YEDİNCİ
ESAS
HÜKÜMLERİ ALGILAMAK ve DELİL KULLANMAK HUSUSUNDA
EHL-İ SÜNNET VE'L-CEMAAT'İN YÖNTEMİ
Hükümleri algılamak ve delilleri kullanmak yöntemi hususunda ehl-i
sünnet ve'l-cemaat olan selef-i salih'in akidesinin esaslarından birisi de yüce
Allah'ın kitabında gelen ile peygamberinin sünnetinden sahih olarak gelen şeylere
zahiren ve batınen tabi olmak ve bunlara teslimiyet göstermektir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Allah ve Rasülü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü'min erkek ve
hiçbir mü'min kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur. Kim Allah'a ve
Rasülüne isyan ederse, şüphesiz apaçık bir sapıklıkla sapmış olur."
(el-Ahzâb, 33/36)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmaktadır:
"Aranızda iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece asla
sapmayacaksınız, Allah'ın kitabı ve Resûlünün sünneti." (1)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat; "önce Allah'ın kitabı, sonra
Rasülünün sünneti" demezler, "Allah'ın kitabı ve Rasülünün sünneti
birlikte" derler. Çünkü sünnet Allah'ın kitabı ile birliktedir. Allah da
Rasülüne itaati emretmiştir, Rasülünün sünneti de yüce Allah'ın murad ettiği
manayı açıklayıcıdır.
Bundan sonra genel olarak muhacir ve ensar'ın oluşturduğu ashab'ın,
özel olarak da raşid halifelerin izlediği yolu izlerler. Çünkü Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- özellikle raşid halifelere uymayı tavsiye (ve emr) etmiştir. Daha
sonra da onların peşinden gelen ve faziletlerine işaret olunan ilk nesillere uyarlar.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur;
"Benim sünnetime ve hidayet bulmuş raşid halifelerin
sünnetine uymaya bakınız. Ona sımsıkı sarılın, azı dişlerinizle yapışın.
Sonradan uydurulmuş işlerden sakının, çünkü sonradan çıkan herbir uydurma bir
bid'attir, her bid'at te bir sapıklıktır." (2)
İşte bundan dolayı anlaşmazlık halinde ehl-i sünnet'in
başvurduğu kaynak Allah'ın kitabı ve Rasülünün sünnetidir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Eğer Allah'a ve abiret gününe inanıyorsanız, herhangi bir
hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Rasülüne götürünüz. Bu hem daha
hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir." (en-Nisa, 4/59)
Rasülullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in ashabı da kitab ve
sünnetin anlaşılmasında ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in başvurduğu bir kaynaktır.
Onlara göre kitab ya da sahih sünnete, kıyas ile zevk, keşf, şeyhin ya da imamın
sözü ile karşı çıkılamaz. Çünkü din Rasülullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
hayatta iken kemale erdirilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün
sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din
olarak İslam'ı beğenip seçtim." (el-Maide, 5/3)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat Allah'ın kelamı ile Rasülünün sözünün
önüne hiçbir kimsenin sözünü geçirmezler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'ın ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan
korkun. Muhakkak Allah çok iyi işitendir, çok iyi bilendir." (el-Hucurat, 49/1)
Allah ve Rasülünün huzurunda öne geçmenin de bilgisizce yüce
Allah hakkında söz söylemek olduğunu ve şeytanın bu işi süslü göstermesinden
kaynaklandığını da bilirler.
Onlara göre apaçık aklî gerçekler sahih nakle uygundur. İçinden
çıkılamayacak bir durum olursa, nakle öncelik tanırlar. Gerçekte ortada içinden
çıkalamayacak bir durum yoktur. Çünkü nakil aklın kabul etmesi imkansız bir şey
getiremez. Ancak akılların hayret edeceği bir şey getirebilir, akıl ise haber
verdiği her hususta nakli tasdik eder, aksi ise sözkonusu değildir.
Aklın değerini küçümsemezler. Çünkü onlara göre akıl teklifin
kaynağıdır. Ancak şöyle derler: Akıl şeriatın önüne geçemez. Aksi takdirde
insanların peygamberlere ihtiyacı olmazdı. Ancak akıl şeriatın çerçevesi
içerisinde faaliyet gösterir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in getirmiş
olduğu hidayete sımsıkı sarılmaları, uymaları ve mutlak olarak teslimiyetleri
dolayısı ile onlara ehl-i sünnet adı verilmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer sana cevab vermezlerse,
bil ki onlar ancak hevalarına uymaktadırlar. Allah 'tan bir hidayet olmaksızın
hevasına uyandan daha sapık kim olabilir ki! Muhakkak Allah zalimler topluluğunu
doğruya iletmez. " (el-Kasas, 28/50)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat kitab ve sünnetten sonra ümmet alimlerinin
icma ile kabul ettiklerini alır ve ona güvenirler.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah benim ümmetimi sapıklık etrafında biraraya
getirmez. Allah'ın eli cemaat üzerindedir. Kim ayrılırsa, ateşe doğru ayrılmış
olur." (3)
O halde bu ümmet bir batıl üzerinde icma etmekten yana korunmuştur,
hakkı terketmek üzere söz birliğine varması imkansızdır.
Rasülullah -sallallahu aleyhi ve sellem- dışında kimsenin masum
olduğuna inanmazlar. Gizli kalan (anlaşılamayan) hususlarda zaruret kadarı ile
içtihad yapılabileceği görüşündedirler. Bununla birlikte sözü kitab ve sünnete
uygun olmadığı sürece hiçbir kimsenin görüşüne taassubla bağlanmazlar.
Müçtehidin hata da edebileceğine, isabette edebileceğine inanırlar. İsabet ederse
iki ecri yani içtihad etmenin ve isabet etmenin ecrini alır, hata ederse sadece
içtihadda bulunma ecrini alır. Onlara göre içtihadi meselelerde ayrılık,
düşmanlığı ve ilişkileri kesmeyi gerektirmez. Aksine birbirlerini severler,
birbirlerini dost bilirler. Fer'î birtakım meselelerdeki ayrılıklara rağmen
birbirlerinin arkasında namaz kılarlar.
Muayyen bir fakîhin mezhebine bağlı kalmaya herhangi bir
müslümanı mecbur tutmazlar. Bununla birlikte şayet bu taklid (4) yoluyla değil de
tabi olmak suretiyle oluyorsa, bir sakınca da görmezler. Müslüman bir kimsenin
delilinin kuvvetli olması dolayısıyla bir husustaki mezhebten öbürüne geçmesi
gerekir. İlim taleb ederken bir kimsenin eğer imamların delillerini bilebilecek bir
ehliyeti var ise ona göre amel eder ve bir meselede bir imamın mezhebini kabul ettiği
halde delili daha kuvvetli ve fıkhî bakımdan daha tercihe değer bulduğu için bir
başka meselede bir diğer imamın görüşüne geçer. Delilini bilmeksizin hiçbir
kimsenin görüşünü kabul etmesi caiz olmaz. Çünkü o takdirde bununla mukallit olur.
Herhangi bir tercihte bulunabilinceye kadar ayrılıkları elinden geldiğince tetkik
etmelidir. Eğer tercih yapabilme imkanını bulamayacak olursa, bu sefer o da avamın
hükmünde birisi olur, ilim ehline sorar.
Delile bakıp tesbit edemeyen avamın mezhebi ise yoktur. Böylesinin
mezhebi ona fetva veren müftinin mezhebidir. O halde bu durumda onların yapması gereken
kitab ve sünneti bilen ilim adamlarına soru sormaktır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır; "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun." (en-Nahl, 16/43)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in kanaatine göre dinde fakih olmak ancak
ilim ve amel birlikte olduğu vakit tamam olur ve doğru yolda ilerler. Her kim pekçok
ilim tahsil etmekle birlikte onunla amel etmez yahut Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem-'ın gösterdiği hidayet yolunu izlemez, sünnet ile amel etmezse o kişi fakih
değildir.
DİPNOTLAR
(1) Sahih bir hadistir. Hakim,
el-Müstedrek'te rivayet etmiştir. el-Elbanî, el-Mişkâtta sahih olduğunu
belirtmiştir.
(2) el-Elbanî, Sahih-u Sünen-i Ebi Davud.
(3) el-Elbanî, Sahih-u Süneni Tirmizî.
(4) Taklid: "Mükellefin, şer'î bir hükümde sözü bizatihi delil
olmayan kimsenin mezhebine bağlı kalması demektir." Yahut ta delilini bilmeksizin
bir kimsenin görüşünü kabul etmek ya da söyleyenin bir delile dayanmadan söylemiş
olduğu birisinin sözüne başvurmaktır.
Mukallit ise delilini ister bilsin, ister bilmesin muayyen bir
kişiyi taklid eden, onun -aksi sabit olsa dahi- görüşünün dışına çıkmayan kimse
demektir. Taklidin bir ilim olmadığı hususunda ilim adamları arasında görüş
birliği vardır. Mukallit kimseye de alim adı verilmez.
Yüce Allah taklidi yermiş ve birçok ayetle onu yasaklamıştır: "Onlara:
Allah'ın indirdiğine ve Rasülüne geliniz denildiği zaman, atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şey bize yeter dediler, ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yola
gitmeyen kimseler idiyse." (el-Maide, 5/104)
Selef alimleri ile müçtehid imamlar da aynı şekilde taklidi
yasaklamışlardır. Çünkü taklid müslümanlar arasında anlaşmazlıkların ve
zayıflıkların sebeblerindendir. Birlik ise tabi oluşta ve anlaşmazlık halinde
Allah'ın ve Rasülünün dediklerine başvurmakla gerçekleşir. Bundan dolayı ashab-ı
kiram'ın aralarında bütün meselelerde muayyen bir kişiyi taklid ettiklerini
görmüyoruz. Dört mezheb imamı da -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- böyle idiler.
Onlar da kendi görüşlerine taassubla bağlanmadıkları gibi, Rasülullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-'ın hadisi dolayısıyla kendi görüşlerini terkediyorlar.
Başkalarını da delillerini bilmeksizin kendilerini taklid etmemelerini
söylüyorlardı. İmam Ebu Hanife (Allah'ın rahmeti üzerine olsun): "Hadis sahih
olduğu takdirde benim mezhebim odur." dediği gibi: "Bizim nereden
aldığımızı bilmediği sürece herhangi bir kimsenin bizim görüşümüzü alıp
kabul etmesi helal değildir" demiştir.
İmam Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir:
"Ben bir insanım, hata da ederim, isabet de ederim. Benim görüşüme bakınız,
kitab ve sünnete uygun olan herşeyi alınız, kitab ve sünnete uygun olmayan herşeyi
de terkediniz."
imam Şafii'de -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir:
"Nakil ehli tarafından Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'tan sahih olarak
gelen bir haber eğer benim söylediğime aykırı ise bu gibi bütün meselelerde ben
hayatımda da, ölümümden sonra da (sahih habere) dönüyorum."
İmam Ahmed -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir:
"Beni de taklid etme, Malik'i de, Şafî'i de, Evzaî'yi de, Sevrî'yi de taklid
etme. Onlar nereden aldılarsa, sen de oradan al."
Bu hususta söyledikleri sözler pek çoktur. Çünkü onlar yüce
Allah'ın: "Rabbinizden size indirilene uyun, ondan başka velilere uymayın. Ne
kadar az öğüt tutuyorsunuz!" (el-Araf, 7/3) buyruğunun anlamını çok iyi
biliyorlardı.