İSLAM ÂLİMLERİNİN TASAVVUF HAKKINDAKİ
FİKİRLERİ

    Şimdi İslam ulema, fukaha ve müctehidlerinden tasavvuf ve rical-i tasavvufu takdir ve tahsin eden zevatın mütalaalarını inceleyelim:
    1. Mezhebimiz imamı, İmam Ebû Hanîfe rahimehullah: İbni Âbidin "Haşiye" sinde bu hususu tafsil ve beyan etmiştir.
    2. İmam Malik buyurur ki: "Tasavvuf bilmeyen fakîh, fiska, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen ise zendekaya duçar olabilir. Bu ikisini cem' eden ise hakikate vasıl olur". Bu sözü Abdü'l-Baki ez-Zerkanî Fıkh-ı Maliki şerhinin ikinci cildinin 195 inci sayfasında ve 1014 hicrîde vefat eden Aliyyü'l-Kâri, aynı eserin birinci cildinin 33 üncü sayfasında ifade eder.
    3. İmam Şafiî: Celalüddin-i Suyûtî'nin "Te'yidü'l-Hakikati'l-Aliyye" adlı eserinin 15 inci sayfasında der ki: "Sofiyye ile sohbetim esnasında kendilerinden üç şey istifade ettim:
    1. Zaman bir kılıçtır, sen onu kullanmazsan, o seni keser.
    2. Kendini hakla meşgul etmezsen, batıl seni istila eder.
    3. Kendine hiçbir varlık isnad etmemek, erbab-ı ismetten olmak demektir.
    4. İmam Ahmed İbni Hanbel, rical-i sofiyye ile sohbete başlamasından önceki günlerde oğlu Abdullah'a der ki:
"Oğlum! Sana hadîs ile meşgul olmanı tavsiye ederim. Kendilerine sofî diye ad takan kimselerle düşüp kalkmaktan sakındırırım. Çünkü onların içinde ahkam-ı dine cahil olanlar vardır".
    Sonradan kendisi sofiyyûndan Bağdadlı Ebû Hamza'ya mülaki olunca ve sofilerin ahvalini öğrenince oğluna dedi ki:
    "Sofîlerle sohbeti tavsiye ederim. Onlar ilimleriyle, murakabeden edindikleri feyz ile, Allah korkusunu hakkıyla tanımalarıyla ve halkın mesavi ve abeslerinden uzak kalmakla ve alî himmet olmalarıyla bizi geçmişlerdir". Bu söz 1332 hicrîde vefat eden Şeyh Emin Kürhî'nin "Tenvîru'l-Kulûb" isimli eserinde zikir ve beyan edilmiştir.
    Keza, 1188'de vefat eden Allame Muhammed Sifarinî, "Gızau'l-Elbab li Şerhi Manzûmeti'l-Adab" adlı eserinin, birinci cildinin 120'nci sayfasında İbrahim bin Abdullahi'l-Kalanisî'den naklen İmam Ahmed İbni Hanbel'in sofiyye için: "Onlardan daha efdal bir zümre bilmiyorum" dediğini nakleder. Bir de aynı eserde: "Onları vecidleriyle bir müddet bırakınız, ferahlasınlar" buyurmuştur. "Onlar ilham alırlar ve vecde müstağrak olurlar" dediği de rivayet edilmiştir.
    5. Hüccetü'l-İslam İmam Gazzalî "el-Münkizu Mine'd-Dalal" adlı eserinde, sofiyyeden ve onların sülûk ve tarikatlerinden bahsederken der ki:
    "Yakinen bildim ki, onlar betahsis Allah yoluna girmişlerdir. Onların sîretleri ahlakın en güzeli, tarikatleri de yolların en doğrusudur".
    6. Herat'da 606 hicrî tarihinde vefat eden müfessir İmam Fahrüddin er-Razî: "Müslimlerle Müşriklerin İtikadları" adlı eserinin sekizinci babında sofiyye ahvalinden bahsederken der ki:
    "İslamî fırkalar arasında sofiyyeyi zikretmemek hatadır. Zira sofiyye sözlerinin hülasası şudur: Allah'ı bilmenin yolu, kalbin masivadan tasfiyesi ve alâik-i bedeniyyeden tecerrüddür. Bu ise güzel bir yoldur".
    Yine İmam-ı müşârünileyh buyurur ki:
    "Mutasavvife tâifesi Hakk'ı tefekkür ile meşgul olurlar, alâik-i cismaniyyeden nefsi tecrid ederler, rûhlarının ve kalblerinin zikr-i Hak'dan hali kalmamasına çalışırlar, diğer ef'al ve tasavvurlarında kemal-i edeble Hakk'a inkiyad ederler. İşte onlar Adem oğullarının en hayırlı fırkasıdır".
    7. Şam'da hicrî 577 tarihinde doğan ve 660 tarihinde vefat eden "şeyhü'l-ulema" ve "sultânü'l-ulema" lakaplarıyla tanınan, birçok eserler te'lif eden, Şihabüddin Sühreverdî'den inabe alan ve Şeyh Hasan Şazelî'ye mülazemet eden İzzüddin ibni Abdi's-Selam rahimehullah:
    "Sofiyyeden bir taife dünya ve ahiret yıkılmayan kavaid-i Şeriati, üss-i hareket ittihaz etmişlerdir. Diğerleri rüsûma bağlanmışlardır. Onlardan zuhur eden kerametler ve harikulade haller öne sürülmüşse de, bu gibi haller Hakk'a yakınlık bakımından ve Hakk'ın rızasına uygunluk noktasından teferruattan sayılır" buyurmuştur.
    8. İmam-ı Nevevî rahimehullah "el-Makâsıd" adındaki eserinde der ki:
    "Tarik-i tasavvufta beş asıl vardır:
    1. Zahir ve batında takvayı şiar etmek,
    2. Sözlerinde ve işlerinde sünnet-i Nebevîye uymak,
    3. İkbal ve idbar zamanında halktan birşey beklememek,
    4. Az olsun, çok olsun Hakk'ın herşeyde, her türlü vergisine içten boyun eğmek,
    5. Ferah ve sıkıntı zamanında Hakk'ı düşünüp, O'na rücû' edebilmektir".
    9. Gırnatalı, Malikî mezheb "el-îmamu'ş-Şatibî" lakabıyla meşhur İbrahim İbni Musa, Selefî olan bu zat "Kitabü'l-İ'tisam" adlı eserinde İslamî tasavvufun, dinin rûhundan olduğunu ve asla bid'at olmadığını beyandan sonra der ki:
    "Birçok cahiller sofilerin ahkam-ı şer'iyyeyi iltizamda mübalatsız olduğunu itikad ederler. Ben onları, söylenen bu sözden ve bu itikaddan tenzih ederim. Onların tarikatleri sünnet-i seniyye üzerine bina olunmuştur. Ona muhalefetten sakınırlar".
    10. Hicrî 771 tarihinde vefat eden Tâcüddin Abdü'l-Vahhab es-Subkî "Muîdü'n-Niam" adındaki eserinde:
    "Allah onlara sağlık ve uzun ömürler versin" diye dua ettikten sonra:
    "Onları hakikî hüviyetleri herkes tarafından bilinmediğinden, haklarında pekçok söz söylenmiştir. Şeyh Ebû Muhammed Cüveynî der ki: - Bilinen kat'î birşey olmadığı için aleyhlerinde bulunmak doğru olmaz. Onlar dünyaya yüz çevirmişler ve birçok vakitlerini ibadete hasretmişlerdir, dedikten sonra: "Onlar havass-ı ehlullahdır. Zikirleriyle rahmet umulur, dualarıyla yağmur beklenir. Allah onlardan ve onların yüzü suyu hürmetiyle bizden razı olsun".
    11. İbni Abidin lakabıyla şöhret bulmuş olan büyük allame ve fakîh eş-şeyh Muhammed Emin, Mecmûay-ı Resail-i İbni Abidin'in "Şifau'l-Alîl..." adlı yedinci risalesinde bid'atlerden bahsettikten sonra: Bütün hasail-i redieden müberra asdika'yı sadat-ı sofiyye hakkında bize söz düşmez" deyip, İmam-ı Taifeteyn olan Cüneyd Bağdadî'ye:
    "- Vecd ile zikreden zümre hakkında ne dersiniz? sualine:
    "- Onları bırakın, zikrullah ile ferahlanırlar. Onlar rûhen bunalmış durumdadırlar. Teneffüsleri ancak hallerini teskine medar olmak içindir. Onların dillerindeki yanıklığı tatsan, feryadlarını ma'zur görürsün".
    "Allame İbni Kemal de, kendisinden bu hususta fetva istendiği zaman buyurmuştur ki:
    "- İhlas ile tahkika vasıl olmuş isen, heyecanla salınarak zikirlerinde bir beis yoktur. Sen ayak üstünde Hakk'a ibadet edersen, onun baş üstünde Hakk'a yalvarması hakkıdır. Evza'-i muhtelifede zikir ve sema, zamanlarını en iyi amellere sarfeden ariflere, kabayih-i ahvalden nefislerini zapta muktedir olan saliklere müsaade verilir. Onlar Hak'dan başka bir ses işitmezler. Allah'dan başkasını istemezler. Zikrederlerken inlerler, şükrederken seslerini yükseltirler. Vecde geldikleri zaman sayha ederler, bağırırlar, şuhûd halinde sükun ve istirahate kavuşurlar... Hülasa, bu taife hakkında benim cevabım bundan ibarettir, doğrusunu Allah bilir".
    Büyük fakîh İbni Abidin ilave eder:
    "Onların semaları maarif-i ilahiyye ve hakaik-i rabbaniyyeyi isticlâb eder. O da ancak tevhîd ve tavsif-i Hak'la, hikemî mev'izalarla ve na't-ı nebevî ile olur. Keza onlara uyanlara ve onların meşrebini tadanlara ve içinden aşk u şevk duyanlara diyecek sözümüz yoktur. Bizim sözümüz avâm, fâsıklar ve emsali hakkındadır".
    12. Mısır müftisi merhum allame Şeyh Muhammed Abduh der ki:
    "İslam tarihinde müslümanların sukut ve tedennisinden bahsedenler: - Bunun başlıca sebebi cehalettir, tasavvuf ise bu cehalete başlıca amil ve en kuvvetli sebebtir. Bunların din hususundaki cehaletleri buna vesile olmuştur. Birtakım bid'atler ve İslam'ın güzelliğini bozan kötü adetler müslümanlar arasında yer tutmuştur. Cehaletleri üssü necat olan tevhîd-i halisten ve sahih amellerden kendilerini uzaklaştırmıştır, derler.
    "Fakat iş onların zannederi gibi değildir. Tasavvuftan maksadın ne olduğunu icmalen arzedelim.
    "İslam'ın ilk asırlarında zuhur eden tasavvufun büyük bir hüviyet ve kıymeti vardır. Tasavvuftan maksat: Mekarim-i ahlakı ayakta tutmak, nefsi terbiye etmek, amel-i salihle onu süslemek, ahkam ve esrar-ı dini tedricen anlatmak ve öğretmektir.
    "Bunların etvâr ve harekatına ve muamelatına ait hususata yani zevâhirine bakan bazı fukaha bunların esrar-ı dini anlamadıklarına hükmederek, kendilerine sapıklık ve ilhâda nisbet etmişlerdir. Umerâ ve salatinin, fukahayı tevkir etmelerinden dolayı hüküm ve karar ulemanın elinde bulunduğundan sofiyyûn gizlenmek zaruretini duymuşlar, tarikleri için birtakım rumuz ve ıstılahat-ı sofiyye vaz'etmişler, aralarında girmek ve isteyenleri uzun bir tecrübe devri ve talib, mürid ve salik gibi merhalelerden geçirdikten sonra kabul etmişler, sülûktan sonra da tarike layıkıyla bağlanıp, bağlanmıyacağını anlamak için, onun ahlak ve etvanni, iradesinin sağlam ve kararının sabit ve sadık olduğunu tetkik ve tefahhustan geçirdikten sonra yavaş yavaş ufak tefek esrar-ı tariki ta'lim edip, bu suretle tarike kabul etmişlerdir".
    Yine bu hususta Arap mütefekkirin ve ulemasından Emîr Şekib Aslan'ın "Bugünkü İslam Alemi" adlı eserinde, turuk-ı aliyyenin İslamiyete yaptığı büyük hizmetler ve Afrika'daki muvaffakiyetlerinden bahsederken: "İslam'ın yükselmesi ve eski devirlerdeki satvet ve şevketi iktisap etmesi ve müslümanların ecnebi nüfuz ve sultasından kurtulması gibi yüksek emeller peşinde gayret sarfetmişler ve yer yer muvaffak olmuşlardır" der.
    Yine Mısırın mütefekkirîn-i ulemasından Şeyh Reşid Rıza "el-Menar" mecmüasının birinci cildinin 726. sayfasında:
    "Sofiyyûn, ilim, ahlak, tahkik ve muhasebe-i nefs, bakımından ulema-yı erkan-ı din arasında intirad etmişlerdir." der.
    Muharrir ve müverrih üstad eş-Şeyh Muhammed Ragib et-Tabbâh "İslam Medeniyeti" adlı eserinde turuk-ı aliyyenin özünü, tarihçesini, esasatını makasıd-ı sülûku bertafsil izah eder.
    Meşhur İslam muharriri Camiu'l-Ezher müderrislerinden Ahmed eş-Şirbahi "Sofiyyede Ahlâk" unvanıyla yazmış olduğu eserde aynı suretle ve tasavvufun esasatını, vazifelerini, yaptığı hizmetleri, yukarıda sayılanlar gibi zikir ve tavsif ettikten sonra, büyük mutasavvıfların sözlerinden bazılarını zikrederek, onların ahlak-ı İslamiyyeyi neşr ü ta'lim ettiklerini beyan eder. Mesela:
    "Kuşeyrî: Yiğitlik ve mertliğin esası daima başkasının işleriyle meşgul olmaktır.
    "İbn Ebû Bekr el-Envazîr: Asıl yiğitlik, kendinde hiçbir kıymet görmemektir, derler.
    "Onlar ahlak-ı İslamiyyenin esaslarından; kimseye eza ve üzüntü vermemeyi, herkese lütuf ve ihsanda bulunmayı, halinden şikayet etmemeyi, hastalık ve musibetleri kimseye izhar etmemeyi, düşmanlarını afvetmeyi ve meratib-i insaniyyenin en büyük derecesine yükselmeyi şiar ittihaz etmişlerdir.
    "Kendi ayıplarıyla uğraşmaktan, başkalarındakini göremiyene, ihtiyacından fazlasını Allah için harcayana, lüzumsuz konuşmayana, bid'ate kaçmadan sünneti tam tatbik edene ne mutlu!"
1 hadîs-i şerifini prensib olarak almışlardır.
    "İbn Ataullah el-İskenderî buyurur ki: Zillet ağacı, tama' tohumuyla neşv ü nemâ bulur.
    "Yine mumâileyh: Senin gizli kusurlarını araştırman, sana kapalı bulunan gaipleri araştırmandan daha hayırlıdır.
    Hazret-i Ali (kerremallahu veche) Basra'ya gittiği zaman bir camie girdi; etrafına halkı toplamış olarak birtakım hikaye ve masal söyleyenleri görünce, onları men etti. Daha ileride sofiyyenin ileri gelen gençlerinden Hasan Basrî'yi gördü. Hal ve tavrından vakar ve doğruluğu görünüyordu. Kendisine:
    "- Ey genç! Sana bir şey soracağım, doğru cevap verirsen, seni burada bırakacağım, yoksa seni de, arkadaşların gibi va'zdan men edeceğim, deyince, Hasan Basrî:
    "- Dilediğini sor, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ali:
    "- Dinden ne edindin? sualini tevcih buyurunca, Hasan Basrî:
    "- Takva, dedi. "- Din ne ile bozulur? sualine de:
    "- Tama' ile, cevabım verince:
    "- Otur! İşte halka böyle va'z edilir, buyurdu.
    Şeyh Hâmid Muhammed İbrahim Sakar'ın "Nûru't-Tahkik" adlı eserinde Ahmed eş-Şirbahî'nin yazdığı önsözden:
    "Ey müslümanlar! Sizin ahlakınıza ve tarihinize birçok taraflardan girmiş olan tasavvufu uzun zamandan beri kaybettiniz. Bugün kalanı size yeter. Tasavvufa dönünüz, onda hem gıda, hem deva vardır, insanı doğru yola sevkeden Allah'dır".
    Şam'daki Cemiyyet-i İlmiyye-i Arabiyye azasından ve Hindistan Cemiyyet-i ilmiye murahhası Ebu'l Hasan en-Nedevî "Hind Müslümanları" adındaki kitabının 140-142 nci sayfalarında, Hindistan'daki sofiyye ve cemiyetteki te'sirleri başlıklı yazısında:
    "Sofiyye halkı, tevhîd ve ihlasa çağırır; sünnet-i Resûle tebeiyyeti günahlardan tevbeyi, Allah ve Resûlüne itaati tavsiyyede bulunur. Fuhuştan, münkerden ve kötü huylardan, zulümden, katı kalblilik ve duygusuzluktan sakınmayı; güzel huylarla bezenmeyi; kibir, hased, buğz, zulüm ve hırs gibi kötü huylardan çekinmeyi, nefsin tezkiye ve ıslahını telkin eder. Hakk'ın zikrini ta'lim ve halka nasihati şiar etmek gibi hususlarda mürid ile şeyh arasındaki mübâya'ayı te'min ederler".
    Sonra Şeyh Ahmed eş-Şehîd ve Şeyhü'l-îslam Alâuddin gibi zevatın Hind'de halk üzerindeki yaptıkları büyük te'sirlerden bahsederek, bu te'sirlerle halkın mesaviden ictinab ederek doğru yola döndüklerini belirtmektedir.
    Bu ahlakî muvaffakıyyetin hükümet kuvvetiyle veya bir müessesenin te'siriyle veya kanunlarla mümkün olamayacağını beyandan sonra, büyük mürşid Seyyid Abdü'l-Kadir Gîlanî'nin zamanında, mensubinin yetmiş bine vardığını, Yahudi ve Hıristiyanlardan beş bin kişinin onun te'siriyle ihtida ettiğini, asi, daği, baği birçok müsellah eşkiya ve serserilerin yüz bin kadarının yola geldiğini ve herkese tevbe ve bîat kapılarını açtığı için hadsiz hesapsız halkın kendisine teveccüh ettiğini ve bu suretle ahvalleri salah bulduğu ve müridanından kabiliyetli olanları etrafa gönderip halkı dîn-i tevhîde, dîn-i halise davet ettiği ve halkın terbiyesiyle meşgul olduklarını, şirk ve bid'atlarla, cehl ve nifak ile mücadele ettiklerini bertafsil zikretmektedir.
    Hülasa, gerek İslam'ın neşrinde, gerek fesada giden halkın ıslahında, bu büyük kuvvetin gidemiyeceği yer olmadığı, orduların giremiyeceği yerlere, bunların nüfuz ettiklerini ve salah-ı alem için mühim rolleri bulunduğunu uzun uzadıya izah etmektedir.2
    "Revai'u ikbâl" adındaki eserinde ise Şeyh Ahmed es-Sirhindî'nin Şeyh Veliyyullah ed-Dehlevî'nin Sultan Muhyiddin Evrengzib ve İkbâl'in bu husustaki ehemmiyetli hizmetlerinden bahsederek şöyle diyor: "Onlar olmasaydı Hindistan'da İslam felsefesi ve İslam medeniyeti vahvolup giderdi".
    Ebû'l-Ala el-Mevâûdî "Mebadi'l-İslam" adındaki eserinin tasavvuf bahsinde der ki:
    "Fıkıh, amel-i insanın zahirine bakarak hükmeder. Evamiri işliyor musun, nevahiden sakınıyor musun? İşte fıkhın alakası, görünen muamale iledir. Kalb ve onun hal ve keyfiyyeti ile ilgisi yoktur. Ama kalbe taalluk eden hususlarla, onun keyfiyetinden bahseden tasavvuftur.
    'Tasavvuf: İbadetin esnasında, mesela namaz kılarken ne halde olduğunu araştırır. Namazda Hakk'a inabe ettin mi, kalbindeki dünya düşüncelerinden tecerrüd edebildin mi, namaz sana Allah korkusunu telkin edebildi mi, Allah'ın her şeyden habîr ve basîr olduğuna yakîn hasıl ettin mi, Hakk'ın rızasından başka bir emelin olmadığına kani misin, namaz sebebin ruhunu tasfiye etti mi, hangi hadde kadar ahlakını ıslah etti, hangi hadde kadar imanının muktezasıyla mü'min-i sadık oldun? İşte namazda bunları araştıran tasavvuf şayet bu saydıklarını bulamazsa onu nâkıs bir ibadet kabul eder.
    "Fıkıh ise, abdesti düzgün olup, dosdoğru erkan ve adabıyla namaz kılıp kılmadığına bakar.
    "Fıkıh ile tasavvuf arasındaki farkı şu misal ile izah edelim:
    "Fıkıh, karşına bir adam çıksa, onun sağlam, arızasız, hastalıksız, kör, topal, güzel veya çirkin, yahut iyi giyinmiş veya pejmürde olup olmadığını tetkik ile hükmünü verir.
    "Tasavvuf ise ahlak ve âdâtını, meziyyetini, ilmini, aklını, doğruluğunu bilip, öğrenmek ister. Elbiseleriyle ve sözleriyle sofi kılığına girmiş olup, onlara benzemek isteyenlerin ef'aline, ahlakına ve kalblerine bakmak lazımdır. İşte derhal meydana çıkar. Hakikî sofi böyle müteşebbihlerden berîdir.
    "Hülasa, halis İslamî tasavvuf şeriatten başka birşey değildir. Tam bir ihlas ile ahkam-ı ilahîyi yerine getirmek tertemiz niyyet ve kalb temizliğinden ibarettir".
3
    Mecelle-i Livâu'l-İslam'ın 1960 yılında neşredilen on ikinci sayısında "Nedvetü Livâi'l-İslam et-Tasavvufi'l-İslam" makalesinde deniyor ki:
    "Tasavvuf hala bir emr-i vaki'dir, hayırlı bir müessesedir. Ona bazı zararlı hususlar karışmıştır. Bu bid'atlerden kurtulursa ve ruh manalarına dönerse, cemiyyet-i İslamiyye'nin, yani ma'şer-i İslam'ın ıslahı için güzel bir yoldur".
    Hemen bütün me'hazlerimizi eserinde toplayan ve 1964'de Halep'de Matbaa-yı Arabiyye'de "Hakayık ani't-Tasavvuf= Tasavvuftan Hakikatler" ünvanlı eserinin hatimesinde, Üstad Abdülkadir İsâ hulâsaten buyurur ki:
    "...Yukarıdan beri izahına çalıştığımız tasavvuf ehlinin hüviyyet-i hakikiyyeleri şudur:
    "Onlar Hazret-i Fahr-i Kainat Efendimizi bütün hallerinde imam ve örnek ittihaz etmişlerdir. Onların vasf-ı mümeyyizleri Allah'ı tanımak ve iyi bilmektir. İbadet süsleri, takva şiarları, hakikatlerin hakikati onların esrarıdır. Onlar aşk-ı ilahîde fena bulmuş kimselerdir. Hakk'ı zikir ve münacaat ile yaşarlar. Allah onlara ta'lim eder, içlerini ve dışlarını temizler. Onları edeb-i Muhammedî'ye sahib kılar. Saf ve berrak bir hale getirir. Onları halkın arasında mümtaz bir mevkiye koyar, onları sever, onlardan memnun ve razı olur. Onların kalblerine yerlerin, göklerin ve hilkatin esrarını açar. Kainatta insana hayret veren hususları gösterir. Kudretinin güzellikleri ve yaradılışının esrarını bildirir. Hülasa ilmen veya zevken onlara atâyâsını bol bol ihsan eder.
    "Erbab-ı fikir ve kalemden insaf sahiplerine yakışan şey bu kafile ehlinin yollarını inceden inceye tahkik edip; tasavvufa sonradan giren bid'atleri, türrehâtı çıkarıp; ehl-i hadîsin metoduyla, doğruyu yalandan ayırarak ehl-i tefsirin yaptığı gibi israiliyyatı atıp, sahihi ve salimi ortaya koymaktır".

DİPNOTLAR
1_ el-Mekasıdu'l-Hasene, s. 131.
2_ Ricalü'l-Fikr ve'd-Da've, s. 248-250.
3_ Mebâdiu'l-İslam, s. 114-115

KAYNAK: Mâhir İZ; "Tasavvuf", KİTABEVİ, s.214-224 (KİTABEVİ 2; Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ)

Çağrı Web Ana Sayfa
ÇAĞRI WEB 2001