İdareci
Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)
Kur'an-ı Kerîm'in ihtiva ettiği ayetler ve İslamiyet'in
mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da
tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber, teşekkül ettirdiği İslam cemiyetini
yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye hicretten itibaren varlık
kazanan İslam devleti'nin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber'de mevcut yüksek
idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya
çıkmıştır. Tabilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkanına rağmen,
Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebeası üzerinde
tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında
bir inkılap gerçekleştirmiştir. Cahiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve
idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklıhaksız her hususta ona
itaata mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip
bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak
istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hak'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashabıyla
istişare ederek durumu onların müzakeresine açmıştır. Adalet ve hakkaniyet
ölçülerine uyma, O'nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adalet önünde soy, mevki,
makam, mal, mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret
gösterirdi. Kendisine, hırsızlık yapmış eşraftan Fatıma adlı bir kadın
getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun
üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve "Hırsızlık yaparak getirilen, kızım
Fatıma dahi olsa elini keserdim" buyurdu (Buharî, Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8,9).
Devlet idaresi için çeşitli kademelerde görevli tayininde ehliyet ve liyakat esasına
riayet eder; layık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu ailelerden olmasalar
bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itaat edilmesini
ister; ancak hakka ve hakikata uymayan konularda tebeanın itaat mükellefiyetinde
olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itaati gerekli
görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini
onların üstünde saymazdı; bilakis onların içinden, aralarından biri idi.
Hz. Peygamber'in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi
ve tümü idi. Pek çok Kur'an ayetinde ifade edildiği üzere (el-En'am, 6/57, 62; Yusuf
12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslam idare sisteminde hakimiyet, hükümranlık,
hüküm ve tam idare Allah'a ait idi. Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle
Allah'ın vahiylerini ihtiva eden Kitab'a, yani Kur'an-ı Kerim'e mahsus bulunuyordu.
Bizzat Hz. Peygamber ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hz.
Peygamber'in getirdiği hükümler ya Cebrail vasıtasıyla Cenab-ı Hak'tan aldığı,
ama Kur'an'da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat
kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber'in bir
yanılgısı söz konusu ise derhal Cenab-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.
Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed, toplumda müslümanlar arasında
veya İslam devleti'nin tebeası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan
anlaşmazlıkları, dava konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda
davacıyı olduğu kadar davalıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine
başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan,
sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa zamanda çözüme
bağlıyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyük hassasiyet
gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve
gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda
aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem
ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davaların halini bazan
ashabının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler
Hz.Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere
bakıyorlardı.
Eğitimci Olarak Hz. Muhammed Hz. Peygamber'in temel görevinin dinî
ve dünyevî tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan
bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim" buyurmuştur (ibn
Mace, Mukaddime 17). Hz. Peygamberin eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin
kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hale
gelmesi esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenab-ı Hakk'ın emrine uyarak;
"Rabbim, benim ilmimi artır!" (Taha, 20/114) diye bilgisinin artırılması
için Allah'a yalvarır ve bu uğurda çaba sarfederken, diğer taraftan; "Allahım,
bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîbet!" (İbn Mace, Mukaddime 23) diye
yakarıyor; "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim, Zikr 73)
diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.
Bu ölçüler içerisinde Peygamber Etendimiz ashabını Medine'ye
hicretten önce Mekke döneminde Daru'l Er-kam'da, Hicretten sonra da Mescidü'n-Nebîde
ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tabi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim,
bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hz. Peygamber evlerde, çarşıda, pazarda,
yolda, bir sefer sırasında, harp halinde iken vesair durumlarda gerekli olan her yerde,
her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin
şahsî ihtiyaçları, ferdî farklılıkları, kabiliyet ve kapasiteleri Hz. Peygamber
tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi haricinde eğitim ve
öğretim için görevliler de tayin etmişti. Okuma-yazma, basit matematik, Kur'an
tilaveti, temel dinî bilgiler, hayatta uygulanacak pratik malumat bu şekilde
öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma
seviyesi son derece düşük olduğundan, yeterli müslüman öğretmenin bulunmadığı
ilk yıllarda Hz. Peygamber, gayr-i müslim öğretmenlerden istifade etmekte bir beis
görmemişti. Mesela Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında
okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için, on müslümana okuma-yazma
öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda müslüman çocukları okuma-yazma
öğrenmek üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti. Peygamber Efendimiz
kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara
ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor, sorularını
cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Aişe başta olmak üzere
Rasülüllah'ın zevceleri ve Ashabın alim hanımları öğretim faaliyetlerinde Hz.
Peygamber'e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüz o sırada
okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tayin
etmişti.