TARİKATLA İLGİLİ MESELELER
- Tarikat nedir? Ne zaman
ortaya çıkmıştır?
- Tarikat yol demektir. Fıkhî ve itikadî konularda meydana gelen
fırkalara mezheb denildiği gibi, tasavvufi eğitimde farklı metodlar uygulayan
mekteblere tarikat denilir. Tarikatlar insanlardaki meşreb farklılığından
kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının kullanılması h. III. ve IV. Asırlarda
başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin etrafında toplanan müridanın tekke
ortamında muhtelif usullerle eğitilmesi anlamına tarikat, Abdülkadir Geylanî ve Ahmed
Rifaî'nin yaşadığı h. VI. m. XII. Asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatlar irşad
usullerine göre genellikle üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur: Ahyâr, ebrâr ve
şuttar.
Ahyâr tarîki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun
salikleri genellikle farzlar ve nafile ibadetlerle Hakk'a ulaşmaya çalışırlar. Bu
yola ruhanî yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibadetlerle güçlenip nefsi
etkisi altına alması esastır. Ebrar tariki: Riyazat ve mücahede yoludur. Bu
yola nefsanî tarik da denilir. Çünkü amaç riyazat ve mücahede ile nefsi zaafa
uğratıp onun rûha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile muamelede
de halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için mücahedeyi
esas alırlar. Şüttâr tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur. Bu yola aşk,
vecd ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarîka sülûk edemez. Bu yolun
yolcuları Bayezid gibi coşkulu, taşkın, Mevlana gibi aşık insanlardır.
- Tarikata girmek isteyene verilecek öğütler nelerdir?
- Tarikata girmek isteyen kişi önce bu konudaki niyyetinin
sağlamlığını tartmalıdır. Niyyetinin sağlamlığını anladıktan sonra yukarıda
anlatılan tariklardan hangisinin kendi fıtratına uygun olduğuna bakıp gönlünün
ısındığı bir mürşid aramalıdır. Bulunca hemen istişare ve istihare ile sağlam
bir kanaat oluştuktan sonra intisab etmelidir. Çünkü tarikata intisabda manevî bir
taahhüd ve sözleşme yapıldığından bir daha bu verilen söze bağlı kalmaya ve
alınan ders ve evradı yerine getirmeye özen gösterilmelidir.
- Zahirî ilim erbabının illa tarikata girmesi gerekir mi?
- Böyle kesin bir kural yoktur. Ancak tasavvuf ile zahiri ilim
birbirini bütünleyen şeylerdir. Zahir ve batın konusuyla ilgili bazı meseleler
hakkında ileride "Tasavvufî Bilgi Meseleleri" bahsinde açıklamalar
verilecektir. İlim erbabının manevi kemali tamamlamak üzere ahlakî ve manevî
açıdan kendisinden üstün gördüğü birine intisab etmesinde yarar vardır. Çünkü
sadece ilim, ruhî itminan için yeterli değildir . Ayrıca bir mürşide intisab eden
ilim adamı, kendisinden üstün birinin varlığını kabul etmek suretiyle nefsinin
önemli bir direncini kırmış sayılır. İnsanın bir şeyi sadece öğrenmesi yetmez;
bir de öğrendiğinin nasıl yapılacağını öğrenmek gerekir. Bunun yolu, bu işi
gerçekleştirmiş birinin eğitiminden geçmektir. Kur'an ve diğer kitaplarla birlikte
bir de onların uygulayacısı bir peygamberin gönderilmesi insan tabiatında bulunan
görerek ve uygulayarak öğrenme meylinden kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu soyut
(mücerred) konu ve kavramlarla hükümleri, somut (müşahhas) şeyler kadar rahat
kavrayamaz. Bu yüzden örneğe ihtiyacı olur.
Bütün bunlara rağmen bir tarikata girmek istemeyen ilim adamını
illa girmesini gerektirecek bir hüküm olmadığını tekrarlayalım. Çünkü bu iş
gönül ve sevgi meselesidir.
- Ümmînin, fıkıh öğrenmeden tasavvufu girmesi caiz, midir?
- Avamdan insanların okuma yazma bilmeyen kimselerin tarikata
girmelerinde hiçbir mahzur yoktur. Ancak böyle bir manevi ihitiyaç hisseden kişi önce
ilmihalini öğrenmeli, ondan sonra tasavvuf ve tarikatın emirlerini yerine getirmelidir.
Zaten müteşerri tarikatlarda müridin intisabından sonra fıkhî bilgilerini artırmak
için bir tavsiyede bulunulur. Hatta eskiden tekkelerde bu anlamda dersler okutulurdu.
Bugün tekke ortamı olmadığına göre şeyhler ve görevlendireceği kişiler, ihvana
zarürat-ı dîniyyeyi öğretmelidirler. Din, temel bilgiler olmadan sağlıklı biçimde
yaşanamaz.
- Tarikatların farklı isim almaları neden kaynaklanmaktadır?
Kaç tane hak tarikat vardır? Bugün bu tarikatların devamı var mıdır?
- Tarikatlar genellikle kurucularının adlarıyla anılmaktadır.
Bazıları ise öne çıkardığı bazı temel prensipler sebebiyle o adı almıştır.
Mesela Halvetiyye tarîkatı eğitim sisteminde kırk günlük "halvet"
konusuna, Celvetiyye tarîkatı halvetin zıddı; halkın arasında bulunmak anlamına
gelen "celvet" konusuna önem verdiği için bu adla anılmıştır. Bir
tarîkat, ya da meşreb olduğu tartışmalı olan Melamiyye ise "melamet'i öne
çıkaran bir meslek ve tarikattır. Melamet, nefsi levm etmek ve kınamak demektir.
İnsanın övülecek ve takdire layık görülecek meziyetlerini gizleyip halkın
kınamasına fırsat vermek için hata ve kusurlarını gizleme lüzumu görmemesidir. Bu
sayede nefsin marazlarından kurtulmak ve onun gizli bir takım tutkularına prim vermemek
amaçlanır. Çünkü nefs insanların takdir ve alkışlarına çabucak kanar.
Tasavvufta "Allah'a giden yollar mahlukatın nefesleri
sayısıncadır." anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama
yoktur. Hatta "tarikat insanların sayısınca değil, nefesleri
sayısıncadır." denmiştir. Çünkü insan her an, içinde bulunduğu tecellîye
göre ayrı bir biçimde Allah'a yaklaşabilir.
Tarikatların hangilerinin hak, hangilerinin batıl olduklarını
isimlendirerek tesbit mümkün değildir. Ancak bunun için bir kural koymak en sağlam
yoldur: "İtikadi bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i sünnet ve'l-cemaat
anlayışını benimseyen, ibadet ve muamelatta İslam'ın temel esaslarını uygulayan ve
manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarikatlar hak
tarikatlardır." Tarihte bu anaçizgiden koptuğu kabul edilen başlıca tarikatlar
arasında Kalenderîlik, Hayderîlik ve bazı dönemlerde Bektaşîlik sayılabilir.
Kadiriyye, Rifaîyye, Şaziliyye, Nakşbendiyye, Kübreviyye, Halvetiyye, Sühreverdiyye,
Yeseviyye, Mevleviyye, Bedeviyye, Desükıyye, Bayramiyye, Celvetiyye ve benzeri diğer
tarikatlar tarih boyunca etkinliği olan önemli tarikatlardır. Bunlardan Kadiriyye,
Rifaiyye, Şaziliyye, Nakşbendiyye, Halvetiyye, Desükıyye ve Bedeviyye Mısır, Kuzey
Afrika, Kafkaslar ve Balkanlarla ülkemizde kısmen devam etmektedir. Bektaşîlik
Arnavutluk, Makedonya ve Türkiye'de yaşayan tarikatlar arasında sayılabilir.
Ülkemizdeki Bektaşîlik, Alevilik ile birleşerek bir mezhep ve meşrep olarak
yaşamaktadır. Tarîkatların devlet kontrolünde sistematik bir biçimde devam ettiği
ülkelerin basında Mısır gelir.
- Kişilerin dînî noktada istenilen yere gelmeden tarikata
girmesine nasıl bakıyorsunuz? Sizce her insan istediği zaman tarikata girebilir mi?
- "Kişilerin dînî noktadan istenilen yere gelmesi" tabiri
ile kasdettiğiniz bilgi seviyesi ise, elbette zaruri bilgiler öğrenilmelidir. Ancak
bundan İslam'ı yaşamak kasdediliyorsa bir önceki soruda bu konudaki düşüncelerimizi
belirtmiştik. Kişi ruhen ve manen kendisini hazır hissettiği zaman tarikata girebilir.
Buna mani bir hüküm yoktur. Önemli olan kalben hazır olmaktır. Tasavvuf ve tarikatı
hiyerarşik bir yükseliş sonucu varılan bir nokta gibi görmemek gerekir. Çünkü
tasavvufun içinde hiyerarşik bir yapılanma varsa bile, giriş için böyle bir şart
sözkonusu değildir. İnsan istediği zaman tarîkata girebilir.
- Çeşitli tarikatların durumlarını geçmişteki
uygulamalarıyla kıyaslar mısınız? Sizce tarikatların şu anki mensupları kendi
tarikatlarının özünü yeterince kavrayabiliyorlar mı?
- Tarikatların şu anki durumlarını geçmişteki uygulamaları ile
karşılaştırdığımız zaman elbette farklılıklar olduğu görülecektir. Bir kere
belli ülkelerde tarikat ve tekkelerin devlet eliyle kapanması, bazılarında da yayın
yoluyla etki alanının daraltılması sistemde bir takım boşlukların meydana gelmesi
sonucunu doğurmuştur. Halk arasında bir söz var: "Marifet iltifata tabidir.
Müşterisiz meta zayidir." Tarikatların devlet eliyle kapatılması ve
etkisinin azaltılması bu müesseselerin gelişmesini engellemiştir. Nasıl bir
memlekette kırk yıl tıp fakülteleri kapanınca ortada doktor kalmazsa, bugün aynı
şey tekkelerin başına gelmiştir. Ancak doktorluk bir ihtiyaç olduğundan nasıl halk
bu ihtiyacı ehliyetine bakmadan muhtelif yollardan karşılamaya çalışırsa,
tarikatlarda da kısmen aynı şey olmuştur. Tasavvufi sistem kendi bütünlüğü
içinde işlemeyince insanlar bu fıtrî meyli tatmin için kimi zaman ehliyetine bakmadan
bu adla ortaya çıkan insanların etrafında toplanmışlardır. Bu yüzden tarikat
adına, nezaheti içinde faaliyet gösterenler bulunduğu gibi, bu işe ehil olmayan;
hatta istismarcı konumunda bulunanlar da vardır. Ülkemizde pekçok tarikatın
sîlsilesi fiilen sona ermiştir. Devam edenleri de bir takım eksikler taşımaktadır.
Ama eksik ve kusur var diye müesseseleri red yerine, süreci içinde ıslah yollarını
aramak en güzel çözümdür. Tasavvuf nazariyatının üniversitelerimizde okunup bir
takım ilmi araştırmaların yapılması ve bu konuda sevindirici bir takım yayınların
mevcudiyeti, bu kurumların istikbali açısından iyi işaretler vermektedir. Sorunuzun
ikinci kısmındaki "şu anki tarikat mensuplarının kendi tarikatlarının
özlerini yeterince anlayıp anlamamaları" meselesine gelince, az da olsa
tarikatlarının özünü anlayan ve tasavvuf yolunun verilerinden yararlanmaya çalışan
tarikatlar var. Ama bu işin bilincinden mahrum, hatta bunu bir gösteri statüsünde
görenler de az değil.
- Gerçekten ehl-i tasavvuf olan müminle, tasavvufla hiç alakası
olmayan bir müminin arasında manevi derece bakımından fark nedir?
- Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir müminle tasavvufla hiç
alakası olmayan müminin arasındaki manevi derece farkını Allah nezdindeki derecesi
açısından soruyorsanız, o konuda kullar olarak bizim birşey söyleyebilmemiz mümkün
değildir. Ama kişinin içinde bulunduğu manevi duygular ve huzur ile iç dünyasını
koruma açısından soruyorsanız o zaman bir takım şeyler söylenebilir. Kişileri
tasavvuf ve tarikata girmeye sevkeden sebep genellikle İslam'ı daha iyi yaşama
kaygısıdır. Tarikata giren kimse, tevbe ile Allah'a kul olmaya çalışacağını bir
Allah dostu önünde tescil ediyor. Elbette böyle bir sözleşme insanı avarelik ve
başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi kendine verdiği sözlere genellikle pek
uymaz. Ama birini şahid tutarak verilen söz daha bağlayıcıdır. Mürşidiyle zaman
zaman görüşerek evrad ve ezkarı ile manevi halleri hakkında bilgi verecek olan ehl-i
tarik, en azından kontrollü hareket etmeye alışacaktır. İnsanın şu veya bu
şekilde bir manevî kontrol mekanizması ile hayatını murakabe altına alması mümkün
olmadığı zaman, yaşadığı çevrenin etkisiyle dini ve manevî duyarlılığının
kaybolduğu görülmektedir. Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı
izleri izale etme ve bir takım dış etkilere karşı direnme gücü kazanmada bir şeyhe
bağlı olan, diğerlerine göre daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını
paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır. Tasavvufta eğitimin sürekliliği
esastır. İnsanlar inandığı gibi yaşamaya teşvik edilir. Çünkü inandığı gibi
yaşamayan insanlar zamanla yaşadıklarını benimsemeye ve yaşadıklarına inanmaya
başlarlar. Pekçok hassasiyetlerini kaybederler.
- Bedîuzzaman Risaleler'inde tasavvufa bir meyva; tasavvuf ehli ise
Ankara'dan İstanbul'u gitmek için bir vasıta olarak tanımlıyor ve bu zaman da
kişinin mutlaka bir yere bağlanması gerektiğini savunuyor. Ne dersiniz?
- Bedîuzzaman'ın tarikatı meyva, tarîkat erbabının ise
tarikatı maksada götüren yol olarak görmesi birbiriyle çelişkili değildir. Sadece
bakış açılarının farklılığından kaynaklanan yorumlardır. Bilindiği gibi
tasavvufun iki boyutu vardır. Bunlardan biri tahalluk; yani eğitim ve terbiye, diğeri
tahakkuk; yani ma'rifet ve bilgidir. Tarik erbabı tasavvufun eğitim boyutuna bakarak onu
mutlak hakikata götüren bir araç olarak görmektedir. Bedîuzzaman ise Tasavvufun
tahakkuk tarafına; marifet ve bilgi tarafına bakarak onu meyva olarak
değerlendirmektedir. Çünkü tasavvufun gayesi insanı gerçeğe erdirmek ve marifet
meyvasına ulaştırmaktır.
- Bir cemaat: "Artık tarikat zamanı değildir. İmanı
kurtarma zamanıdır." diyerek tarikat ve tasavvufa karşı çıkıyor. Neler
söylersiniz?
- Bu sözün söylendiği zamanki dünya şartları son derece
önemlidir. Bu söz XX. yüzyılın ilk yarısında söylenmiştir. Bilindiği gibi, XIX.
yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yarısı pozitivist ve materyalist düşüncenin egemen
olduğu yıllardır. Pozitivizm ve materyalizm bu yüzyılın insanlarına, insanlığın
ulaştığı son nokta olarak takdim edilmiş, din ve metafizik düşünce adeta öcü
olarak gösterilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde komünizm Batı Avrupa ülkelerinde
materyalizm, insanlığı ateizme sürüklemiş ve insanoğlu Allah'ın evinden
kaçmıştır.
Bizim ülkemiz de XIX. yüzyıldan itibaren bu rüzgarların etkisi
altında kalarak ateizmin eşiğine kadar gelmiştir. Din, devlet eliyle toplum
hayatının dışına itilmiş, dine ve dindarlara adeta ölümünü bekleyen vebalı
hasta gözüyle bakılmıştır. İnananların böylesine horlandığı bir ortamda
elbette yapılacak tek şey insanların imanlarını kurtarmaktır. Tekke ve tarikatların
bile kapatılıp hizmetten men'edildiği bir ortamda insanlara götürülebilecek en
önemli din hizmeti, imandır. Böyle zamanda en kutsal dava, imanı kurtarma davasıdır.
Aslında o devrin eli kalem tutan ,sufî müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir.
Nitekim İsmail Fennî Ertuğrul gibi sûfî bir müellif Maddiyyûn Mezhebinin
İzmihlali, Hakikat Nurları ve Küçük Kitapta Büyük Mevzular adlı eserleriyle;
Filibeli Ahmed Hilmi, Maddiyyûn Meslekinin Dalaleti adlı eseriyle buna
çalışmıştır.
Tasavvuf, İslamî hayatın zirve noktasıdır. İmanın ihsan
kıvamında yaşanmasıdır. İmanın tehlikede olduğu bir dönemde böyle bir sözü,
özellikle genç ve entellektüeller için son derece makul görmek gerekir. O günün
öncelikli konusu iman idi. Ama bugün bütün dünyada yeniden dine ve İslam'a
dönüşün hızlandığı bir dönemde tasavvuf ve tarikatların önemini görmezden
gelip karşı çıkmak yanlış olur. Bu görüşün sahipleri tasavvufa karşı
değillerdi. Yaşadıkları dönemin öncelikli konusunun tasavvuf olmadığı
inancındaydılar. Onlar bugün yaşasaydı, gelişen şartlar çerçevesinde tasavvuf
öncelikli hizmetlere ağırlık vereceğini sanıyorum. Nitekim bugün geniş bir kitleyi
yönlendiren saygın bir hocaefendinin yazılarında tasavvuf öncelikli konulara
ağırlık verdiği görülmekte, çevresindeki gençlere de tasavvuf öncelikli
tavsiyelerde bulunduğu duyulmaktadır. Bu bakımdan bu sözü söylendiği devir için
doğru ve geçerli görmekle birlikte, bugün için geçerli olmadığını
düşünüyorum.
- "Bütün tarikatların sonu, Nakşibendiyyenin başıdır"
sözünün tefsiri nedir?
- Bu söz, Nakşbendiyye'nin diğer tarikatlara üstünlüğü
iddiasından çok diğer tarikatların eğitim sistemi ile bu tarikatın eğitim
sisteminin farklılığını vurgulamaktadır. İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ının
muhtelif yerlerinde değişik açıklamalarla zikredilen bu söz, tarîkat gayretiyle
diğer tarik mensuplarını aşağılamak amacıyla söylenmiş bir söz değildir. (bk. Mektubat, c. I. 66. Mektup; c. II. 23. Mektup) Nakşbendiyye ruhanî bir tarikattır. Diğer tarikatların
aşağı yukarı tamamı nefsanî yolu izler. Ruhanî tarikat, özelliği gereği, işin
başında nefsanî tarikatlarda işin sonunda tadılabilecek bir marifet tadı
vermektedir. Nefsanî tarikatlarda nefsin etkisini azaltmak amacıyla riyazat ve mücahede
usulü uygulanır. Seyr u sülûkün tamamlanmasından sonra riyazat sona erdiğinden yeme
ve içmedeki tahdid kalkar. Nakşbendilikte ise nefsanî tarikatlar ölçüsünde riyazat
olmadığından salik işin basından beri yemekle ilgili bir riyazata tabi tutulmaz.
Diğer tarikatlarda riyazat ve mücahededen sonra gerçekleşen sohbet, Nakşbendîlerin
yolunun ilk esasıdır. Dolayısıyla diğer tarikatların sonda geldiği nokta onda
başlangıçtan itibaren vardır. Diğer tarikatların başından sonuna uyguladıkları
cehri zikir, Nakşilikte sadece başlangıç halinde bulunur. Binaenaleyh bu sözü
mensubiyet gayretiyle söylenmiş bir mutlak üstünlük olarak değil, metod
farklılığı olarak görmek gerekir.
- Nakşbendiyye'de Allah'a vasıl olmanın en kısa yolu nedir?
- Nakşbendiyye tarikatında Allah'a vasıl olmanın en kısa yolu
sohbet, hizmet ve rabıta olarak özetlenebilir. Sahabîleri yetiştiren Allah Rasûli
sohbetidir. Bu sebeple Şah-ı Nakşbend hazretleri: "Tarîk-ı ma der sohbet
est" Bizim yolumuzun esası sohbettir, buyurarak Nakşîlikte mürşid ile sohbetin
önem ve yetiştiriciliğine dikkat çekmiştir. Sohbet, mürşidin huzurunda olmaktır.
Rabıta ise kalben mürşidle beraber olmak ve gönüldeki sevgi ile ona benzemeye
çalışmaktır. Hizmet ise Allah'ın kullarına yapılır. Beşeri ilişkilerinde bu
duyguları gerçekleştiren bir sûfî, hafi zikir ve nafile ibadetler sayesinde ihsan
duygusuna erecek bir olgunluğa erişerek vuslatı gerçekleştirmiş olur. Çünkü ihsan
vuslat ve maiyyet demektir. Tabii bunların gerçekleşmesi için salikin letaifini zakir
hale getirmesi, ardından zikr-i sultanî, ve murakabe dersleriyle Kur'an'da anlatılan
biçimde Allah Teala'yı murakabe ve kendisininin Hakk'ın murakabesi altında olduğu
bilincine varması gerekir. Bütün bunlar nazari olarak değil tatbiki olarak ehliyetli
bir mürşidden öğrenilir. Ayrıca Şah-ı Nakşbend hazretlerinin şöyle bir sözü
nakledilir: "Bize göre namaz ve oruç Allah'a götüren yol olmakla birlikte en
kısa ve en kestirme yol "nefy-i vücûd"dur. Nefy-i vücûd bedenî ve beşeri
ihtiyaçların Allah'ı unutturmasından kurtulmak demektir. Bu gerçekleşmeden yalnızca
namaz, oruç, gaflet ve nisyanı giderecek derecede vuslata yetmez." (bk. Fetava-yı Ömeriyyee Tercemesi, s.15)
- Hangi tarikat, hangi meşrebdekilere daha uygundur? Bunu tespit
etmenin en kestirme yolu nedir?
- Tarikatların meşreplere göre farklılık arzettiğini daha önce
de belirtmiştik. Mesela cehrî zikri esas alan tarikatlar ile hafi zikri benimseyen
tarikatların müntesiplerinin farklı karakter yapısında kişiler olacağı açıktır.
Cehri zikri esas alan tarikatlar, dışa dönük taşkın yapılı insanların
karakterlerine daha uygundur. Hafi zikri esas alan tarikatlar ise ruhi derinliği daha
fazla olan, içe dönük ve hassas yapıya sahip kişilere daha uygundur. Bununla birlikte
bu konuda kesin bir kural vaz'etmek mümkün değildir. Bu işin en kestirme yolu intisab
etmeden önce kişilerin tarikat ve mürşidleri görüp onlarla bir süre ülfet
etmeleridir. Çünkü her tarikat ve şeyhte tecelliler ayrı ayrıdır. Bu ülfet ve
görüşme insana meşrep uygunluğu konusunda fikir verir.
- Müteşerri bir tarikata girip: "Feyz atamadım?" diye
başka tarîkata geçmek doğru mu? Feyz alamamak kendimizle mi, yoksa tarikatla mı
alakalı?
- Mürşid hekim gibi olduğundan onun verdiği reçete
uygulanmalıdır. Reçete uygulandığı halde hastalık tedavi edilmeyince nasıl bir
başka doktora başvurmak gayet tabii ise, manevi reçetesi uygulanan ve sonuç
alınamayan bir tabîb-i mürşidi bırakıp diğerine geçmek caizdir. Ancak
ayrangönüllü davranıp bir ona bir buna koşmak ve hele hele tavsiyelerini tutmadan
"feyz alamadım, istifade edemedim" demek ve şeyh değiştirmeğe kalkışmak
uygun olmaz. Bu tür sözler insanın kendi kendini kandırması olur.