Hicret ve
İslam Devleti
Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan
yeni baskılar, müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber'in izni ile
Ashab-ı Kiram gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri terkedip Medine yolunu
tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile
hicrete imkan bulamamış olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri
engellenmiş kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak zinde bir güç
oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu günlerde sık
sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler, gizli bir celsede, karşılaşılan bu
zor problemi çözme yollarını aradılar. Yegane kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in
öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrası için hazırlıklar
yapılırken Cebrail (a.s) vasıtasıyla durumdan haberdar olan Hz. Peygamber de hicret
için hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz.
Ebûbekir'le önceden hazırladığı plan gereğince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve
zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü
Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği zaman Ensar ve Muhacirun'un O'nu
karşılaması son derece heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının
ricası üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında
bilfiil kendisi de çalışarak bir mescid inşa ettirdi. Kuba'ya gelişinin beşinci
günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle
vakti Ranuna adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini
îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde
bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş, coşkun bir
tezahürat, sevgi ve saygıyla Hz. Peygamber'i karşılıyor, şehirilerine ve evlerine
buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi
kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ kendi
haline bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir
olacaktı. Deve, şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü
ve Hz. Peygamber kendisine ait hane-i saadetleri inşa edilinceye kadar buraya evi en
yakın olan Ebû Eyyûb Halid b. Zeyd el-Ensarî Hazretlerinin evinde misafir kaldı.
Böylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faaliyetinde yeni bir dönem, Medine dönemi
başlamış oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber, İslam'a kucak açmış büyük bir kitleye
kavuşmuştu; İslam'ın bağımsızlığı ve hakimiyetini ilan edeceği bir vatana da
sahipti. Artık yapılacak şey, bu vatan sathında İslam cemaatını
teşkilatlandırmak, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini hak ölçüleri
içerisinde düzenlemek ve hakkın hakimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun için
de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden,
artık Medine'ye hicretin ilk günlerinden itibaren O'nun davet merhaleleri arasında
"devletleşme diye adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba
sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan İslam devleti'nin idare merkezi, hükümet
binası, harp karargahı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i inşa etti.
Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslam cemaatının bütün İslamî
meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği önemli bir
eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya başlanan ezan, sadece namaz
vaktinin geldiğini bildiren bir ilan değil, aynı zamanda İslam hakimiyetini aleme
haykıran bir sembol ve şiar idi. Komşu devletlerle münasebetlerin tanzimi için henüz
hicri birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar
içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz. Peygamber'in emri
üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensar'dan bir kişi ile muhacirun'dan bir
kişinin bir araya getirilerek İslam topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi
ameliyesi demek olan muahat , başka bir çok faydaları yanısıra İslam Devleti'nin
asıl unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma
sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa, müslümanların olduğu kadar
Medine'de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber'in devlet
başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ülkede
yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslam'ın hakimiyet ve koruması altına
alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması hedefleniyordu.
Hz. Peygamber, planlı ve sistemli bir şekilde İslam devletini
teşekkül ettirmek için içte bu tedbirleri alırken, elbette ülke dışındaki
güçleri de hesaba katmak gerekiyordu. Bu bakımdan komşu devletleri tanımak, İslam
varlığını onların resmen tanımalarını sağlamak, iyi ilişkiler kurarak İslam'ın
yayılmasına imkan hazırlamak üzere Hz. Muhammed, çevresindeki komşu kabileler ile
ilişkiler kurdu. Bu arada müslümanlar Mekke'de evlerini barklarını, mallarını
mülklerini terkederek dinleri uğrunda yurtlarından ayrılmış olmalarına rağmen
İslam'a kin ve husumetleri durmak bilmeyen Kureyş müşriklerinin düşmanca
faaliyetleri, onlara yönelik bazı askerî seferler düzenlenmesini gerekli kıldı. Hz.
Peygamber'in hicretinden sonra Kureyş ileri gelenleri Medine'deki Yahudi ve münafık
reislerine mektuplar ve haberler göndererek onları İslam'a karşı kışkırtıyor,
kendileriyle işbirliğine çağırıyor, ayrıca kendilerine yardımcı olmadıkları
takdirde sadece Müslümanları yok etmekle kalmayacaktarı, onlara yataklık ettikleri
için gayri müslim de olsa Medine'deki herkesi cezalandıracakları tehdidini
savuruyorlardı. Bu düşmanlık ve tehditler, sadece sözde kalmadı ve zamanla
uygulamaya konuldu. Hicretin üzerinden henüz yeni bir yıl geçmişti ki Kürz b. Cabir
el-Fihrî adlı bir müşrik, yanındakilerle birlikte Medine'nin dış meralarında
otlayan sürülere bir baskın yaptı ve bir miktar zarara yol açtı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, Kürz b. Cabir'i takibe çıkmış, bu tür tecavüzlerin tekrarlanmaması
için gerekli tedbirleri de almıştır, işte bu tedbirlerden biri olarak çıkarılan
Abdullah b. Cahş seriyyesinde ilk kez müslümanlarla müşrikler arasında çatışma
çıktı ve kan döküldü (2/624). Bu çatışma sırasında müşrik ileri gelenlerinden
Amr b. el-Hadramî öldürülmüştü: Harp için zaten fırsat kollayan Mekke
müşrikleri bunun intikamı için derhal harekete geçtiler. Bu arada geliri ile harp
masraflarını karşılamak üzere çıkarılan Ebû Süfyan kervanının Hz. Peygamber
tarafından takip altına alınması, Kureyş'ir harp niyetini hızlandırdı ve Bedir
Gazvesi vuku buldu (2/624). Bedir harbi, müşriklerin tam bir hezimeti ile sonuçlanmış
ve İslam devleti azılı bir çok düşmanından kurtulmuştu. Bu arada Hz. Peygamber'in
İslam devleti'nin vatandaşları kabul ettiği, bu sebeple de kendiler ile anlaşma
yaparak can ve mal güvenliklerini sağladığı din ve vicdan hürriyetlerini
tanıdığı Yahudi kabilelerinden Kaynuka oğulları'nın serkeşlikleri ortaya çıktı.
Bedir savaşının sonucu karşısında duydukları üzüntü, Kureyşlilere
ulaştırdıkları taziyeler, ikaz ve nasihatlara karşı serkeş tavırları ve bütün
bunlara ilave olarak müslümanların ırz ve namuslarına tasallut edip bir de
müslümanı öldürmeleri, Medine'den onların sürülmeleri neticesini doğurdu.
(2/624). Böylece İslam devleti bizzat içte önemli bir tehlikeyi ve bir
çıbanbaşını bertaraf etmiş oluyordu. Bunu izleyen yıllarda vuku bulan ve islam
tarihi kaynaklarının bütün teferruatı ile naklettiği Uhud , Benu'n-Nadir,
Benül-Mustalık, Hendek, Benü Kureyza Hayber, Mekke fethi, Huneyn, ve Tebük gibi
büyük gazveler başta olmak üzere Hz. Peygamber'in bütün seferleri ile çıkarılan
bir seri seriyye hep İslam devtetinin giderek daha da güçlenmesini sağlamıştır.
Ayrıca bütün bu seferler ve muharebeler, Hz. Peygamber'in eşsiz bir komuta gücüne,
büyük bir sevk ve idare kaabiliyetine, ölçülmez bir cesaret ve şecaata sahip
olduğunu ispatladı. Yalnız bizzat Hz. Peygamber'in hadislerinde: "...Ben rahmet
Peygamberiyim, ben harp peygamberiyim" (ibn Hanbel IV, 395; V, 405) şeklinde
ifadesini bulduğu gibi, zaruri olduğu zaman harp peygamberi olan Hz. Muhammed, aslında
sulhu harbe daima tercih ediyordu. Hz. Peygamber'in duyduğu sulh arzusu, hicretin
altıncı yılı sonlarında Kureyş'le imzalanan Hudeybiye Musâlahası'nda Kureyş'in
ileri sürdüğü, ilk bakışta müslümanlar açısından çok ağır görünen ve hatta
Hz. Ömer'in dilinde ifadesini bulduğu üzere Ashabı kiram tarafından
"zillet" gibi kabul edilen bir takım şartlar O'nun kabülünü gerektirmişti.
Gerçekte bu şartlar daha sonra tamamıyla müslümanların lehine dönüşmüş ve
Hudeybiye barış anlaşması "apaçık bir fetih"olmuştu (el-Fetih-48/1
ayetinde bu hususa işaret olunmaktadır). Bu barış sayesindedir ki Kureyş'in İslam'a
düşmanlıkta baş çeken reisleri İslam saflarında yer almaya başladı. Yine bu
musalaha sayesindedir ki, İslam'ın sesi baştan başa Arap Yarımadası'na ulaştığı
gibi Bizans, İran, Habeşistan ve Mısır gibi güçlü ülkelere iletildi ve
cihanşümul İslam daveti hızla ilerlemeye başladı.
Bu arada Hicretin sekizinci senesinde Mekke'nin fethedilmiş olması ve
Mekke halkının tamamıyla İslamiyet kabul etmeleri sebebiyle müslümanlara hac etme
imkanı doğmuştu. Ancak Arap Yarımadası'nda hala mevcut müşrik Araplar da kutsal bir
ibadet sayarak Mekke'ye hac yapmaya geleceklerinden ve hac sırasında cahiliye adetlerini
irtikap edeceklerinden Hz. Peygamber müşriklerle bir arada bizzat kendisi hac yapmayı
uygun bulmadı. Fakat haccetmek isteyenlere de engel olmayarak başlarına Hz. Ebubekir'i
hac emîri tayin etti. İşte böylece hicretin dokuzuncu yılı hac mevsiminde bazı
sahabiler haccetmek üzere Medine'den yola çıkmışlardı; ki, Hz. Peygamber'e Tevbe
(Berâe) Suresi'nin ilk otuzaltı ayeti nazil oldu. Bu ayetler müşriklere verilecek bir
ültimatom ve notayı ihtiva ediyor; bundan böyle hac içinde olsa hiç bir gayri
müslimin Mekke harem bölgesine giremeyeceği, eskiden cahiliye döneminde Arapların
yaptığı şekilde Kabe'nin çırılçıplak tavaf edilmesi adetinin kaldırıldığı;
İslam devleti ile andlaşması bulunan müşrikler ile münasebetlerin antlaşma süresi
doluncaya kadar andlaşmada belirlenen esaslar içerisinde sürdürüleceği, antlaşma
süresi dolunca yeni bir antlaşma cihetine gidilmeyeceği ve bu durumdaki kabilelerin ya
müslüman olmak ya da İslam'a düşmanlığı kabul etmek şıklarından birisi ile
karşı karşıya kalacakları, antlaşması olmayan veya süresinden evvel antlaşmayı
bozmuş olan müşrik Araplara ise dört aylık bir mühletin verildiği, bu mühletin
sonunda bu kabilelerin de ya müslüman olmayı ya da İslam'a düşmanlığı kabul
durumunda olacakları hükümlerini getiriyordu. İşte bu hükümler, yapılan hac
sırasında Arap Yarımadasının muhtelif yerlerinden hac etmeye gelmiş farklı
kabilelere mensup müşrik Araplara, Hz. Peygamber'in görevlendirdiği Hz. Ali
tarafından tebliğ edildi. Bu ültimatomu alan müşrik Araplar hac sonrasında
memleketlerine döndükleri zaman tüm kabile mensupları ile bir durum değerlendirmesi
yaptılar ve bu sıralarda Hz. Peygamber'in gönderdiği İslam'ı tebliğ eden gruplara
ve görevlilere İslam'ı kabul ettiklerini bildirerek İslam devleti'nin hakimiyetine
girdiler. Böylece Hz. Peygamber hicretin onuncu senesinde İslam dinini ve islam
hakimiyetini baştanbaşa tüm Arap Yarımadası'na ulaştırmış, görevini layıkıyla
yerine getirmiş oluyordu.