)in
şiirlerinde, 19. yy. Avrupası'nda makinalaşmanın doğurduğu
hafakanlar hissedilir; şair bunlardan bahsetmese de okuyucu bunu
farkeder. İyi bir şairin soluklandığı tahassüs, yaşadığı günlerin
de ifâdecisidir aynı zamanda. Hayatını fabrika gürültülerinin ve
trafik homurtularının ortasında devam ettiren sahici bir şair; çiçeklerden,
kuşlardan bahsetse dahi okuyucuya nasıl bir zaman ve mekânda yaşadığını
fısıldayabilir. Tanzimat şairi ise gök gürültüsünü taklit
etmekten ileri gidememiş ve günümüze kadar -kimi zaman şiddetlenerek-
uzanan hastalığı bulaştırmıştır Türk şiirine. Tanzimat'ın
son dönem şairlerinden başlayan ve (Servet-i Fünun) ile iyice
belirginleşen yeniden ferde ve duyguya dönüş ise toplumu kuşatacak
çapa erişememiş, zamanın ifâdecisi olamamış ve bunlar eliyle Türk
şiiri köksüzleşme yolunda tehlikeli bir adım atmıştır. Bunlardan
başka, dilin sadeleşmesine engel oldukları gibi, mısrâları kırarak
şekle vurdukları darbelerle (farkında olmadan, kendilerinden 30-35 yıl
sonra mantar gibi üreyen) vezinsiz şiir tohumlarını atmışlardır.
Fransız Şiirinin âdî bir taklididir Servet-i Fünun akımı. (Üstadımız
Necib Fazıl'ın
"Edebiyat Mahkemeleri" adıyla kitablaştırılan eseri bu
konuda nefis bir kaynak...) Servet-i
Fünun'un hemen ardından ve bu akıma karşı saygılı ifâdeler
kullanan Fecr-i Atî topluluğunu görmekteyiz. Ve bu arada güçlü bir
şiir dili kuran Ahmet Haşim'i...
Sembolizm'in bu güçlü sesi, devrinin siyasi çalkantılarını bir
kenara bırakıp, "altın kuleden kuşlar uçurmuş", başka
bir iklimde divan edebiyatının gül ve bülbülünü yeniden canlandırmıştır
âdeta. Kurduğu şiir dili güçlü olmasına güçlüdür ama, bu yapı
için taşıdığı kelimeler gününün ihtiyacına ters düşen bir
mahiyettedir. Ondan bugüne kalan, uzun süre direndiği dilde sadeleşme
akımı çerçevesinde ve ömrünün sonlarına doğru yazdığı birkaç
şiirdir. Tıpkı Yahya Kemâl'in
"eski şiirin rüzgârıyla" yazdığı gazel ve şarkıları
gibi estetik ifâdecisi olsa da zamanını hasrına alacak çapa erişememiştir. Bu
arada, küfecileri, veremli çocukları, mahalle kahvelerini anlatan Mehmet
Akif'i hatırlamamak olmaz. O; şiiri manzumeye dönüştürmüş,
bu manzumelerin içinde zaman zaman çok güçlü pasajlar olsa da
genellikle sokaktan çıkamamış, "şairaneliğe" kıymıştır.
Zaten bu anlayışını "Süleymaniye Kürsüsü"nde açıkça
ilân etmiştir: «Hayır,
hayâl ile yoktur benim alışverişim İnan
ki her ne demişsem, görüpte söylemişim. Şudur
cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözüm
odun gibi olsun hakikat olsun tek.» Yine
"safahat"ın başında okuyucuya seslenirken, şiirleri hakkında
"bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri" diyen Akif'in
"hakikat" anlayışına değinmeden geçmeyeceğiz. Yukarıdaki
mısrâlardan anlıyoruz ki, Akif'in
hakikat kavramından anladıkları "görüpte söyledikleri"nden
ibaret... Hâlbuki defalarca tekrar ettiğimiz gibi "gerçek"
ve "hayat" gördüklerimizle sınırlı değildir. İnsanın
hissettiği, onun hayâllerini dolduran, içinde sevinç veya hüzün rüzgârlarının
esmesine vesile olan herşey insanla ilgilidir ve geniş mânâsıyla
hayatın bir parçasıdır. Dünyamızda kanatları gökkuşağından,
bakışları mehtabın ışığından kızlar vardır; yıldızlardan
gelen... Vardır, çünkü âşık olan şair ruhlu her delikanlı bunu
bilir. Bunu bilir, çünkü sevdikleri kız öyledir. Ve her insan bu tür
hisleri az-çok yaşamıştır. Yâni bu tür ifâdelerle dolu olan şiirlerde
öyle veya böyle kendi hayatından birşeyler yakalayabilir. Hakikat ve
hayat, Akif'in sandığı
gibi "mahalle kahvesi"nden, sokaktaki manavdan ibaret değildir
ki... Hem o mahalle kahvesindeki insanların ve sokaktaki manavın, en
azından bir zamanlar aynı hisleri tatmadığını kim iddia edebilir? Yahya
Kemâl'in
"Geçmiş Yaz" şiirinden bir misâl: «Körfezdeki
dalgın suya bir bak göreceksin: Geçmiş
gecelerden biri durmakta derinde; Mehtab...
iri güller... ve senin en güzel aksin... Velhasıl
o rüyâ duruyor yerli yerinde!» Şimdi
bu şiire nasıl "hayatla alâkası yok, hakikat dışı"
diyebiliriz? Dalgın su olması şart değil, her insanın ("körfez"
olması da mecburî değil) bir yerlerde görebileceği "geçmiş
gecelerinden birisi" vardır. Demek ki geniş mânâsıyla hayatla
irtibatlı, insanla ilgili ve gerçek ifâdecisidir "yerli yerinde
duran rüyâ"... Misâlleri
zenginleştirelim... Tanpınar'ın
"Hatırlama" şiirinden iki mısra: «Bir
masal meyvası gibi paylaştık Mehtabı,
kırılmış dal uçlarından.» Gerçekten
de mehtab "bir masal meyvası gibi" paylaşılabilir ve bu
hakikat dışı birşey değildir. Mâdemki tasavvur edilirken yaşanıyor;
o hâlde insanla ilgili... Bahsi
uzatalım... Ahmet Haşim'in
bir şiirinden: «Bir
gamlı hazanın seherinde Isrâra
ne hacet gene bülbül? Bil,
kalbimizin bahçelerinde Can
verdi senin söylediğin gül.» Hangi
insanın "kalbinin bahçelerinde" bilmem kaç tane gül can
vermemiştir? Hangi birimiz ürkek bir ceylanın peşine düşmüş bir
canavar" olmamışızdır dağlarda? Anlaşılacağı üzere,
tasavvur edilen birşey insanla ilgisiz değildir ve insanla ilgili olan
bu şeyler de gerçeğin sınırları dışında görülmez. Fakat şunlar
sorulabilir: -"Gül
zamanı" ile "harp zamanında" yaşayan iki ayrı insanın
"yerli yerinde duran rüyâsı" aynı mıdır; "mehtabı"
aynı şekilde mi paylaşırlar ve "kalplerinin bahçelerindeki gül"
farksız bir biçimde mi can verir? Âkif,
bu soruyu sormak ve hakikata uygunluğu bu noktada aramak yerine, insan
fıtratının ayrılmaz bir parçası olan "hayâli" büsbütün
reddetmiş, hakikati zâhirî âlemle sınırlayarak, bizzat hakikat adına
hakikati zedelemiştir. Türk şiirinin en sefil örneklerini sergileyen
ve şairaneliğe düşman olan
Orhan Veli nesli, belki de "şairaneliğe düşmanlıklarının"
ilhâmını Mehmet Âkif'ten
almış olabilirler. Yanlış anlaşılmasın, tabiî ki kalite olarak Âkif
onlarla mukayese edilmez. Fakat, sokaktaki adamın meselesini şiire yükselteceği
yerde, şiiri sokaktaki adamın yanına indirmiş ve "hüneri
samimiyetinden ibaret" bir yığın kuru sözle eserini doldurmuştur.
Zaman zaman çok güçlü sesler yakaladığını ise reddetmiyoruz. Âkif'in
çağının sorumluluğunu omuzlamaya talib oluşunu takdirle andığımızı
tekrar hatırlatalım. Kendi ifâdesiyle "viranelerin yascısı"
olan bu şair, yalnızca içinde yaşadığı viraneyi tasvir etmiş, gördüklerini
anlatmış ve tamiratın nasıl olması gerektiğini belirtmiştir. Ama
o harabeler arasındaki insanın iç dünyasına inmemiş, ruhların
mahrem çizgilerini görmeye yanaşmamıştır. Kan ve gözyaşının
ortasındaki bir insanın nasıl âşık olacağı, mehtabı nasıl
paylaşacağı, ne şekilde "yerli yerinde duracak bir rüyâ"
göreceği, "viranelerin yascısı" olan şairin mısralarında
yerini bulmalıydı. Böyle bir misyonu, hayâlden kopmak ve gördüklerini
fotoğraflamak sanan Mehmet Âkif,
iç âlemin ufuklarından habersiz yaşamış, kendisinden bekleneni
verememiş, yâni zamanını kuşatacak, hasrına alacak ve nizâmlayacak
üstün vasıflı sanatçı olamamıştır. Bu
arada, yirminci yüzyılla birlikte asırlardır aruzun gölgesinde
silik bir hayat yaşayan ve üst tabakalara ulaşamayan hece vezni,
devrin aydınları arasında ilgi görmeye başlar. Mehmet
Emin, monoton şekil ve ifâdelerle, hiçbir estetik kıymeti
olmayan ama hâmasî duygular uyandırdığı için tutulan şiirlerle
ilk hece örneklerini sergiler. Aynı şekilde, Ziya
Gökalp'in hece denemeleri de Mehmet
Emin'den daha az monoton değildir. Fikir
ve sanatta başıboşluğun numûnesi olan Rıza
Tevfik de hemen diğerlerinden sonra "hece" kalıplarıyla
şiirler yazmış ama halk şiiri, özellikle de tekke şiirinden
faydalanarak Mehmet Emin ve Gökalp'a
göre daha sağlıklı sayılabilecek eserler vermiştir. Ciddi
mânâda ise, bu ilk çırpınışlar, muhteva olarak zaten boş olduğu
gibi, teknik olarak da acemiliklerle doludur. Ziya
Gökalp'ın izinden giden ve beş hececiler diye adlandırılan bir
grup ise hecenin şeklini, tekniğini kısmen sağlamlaştırmış ve bu
vezni monotonluktan bir nebze kurtarmışlar ama muhteva adına, şairanelik
adına hiçbir şey verememişler ve sevgili Üstadımız'ın ifâdesiyle;
"parmak hesabından" ileriye geçememişlerdir... "...bu
gurup içinde Faruk Nafiz'i
hemen tükeniveren arkadaşlarından bir kaç arpa boyu ilerlemiş ve
bugünlere kadar ulaşmış görüyoruz." (Necib Fazıl, Allah
Kulundan Dinlediklerim, s. 180) Üstadımız'ın da belirttiği şekilde,
Faruk Nafiz Çamlıbel'in meşhur
"Han Duvarları" ve "Çoban Çeşmesi" gibi birkaç
şiirinde sathî de olsa bir şairanelik mevcuttur. Orhan
Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç
gibilerin ise şiirin kendine hâs sesinden, estetiğinden hiçbir şeyleri
yoktur. İşte Orhan Seyfi Orhon'un
antolojilere giren ve bestelenen meşhur(!) şiirlerinden birisi: «Ölürsem
yazıktır sana kanmadan Kollarım
boynunda halkalanmadan, Bir
günüm geçmiyor seni anmadan, Derdine
katlandım hiç usanmadan...
Diyorlar kül olmaz ateş yanmadan,
Denizler durulmaz dalgalanmadan.» Bu
şiirde ses, muhteva, estetik, kısacası "saf şiir" adına,
birşey bulan beri gelsin! Alt alta, "kanmadan",
"halkalanmadan", "anmadan", "usanmadan",
"yanmadan", ve "dalgalanmadan" kelimelerini sıralayarak,
"onbir"e kadar saymasını becerebilen hemen herkes, köy kızlarının
manilerinden hiçbir üstünlüğü olmayan bu kafiyeli ve hece vezinli
şiiri(!) yazabilir. Beş hececilerin hemen hepsini kuşatan yukarıdaki
misâl, bir iskelet ne kadar insansa, o nisbette şiir sayılır, sayılmalıdır. Anadolu'nun
yıllardır ihmâl edilmişliğini öne sürerek memleket edebiyatına
soyunan ve kendilerince millî duygulara seslenen bu topluluk, basmakalıplığı,
hitabet üslûbunu aşamamış, yer yer mahallî söyleyişlere hattâ
argoya sığınmışlar ve tükenip gitmişlerdir. Sanattaki
çapsızlıklarına rağmen bu "Anadolu'ya yöneliş" birçok
şaire ilhâm vermiş, özellikle resmî ideolojinin halk evlerinde
palazlanan birçok okur-yazar aydın(!) onlar gibi "Ali'm, Ayşe'm"
şiirleri yazmaya başlamıştır. Hattâ sevgili Üstadımız Necib
Fazıl'ın kendisi ve Ahmed
Hamdi Tanpınar'la birlikte heceye keyfiyet kazandıran üç isimden
birisi kabul ettiği Ahmed Kutsi
Tecer de bahsi geçen havaya kendisini kaptırmış ve sanatın yeni
istikâmetini "orda bir köy var uzakta" şiirini yazarak göstermiştir.
"Ülkü" dergisinde folklorun ve halk kültürünün önemine
yönelik çalışmalar neşreden ve Âşık
Veysel gibi birçok halk ozanının tanınmasına yardımcı olan bu
"keyfiyet", sanatını folklorun emrine vermek ve ona
benzetmek yerine folkloru sanatı için bir malzeme olarak kullansa ve
onun sadece alt yapı vazifesi göreceğini misâllendirseydi, bugünlere
birkaç şiirden fazlasını bırakırdı. Ki daha o "genç şair"
yıllarının Necib Fazıl'ı
ve Ahmed Kutsi'nin arasında
böyle önemli bir statü çizgisi vardır. Büyük
Doğu Mimarı'nın ilk gençlik şiirlerinde halk edebiyatı ve özellikle
tekke şiirinden faydalandığı bilinir. Ama Üstad, Ahmed
Kutsi'nin aksine onlara teslim olmamış ve bir aydın eliyle onları
yontmuş, hâs ve hususî bir edâ vermiştir. Öyle ki Üstad Necib
Fazıl'ın bu vasfı Türk edebiyatında büyük şaşkınlığa
sebebiyet vermiş; bir yanda Fransız, diğer yanda yerli şiir; ama
bunlar Necib Fazıl için
sadece bir malzeme ve o hepsinden farklı... (Meselâ Ziya
Osman Saba, "Ben ve Ötesi" üzerine 1933 yılında kaleme
aldığı bir yazısında, Üstadın "Sayıklama" şiiri
vesilesiyle, bahsettiğimiz hususiyetlerine hayranlığını dile
getirir. Bu yazı için bakınız: Osman Selim Kocahanoğlu, Türk
Edebiyatında Necib Fazıl Kısakürek, Hayatı-Sanatı-Çilesi, Hakkındaki
tüm yazılar, Ağrı Yayınları, 1983, c. 1, s. 32-37) Beş
hececilerden özellikle Faruk
Nafiz'in "Anadoluculuğu" ile hatırladığımız ve bu
sebeble hemen onlardan sonra bahsine girdiğimiz Ahmed
Kutsi Tecer'in asıl hüviyetini Büyük
Doğu Mimarı'nın kaleminden okuyalım: "Ahmed
Kutsi artık o eski Kutsi değildir. Bir saatçi ustasının kulağını
çarklara verip makinesinin nabzını dinlemesi gibi, kelimeler ve bağlantıları
arasındaki iç ahenge dikkat eden ve bu noktada Mistik Şair'e muvazi yürüyen
Kutsi, şimdi, Anadolu çiçeğini emerek devşireceği tahassüsü
yepyeni bir imal süzgecinde ham madde diye kullanacağı yerde, ham
maddenin bizzat içine düşmüş, ondan ibaret kalmış, arılar gibi
çiçeğiyle kendi lâboratuarı arasında öz şahsiyetini esas tutucu
sihirli terkip (fabrikasyon) unu unutmuş ve içte ince bir kalıp ve
ruh nakkaşlığından yola çıkıp bu kısır noktada kalakalmıştır. Nitekim
başta istidatlısı göründüğü üstün şiire bu kıyışını dâva
ve ideal adamlığına da kıymış olmak şeklinde gösteren, Halk
Partisine inanan ve kapılanan, her mânanın kaynağı (metropolis-büyük
kent) ruhunu, kerpiç köye feda eden ve aradığı köyü Halkevleri çerçevesinde
bulacağını uman, hattâ ikbalini bu yolda arayan, aynı Kutsi değil
midir?"
(Necib Fazıl, Bâbıâli, s. 244) Üstadımız'ın
bu hikmet ifâde eden tesbitini misâllendirmek yerinde olacaktır.
"Kelimeler ve bağlantılar arasındaki iç ahenge dikkat
eden" Kutsi'nin
"Deniz" şiirinden iki dörtlük: «Şimdi
her uyanık limandan uzak Derinlerde
engin bizi sarıyor. Güverteden
korsan gibi aşarak Ne
arıyor sular, kimi arıyor? Yolcular
yolcular deniz çağrıyor, Çağrıyor
kükreyen suların sesi. Kükreyen,
çıldıran sular bağrıyor, Bağrıyor
toplamak için herkesi.» Yukarıdaki
şiirin bütününde (Rembo)nun
"Sarhoş Gemi"sinin önemli izleri görülse de, dilin imkânlarını
kullanabilme ve iç ahengi duyup-duyurabilme yönünden başarılı bir
şairle karşılaştığımızı görebiliyoruz. Ama aynı Ahmed
Kutsi'nin Halkevleri havasıyla yazdığı "Buğday İlâhisi"
şiirinden alınma şu dörtlüklere ne demeli: «Kimi
ölçekle kaldırır Kimi
avuçla saldırır Parmaklarını
daldırır Bana
değer, bana batar. Ne
büyüdür, ne sihirdir, Birim,
birsin, biriz, birdir, Yüreğimde
bu bir sırdır Yığın
yığın buğday yatar.» İki
şiir arasında, birincinin lehine olarak gerek ses, gerek muhteva ve şiir
tadı yönünden ne büyük fark olduğunu izâha ne hâcet? Ahmed
Kutsi Tecer'in folklora yönelen şairlerin -o dönem içinde- en
kalitelisi olduğunu hatırlatalım da, diğerlerinin nasıl olduğunu
okuyucu hayâl etsin. Keşke Ahmed
Kutsi, uğruna keyfiyetini fedâ ettiği halk hassasiyetini,
motiflerini kendisinden yıllar sonra ortaya çıkan solcu şair Ahmed
Arif kadar yakından duyabilse, samimiyetle hissedebilseydi!.. (...) "Samimiyet"
dedik de... Cumhuriyet'in özellikle ilk yılarında bu mefhumun aslî mânâsı
ayaklar altına alınmıştır ki, başta didaktik, kahramanlık
duyguları uyandıran ve ırklarının üstünlüğünü(!), rejimin
faziletlerini(!) konu edinen şiirlerde bu apaçık meydandadır. Bizce
bunun en önemli sebeblerinden birisi, batı karşısındaki aşağılık
kompleksidir. Samimi olsun olmasın, hemen her kesimden şair ve aydınlar
bu kompleksi yaşamışlar, batının teknolojik gelişmelerini şapşal
bir hayranlıkla seyrederken hissettiklri aşağılık duygusunu,
samimiyetsiz olanlar; "on yılda onbeş milyon genç yarattık"
benzeri şiirlerle bastırmaya çalışmışlar, suçu Osmanlı'ya ve İslâmiyet'e
yükleyerek sorumluluktan sıyrılmak istemişlerdir. Rejimin emrindeki
çoğu müteşair olan kalemlerin manzumelerinde; dalkavukluk numûnesi
mübalağalar, samimiyetsizlikle birlikte aşağılık kompleksini de
hissettirir. "Asırlardır karanlıkta yaşarlarken, birden sarı
saçlı, mavi gözlü bir güneş doğmuş ve onları adam etmiş, uygar
dünyanın seviyesine ulaştırmıştır." Dalkavuklar
bir tarafa, o dönemin fikrî akımlarını belirten malûm bir şema
vardır: a)Garbçılar, b)Türkçüler, c)İslâmcılar. Aslında
bunların batı karşısında takındığı tavır, birbirlerinden
zannedildiği kadar uzak değildir. Adı üzerinde Garbçılar'ın ne
olduğu malûm zaten. "Posa Türkçülüğünün ideologu" Ziya
Gökalp de klişe hâlinde sunduğu "Türkleşmek, İslâmlaşmak,
Muasırlaşmak" formülünde, muasırlıktan batıyı anladığını
göstermiş ve içindeki aşağılık kompleksini sergilemiştir. Ona göre
hars (kültür) millî, medeniyet ise beynelmineldir. "Türk
milletinden, İslâm ümmetinden, batı medeniyetinden" olduğunu
iddia eden bu sahte ideolog, böylece bilerek veya bilmeyerek
"beynelminel" kabul ettiği medeniyetin adıyla sanıyla batı
medeniyeti olduğunu ifâde etmiştir. Mevzuumuz Cumhuriyet dönemi Türk
şiiri olduğu için, bu bahsi genişletmek istemiyor, o yılların Türk
aydınındaki aşağılık kompleksi vesilesiyle Yahya
Kemâl'in farklılığına uzanan bir yol açmak istiyoruz. O
yıllarda İslâmcılık akımının önderi kabul edilen ve muhafazakâr
sanılan Mehmet Âkif de
siyasî tavırlarını "tek dişi kalmış canavar" diye vasıflandırdığı
batı medeniyetinin teknolojik gelişmeleri karşısında diğerlerinden
daha vakur bir edâ taşıyor değildir. O
dönemde yerli kalabilen, şarklı olmaktan utanmayan, yıllarca içinde
yaşadığı batıya veda edip, kendi öz kültür ve medeniyetine dönebilen
Yahya Kemâl'e dikkat çekmek
istiyoruz. "Bir gün veda edip o diyarın hayatına/ Döndüm bütün
bütün vatanın kâinatına" diyen bu son Osmanlı şairi gerçekten
de o dönemde yerli kalabilen belki tek münevver-şairdir. Bu
bahse tekrar dönmek üzere, önce Yahya
Kemâl hakkında bazı "dışyüz" sayılabilecek bilgiler
vereceğiz. Milletinin
dinini, tarihini, musikîsini, mimarîsini, velhasıl bütün değerlerini
"olgun bir zevk" olarak nakışlandırmaya çabalayan Yahya
Kemâl, 1884 yılında bir Balkan şehri olan Üsküp'te doğmuştur. "Rakofça
kırlarının hür havasını almakla" ve "akıncı cedlerinin
ihtirasını" duymakla geçen çocukluğunda dindar bir hanım olan
annesi ona Muhammediyye okumuş ve sık sık; "oğlum dünyada iki
insanı sev; Peygamber Efendimizi bir de Sultan Murad efendimizi"
diye nasihatlerde bulunmuştur. Bu manevî hava sebebiyle daha o yıllarda
benliği şekillenmeye başlar. Üsküp'te
başlayıp Selanik'te devam eden tahsil hayatı, İstanbul Vefa
Lisesi'nde tamamlanıp, oradan da 9 yıl aralıksız kalmak üzere 1903
yılında Paris'e giderek Batı'yı tanımış ve "Siyasi İlimler
Mektebi"ni bitirmiştir. Paris'te
değişik fikir ve sanat akımlarının etkisinde kalarak inanç
buhranları geçirmiş, nihayet tarihçi Albert
Sorel'in öğrencisi olduktan sonra "tarih içinde Türklüğü
aramak ve bulmak" hevesine kapılarak gerçek şahsiyetinin çizgilerine
kavuşmanın ilk adımlarını atmıştır. Yurda
döndükten sonra tarih öğretmenliği görevinde bulunmuş, ayrıca
medeniyet tarihi ve Batı edebiyatı tarihi kürsülerinde müderris
olarak vazife yapmıştır. Türk'ün
maddede kurtuluşunu sağlamasına mukabil, mânâ plânında büsbütün
helâk olmasına sebeb sonuçları doğuran millî mücadeleyi
destekleyen yazılar yazmış, bu mücadele hakkındaki iddiamızı doğrulayan
en önemli vesikalardan biri olan Lozan antlaşmasında, Lozan Konferansı
Heyeti'ne seçilme talihsizliğine uğramıştır. Nihayet
İngilizler'in isteği üzerine Cumhuriyet ilan edilmiştir. Bu dönemden
sonra yurdun değişik illerinde milletvekilliği görevinde bulunan Yahya
Kemâl'in yeni yönetim tarafından sık sık Polonya, İspanya,
Portekiz ve Pakistan gibi ülkelere elçi olarak atandığına ve çok
sevdiği memleketinden ayrı bırakıldığına şahid oluyoruz. Emekli
olduğu 1949 yılından 1957'ye kadar "aziz İstanbul'da"
istirahate çekilip sanat hayatını sürdürmüş, 1957 senesinde geçirmiş
olduğu bir kalp rahatsızlığı sebebiyle tedavi olmak için Paris'e
gitmiş, tekrar vatanına kavuştuktan sonra ise ancak bir yıl yaşayabilmiş,
takvimler 1 Kasım 1958'i gösterirken "limandan sessizce demir
alan bir gemi" gibi ruhu asıl vatanına doğru süzülmüştür. BÂKÎ'nin
meşhur "Allah'adır tevekkülümüz, i'timadımız" mısrâı
ise son sözüdür şairin. Aruz
vezninin son büyük ustası Yahya
Kemâl'in şiirlerindeki en belirgin özellik, çok belirgin bir
ses, harika bir nakış ve mısrâların arasına sinmiş muazzam bir
musikîdir. Bazı şiirlerine son şeklini 20-30 yılda verebilen Yahya
Kemâl Beyatlı gibi sanatı üzerinde titizlik gösteren şair sayısı
yok denecek kadar azdır. O,
eserlerinde şiir sanatlarının bütün çeşitlerinden en güzel şekilde
faydalanmaya çalışmış ve engin sanat ruhunu, zengin Doğu ve Batı
kültürü ile birleştirince değişik şiirler çıkmıştır ortaya.
Bu yönüyle bir neo-klâsiktir o... Kullandığı
dili esas alarak şiirlerini ikiye ayırmak mümkündür: a)Eski
Türkçe ile yazdıkları: Bunlar vefatından sonra "Eski Şiirin Rüzgârıyla"
adlı bir kitabta toplanmış, bugünün dili ve idrakı "iğdiş
edilmiş" nesillerin anlamaktan mahrum kaldığı şiirleridir b)Yaşayan
Türkçe ile yazdıkları: "Kendi Gök Kubbemiz" adlı kitabta
toplanan bu şiirler, Yahya Kemâl'i
hâlâ Yahya Kemâl yapan şiirlerdir.
Bunu demekle diğer şiirlerinin başarısız olduğunu değil, sadece
bugünkü nesiller tarafından anlaşılmasının güç olduğunu
anlatmak istediğimiz elbette farkedilecektir. Ayrıca
Rubâileri de unutulmamalı... En büyük zaaflarından birisi sağlığında
"kitablık çapta" görünmemesidir. Yukarıda bahsettiğimiz
eserler, vefatından sonra Yahya Kemâl Enstitüsü tarafından yayınlanmıştır.
Bu kitablara ölmeden önce seçtiği ve el yazısıyla bir vesika
olarak bıraktığı isimler verilmiştir. Şiirlerinde
müthiş bir mazi hasreti vardır. Ki bu, onu yaşadığı zamanın
tatmin etmediğine delil kabul edilebilir. "Mohaç ufkunda görünmek
hevesiyle" uçar; "akıncı cedleriyle" akına çıkar.
Bazen "zamanımızdan hicret edip, İstanbul'u fethettiğimiz günlerde
yaşar", bazen Niğbolu'da, Varna'da, Kosova'dadır. Onun maziye
duyduğu bu büyük hasreti tenkid eden ve "Harabisin, harâbâti
değilsin/ Gözün mazidedir, âti değilsin" diye hicvetmeye
kalkan posa Türkçülüğünün tezgahtarı Ziya
Gökalp'a verdiği güzel cevab, mazi ile gelecek arasında kurduğu
köprüyü göstermesi bakımından ilginçtir: «Ne
harâbi, ne harâbâtiyim Kökü
mazide olan âtiyim.» Bu
hoş cevab, onun tarih ve dünya görüşünün yanında sanatı hakkında
da bizlere kısmen fikir vermektedir. Çünkü şiirleri, maziden
devraldığı kalıpların yeni bir anlayışla sentezinden oluşmuş ve
ortaya orijinal bir ses çıkmıştır. Ama malesef sadece
"ses" ve "kalıp" olarak... Yoksa
"muhteva" ve ruh çizgisi olarak "kökü mazide"
olsa da âtiye uzanamamıştır. Mazi bir sığınaktır onun için;
istikbâl için bir dövüş malzemesi değil... Yahya
Kemâl
şiirlerinde belirli bir dünya görüşünü işlememiş, sadece münever
bir şair olarak, hayran kaldığı ve bağlandığı güzelliklerin ipuçlarını
fısıldamıştır. Ona göre şiir herşeyden önce şiir olmalıydı
ve işlenilen mevzuu ikinci plânda kalıyordu. Büyük
Doğu Mimarı'nın ifâdesiyle "plastik bir idrak" olan Yahya
Kemâl "kremada (nakışta) üstündür ama gıdada (muhtevada)
zayıftır." (...) O
dönemde yerli kalan, şarklı olmaktan utanmayan tek münevver-şairin Yahya
Kemâl olduğunu iddia etmiştik. Beşir
Ayvazoğlu'nun "Eve Dönen Adam" adlı kitabından, bu
hususla ilgili bir bölüm aktarmak istiyoruz: "Mehmed
Âkif, Batı'nın ilmini ve sanatını alarak ilerlemenin mümkün olduğu
inancındadır. Bunun için son süratle çalışmamızı tavsiye eder: Alınız
ilmini garbın, alınız san'atını Veriniz
hem de mesainize son sür'atini. Çünkü
kabil değil artık yaşamak bunlarsız, Çünkü
milliyeti yok san'atın, ilmin yalnız. İyi
hatırda tutun ettiğim ihtârı demin, Bütün
edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için Kendi
mahiyyet-i ruhiyyeniz olsun kılavuz, Çünkü
beyhûdedir ümmid-i selâmet onsuz. Mehmed
Âkif, toplumda "mâni-i terakki" gördüğü ne varsa,
hepsine birden savaş açmıştır. Bunun için engin tecessüsü,
memleketin acıklı manzaralarında sürekli gezinir. Olanca dikkatini
hayatımıza teksif ederek, mahalleyi, sokakları, kahveleri,
meyhaneleri ve hemen her tipten insanı sokar şiirine. Cemiyetimizi şuurlu
olarak hep eksikleriyle, sefletiyle, hurafeleriyle aksettirir. Safahat'ı
okuyanlar zannederler ki, o günkü cemiyetimiz bütünüyle kokuşmuş
bir hâldedir. Mehmed
Âkif'in Küfe, Seyfi Baba, Berlin Hatıraları gibi manzumelerinde
tasvir ettiği, yüzme bilmeyenlerin ve fenersizlerin geçemeyecekleri,
adım başında su dolu derin çukurlar bulunan, karanlık "zamane
şiiri gibi" düzensiz, biraz gidip evlerin içine dalıveren -yâni
çıkmaz- ve iki tarafı "ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden/
O sâlhurde, harab evler"le çevrilmiş sokaklar, Yahya Kemâl'e çok
daha farklı duygular ve düşünceler ilhâm etmektedir: Koca
Mustâpaşa! Ücra ve fakir İstanbul! Tâ
fetihten beri mü'min, mütevekkil, yoksul, Hüznü
bir zevk edinenler yaşıyorlar burada. Kaldım
onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda. Öyle
sinmiş ki vatan semtine milliyetimiz Ki
biziz hem görülen, hem duyulan yalnız biz. Manevî
çerçeve beş yüz senedir hep berrak; Yaşayanlar
değil, Allah'a gidenlerden uzak. Bir
bahar yağmuru yağmış da açmış havayı Hisseden
kimse hakikat sanıyor hülyâyı. Ahiret
öyle yakın ki seyredilen manzarada O
kadar komşu ki dünyaya, dıvar yok arada, Geçer
insan bir adım atsa birinden birine, Kavuşur
karşıda kaybettiği bir sevdiğine. Hâlbuki
Mehmed Âkif, mümkün olsa, Yahya Kemâl'in son derece etkilendiği bu
manzarayı ilk fırsatta ortadan kaldıracaktır. Çünkü geriliğimizin
en müşahhas görüntüleri bu manzaranın içindedir. Özellikle
Berlin'in ışıklı caddelerini, temiz sokaklarını, bakımlı
evlerini gördükten sonra kanaatleri pekişen Mehmed Âkif'e göre,
"Garb herşeyde olduğu gibi edebiyatta da pek ileri, Şark herşeyde
olduğu gibi, edebiyatta da geri"dir ve bu düşüncesini ifâde
ederken çok samimidir. Hayatımızı tasvir ederken, o devrin nesrinde
bile göremeyeceğimiz realist tablolar çizer. Tasvir ettiği sefaletin
tersini düşündürmek suretiyle ahlâkî neticeler çıkarmak gâyesindedir. Mehmed
Âkif, kültür, medeniyet, ilim, teknoloji gibi mesele ve kavramları
pek fazla kurcalamamıştır; eğer emperyalizm mânâsında kullanmıyorsa,
medeniyet onun lûgatinde ilim demektir. Şiir anlayışının da köklü
şiir geleneğimizle bağlantıları çok zayıftır. Bir manzumesinde
Divan şiirine "Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarap"
diye şiddetle saldırmıştır. Realite onun şiirine, klasik şiirimizin
aksine, hiç değişmeden girer. Esasen düşüncelerini güllü bülbüllü
bir şiir lûgatiyle anlatması -çok beğendiği çağdaşı Muhammed
İkbal bunu pekâlâ başardığı hâlde- mümkün değildi. Âkif'in bülbülü,
eski şiirimizin bülbülü değil, tabiatin canlı bülbülüdür. Mehmed
Âkif'in, eski şiirimizi bir oyun olmaktan kurtaran ve hayatiyet kazandıran
tasavvufla ise arası hiç hoş değildir. Tasavvufî rengi ağır basan
Selçuklu ve Osmanlı kültürlerini atlayarak doğrudan doğruya ilk
kaynağa yönelir. Bu yöneliş, onu her meseleye yeni baştan yorum
getirmek, başka çaresi olmadığı için de İslâm'ı müsbet
ilimlerin mantııyla telif etmek zorunda bırakmıştır. İslâmî asırlarda
elde edilmiş tecrübe birikimine pek fazla iltifat etmeyen Mehmed Âkif,
daha ziyade, meselâ Fatih Külliyesi'nde bir zamanlar "ulûm-i tıbbıye"
okutulmuş, teşrih yapılmış olmasıyla ilgilenir. (...) Mehmed
Âkif ve onun gibi düşünenlerin hatası, ilmi ve teknolojiyi, Batı'nın
sosyal, kültürel ve ekonomik gelişiminin dışında bir süreç
olarak görmeleri, ilerlemeyi sırf çalışkanlığa ve benzeri
motiflere bağlamalarıdır. Evrim
düşüncesinin tabiî sonuçlarından biri olarak doğan ve 19. asrın
"mythos"larından biri hâline gelen "terakki"
-ilerleme- fikri üzerinde hiçbir İslâmcı düşünürün tenkidçi
bir anlayışla durmamış olması şaşırtıcıdır. (Bu iddia ancak
bahsi geçen dönem için doğru olabilir. Yoksa Büyük Doğu ve İbda
Mimarları'nın bu mevzuları lif lif sergilediklerine ve tetkik
ettiklerine doğrudan eserleri şahiddir. H.Y) Hepsi de farkına
varmadan "ilerlemeyi" ve Avrupa'da gelinen noktanın arkasındaki
süreçleri olumlamış, yâni Batı'nın tecrübe birikimine talib olmuşlardır. Belli
bir devreden sonra devamlı müdafaada kalan İslâmcı aydınlar (tabî
ki küfre karşı kesintisiz bir taarruz başlatan Büyük Doğu ve İbda
Mimarları hariç... H.Y.) Âkif'in İslâmcılığını muarızlarına
sevimli göstermek için, onun müsbet ilimlere karşı olmadığını,
ilmi ve teknolojiyi savunduğunu, hattâ herkesten evvel Batılı ilim
adamlarının atomu parçalamak için yaptıkları çalışmalardan
haberdar olduğunu, hurafelere hiç iltifat etmediğini ileri sürüp
durmuşlardır. Akif'i hakiki bir müslüman olduğu için savunmak
yerine, müsbet ilimler hakkındaki fikirlerinin arkasına sığınarak
öne sürmek hayli düşündürücü bir tavırdır. Aslında müsbet
ilimler hakkındaki fikirleri, Âkif'in en zayıf tarafıdır. O ve çağdaşları,
şüphesiz ilerlemenin dinamiklerini pek bilmiyorlardı ve farkında
olmadan pozitivizmin kollarına atılmışlardı." (Beşir
Ayvazoğlu, Yahya Kemâl Eve Dönen Adam, Ötüken Yay., 2. Basım, İstanbul
1996, s. 56-60) Bunlara
değinmemizin bir sebebi de, özellikle Cumhuriyet dönemi aydınları
ve şairlerindeki aşağılık kompleksini işaretlemektir. Niye şiir
bahsinde?.. Çünkü ele aldığımız hikâye ve hele romanın örnek
modelleri kültürümüzde mevcut değildi. Yâni hikâyeci ve romancıların
batının gölgesinde kalması bir noktaya kadar mazur görülebilirdi.
Fakat çok köklü bir şiir geleneği olan toplumun içinden çıkan şairler
sürüsünün yaşadığı kompleks affedilir gibi değil... "Halka
dönüyoruz" derlerken de, "on yılda onbeş milyon genç
yarattık" diye döktürürlerken de konuşan aynı kompleks... Batı
karşısındaki ezikliklerini bastırabilmek... Kendi özüne güvenmeyen
ve bu güvensizliği hamasî nutuklarla gizlemeye
çalışan şairlerden hangi çapta şiirler beklenir ki?.. Bu
tasvirlerimize muhatab olmayan Yahya
Kemâl hakkındaki son ve som hüküm Büyük
Doğu Mimarı'nın kaleminden: "Yahya
Kemâl, etrafındaki kalabalık bir hayranlar zümresi, Sultanahmet bahçelerinde
ve şadırvan karşılarında, herkese yeni bir dil, yeni bir (estetik),
yeni bir nefes halinde görünen bir edayı yaşatıyordu. Şarkı Yahya
Kemâl'den dinleyen, onu ilk defa anlamış, bir camie Yahya Kemâl'le
giren onu ilk defa görmüş, tarihi ondan okuyan onu ilk defa öğrenmiş
sanılıyordu. Yahya Kemâl cemiyetlerinde, böyle bir telkin ve sihir
kabiliyetini yaşatıyordu. Fakat ne bir fikir, ne bir (sentez), ne bir
(sistem)... İstanbulun en iyi konuşanlarından biri farzedilen bir
sanatkârın, sanat dâvası üzerinde, hikâyeden, nükteden,
(paradoks)dan gayri bildirecek tek kelimesi olmamasına ne buyrulur? Yahya
Kemâl şiirde, birinci unsur olan ruh ve fikirde değil, fakat ikinci
unsur olan zevkte bir erginliktir. Uzun
yıllar, içinde yuğrulduğu Paris'te, zevkini ferdî ve millî şartların
örsünde döve döve inceltmiş, sonra vatanına dönmüş ve bütün
mazi ile bütün hali başka türlü görmeğe ve göstermeğe başlamıştır.
Batıyla Doğu arasındaki dünya çarpışmasından, yavaş yavaş
kendileri sönmeye başlayan Şark kubbesinin bu acıklı kaderi, genç
şairin içini ürpertilerle doldurmuş, o mahzun ve dilsiz serencamın
kahramanı Şark, artık harab ve revnaksız sebilleri ve saraylariyle,
kalyonları ve akıncılariyle, bahçeleri ve ziyafetleriyle bu teessür
çekmecesini ağzına kadar doldurmuştur. Yahya
Kemâl Garbı, (plastik) hadleri içinde kavrıyabilmiş ve bu kavrayışıyla
da, Şarkı, yine (plastik) hadler içinde yaşamaya ve yaşatmaya başlamıştır. Onun
içindir ki, şiiri yine eşya ve hadiseleri kavramakta (plastik)
hadlerden ileriye varamamış, bir sanat dünyası bina edememiş, bir
şahsiyet temeli atamamış ve büyük hiçliği yakalıyacak bir ağ örememiştir."
(Necib Fazıl, Allah Kulundan Dinlediklerim, s. 182-183) (...) Bu
arada, "sanat sanat içindir" diyen ilk topluluk, şiirlerini
"Yedi Meşale" adlı bir kitabta toplayarak karşımıza çıkıyor.
Meşale adlı bir dergi çıkaran bu grup, sembolizmin güçlü sesi ve
devrinin üstadlarından Ahmed Haşim'in
de yazılarına yer vermişler, o yıllarda çok yaygınlaşan Ayşe
Fatma terennümünden bıktıklarını ilân etmişlerdir. Tatminsizlik
içinde oldukları ve mevcut edebiyattan bıktıkları görülen bu
"Yedi Meşale" grubu, kendi anlayışlarından haşmetli bir
eser çıkaramamışlar, onu üstün eserlerle misâllendirememişler ve
kısa bir zaman sonra dağılmışlardır. Bu dağılıştan sonra
aralarında şiiri gençlik hatıralarının arasına gömenler olduğu
gibi, kırıntı hâlinde de olsa bugünlere ulaşan bir Ziya
Osman Saba da vardır. Çevredeki
maddi varlıklarla oyalanan, onları iç dünyalarına yerleştirmekle uğraşan,
hayatın önemsiz sayılabilecek teferruatlarıyla yetinen şiirler, bu
grubun en belirgin hususiyetlerindendir ve böyle bir tarzın edebiyat
antolojilerine hapsolması pek tabiîdir. Çünkü bizzat kendi sanatlarını
kendi dar dünyalarına onlar hapsetmişlerdir. Bir
önceki devrin adamı olan ve sadece "Yedi Meşale" grubunda
değil (tıpkı Yahya Kemâl
gibi) birçok Cumhuriyet şairi üzerinde derin tesir bırakan sembolist
şair Ahmed Haşim de kullandığı
sembolleri tabiatin içinden, çevresinden, yâni "güneş rengi
bir yığın sararmış yapraktan", "akşam olurken seyrettiği
kızıl havalardan" v.s. süzmüştür ama bunları maddi dünya
ile oyalanıyor intibâını vererek değil, kendisince ulvî duygular,
derin ürpertiler uyandıracak şekilde mısrâlaştırmaya çabalamıştır.
En büyük zaafı ise, dilde sadeleşmeye uzun müddet direnmesinden başka,
sembolü şiirin "olmazsa olmaz" şartı kabul eden bir çizgi
takip etmesidir. Daha önce yazdığımız gibi, sanat yeni semboller
kullanmak için yapılmaz; yeni semboller sanatı zenginleştirmek için
kullanılır. Buna rağmen Ahmed
Haşim kendi tarzının hakkını -bazı zaaflarına rağmen-
verenlerdendir. "Sanat sanat içindir" diyen Yedi Meşaleciler
ise, anlayışlarındaki eksiklik bir tarafa, üstün bir sanat eseri
ortaya koyamadıkları için, kendi yarım anlayışlarının da hakkını
verememişler ve kopan bir tesbih gibi ayrı istikametlere dağılmışlar,
çoğunlukla da kaybolmuşlardır. (...) Ahmed
Haşim
ve Yahya Kemâl'in çizgisinde
bir şiirin peşinde koşan ve bunun yanında Fransız şairlerinden Valery'nin
de önemli ölçüde etkisinde kalan Ahmed
Hamdi Tanpınar, hiç olmazsa kendi anlayışının hakkını birçoğuna
göre daha ziyadesiyle vermiştir. Bizim dünya görüşümüz
zaviyesindeki yeri ise bir "yarım oluş"tan fazlası değildir;
hattâ çıkabileceği en üst mevkii bu "yarımlık" noktasıdır.
Çünkü üstadları Yahya Kemâl
ve Ahmed Haşim çapında bir
"yarım oluş" belirtisi de göstermez. Tanpınar'a
göre şiir bir rüyâdır; bizim dünya görüşümüzün Mimarı sayın
Salih Mirzabeyoğlu'na göre
ise şair bir "rüyâ tâbircisi"dir. Demek ki şiir bir rüyâ
değil, rüyâ tâbiri olmalı... Nasıl "sahiblenilmeyen bir eylem
hiç yapılmamış bir eylem gibi" onu yapan kitle lehine hiçbir içtimaî
fayda devşirmezse... Nasıl arıtılmayan petrol, yontulmayan maden
ciddi bir işe yaramıyorsa... Nasıl yalnızca malzemesinin varolması
bir "yemek" için yeterli değilse ve o malzemenin usûlüne göre
pişirilmesi gerekirse... Tâbirsiz rüyâ da aynı şekilde hammadde hüviyetindedir
ve ancak tâbirle kıymetine kavuşur. Tanpınar
gördüğü rüyâyı ustalıkla anlatır (rüyâdan kastımız elbette
uyurken görülen suretlerle sınırlı değil), okuyucuyu da kendisiyle
bir rüyâ âlemine sürükler ama onu tâbir edemez, gördüğünü mânâlandıramaz;
çünkü onu mânâlandıracak "fikir"i sokmaz şiirine... O
mükemmelliği seste, kelimelerin arasındaki musikîde arar; hâlbuki
"doğrunun olmadığı yerde güzel yoktur." Tanpınar
şiirlerinde, "cemiyetin nabzını" tutmadığı gibi, şairin
aslî vazifesi olan bu misyona da karşı çıkmıştır. Fikrin yerinin
nesir olduğunu ileri sürerek, şiiri fikirden koparmak bizce
cinayettir; çünkü biz "fikirden süzülme sanat" anlayışının
bağlıları Büyük Doğu-İbdacılarız ve "duygunun düşünceden,
düşüncenin duygudan" nasıl süzüleceğini Necib
Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu'nun
eserlerinde gördük. Tanpınar'ın
şiiri kaba bir propaganda âletine dönüştürmeye çalışanlara karşı
direnmesi elbette haklı, ama "fikir" siyasi bir propagandadan
çok daha büyük bir mesele değil midir? 19. asrın buhranlarını,
fabrika gürültülerini şiire sokan (Bodler)den
daha mı üstün şiirler yazmış Tanpınar;
mükemmelliği fikirsizlikte aramışta?.. Onun şiirlerinde temiz bir
dil, çekici bir ses var ve okurken lezzet alıyoruz genellikle, ama
ruhu doyuran bir tat değil bu; yaladıkça açlığınızı hissettiren
bir acûbe... "Edebiyat
Üzerine Makaleler" adlı kitabında, sanat eserinin kendi varlığından
başka hiçbir hedefi olmadığını savunan ve "kendisinde başlar,
kendisinde biter" diyen Tanpınar'ın
şiiri, "kendisinde başlamış, kendisinde bitmiştir." Bizim
meselemiz Tanpınar'ın
"mehtabı bir masal meyvası gibi" paylaşmasıyla değil;
tahammül edemediğimiz, mehtabı masal meyvası gibi paylaşacak olan
kişiden istenen "fikirsizlik"... Kısacası, "bu şiirlerde
fikir aramayın" talebi... Niçin mi bu talep? Güzel, çok canlı
bir estetiğe sahib sesinin cazibesine dayanılmaz şiirler için... Hâlbuki
Tanpınar'ın aradığı ses,
musikî, estetik, "fikirden süzülme şiirin" timsallerinden Necib
Fazıl'da kat kat fazlasıyla yok muydu? Üstadımız,
Tanpınar'ın bir ömür boyu
aradığını "kaygı" edinmeyecek kadar kolay bulmuş; üstelik
bunun için fikri fedâ etmeye ihtiyaç da hissetmemiş, bilâkis asıl
"güzel"in "doğru" ile içiçe olduğunu misâllendirmiştir.
Ahmed Hamdi hakkında şunları
yazar: "Ahmed
Hamdi, kendi âleminde, kozası içinde, dışariyle teması seyrek,
gayet yavaş ve pasif, ama muhakkak ki, soylu bir tekâmül içinde
mesafe almakta, titiz ve zevkli mizacını hikâye ve romanda da gösterme
yolunda ilerlemekte... Ne var ki, şiir adına nakış yerine kütük,
yani muhtevâ kıymetini başa alamadığı ve hünerli bir nakışçı
olan Yahya Kemâl'e bu bakımdan bağlı olduğu için tıknefeslikten
kurtulamıyor ve bu hal içinde, tıpış tıpış, son durağına doğru
yürüyor. Bu durak bir tükeniştir."
(Necib Fazıl, Bâbıâli, s. 244-245) Şu
da bilinsin ki, Ahmed Hamdi Tanpınar'ı,
hocası Yahya Kemâl gibi
eski kültürün sözcüsü sanmak yanlıştır ve eserlerindeki bazı
motiflere bakıp aldanmaktır. Yahya
Kemâl'de mazi vardır, tarih vardır; Tanpınar'da
ise eski kültür "nostalji"den ibarettir. Yoksa aklıyla
idealiyle tam bir batıcıdır o. (...) Şüphesiz,
Tanpınar Cumhuriyet edebiyatının
en kalitelilerinden... Bizim özellikle menfîliklerin üzerinde duruşumuz,
bazı çevreler tarafından hakettiğinden fazla yükseltilmesi...
Fikirsiz bir güzelliğe tahammülümüz de yok. Ki bizce o'nun en güzel
şiiri de bir parça fikirleşebilen "zamanla" ilgili meşhur
şiiridir. "Zaman" kavramı üzerinde fikir yürüten ve onu
"parçalanmaz akışı olan yekpâre, geniş bir ân" diye
tarif eden Tanpınar, fikrin,
tefekkürün kırıntılarının bile şiire verdiği kıymeti hiç
olmazsa kendi şiirinde seyretseydi. Bu şiiri özellikle takdim etmek
istiyoruz: NE
İÇİNDEYİM ZAMANIN Ne
içindeyim zamanın, Ne
de büsbütün dışında; Yekpâre,
geniş bir ânın Parçalanmaz
akışında.
Bir garip rüyâ rengiyle
Uyuşmuş
gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil. Başım
sükûtu öğüten Uçsuz,
bucaksız değirmen; İçim
muradına ermiş Abasız,
postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim. (Ahmed
Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri, Dergâh Yay., 4. Baskı, s. 19) Tanpınar'ın
olabileceği budur işte!.. Necib
Fazıl gibi "nedir zaman nedir" diye kıvranacak bir
metafizik hassasiyeti yoktur. Zamanı "rüyâ rengiyle"
seyreder; onu tâbire yanaşmaz. Mânâlandırılabilecek, tâbire ve
tasvire açık en kaliteli şiiri budur; gerisini merak eden incelesin. (...) Ahmed
Kutsi ve
Tanpınar gibi herşeye rağmen
dikkat çeken isimlerin hemen ardından iki imza daha görüyoruz: Ahmed
Muhip Dranas ve Cahit Sıtkı
Tarancı... Meşhur "Fahriye Abla" şiirinde duyguları
reel âlemden devşirmesine rağmen, genel itibariyle romantiktir Dranas...
Hatta "Farhriye Abla"nın geniş bir okuyucu kitlesi
bulmasına kendisinin de şaşırdığı bilinmektedir. Oysa
"orkide çiçeği yerine samanın rağbet bulduğu" bir
iklimde buna şaşmaya gerek yok. Tanpınar
gibi sese ve estetiğe önem veren bu şair, muhtevâdan şekle
gitmek yerine, şekilden muhtevâya uzanmaya çalışmıştır. Mehmet
Kaplan bile, şairin, "fikir ve hayâllerinin çoğunu, dili
vezne uydururken, kâfiyelerin mânâları arasında bağlantı
kurarken" bulduğunu "Ağrı" şiiri tahlilinde belirtir.
(Bu bahis için Türk Dili Dergisinin Ocak, Şubat 1992 tarihli sayısına
bakınız) Oysa üstün şair için şekilden önce muhtevâ vardır; önce
söylenecek olan, sonra onun nasıl söyleneceği... Bedene göre ruh
aramak değil, ruhun bürüneceği en ideal bedeni bulma çilesi... İşte
Dranas'ta bu yoktur. Şahsımız
adına en beğendiğimiz birkaç şiirinden birisi olan
"Serenad"da bile durum böyledir: «Açılan
bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana.
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.» Görüleceği
gibi, şairin nakıştaki başarısı suçunu kısmen hafifletse de,
"uzak"ın "yaprak"ta bulunan zoraki bir kâfiye olduğu,
üç ve dördüncü mısrâları da bu kâfiye mecburiyetinin yazdırdığı
bütünüyle gizlenemiyor. Ama Dranas'ta
beş hececiler gibi sırıtan bir iskelet olmadığı, aksine yakışıklı
bir dış çehrenin mevcut bulunduğu muhakkak... Tıpkı
Ahmed Muhip Dranas gibi Fransız
şiirinin yoğun tesirini taşıyanlardan Cahit
Sıtkı ise zaman zaman yakaladığı vurucu seslere rağmen bir türlü
formunu bulamamış, birçok anşlayışın tesirinde kalmasına
mukabil, bunları sentezleştirememiş ve boyuna çizgisini aramıştır.
"Otuz Beş Yaş" şairi kâh bir mistik gibi çıkar karşımıza; «Ve
böylece bu ömür, bu ömür her dakika;
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek,
Semâda yıldızlardan, yerde kurtlardan başka
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek.» Bazen
bir sembolist gibi "ruhumuzu tel tel dolaşan, dallardaki
tomurcukları ürperten" türküler duyar şair; kendiliğinden söylenen
türküleri... Kelimeler arasında ahenk aradığını zannederken, Orhan
Veli benzeri şiirlerle çıkıverir piyasaya: «Öyle
dalmışım ki mangal başında!
Yaz gelmiş,
İstanbul'dayım;
Karpuz yüklü manavlar geçer
Köprü altından» (Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş, Can
Yay., 11. Basım, İstanbul 1996) Cahit
Sıtkı'daki
bazı metafizik ifâdeler ise (bunlar genellikle ölümle ilgilidir)
tamamen kendi iç dünyasındaki korkulardan, duygulardan ibaret olup,
fikrî bir mahiyeti yoktur. Mehmet
Kaplan'ın ifâdesiyle; "Ölümden korkan, varlık ötesine
gitmekten çekinen, duyularına ve yaşadığı âna sımsıkı bağlı
olan" birisidir Cahit Sıtkı.(Mehmet
Kaplan, Şiir Tahlilleri II, Dergah Yay., 8. Baskı, 1997, s. 116)
Bu arada Mehmet Kaplan,
Dranas'la birlikte Cahit Sıtkı'nın
hecede bir yenilik yaptığına dikkat çeker. Bu yenilik "durakları
kaldırmaları ve gelenekte bulunmayan vezinleri kullanmalarıdır."
(A.g.e., s. 102) (...) Büyük
Doğu Mimarı'nın
kaleminden okuyalım: "...
şiirinde atmaya çalıştığı kuru akılcı mücerretler perendesi
bir oyun, bir özeniş Cahit Sıtkı'da... O, hiçbir zaman hususi bir
tahassüs ve ürpertiye ulaşamadı. Çağdaşı Muhip ise (desen)i
kendisine mahsus bir dil ve duygu kumaşı örebildi."
(Necib Fazıl, Bâbıâli, s. 162) (...) Cumhuriyet
dönemi Türk şiiri üzerinde Nazım
Hikmet'in de önemli bir tesiri olduğunu kabul etmeliyiz. 1930'lu yıllarda
birçok genci peşinden sürükleyen, edebiyat otoritelerini şaşırtan
bu komünist şair, mısrâları kırarak, kelimeleri gürültülü bir
şekilde düzenleyerek, şiirini ideolojisinin hoparlörü hâline
getirmiştir. Türk edebiyatı için yeni olan bu sesin, Rus şairi Mayakovski'den
etkilendiği, başta Büyük Doğu
Mimarı olmak üzere, birçok edebiyatçı tarafından belirtilmiştir. Yüksek
sesle okununca kulağa hoş gelen şiirleri vardır Nazım'ın.
Kendi tarzının hakkını vermiştir ama vezinsiz şiirin yaygınlaşmasında
ve dolayısıyla önüne gelenin şiir(!) yumurtlamasında payı vardır. Bir
ara eserleri yasaklanan, hapis yıllarının ardından ve Rusya'ya kaçtığı
yıllarda şiirleri kısmen unutulan Nazım'ın
ikinci tesiri, 1960'lı yıllarda, ölümünden sonra eserlerinin
yeniden yayınlanmasıyla görülmüştür. Bugün "toplumcu şair"
olduğunu iddia eden bütün solcu şairlerde, derecesi farklı olmakla
birlikte, Nazım Hikmet'in önemli
etkisi vardır. İnsanın
iç dünyasına -ideolojisi gereği- sırt çeviren Nazım
Hikmet'in bizce en güzel şiirleri ise özellikle cezaevinde ve
Rusya'da zaman zaman kendi "iç"iyle başbaşa kaldığı ve
"gürültüsüz" yazdıklarıdır. Kezâ onun ihtilâlci şiirlerinde
bile, marksist dünya görüşüne rağmen, gizli bir romantizm vardır.
"En güzel deniz/ henüz gidilmemiş olanıdır" derken de,
Karlı kayın ormanında Anadolu hasretiyle ve ömrünün sonbaharında
"memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak" diye
sorarken de romantiktir o. Hattâ "Yürüyen Adam" şiirindeki
"deniz gibi köpüren" ve "düşen yıldızlar gibi iki
yandan akan ışıklar" arasında, "alnı yukarda, kırmızı
boyun atkısı rüzgârda" olarak yürüyen adamın kararlılığında
da romantik bir pay mevcuttur. Bu durum, Büyük
Doğu-İbda bağlıları için şaşırtıcı değildir; çünkü
materyalistin de maddeciliğini "ruhî çaba" ile kurduğunu
bize bu dünya görüşü öğretti. (...) Nazım
Hikmet'in
tesiri altında kalan toplumcu şairlere ilerleyen bölümlerde temas
etmek üzere, Orhan Veli'nin
öncülüğündeki "Garip" hareketin de bahsini açmak
istiyoruz. "Birinci
Yeni" de denilen bu garip hareketine, "Şiirde İki Yeni
Hastalık" başlığı altında üstü kapalı olarak kısmen değinmiştik.
"Günlük konuşma dilinin ucuzluğuna sığınarak, içinden geldiği
gibi yazmak" şeklinde bir hastalık olarak tarif ettiğimiz bu
hareket, Türk şiirini "mide gurultusuna" çeviren en zehirli
virüsü barındırır içinde. Vezinsiz şiirin yaygınlaşmasında payı
olduğunu belirttiğimiz Nazım
Hikmet'te, hiç olmazsa ideolojisini en güzel biçimde ifâde etme
arzusundan doğan bir kaygı vardı. Orhan
Veli ve arkadaşlarının anlayışı ise şiir adına zerre kadar
kaygı gütmeyen tuhaflıklardan ibaret... Şiiri ahenk, vezin ve kafiye
dışında arayan, teşbihe ve istiareye yer vermeyen, şiir dilini
reddeden ve şairaneliğin aleyhinde olan, kısacası bütün şiir
geleneklerinden uzaklaşan ve Nasreddin Hoca'nın leyleği gibi bir şiir(!)
tarif eden bu "garip" akımı, zamanla kendi kendisi çürütmüş,
kendi kurallarını kendileri çiğnemişlerdir. Ama saçtıkları
pislik bir kere yayılmış ve onlar sayesinde milyonlarca şair(!) üremiştir
bu memlekette. "Bir
iç dünyası olan, şiirin üstün ölçü dokumasına eli yatan, fakat
ruhî ve bediî dalâleti yüzünden nizamın sırrını anlayamayan,
buna rağmen cazip tuhaflıklar beceren Orhan Veli'den sonra bu anonim
şirket, birleşik sermaye olarak hemen iflas etti; hisse senetleri de
kapanın elinde kaldı, enflasyon paralarına döndü, çoluk çocuğun
cebini doldurdu ve mektep kaçaklarına şairlik beratı hizmetini gördü.
Bir iflas ki, keyfiyet mânâsiyle (bir)in sıfıra inmesine karşılık,
pay binbire çıkıyor ve yokluk çokluk oluyor."
(Necib Fazıl, Allah Kulundan Dinlediklerim, s. 201) Kısacası,
Orhan Veli öncülüğündeki
"Garip" hareketi bizi, yaptıklarından ziyade yıktıklarıyla,
bozduklarıyla ilgilendiriyor. (...) Aynı
yıllarda Garip akımının az veya çok tesiri altında kalmakla
birlikte, kendilerine bağımsız bir yol çizen bazı şairler vardır.
Orhan Veli benzeri basit bir
anlatımla -ve tabiî serbest vezinle- Anadolu'ya ve köye yönelen Cahit
Külebi; hemen her konuda birşeyler karalamaya çabalayan ve böylece
istidadını keyfiyette yoğunlaştırmak yerine kemmiyete dağıtan,
son olarak yakalandığı "arı dil" hastalığı ile büsbütün
biten Fazıl Hüsnü Dağlarca;
çok geniş bir edebiyat kültürü olan ve bu genişliğine kültürün
sentezinden orijinal bir şiir çıkarmaya gayret eden, ama istidadı bu
kültürü kucaklayacak çapta olmayan Behçet
Necatigil v.s... Necatigil,
dilin ifâde imkânlarının bolluğunu göstermesine ve şiir
geleneklerinden faydalanmasına rağmen, sanatını ekol hâline
getirememiş ve diğerleri gibi antolojilerde herhangi bir isimden
ibaret kalmıştır. Ama
artık Türk şiiri dönüşü çok zor bir viraja girmiştir ve önüne
gelenin şiir(!) yazdığı, sonu uçurum olan bir yolun kapıları açılmıştır
bir kere... Vücut paramparça olduktan sonra, (onun nasıl tekrar adam
edileceği bile değil) hangi organların ve uzuvların kurtarılması
veya büsbütün yokedilmesine dökülmüştür iş. İkinci
Yeni denen akım bu yıllarda tüylenmeye başlar. Ki bu "ikinci
yeni" yaftası aradan yıllar geçtikten sonra, bir eleştirmen
tarafından takılır. Yâni Orhan
Veli grubu gibi biraraya toplanıp ortak bir şiir anlayışı
belirlenmiş değil; bir dönem ortaya çıkan kimisi çok farklı
topluluklardan gelen şairlerin arasındaki benzerlikler öne sürülerek
ortak bir isimlendirme sözkonusu... Öyleki, bazıları tarafından bu
akımın öncülerinden gösterilmek istenen -Atilla
İlhan gibi- kimi şairler buna sert tepki göstermişler ve
"ikinci yeni" ile ilgileri olmadığını savunmuşlardır. (...) "İkinci
yeni" bir tepkidir aslında... "Birinci yeni" dedikleri,
şiiri edebî sanatların dışında arayan akımın cıvıklığına,
somurtkanlığına ve yaygınlığına ters tarafından bir tepki... "İkinci
Yeni şiiri 1955-1965 yılları arası kendini gösteren ve ortak
nitelikleriyle beliren bir akım değildir. Yeniyi deneyen, dünya görüşü,
yetişme şekilleri ve beslenme kaynakları bakımından bibirinden çok
farklı olan şairlerin eserlerinde sonradan tesbit edilen benzerliklere
dayanarak ona bu ad verilmiştir." "Bu
hareket Garip hareketinin yozlaşmasından doğmuştur. Yozlaşan bir
yeniliğe tepki olan bu harekette, ihmâl edilen semboller ön plâna çıkar.
Basitlik, alelâdelik artık bu şairlere yetmemektedir. Hattâ bunun
tezahürü, günlük konuşma dilinden uzaklaşarak, anlaşılması güç
bir dile dönmek, bu şiirin okunmasını da, anlaşılmasını da zorlaştırmıştır.
Halk kültürüne genelde karşı olan şair, dikkatini büyük şehirin
kalabalıklığında kaybolmuş yalnız insana çevirmiştir. Yeni bir
duygu dalgası ve çağrışımlar ağı ören bu şairler, vezin ve
kafiyeyi bütünüyle reddetmemekle birlikte, zaman zaman yeniden mensur
şiir denilebilecek tarza da dönüyorlardı. Bütün edebî sanatlar,
bol semboller, çok karışık cümle yapısı, öz Türkçeden çeşitli
yabancı dillerden alıntılara kadar zengin, fakat çağrışım uyandırmaktan
uzak kelime kadrosu kullanmak, bu yeni akımın belli başlı özellikleriydi.
Şiirler çok uzundu. Bazıları Divan şekillerinin sadece adlarını
taşıyor ise de onlardaki kurallardan uzaktı."
(Prof. Dr. İnci Enginün, Türk Dili-Aylık Dil Dergisi, Ocak-Şubat
1992, sayı. 481-482, s. 608) İşte
bu akımın belli başlı öncüleri Edip
Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreyya, İlhan Berk, Ece Ayhan, Sezai
Karakoç gibi isimler olup, daha sonraki yıllarda Cahit
Zarifoğlu ve benzerleri de "tarz"ın tanınmış imzaları
arasına katılmıştır. Ne
kadar "anlaşılmaz" olursa, o nisbette kıymet devşireceğini
vehmeden ve gittikçe "zor anlaşılır"dan "mânâsız"a
doğru sürüklenen bu "yeni" akım, "Şiirde İki Yeni
Hastalık" başlığı altında resmettiğimiz gibi, Orhan
Veli ve çömezlerinin zıddına adeta "içinden gelMEdiği şekilde
yazma" hevesindedir. "İkinci
yeni"nin karşısına çıkan asıl topluluk ise, o yıllarda ciddi
bir müdafacısı kalmayan "birinci yeni" taraftarları değil;
kendilerine "toplumsal gerçekçi" adını veren ve Nazım
Hikmet gibi, şiiri yalnızca ideolojik bir âlet olarak gören ve
propaganda için kullanan sosyalist bir şair topluluğudur. Bu grubun içerisinde
Ahmet Arif, Hasan Hüseyin
Korkmazgil, Enver Gökçe, Arif Damar ve bazı yönleriyle bunlardan
ayrılan Atilla İlhan vardır.
Bunlar, birinci yeni ve o dönemdeki bağımsızları suçladıkları
gibi, (hattâ daha keskin bir dille), "ikinci yeni"yi de halkın
meselelerinden ve sorumluluktan kaçmakla suçlarlar. Bu
şiirin en belirgin özelliği, sosyalist hareketlerden mülhem
sloganların bolca kullanılması ve heyecan verici, ajite edici bir
havada yazılmasıdır. Bunun yanında halk kültürüne yöneliş de diğer
bir hususiyeti... Yalnız bu yöneliş, Ahmet
Kutsi Tecer ve benzerlerindeki gibi bir şekil özentisinden ziyade,
bir edâ hâlidir. Form, Orhan
Veli'nin "Garip"liği gibi serbest vezin olup, yazılması
da -bol miktardaki yoz örneklerini de gözönüne alırsak- birinci
yeni şiiri kadar kolay sayılır. Halk kültürüne yöneliş ise,
oradaki isyancı motifleri devşirerek, bugüne ideolojik mesaj vermek içindir. Bu
şiir, "ikinci yeni"nin aksine, heyecan uğruna, derinliği ve
orijinalliği fedâ etmiştir. İşte Ahmed
Arif'ten bir misâl: «Terketmedi
sevdan beni Aç
kaldım, susuz kaldım Hayın,
karanlıktı gece Can
garip, can suskun, Can
paramparça... Ve
ellerim kelepçede, Tütünsüz,
uykusuz kaldım, Terketmedi
sevdan beni.» (Hasretinden Prangalar Eskittim, Cem Yay., 38. Basım, s.
5) Yahut
Hasan Hüseyin Korkmazgil'den
şu mısrâlar: «ben
bu şiire yaşanmamış denizlerimi ben
bu şiire gidilmemiş ülkelerimi ben
bu şiire utanmazca çalınmış emeklerimi ellerimden
uçup gitmiş umutlarımı ben bu şiire
koydum a dostlar akbabalar
götürdü ciğerlerimi zindanlarda
kaldı kolum kanadım birgün
yaslanırlar belki
koca bir dağa
yaslanır gibi
şiirlerimdeki korkunç acıya.» (Acıyı Bal Eyledik, Bilgi
Yay., 14. Basım, s. 16)
Görüleceği
gibi, tamamen heyecan vermeye yönelik, coşku uyandıran ifâdeler...
Ama derinlik ve orijinallik ifâde eden, üzerinde sayfalarca yorum yapılacak
bir tek mısrâ yok. Solcu şairlerin benzer biçimde defalarca dile
getirdiği vurgulamalar... Tutsak gönüldaşımız Murat
Küçük'e göre bu tür şiirlerde "çile yok, acı vardır"
ve "acılar derinleştikçe çileye dönüşür." Açıkçası
"toplumsal gerçekçi" şairlerde derinlik olmadığı için
çile de mevcut değildir. Acı ile çilenin farkını müşahhas olarak
ifâde etmemizi isteyenlere hatırlatırız; hayvanlar da acı çeker,
ama çile sadece insana hâstır. (...) "İkinci
yeni" şiirinde ise "gerçekçi"lerin aksine derinlik
kaygısı ve orijinallik çabası görmek mümkündür. Ama onlarda da
diğerlerindeki heyecan yoktur. Derinlik ve farklılık uğruna heyecanı
ve sesi fedâ ederler. İşte misâl: «Ve
elbet Gözlerim
sularımdan çekilince ürkek
bir ceylanla anlaşırım yüzünün
çok yakını olan bir limana dilinin
ve ağzının verdiği baş dönmesine bahçeni
tutan tavşanlara sığınırım.» (Cahit Zarifoğlu, Şiirler, Beyan
Yay., 2. Baskı, s. 83) "İkinci
yeni"nin sayıklamalarından bir misâl daha: «Beni
seviyorsanız dikkat! köşe başındaki camcıya sorun O
ne derse doğrudur, dalga geçmeyin adamla Üstelik
beni sevmek haşlanmış pirinçleri beyazlatır Günaydın! Sabahlarınız
gibidir beni sevmek, horozun renkleri gibidir Beni
sevdiniz mi yangındır artık parmaklarınız.» (Edip Cansever, Yerçekimli
Karanfil, Adam Yay., 7. Basım, 1997, s. 20) (...) Bu
akımın öncülerinden ve en büyük usta(!)larından sayılan Edip
Cansever'in yukarıdaki tuhaflıkları, bir sayıklamanın
ilerisinde, tımarhane duvarına yazılan saçmalık numûnesi kabul
edilebilir. Orijinallik uğruna saçmalık yapmak ve derinliği maskaralıkta
aramak komik birşey olsa da, bunu yapanların "usta şair"
kabul edilmesi ne tiksindirici bir hezeyandır. Büyük
Doğu Mimarı'nın
1939 yılında yazdığı "Kolay Cümle" başlıklı bir çerçevesi,
cümlelerdeki basitlik, derinliğin ifâdecisi çetrefillik ve derinlik
özentisindeki "illetli kafanın deprenişi" arasında mevcut
olan fark uçurumlarını göstermesinin yanında, bizim bahsini ettiğimiz
şiir türlerine de ışık tutabilir: "Bir
fransız papazının (Poesie pure-Saf şiir) isimli kitabı vaktiyle bütün
dünyada bir sanat hâdisesi kabul edilmişti. Bu kitabın ilk sayfasını
açalım. Kâinatı tek cümleye hapsetmiş bir vecize kadar güzel bir
söze rastgeliriz: 'Dümdüz,
çırılçıplak, apaydınlık bir vuzuhla konuşan insanlara dikkat
ettim. Her defasında karşımda bir APTAL vardı.' Akıl
hastalarına dair bir kitapta da, bir delinin ağzından çıkmış şöyle
bir cümle gördüm: "Mavi
hattın üstündeki sebep" Papazın
sevdiği girift cümle acaba bu muydu? İçi
hayat dolu cümleyle, illetli bir kafanın deprenişi arasındaki fark
inceliğini sezmek, o kadar zor olmasa gerek. BİR
ODADA IŞIKLARI KISTIKÇA MESAFELER EBEDÎLEŞİR, IŞIK BÜSBÜTÜN SÖNDÜRÜLÜNCE
MESAFE KALMAMIŞTIR; ayni fark..."
(Necib Fazıl Kısakürek, Çerçeve 1, Büyük Doğu Yay., İstanbul
1985, s. 188) Sanırız,
"dümdüz, çırılçıplak" konuşan "birinci yeni"
ve slogancı "toplumsal gerçekçi"lerle, onların karşısında
saf tutan ve mısrâları, bir delinin "mavi hattın üstündeki
sebep" cümlesinden daha sağlıklı olmayan "ikinci
yeni"nin gerçekte NE oldukları yukarıdaki tesbitlerden süzülmüştür. Derinlik
ve orijinallik uğruna heyecanı, heyecan uğruna da derinlik ve
orijinalliği fedâ edenlerden ayrı bir noktada bulunduğumuzu ve üstün
şiirin "duygunun düşünceden, düşüncenin duygudan süzüldüğü"
noktada aranacağını misâllendiren Büyük Doğu-İbda Fikriyatı'nın
bağlısı olduğumuzu hatırlatmakta fayda var. (...) Attila
İlhan'ın bazı yönleriyle bu "toplumsal gerçekçi"lerden
ayrıldığını belirtmiştik. Ve yine bazıları tarafından
"ikinci yeni"nin öncülerinden sayıldığını ama bu iddiayı
şiddetle reddettiğini hatırlayalım. Attila'nın
şiirleri gerçekten de her iki topluluktan farklı bir renge sahibtir.
Buna rağmen "Yağmur Kaçağı" şairi ısrarla
"toplumsal gerçekçi-sosyalist" bir şair olduğunu ve asıl
toplumcu şiirin kendi tarzında olması gerektiğini savunmuştur. Attila
İlhan
şiirimizin en büyük düşmanlarından birisi olarak slogancılığı
görür ve "toplumcu şiiri" alışılmış lâfları
gevelemek sanan yoldaşlarını şiddetle tenkid eder. Hattâ halk şiirinden,
folklordan ziyade Divan şiirinin yanındadır ve "ulusal bir bileşim"
peşindedir o. Osmanlı'ya kafa tutan her âsiye "devrimci"
denilmesine tahammül edemez; Osmanlı'yı sevdiği için değil, kafasındaki
diyalektiğe ters düştüğü için... Şu ifâdeler onun: "...
bizim malum halkevi devrimciliğidir o halk şiirini toptan alıp toptan
divan şiirinin karşısına koyan, oysa şu Dadaloğlu o güzel koşmaları
ve varsağılarıyla gerçekte halkın çıkarını mı savunmuştur,
yoksa Kozanoğlu'nun, daha geniş anlamda bakılırsa çağı geçmiş
bir toplumsal düzenin çıkarını mı? Adam 19. yüzyılda aşiret
davası güdüyor, aşiret beylerinin yanında, ona resmî ozanlık
ediyor, bir bakıma padişahın yanında ona dalkavukluk eden resmî
divan ozanından hiç farkı yok! Peki
40 yılları toplumcu sanatçılarını, bugün de hâlâ 'aşiret' üstyapısından
kafasını ayıklayamamış, arındıramamış bazı ozanları etkileyen
neydi? Bir kere halkevi devrimciliğinin beylik tutumunu aşamamaları,
tamam; sonra bilimsel bir diyalektik yöntem sahibi olmakla övündükleri
hâlde bu yöntemlerini kendi tarihlerine, kendi edebiyatlarına
uygulayamamaları; nihayet, toplumcu sanatı duygusal düzeyde bir başkaldırma
sanatı sanmaları!"
(Attila İlhan, Böyle Bir Sevmek, Bilgi Yay., 6. Basım, İstanbul
1996, s. 157) Şiir
yazmakla slogan yazmanın farklı olduğunu idrak eden Attila
İlhan'ın diğer "toplumsal gerçekçi" şairlere yönelttiği
tenkidler, kendi içinde tutarlı sayılır. Sembollerden
bol faydalandığı için diğer toplumculardan ayrı olan Attila,
bu yönüyle "ikinci yeni"nin ilklerinden sayılmasını
hazmedemez. Bunlara karşı yönelttiği tenkid cümlelerinden birkaçı: "İmgeyi
sadece kelime istifi diye ananlarınsa, çapraz bulmacayla şiiri
birbirine karıştırdıkları, aşağı yukarı kesindir. Türk şiirinin
böyle bir çıkmaza girmesinde, galiba gelenekten kopmasıyla, TDK
uydurmacılığına kanıp, yeni ve anlaşılmaz bir şiir şifresine
yozlaşması sebep olmuştur. GELENEKTEN KOPMA MISRAI ÖLDÜRDÜ, OYSA
MISRA CÜMLEYE YOZLAŞTI MI, ŞİİR ŞİİRLİKTEN ÇIKIYOR, ETKİLEME
GÜCÜ SIFIRA EŞİT! SAYFALARCA ŞİİR OKUYOR, EN KÜÇÜK HEYECAN
DUYAMIYORUZ."
(Attila İlhan, Elde Var Hüzün, Bilgi Yay., 3. Basım, s. 125) (...) Şahsımız
adına, ikinci yeniye yönelik bu tenkidlere tamamen katıldığımızı
belirtelim. Görüleceği üzere, Atilla
İlhan farklı noktalar arasında -kendi ideolojisini esas alarak-
bir denge aramış ve -istidadınca- kısmen bunu gerçekleştirmiştir.
Zaman zaman devrik cümlelerden faydalanarak onun da söz cambazlıkları
yaptığı, bol görüntü ve ses oyunları yapmasına rağmen tecride
yanaşamadığı unutulmamalı... Şiirindeki menfîliklerden birisi de,
bazen yabancı kelimeleri -dilimizin rengini vermeden- aynen aktarması...
Buna
rağmen onun şiirinide sürekli bir yenilenme göze çarpmaktadır. Ayrıca
kendisine hâs bir tahassüsü ve diyalektiğinin diliyle -bazen
kekemeleşse de- zamanının habercisi olduğu görülür. Meselâ
"komünizm öldü" seslerinin zirveye çıktığı ve bir avuç
komünistin "ölen komünizm değil; revizyonizm" diye beyhude
çırpındığı bir zamanda, aşk şiirlerinden birisine verdiği isim
"ayrılık sevdâya dâhil"dir. Üstelik 1993 yılında yayınlanan
şiir kitabına da bu adı uygun görecektir: "Ayrılık Sevdâya
Dahil"... Bu bir aşk şiiridir ve mevzunun bahsettiğimiz siyasî
çalkantılarla ilgisi yoktur. Ama Atilla
İlhan'ın tahassüsü -büyük bir ihtimalle farkında olmadan- şu
mısrâları söyletiyor ona, "komünizmin ölmediği" iddiasını
dile getirircesine: «çünkü
ayrılmanın da vahşi bir tadı var
çünkü ayrılık da sevdâya dâhil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili» (Atilla
İlhan, Ayrılık Sevdâya Dâhil, 3. Basım, Bilgi Yay., s. 77) Evet,
bu mısrâlar bir aşk şiirinden ve şairin siyasî bir krizi ele aldığı
filân yok. Ama sanki, "(Ölen komünizm değil, revizyonizmdir)
iddiasındaki bir marksistin, bu psikolojiyle birlikte yaşayacağı aşk
bu şekildedir, böyle duygular uyandırır" demek istiyor. "Çünkü
ayrılmanın da vahşi bir tadı var / çünkü ayrılık da sevdâya dâhil
/ çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili." Başta
"ikinci yeni" şiiri olmak üzere Cumhuriyet dönemi şairlerinin
yüzde doksanınından fazlasında ise, yaşadığı ânın nabzını
yansıtacak antenler ve tahassüs edâsı yoktur. Kendi
"ben"ine toplumu sığdırmak isteyen Atilla'nın
ters tarafından arayıp da, tecrid noktasında tıkandığı şiirin
aslı, bütün haşmetiyle ve "zıt kutuplar arası muvazenenin üstün
nizâmı hâlinde" Büyük Doğu-İBDA Külliyatı'nda mevcuttur. (...) Bütün
bu karmaşanın ortasında yozlaşmaya karşı çıkan Hisar
Grubu vardır. Hisar Dergisi etrafında toplanan ve birçok ünlüye
sayfalarını açan Hisarcılar, dışyüzden bir doğu-batı sentezi
yapmaya çabalamışlar, geleneğe bağlı bir yenilik hamlesini
savunmalarına rağmen, bu alışılmış iddiaları köklü bir teori hâline
getirememişler, birbirinden kopuk kum tepecikleri gibi zamanın rüzgârına
dayanamamışlardır. Genellikle memleket edebiyatının bir devamı
gibi duran "Hisar" hareketi etrafındaki şairlerin birçoğu
"küçük hassasiyet esnafı"dır. Hisar
Dergisi'nde imzası olanlardan birisi ise, kendisine hâs çizgileri
olan Arif Nihat Asya...Hem
serbest, hem aruz, hem hece veznini aynı başarıyla kullanan ve akla
gelebilecek hemen her mevzuda şiir yazan rahmetli Arif
Nihat, sezgilerini fikirleştirebilse ve ince zekâsını nüktelere
ayırdığı kadar -ki şiirlerinin önemli bir bölümü nüktelerle
doludur- tecrid terleri dökseydi, Türk edebiyatında bambaşka bir
mevkiî olurdu. Bunun yanında çok daha az yazan ve ilhâmını
dizginleyip, işçiliği ön plâna çıkaran bir Arif
Nihat Asya görmeyi de çok isterdik. Onun şiir çizgisini takip
edenler, gerek şekilde, gerekse muhtevada bölünerek ilerlediğini göreceklerdir;
keşke bunları bir yerde toplamak için yürüseydi. Sanatındaki bu dağınıklık,
şiirle (Büyük Doğu Mimarı'nın Bâbıâli'de ifâde ettiği gibi)
"kendi kendine bir meşguliyet" olarak ilgilendiğini göstermektedir.
"«Fatih'in
İstanbul'u fethettiği yaştasın!» nakaratlı manzumesi, çeşidinin
güzellerinden..." (Necib Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, 4. Basım,
s. 389) Arif
Nihat Asya,parçalanmış
keyfiyetine rağmen, sahteliklerin cirit attığı edebiyat ortamında
gerçek bir kıymet ifâde eden isimlerdendir. (...) Türk
şiirinin genel seyri içinde, marksistken sonradan müslüman olan İsmet
Özel'den de bahsetmek istiyoruz birkaç satırla... 60'lı yılların
sonlarına doğru ortaya çıktığında bir yönüyle Atilla
İlhan'ı andırmaktadır: İkinci yeni şairleri gibi sembollerden
bolca faydalanmıştır ama bu akımı şiddetle tenkid edenlerden
birisidir. Fakat A. İlhan gibi
kendisine hâs bir "ekol" olacak çapa erişememiştir İsmet
Özel... Ece Ayhan, "İkinci yeninin gölgesinde olup da ona
karşı çıkanlar oldu" iddiasına misâl olarak önce İsmet
Özel'in isminden bahseder. Hâlbuki bugün hiçkimse Atilla
İlhan için böyle birşey söyleyemez. Hattâ zaman zaman tersi
iddia edilir. Karşı
olduğumuz, ikinci yenideki sembol zenginliğinin, "toplumcuların"
heyecanı ile takib edilmesi değil; böyle bir yolda ilerleyen şairin
kendi kendisini izâhtan aciz oluşu... Kaldı ki, bahsettiğimiz terkib
başarıya ulaşırsa, ayrı bir ekol meydana gelir ve hiçkimse o şairi
"ikinci yeninin gölgesinde kalmakla" itham edemez. Dediğimiz
gibi İsmet Özel ekol olacak
çapa erişememiş, hattâ sonraki yıllarda yazdıklarında bütünüyle
ikinci yeninin gölgesine sığınmıştır. İzâhsız da olsa, başlangıçtaki
tarzı dikkate değerdi ve zamanla zenginleştirilebilirdi de... "Müslüman"
olduktan sonra yazdığı şiirlerde bu terkibin zenginleşmesini
isterdik, ama o, bu dönemden sonra büsbütün ikinci yeniye kapılanmış
gibidir. İsmet
Özel'de
bir şiir işçiliği vardır, mısrâları yontar ve pürüssüz
okunabilecek hâle getirir. Kabul edelim ki, bu yönüyle "ikinci
yeni" şairlerinden ayrılır. Ama bu ayrılığa mukabil, öyle
ortak benzerlikleri vardır ki, şiir anlayışımızın tahammül
edemeyeceği menfî bir hâl: Bunların şiirinde, zamanın habercisi
olacak ve dünyaya bakışlarını fısıldayacak bir tahassüs yoktur. İ.
Özel'in en ihtilâlci solcu şiirlerini bile, müslüman olduktan
sonra aynen muhafaza etmesi ve onlara yeni bir edâ vermeye ihtiyaç
hissetmemesi, aslında o şiirlerin ne "sol", ne de İslâmî
bir tahassüs ifâdecisi olduğunu gösterir. Kendi kendisini izâh
edememiş bir şairin üzerinde bu kadar durmak yeterli olsa gerek... (...) Bütün
bu kaosun, yozlaşmanın ve kendisini ilgilendirmeyen polemiklerin ortasında,
bu toprakların üzerindeki sessiz çoğunluk yer yer kendi şiirlerini
çıkarmış, kendi zevk ve hassasiyetini dile getiren şiirlere fidelik
etmiştir. Mustafa Saka'nın,
Timaş yayınları tarafından basılan "Esvedeyn" isimli şiiri
kitabındaki takdim yazısında, Karacaoğlan,
Âşık Veysel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi şairler için
"hayatın şiiri" gibi ürpertici , anlamlı bir ifâde kullanılıyordu.
Gerçekten de içtimaî hayat her devrede doğrusuyla, yanlışıyla
kendisini dile getirecek şiirin kapılarını açmış, kendi şairine
yol vermiştir. O şaire kâh günahlarını bulaştırmış, kâh
umutlarını aşılamış, kâh dertlerini yüklemiştir. İşte,
Cumhuriyet döneminden bugüne hayatın şiirini yazanlardan birisi Abdurrahim
Karakoç'tur. "Mihriban" bu halkın, taşranın temiz aşkıdır;
"Hasan'a Mektuplar" da, yine onların dertleri ve hisleri... Abdurrahim
Karakoç'un
şiirilerinde, faziletleriyle, zaaflarıyla, olgunluğu, tefekkürü, ürperişleri,
heyecanları, öfkeleri ve sevgileriyle Müslüman Anadolu Türkü vardır.
Bu şiirlerin günahları da yerlidir, bu toprağın insanına hastır.
Kendilerine binbir çileyi çektiren, Yunan'ın bile yapamayacağı zulümleri
lâyık gören, emperyalizmin uydusu kurulu düzene "devlet-i
ebed" diye kucak açan ve başkaldırmayı aklına getirmeyen ,
"isyanını sükûta" yükleyen, komünistlere karşı silahı
caiz görse de, kemalizme "demokratik yollardan" tavır koyan
bir halkın şairi... Bunların yanında halk şiirine yeni bir soluk
kazandırdığını, üstelik kendisine hâs bir hiciv dili kurduğunu
belirtmeliyiz Abdurrahim Karakoç'un..
Niyazi
Yıldırım Gençosmanoğlu ise,
hayatın "bugün"ünden ziyade "dünüyle"
ilgilenir ve hayatın şiirini destanlarda arar. Alışılmış
destan kalıplarından farklıdır onun şiiri... Yer yer hece ile
serbest vezni iç içe kullanmış ama kâfiyeyi hiç ihmal etmemiş, tıpkı
üstadı Arif Nihat gibi,
serbest vezinle kafiyeyi barıştırmaya çabalamıştır adeta... Lâkin,
muhteva olarak "dün"ü bugüne taşımaz; "bugün"ün
yüzünü düne çevirir ve bu yönüyle bizim "destan şiiri"
anlayışımızdan geridedir. (...) Sayfalar
boyunca daha yüzlerce şair ve müteşairden bahsedebilirdik ama,
meselemiz isimlerden ziyade anlayışlarla olduğu için, Türk şiirinin
genel seyri içinde -kuru gürültü hâlinde bile olsa- adından sözettiren
belirli akımlara bakışımızı işaretlemekle yetindik. Bunu yaparken
bahsi geçen akımların en kaliteli bilinenlerini öne çıkarmaya çalıştık
ki; diğerlerinin nasıl olduğunu okuyucu hayâl etsin. Ne
kadar argoya yer verirse o nisbette itibar devşireceğini sanan
"kaba şairlik" hevesindeki, sakalına şarap bulaşmış, kadın
sesli, ayyaş Can Yücel'i
de; tıpkı Necatigil gibi,
keyfiyeti kültürünü taşıyamayan Hilmi
Yavuz'u da; "işçiliği" bir tarafa bırakıp, geniş hayâl
gücünün yardımıyla rahatça yakaladığı süslü ama nisbetsiz ifâdelerle
yontulmamış yüzlerce şiire imza atan Bahattin
Karakoç'u da; tarihî motiflerden yeni semboller üreten ve sağlam
bir şiir işçisi olmasına rağmen ilhâmı sınırlı olan Dilaver
Cebeci'yi de -ve daha birçoklarını- unuttuğumuz sanılmasın. (...) Şiirin
geldiği son nokta itibariyle, asıl üzerinde durulması gereken şu:
Şair çoğaldıkça şiir azalıyor; akımların ve
"yeni"lerin sayısı arttıkça orijinallik kayboluyor. Özellikle
son yıllarda imzasını görmeden kime âit olduğu bilinecek bir mısrâ
bile yok sayılır. Belirli bir payeye erişenler ise, Batı'dan çaldıklarını
ve "gelenekten" devraldıkları mirası harcadılar bugüne
kadar. Ve miras tükendikçe başıboşluk sardı meydanı. Artık Türk
şiiri, Büyük Doğu ve İbda
Mimarları'nın izinde "yeni bir nizâma" hasret çekiyor. |
IV.
BÖLÜM SON
HÜKÜM "Âlemde
hiçbir harabî manzarası, bugünkü edebiyatımızın belirttiği
sefalet derecesinde hazin olmadı. Eski
-isterse asîl ve muhteşem olmasın da Barok ve Rokoko varî bir taklid
piçi olsun- binanın yanında şimdi bir çingene çadırı bile kalmamış
ve pırıl pırıl insanî idrâk cevherleri, mahalle çocuklarının zıp
zıp eşyası olmuştur."
(Necib Fazıl Kısakürek, Allah Kulundan Dinlediklerim, 4. Basım, s.
198) Şiirin
hâli meydanda... Büyük Doğu
Mimarı'nın belirttiği gibi "eski binanın yanında bir çingene
çadırı bile kalmamış." Daha önce de belirttiğimiz şekilde,
Cumhuriyet dönemi Türk şairleri Osmanlı'dan, yâni gelenekten
(divan, halk ve tekke şiirini kastediyoruz) devraldıklarını ve başta
Fransız şiiri olmak üzere batıdan çaldıklarını pazarladılar.
Mirasa kendilerinden kattıkları ciddîye alınacak müsbet hamleleri
yok. Eskiye hayat vermesi ve onu asırların ötesine taşıması
gereken yenilikler, Cumhuriyet şairlerinin elinde "eski"yi
son kırıntısına kadar parçalayan bir kasap bıçağı hâline
geldi. Orijinal olmaya çalışanlar komikleşmişler, yeniliğin tabiî
bir hâl olduğunu, anlamsız tuhaflıklar yapmakla ve bu maskaralıklara
felsefî izâhlar(!) getirmekle "yeni" olunmayacağını
anlayamamışlardır. "Eski"ye
bağlı olduğunu iddia edenler ise mirası tüketmiş ve o servetin üzerine,
yarının şairleri için borç senedinden başka ciddi birşey bırakmamıştır. Bugün
şiir bir kümes hayvanı hâline gelmiştir; artık uçmuyor. (...) Roman
ve Hikâye, dünya edebiyatı karşısında "hâkimiyet kavgası
veren bir mahiyete" bürünememiş, "kendisini teklif
edecek" çapa erişememiştir. Romanın istediği geniş senteze gücü
yetmeyenler, hikâyeye sığınmışlar, lâkin hikâyenin de kendisine
hâs zorluklarından kaçınmışlardır. Önce de ifâde ettiğimiz
gibi, Türk hikâyeciliği kolayca yazar sayılmak isteyenlerin sığınağıdır.
Romancılar,
"Türk romanı vardır" hükmünü verdirtecek "farklı"
bir eser yazamamış; "farklı" çıkışlar yapanlar
kendilerini yenileyememiş, yâni kendilerini bile aşamamışlardır.
Taklidin had safhada olduğu bahsin adıdır Türk
romanı. (...) Cumhuriyet
dönemi edebiyatında ferdî plândaki birkaç müsbet hamle, şiir ve
hikâyede "kitaplık çapa" ulaşamamış, romanda ise
"ekol" hâline gelememiştir. Bu "müsbetlik", olması
gerkene göre değil, piyasadaki yokluk ortamına göredir. Açıkçası,
bütün iyi niyetimize ve "belki ideale yakın birşey
buluruz" çabamıza rağmen, gördüğümüz, vardığımız şudur:
CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI, SANATIN "NE OLMASI"
GEREKTİĞİNDEN ZİYADE, "NE
OLMAMASI" GERKETİĞİ İLE ÖNEMLİ... İstikbâlin münekkidini
de bu yönüyle alâkadar edeceğini sanıyoruz. Bu
dönem edebiyatı "yarım oluşların" yâni bir nev'î
"olamayışların" edebiyatıdır. Büyük
Doğu Mimarı konuşsun: "Birinci
dünya harbinden bugüne kadar sanat hayatımız üzerinde verilmiş hükümlerin
özü toptan ve kabaca şudur: -Sanat
yok, sanatkâr yok, hareket yok! Yeni nesil kuvvetsiz, gayesiz, nizâmsız...
Nerede beklenen sanatkâr?.. Bu
hükmün görebildiği şey bir hastanın derisindeki uçukluk gibi vakıanın
en üst ve en sığ tabakasıdır. Kimse
bu vakıanın dibine inmeye, bugünkü neslin içinde kopan faciayı kökünden
seyretmeye, sanatın bütün dünyada geçirdiği ihtilaçlardan bugünkü
Türk nesline düşen payı aramaya ve sormaya zahmet etmiş değildir." "Sanki
yeryüzünde bir âfet olmuş, küreyi cin çarpmış, bir karpuz kabuğu
yerine bir dünya parçası akıntıya kapılmıştır. Birçoklarının
işleye işleye bitiremediği ve her okur-yazarın bilmediği bu deri değiştirme
değil, kemik değiştirme hadisesi, köhne evimiz dünyasının bacasında
bir yıldırım çevikliğiyle içeriye dalmış, her odanın bütün eşyasını
tavan arasına kaldırmıştır."
(Necib Fazıl Kısakürek, Hitabeler, Büyük Doğu Yay., 3. Basım, İstanbul
1989, s. 52-53) Ve
"son hüküm"de son söz İbda Mimarı Salih
Mirzabeyoğlu'nun: "Fikir
geleneği olmayan bir topluma mensubuz; bu yüzden kendi içtimaî bünyemizden
olduğunu gösterici bir üretim olmadığı gibi, bu bünyeye irca
edilmesi gereken dış dünya verimi karşısında da şaşkınız...
Bunun olmadığı yerde, nerde kaldı ki "sanat üzerinde düşünme"
davası... Şu veya bu sahada boy gösteren sanatkârlarımız ise,
"sanatı üzerine düşünmek" adına yalnızca günübirlik,
vaziyeti kurtarmaya yönelik, reklâm metnini andıran ve cehdini
"ukdeli" görünmeye vermiş lâflar ediyorlar..."
(Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı -Estetik ve Ahlak, İBDA
Yay., İstanbul 1989, s. 13) KAYNAKLAR 1)
Abdurrahim Karakoç, Vur Emri, Ocak Yay., Ankara 1992- Dosta Doğru,
Ocak Yay., Ankara 1992 2)
Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim, Cem Yay., 1997 3)
Ahmed Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergah Yay., İstanbul 1992- Hikâyeler,
Dergah Yay., İstanbul 1996- Bütün Şiirleri, Dergah Yay., İstanbul
1994- Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergah Yay., İstanbul 1995 4)
Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Ötüken Yay., İstanbul
1992 5)
Attila İlhan, Kurtlar Sofrası, Bilgi Yay., Ankara 1995- Hangi Batı,
Bilgi Yay., Ankara 1996- Böyle Bir Sevmek, Bilgi Yay., 1996- Elde Var Hüzün,
Bilgi Yay., 3. Basım- Ayrılık Sevdaya Dahil, Bilgi Yay., Ankara 1997 6)
Beşir Ayvazoğlu, Eve Dönen Adam, Ötüken Yay., İstanbul 1996 7)
Cahit Külebi, Bütün Şiirleri, Adam Yay., 1993 8)
Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş, Can Yay., İstanbul 1996 9)
Cahit Zarifoğlu, Şiirler, Beyan Yay., İstanbul 1989 10)
Cemal Süreyya, 100 Aşk Şiiri, Yön Yay., 1991 11)
Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yay., 8. Baskı, İstanbul 1993-
Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay., 1993- Kırk Ambar,
Ötüken Yay., İstanbul 1980 12)
Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Ötüken Yay., İstanbul 1995- Dişi
Kurdun Rüyâları, Ötüken Yay., İstanbul 1993- Elveda Gülsarı, (çev.
Refik Özdek), Ötüken Yay., İstanbul 1995,- Kasandra Damgası, (çev.
Ahmed Pirverdioğlu), Ötüken Yay., İstanbul 1997 13)
Cengiz Dağcı, Anneme Mektuplar, Ötüken Yay., İstanbul 1992- Korkunç
Yıllar, Ötüken Yay., İstanbul 1989- Yurdunu Kaybeden Adam, Ötüken
Yay., İstanbul 1991- Onlar da İnsandı, Ötüken Yay., İstanbul- O
Topraklar Bizimdi, Ötüken Yay., İstanbul 1991- Ölüm Ve Korku Günleri,
Ötüken Yay., İstanbul 1991 14)
Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil, Adam Yay., İstanbul 1997 15)
Erol Güngör, Sosyal Meseleler Ve Aydınlar, Ötüken Yay., İstanbul
1994 16)
Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları, Atlas Kitabevi, 1990 17)
Haldun Taner, On İkiye Bir Var, Bilgi Yay., İstanbul 1988 18)
Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri, Bilgi Yay., 7. Basım, İstanbul-
Çiçeklerin Düğünü, Bilgi Yay., 2. Basım, İstanbul 1996 19)
Hasan Hüseyin, Acıyı Bal Eyledik, Bilgi Yay., İstanbul 1995 20)
Hüseyin Nihal Atsız, Bozkurtların Ölümü, Baysan Yay., İstanbul
1992- Bozkurtlar Diriliyor, Baysan Yay., İstanbul 1992- Ruh Adam,
Baysan Yay., İstanbul 1997- Deli Kurt, Baysan Yay., İstanbul-
Dalkavuklar Gecesi, Z Vitamini, Baysan Yay., İstanbul 1992 21)
İsmet Özel, Erbain, Şûle Yay., İstanbul 1997 22)
Kemal Tahir, Devlet Ana, Tekin Yay., 12. Basım, 1996- Yol Ayrımı,
Adam Yay., istanbul 1993- Kurt Kanunu, tekin Yay., 6. Basım, 1996 23)
Knut Hamsun, Pan, Can Yay., İstanbul 1990- Victoria, (çev. Behçet
Necatigil), Can Yay., İstanbul 1990- Toprak Yeşerince, (çev. Vahdet Gültekin),
Altın Kalem Yay., İstanbul 1971 24)
Marcel Proust, Geçmiş Zaman Peşinde I, (çev. Yakup Kadri Karaosmanoğlu),
M.E.B. Yay., İstanbul 1992 25)
Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Huzur Yay., İstanbul 1990 26)
Mehmet Selimoviç, Derviş ve Ölüm, İşaret Yay., İstanbul 1988 27)
Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri 2, Dergah Yay., İstanbul 1997 28)
Maupassant, Seçilmiş Hikâyeler, (çev. Ferid Namık Hansoy), İnkılap
ve Aka Yay., İstanbul 1970
29)
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Kilit, Ötüken Yay., İstanbul 1972-
Anahtar, İrfan Yay., İstanbul 1988- Kapı, İrfan Yay., İstanbul
1988- Konak, İrfan Yay., İstanbul 1988- Çatı, İrfan Yay., İstanbul
1988 30)
Mustafa Saka, Esvedeyn, Timaş Yay., İstanbul 1988 31)
Nazım Hikmet, 835 Satır, Adam Yay., 1995- Kuvâyi Milliye, Adam Yay.,
1993 32)
Necib Fazıl Kısakürek, Hikâyelerim, Büyük Doğu Yay., 5. Basım,
İstanbul 1992- Bir Adam Yaratmak, 8. Basım, 1992- Çile, 18. Basım,
1992- Kafa Kâğıdı, 3. Basım, 1989- Allah Kulundan Dinlediklerim, 4.
Basım, 1993- Aynadaki Yalan, 4. Basım, 1991- Bâbıâli, 4. Basım,
1990- Hitabeler, 3. Basım, 1989- Çerçeve 1, 1985- Sabır Taşı/Ahşap
Konak, 3. Basım, 1988- Namık Kemâl, 3. Basım, 1992 33)
Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yay., İstanbul 1994- Korkuyu
Beklerken, İletişim Yay., İstanbul 34)
Orhan Kemâl, 72. Koğuş, Can Yay., 14. Basım, İstanbul 1993 35)
Orhan Pamuk, Yeni Hayat, İletişim Yay., 22. Basım, İstanbul 1994 36)
Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Adam Yay., İstanbul 1997 37)
Osman Selim Kocahanoğlu, Türk Edebiyatında Necip Fazıl Kısakürek,
Hakkındaki Tüm Yazılar 1, Ağrı Yay., İstanbul 1983 38)
Peyami Safa, Yalnızız, Ötüken Yay., İstanbul- Matmazel Noraliya'nın
Koltuğu, Ötüken Yay., İstanbul 1997- Biz İnsanlar, 1997- Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu, 1997- Fatih Harbiye, 1994- Bir Tereddüdün Romanı,
1997- Sözde Kızlar, 1993- Sanat Edebiyat Tenkit, 1990 39)
Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı -Estetik ve Ahlak-, İBDA
Yay., İstanbul 1989- Kayan Yıldız Sırrı -Şâh Eser, Şâheser-, 4.
Basım, 1996- Tilki Günlüğü, 1991- Gölgeler -Yaşadığımız Günler-,
2. Basım, 1987- Adımlar -1984'den 1996'ya-, 1997- Büyük Muztaribler
-Düşünce Tarihine Bakış-, 1998- Parakutâ, 1997- İstikbâl İslâmındır
-Denenmemiş Tek Nizam-, 3. Basım, 1995- Marifetname -Süzgeç ve Şekil-,
1986- Müjdelerin Müjdesi, Göy Yay., İstanbul 1982 40)
Sabahaddin Ali, Kağnı/Ses, Cem Yay., 1994 41)
Sait Faik Abasıyanık, Medarı Maişet Motoru, Bilgi yay., İstanbul
1992- Havuz Başı/Son Kuşlar, 1992- Sevgiliye Mektup, 1993 42)
Selim Gürselgil, Batı Edebiyatına Bakış ve Tilki Günlüğü,
Akademya Kitaplığı, İstanbul 1988- Akademya Dergisi, sayı 7, 1997-
Bedîiyyat Dergisi, sayı 4, 1998 43)
Sevgi Gökdemir, Ahmet Kutsi Tecer, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yay., Ankara 1987 44)
Tarık Buğra, Yarın Diye Birşey Yoktur, Ötüken Yay., İstanbul
1991- Küçük Ağa, 1993- Osmancık, 1989- Gençliğim Eyvah, 1989-
Firavun İmanı, 1989- Yağmur Beklerken, 1992- Dönemeçte, 1991- Dünyanın
En Pis Sokağı, - Politika Dışı, 1992 45)
Toker Yayınları Edebî Heyeti, Peyami Safa, İstanbul 1984 46)
Türk Dili Dergisi, sayı 481-482, Ocak-Şubat 1992 47)
Yahya Kemâl Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti
Yay., 1993- Edebiyata Dair, 1971- Aziz İstanbul, M.E.B. Yay., İstanbul
1995 48)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kiralık Konak, İletişim Yay., 14. Baskı,
İstanbul 1996 49)
Yüksel Kanar, Ahmet Haşim, Morpa Kültür Yay., İstanbul 1992
|