İSLAM ÂLİMLERİNİN
TASAVVUF HAKKINDAKİ
FİKİRLERİ
Şimdi İslam
ulema, fukaha ve müctehidlerinden tasavvuf ve rical-i tasavvufu takdir ve tahsin eden
zevatın mütalaalarını inceleyelim:
1. Mezhebimiz imamı, İmam Ebû Hanîfe rahimehullah: İbni
Âbidin "Haşiye" sinde bu hususu tafsil ve beyan etmiştir.
2. İmam Malik buyurur ki: "Tasavvuf bilmeyen fakîh,
fiska, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen ise zendekaya duçar olabilir. Bu ikisini cem'
eden ise hakikate vasıl olur". Bu sözü Abdü'l-Baki ez-Zerkanî Fıkh-ı Maliki
şerhinin ikinci cildinin 195 inci sayfasında ve 1014 hicrîde vefat eden
Aliyyü'l-Kâri, aynı eserin birinci cildinin 33 üncü sayfasında ifade eder.
3. İmam Şafiî: Celalüddin-i Suyûtî'nin
"Te'yidü'l-Hakikati'l-Aliyye" adlı eserinin 15 inci sayfasında der ki:
"Sofiyye ile sohbetim esnasında kendilerinden üç şey istifade ettim:
1. Zaman bir kılıçtır, sen onu kullanmazsan, o seni keser.
2. Kendini hakla meşgul etmezsen, batıl seni istila eder.
3. Kendine hiçbir varlık isnad etmemek, erbab-ı ismetten olmak
demektir.
4. İmam Ahmed İbni Hanbel, rical-i sofiyye ile sohbete
başlamasından önceki günlerde oğlu Abdullah'a der ki:
"Oğlum! Sana hadîs ile meşgul olmanı tavsiye ederim. Kendilerine sofî diye ad
takan kimselerle düşüp kalkmaktan sakındırırım. Çünkü onların içinde ahkam-ı
dine cahil olanlar vardır".
Sonradan kendisi sofiyyûndan Bağdadlı Ebû Hamza'ya mülaki olunca
ve sofilerin ahvalini öğrenince oğluna dedi ki:
"Sofîlerle sohbeti tavsiye ederim. Onlar ilimleriyle, murakabeden
edindikleri feyz ile, Allah korkusunu hakkıyla tanımalarıyla ve halkın mesavi ve
abeslerinden uzak kalmakla ve alî himmet olmalarıyla bizi geçmişlerdir". Bu söz
1332 hicrîde vefat eden Şeyh Emin Kürhî'nin "Tenvîru'l-Kulûb" isimli
eserinde zikir ve beyan edilmiştir.
Keza, 1188'de vefat eden Allame Muhammed Sifarinî,
"Gızau'l-Elbab li Şerhi Manzûmeti'l-Adab" adlı eserinin, birinci cildinin
120'nci sayfasında İbrahim bin Abdullahi'l-Kalanisî'den naklen İmam Ahmed İbni
Hanbel'in sofiyye için: "Onlardan daha efdal bir zümre bilmiyorum" dediğini
nakleder. Bir de aynı eserde: "Onları vecidleriyle bir müddet bırakınız,
ferahlasınlar" buyurmuştur. "Onlar ilham alırlar ve vecde müstağrak
olurlar" dediği de rivayet edilmiştir.
5. Hüccetü'l-İslam İmam Gazzalî "el-Münkizu
Mine'd-Dalal" adlı eserinde, sofiyyeden ve onların sülûk ve tarikatlerinden
bahsederken der ki:
"Yakinen bildim ki, onlar betahsis Allah yoluna girmişlerdir.
Onların sîretleri ahlakın en güzeli, tarikatleri de yolların en doğrusudur".
6. Herat'da 606 hicrî tarihinde vefat eden müfessir İmam
Fahrüddin er-Razî: "Müslimlerle Müşriklerin İtikadları" adlı eserinin
sekizinci babında sofiyye ahvalinden bahsederken der ki:
"İslamî fırkalar arasında sofiyyeyi zikretmemek hatadır. Zira
sofiyye sözlerinin hülasası şudur: Allah'ı bilmenin yolu, kalbin masivadan tasfiyesi
ve alâik-i bedeniyyeden tecerrüddür. Bu ise güzel bir yoldur".
Yine İmam-ı müşârünileyh buyurur ki:
"Mutasavvife tâifesi Hakk'ı tefekkür ile meşgul olurlar,
alâik-i cismaniyyeden nefsi tecrid ederler, rûhlarının ve kalblerinin zikr-i Hak'dan
hali kalmamasına çalışırlar, diğer ef'al ve tasavvurlarında kemal-i edeble Hakk'a
inkiyad ederler. İşte onlar Adem oğullarının en hayırlı fırkasıdır".
7. Şam'da hicrî 577 tarihinde doğan ve 660 tarihinde vefat
eden "şeyhü'l-ulema" ve "sultânü'l-ulema" lakaplarıyla tanınan,
birçok eserler te'lif eden, Şihabüddin Sühreverdî'den inabe alan ve Şeyh Hasan
Şazelî'ye mülazemet eden İzzüddin ibni Abdi's-Selam rahimehullah:
"Sofiyyeden bir taife dünya ve ahiret yıkılmayan kavaid-i
Şeriati, üss-i hareket ittihaz etmişlerdir. Diğerleri rüsûma bağlanmışlardır.
Onlardan zuhur eden kerametler ve harikulade haller öne sürülmüşse de, bu gibi haller
Hakk'a yakınlık bakımından ve Hakk'ın rızasına uygunluk noktasından teferruattan
sayılır" buyurmuştur.
8. İmam-ı Nevevî rahimehullah "el-Makâsıd"
adındaki eserinde der ki:
"Tarik-i tasavvufta beş asıl vardır:
1. Zahir ve batında takvayı şiar etmek,
2. Sözlerinde ve işlerinde sünnet-i Nebevîye uymak,
3. İkbal ve idbar zamanında halktan birşey beklememek,
4. Az olsun, çok olsun Hakk'ın herşeyde, her türlü vergisine
içten boyun eğmek,
5. Ferah ve sıkıntı zamanında Hakk'ı düşünüp, O'na rücû'
edebilmektir".
9. Gırnatalı, Malikî mezheb "el-îmamu'ş-Şatibî"
lakabıyla meşhur İbrahim İbni Musa, Selefî olan bu zat "Kitabü'l-İ'tisam"
adlı eserinde İslamî tasavvufun, dinin rûhundan olduğunu ve asla bid'at
olmadığını beyandan sonra der ki:
"Birçok cahiller sofilerin ahkam-ı şer'iyyeyi iltizamda
mübalatsız olduğunu itikad ederler. Ben onları, söylenen bu sözden ve bu itikaddan
tenzih ederim. Onların tarikatleri sünnet-i seniyye üzerine bina olunmuştur. Ona
muhalefetten sakınırlar".
10. Hicrî 771 tarihinde vefat eden Tâcüddin Abdü'l-Vahhab
es-Subkî "Muîdü'n-Niam" adındaki eserinde:
"Allah onlara sağlık ve uzun ömürler versin" diye dua
ettikten sonra:
"Onları hakikî hüviyetleri herkes tarafından bilinmediğinden,
haklarında pekçok söz söylenmiştir. Şeyh Ebû Muhammed Cüveynî der ki: - Bilinen
kat'î birşey olmadığı için aleyhlerinde bulunmak doğru olmaz. Onlar dünyaya yüz
çevirmişler ve birçok vakitlerini ibadete hasretmişlerdir, dedikten sonra: "Onlar
havass-ı ehlullahdır. Zikirleriyle rahmet umulur, dualarıyla yağmur beklenir. Allah
onlardan ve onların yüzü suyu hürmetiyle bizden razı olsun".
11. İbni Abidin lakabıyla şöhret bulmuş olan büyük allame
ve fakîh eş-şeyh Muhammed Emin, Mecmûay-ı Resail-i İbni Abidin'in
"Şifau'l-Alîl..." adlı yedinci risalesinde bid'atlerden bahsettikten sonra:
Bütün hasail-i redieden müberra asdika'yı sadat-ı sofiyye hakkında bize söz
düşmez" deyip, İmam-ı Taifeteyn olan Cüneyd Bağdadî'ye:
"- Vecd ile zikreden zümre hakkında ne dersiniz? sualine:
"- Onları bırakın, zikrullah ile ferahlanırlar. Onlar rûhen
bunalmış durumdadırlar. Teneffüsleri ancak hallerini teskine medar olmak içindir.
Onların dillerindeki yanıklığı tatsan, feryadlarını ma'zur görürsün".
"Allame İbni Kemal de, kendisinden bu hususta fetva istendiği
zaman buyurmuştur ki:
"- İhlas ile tahkika vasıl olmuş isen, heyecanla salınarak
zikirlerinde bir beis yoktur. Sen ayak üstünde Hakk'a ibadet edersen, onun baş
üstünde Hakk'a yalvarması hakkıdır. Evza'-i muhtelifede zikir ve sema, zamanlarını
en iyi amellere sarfeden ariflere, kabayih-i ahvalden nefislerini zapta muktedir olan
saliklere müsaade verilir. Onlar Hak'dan başka bir ses işitmezler. Allah'dan
başkasını istemezler. Zikrederlerken inlerler, şükrederken seslerini yükseltirler.
Vecde geldikleri zaman sayha ederler, bağırırlar, şuhûd halinde sükun ve istirahate
kavuşurlar... Hülasa, bu taife hakkında benim cevabım bundan ibarettir, doğrusunu
Allah bilir".
Büyük fakîh İbni Abidin ilave eder:
"Onların semaları maarif-i ilahiyye ve hakaik-i rabbaniyyeyi
isticlâb eder. O da ancak tevhîd ve tavsif-i Hak'la, hikemî mev'izalarla ve na't-ı
nebevî ile olur. Keza onlara uyanlara ve onların meşrebini tadanlara ve içinden aşk u
şevk duyanlara diyecek sözümüz yoktur. Bizim sözümüz avâm, fâsıklar ve emsali
hakkındadır".
12. Mısır müftisi merhum allame Şeyh Muhammed Abduh der ki:
"İslam tarihinde müslümanların sukut ve tedennisinden
bahsedenler: - Bunun başlıca sebebi cehalettir, tasavvuf ise bu cehalete başlıca amil
ve en kuvvetli sebebtir. Bunların din hususundaki cehaletleri buna vesile olmuştur.
Birtakım bid'atler ve İslam'ın güzelliğini bozan kötü adetler müslümanlar
arasında yer tutmuştur. Cehaletleri üssü necat olan tevhîd-i halisten ve sahih
amellerden kendilerini uzaklaştırmıştır, derler.
"Fakat iş onların zannederi gibi değildir. Tasavvuftan
maksadın ne olduğunu icmalen arzedelim.
"İslam'ın ilk asırlarında zuhur eden tasavvufun büyük bir
hüviyet ve kıymeti vardır. Tasavvuftan maksat: Mekarim-i ahlakı ayakta tutmak, nefsi
terbiye etmek, amel-i salihle onu süslemek, ahkam ve esrar-ı dini tedricen anlatmak ve
öğretmektir.
"Bunların etvâr ve harekatına ve muamelatına ait hususata yani
zevâhirine bakan bazı fukaha bunların esrar-ı dini anlamadıklarına hükmederek,
kendilerine sapıklık ve ilhâda nisbet etmişlerdir. Umerâ ve salatinin, fukahayı
tevkir etmelerinden dolayı hüküm ve karar ulemanın elinde bulunduğundan sofiyyûn
gizlenmek zaruretini duymuşlar, tarikleri için birtakım rumuz ve ıstılahat-ı sofiyye
vaz'etmişler, aralarında girmek ve isteyenleri uzun bir tecrübe devri ve talib, mürid
ve salik gibi merhalelerden geçirdikten sonra kabul etmişler, sülûktan sonra da tarike
layıkıyla bağlanıp, bağlanmıyacağını anlamak için, onun ahlak ve etvanni,
iradesinin sağlam ve kararının sabit ve sadık olduğunu tetkik ve tefahhustan
geçirdikten sonra yavaş yavaş ufak tefek esrar-ı tariki ta'lim edip, bu suretle tarike
kabul etmişlerdir".
Yine bu hususta Arap mütefekkirin ve ulemasından Emîr Şekib
Aslan'ın "Bugünkü İslam Alemi" adlı eserinde, turuk-ı aliyyenin
İslamiyete yaptığı büyük hizmetler ve Afrika'daki muvaffakiyetlerinden bahsederken:
"İslam'ın yükselmesi ve eski devirlerdeki satvet ve şevketi iktisap etmesi ve
müslümanların ecnebi nüfuz ve sultasından kurtulması gibi yüksek emeller peşinde
gayret sarfetmişler ve yer yer muvaffak olmuşlardır" der.
Yine Mısırın mütefekkirîn-i ulemasından Şeyh Reşid Rıza
"el-Menar" mecmüasının birinci cildinin 726. sayfasında:
"Sofiyyûn, ilim, ahlak, tahkik ve muhasebe-i nefs, bakımından
ulema-yı erkan-ı din arasında intirad etmişlerdir." der.
Muharrir ve müverrih üstad eş-Şeyh Muhammed Ragib et-Tabbâh
"İslam Medeniyeti" adlı eserinde turuk-ı aliyyenin özünü, tarihçesini,
esasatını makasıd-ı sülûku bertafsil izah eder.
Meşhur İslam muharriri Camiu'l-Ezher müderrislerinden Ahmed
eş-Şirbahi "Sofiyyede Ahlâk" unvanıyla yazmış olduğu eserde aynı suretle
ve tasavvufun esasatını, vazifelerini, yaptığı hizmetleri, yukarıda sayılanlar gibi
zikir ve tavsif ettikten sonra, büyük mutasavvıfların sözlerinden bazılarını
zikrederek, onların ahlak-ı İslamiyyeyi neşr ü ta'lim ettiklerini beyan eder. Mesela:
"Kuşeyrî: Yiğitlik ve mertliğin esası daima başkasının
işleriyle meşgul olmaktır.
"İbn Ebû Bekr el-Envazîr: Asıl yiğitlik, kendinde hiçbir
kıymet görmemektir, derler.
"Onlar ahlak-ı İslamiyyenin esaslarından; kimseye eza ve
üzüntü vermemeyi, herkese lütuf ve ihsanda bulunmayı, halinden şikayet etmemeyi,
hastalık ve musibetleri kimseye izhar etmemeyi, düşmanlarını afvetmeyi ve meratib-i
insaniyyenin en büyük derecesine yükselmeyi şiar ittihaz etmişlerdir.
"Kendi ayıplarıyla uğraşmaktan, başkalarındakini
göremiyene, ihtiyacından fazlasını Allah için harcayana, lüzumsuz konuşmayana,
bid'ate kaçmadan sünneti tam tatbik edene ne mutlu!"1 hadîs-i şerifini prensib olarak almışlardır.
"İbn Ataullah el-İskenderî buyurur ki: Zillet ağacı, tama'
tohumuyla neşv ü nemâ bulur.
"Yine mumâileyh: Senin gizli kusurlarını araştırman, sana
kapalı bulunan gaipleri araştırmandan daha hayırlıdır.
Hazret-i Ali (kerremallahu veche) Basra'ya gittiği zaman bir camie
girdi; etrafına halkı toplamış olarak birtakım hikaye ve masal söyleyenleri
görünce, onları men etti. Daha ileride sofiyyenin ileri gelen gençlerinden Hasan
Basrî'yi gördü. Hal ve tavrından vakar ve doğruluğu görünüyordu. Kendisine:
"- Ey genç! Sana bir şey soracağım, doğru cevap verirsen,
seni burada bırakacağım, yoksa seni de, arkadaşların gibi va'zdan men edeceğim,
deyince, Hasan Basrî:
"- Dilediğini sor, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ali:
"- Dinden ne edindin? sualini tevcih buyurunca, Hasan Basrî:
"- Takva, dedi. "- Din ne ile bozulur? sualine de:
"- Tama' ile, cevabım verince:
"- Otur! İşte halka böyle va'z edilir, buyurdu.
Şeyh Hâmid Muhammed İbrahim Sakar'ın "Nûru't-Tahkik"
adlı eserinde Ahmed eş-Şirbahî'nin yazdığı önsözden:
"Ey müslümanlar! Sizin ahlakınıza ve tarihinize birçok
taraflardan girmiş olan tasavvufu uzun zamandan beri kaybettiniz. Bugün kalanı size
yeter. Tasavvufa dönünüz, onda hem gıda, hem deva vardır, insanı doğru yola
sevkeden Allah'dır".
Şam'daki Cemiyyet-i İlmiyye-i Arabiyye azasından ve Hindistan
Cemiyyet-i ilmiye murahhası Ebu'l Hasan en-Nedevî "Hind Müslümanları"
adındaki kitabının 140-142 nci sayfalarında, Hindistan'daki sofiyye ve cemiyetteki
te'sirleri başlıklı yazısında:
"Sofiyye halkı, tevhîd ve ihlasa çağırır; sünnet-i Resûle
tebeiyyeti günahlardan tevbeyi, Allah ve Resûlüne itaati tavsiyyede bulunur. Fuhuştan,
münkerden ve kötü huylardan, zulümden, katı kalblilik ve duygusuzluktan sakınmayı;
güzel huylarla bezenmeyi; kibir, hased, buğz, zulüm ve hırs gibi kötü huylardan
çekinmeyi, nefsin tezkiye ve ıslahını telkin eder. Hakk'ın zikrini ta'lim ve halka
nasihati şiar etmek gibi hususlarda mürid ile şeyh arasındaki mübâya'ayı te'min
ederler".
Sonra Şeyh Ahmed eş-Şehîd ve Şeyhü'l-îslam Alâuddin gibi
zevatın Hind'de halk üzerindeki yaptıkları büyük te'sirlerden bahsederek, bu
te'sirlerle halkın mesaviden ictinab ederek doğru yola döndüklerini belirtmektedir.
Bu ahlakî muvaffakıyyetin hükümet kuvvetiyle veya bir müessesenin
te'siriyle veya kanunlarla mümkün olamayacağını beyandan sonra, büyük mürşid
Seyyid Abdü'l-Kadir Gîlanî'nin zamanında, mensubinin yetmiş bine vardığını,
Yahudi ve Hıristiyanlardan beş bin kişinin onun te'siriyle ihtida ettiğini, asi,
daği, baği birçok müsellah eşkiya ve serserilerin yüz bin kadarının yola
geldiğini ve herkese tevbe ve bîat kapılarını açtığı için hadsiz hesapsız
halkın kendisine teveccüh ettiğini ve bu suretle ahvalleri salah bulduğu ve
müridanından kabiliyetli olanları etrafa gönderip halkı dîn-i tevhîde, dîn-i
halise davet ettiği ve halkın terbiyesiyle meşgul olduklarını, şirk ve bid'atlarla,
cehl ve nifak ile mücadele ettiklerini bertafsil zikretmektedir.
Hülasa, gerek İslam'ın neşrinde, gerek fesada giden halkın
ıslahında, bu büyük kuvvetin gidemiyeceği yer olmadığı, orduların giremiyeceği
yerlere, bunların nüfuz ettiklerini ve salah-ı alem için mühim rolleri bulunduğunu
uzun uzadıya izah etmektedir.2
"Revai'u ikbâl" adındaki eserinde ise Şeyh Ahmed
es-Sirhindî'nin Şeyh Veliyyullah ed-Dehlevî'nin Sultan Muhyiddin Evrengzib ve
İkbâl'in bu husustaki ehemmiyetli hizmetlerinden bahsederek şöyle diyor: "Onlar
olmasaydı Hindistan'da İslam felsefesi ve İslam medeniyeti vahvolup giderdi".
Ebû'l-Ala el-Mevâûdî "Mebadi'l-İslam" adındaki eserinin
tasavvuf bahsinde der ki:
"Fıkıh, amel-i insanın zahirine bakarak hükmeder. Evamiri
işliyor musun, nevahiden sakınıyor musun? İşte fıkhın alakası, görünen muamale
iledir. Kalb ve onun hal ve keyfiyyeti ile ilgisi yoktur. Ama kalbe taalluk eden
hususlarla, onun keyfiyetinden bahseden tasavvuftur.
'Tasavvuf: İbadetin esnasında, mesela namaz kılarken ne halde
olduğunu araştırır. Namazda Hakk'a inabe ettin mi, kalbindeki dünya
düşüncelerinden tecerrüd edebildin mi, namaz sana Allah korkusunu telkin edebildi mi,
Allah'ın her şeyden habîr ve basîr olduğuna yakîn hasıl ettin mi, Hakk'ın
rızasından başka bir emelin olmadığına kani misin, namaz sebebin ruhunu tasfiye etti
mi, hangi hadde kadar ahlakını ıslah etti, hangi hadde kadar imanının muktezasıyla
mü'min-i sadık oldun? İşte namazda bunları araştıran tasavvuf şayet bu
saydıklarını bulamazsa onu nâkıs bir ibadet kabul eder.
"Fıkıh ise, abdesti düzgün olup, dosdoğru erkan ve adabıyla
namaz kılıp kılmadığına bakar.
"Fıkıh ile tasavvuf arasındaki farkı şu misal ile izah
edelim:
"Fıkıh, karşına bir adam çıksa, onun sağlam, arızasız,
hastalıksız, kör, topal, güzel veya çirkin, yahut iyi giyinmiş veya pejmürde olup
olmadığını tetkik ile hükmünü verir.
"Tasavvuf ise ahlak ve âdâtını, meziyyetini, ilmini, aklını,
doğruluğunu bilip, öğrenmek ister. Elbiseleriyle ve sözleriyle sofi kılığına
girmiş olup, onlara benzemek isteyenlerin ef'aline, ahlakına ve kalblerine bakmak
lazımdır. İşte derhal meydana çıkar. Hakikî sofi böyle müteşebbihlerden
berîdir.
"Hülasa, halis İslamî tasavvuf şeriatten başka birşey
değildir. Tam bir ihlas ile ahkam-ı ilahîyi yerine getirmek tertemiz niyyet ve kalb
temizliğinden ibarettir".3
Mecelle-i Livâu'l-İslam'ın 1960 yılında neşredilen on ikinci
sayısında "Nedvetü Livâi'l-İslam et-Tasavvufi'l-İslam" makalesinde deniyor
ki:
"Tasavvuf hala bir emr-i vaki'dir, hayırlı bir müessesedir. Ona
bazı zararlı hususlar karışmıştır. Bu bid'atlerden kurtulursa ve ruh manalarına
dönerse, cemiyyet-i İslamiyye'nin, yani ma'şer-i İslam'ın ıslahı için güzel bir
yoldur".
Hemen bütün me'hazlerimizi eserinde toplayan ve 1964'de Halep'de
Matbaa-yı Arabiyye'de "Hakayık ani't-Tasavvuf= Tasavvuftan Hakikatler"
ünvanlı eserinin hatimesinde, Üstad Abdülkadir İsâ hulâsaten buyurur ki:
"...Yukarıdan beri izahına çalıştığımız tasavvuf ehlinin
hüviyyet-i hakikiyyeleri şudur:
"Onlar Hazret-i Fahr-i Kainat Efendimizi bütün hallerinde imam
ve örnek ittihaz etmişlerdir. Onların vasf-ı mümeyyizleri Allah'ı tanımak ve iyi
bilmektir. İbadet süsleri, takva şiarları, hakikatlerin hakikati onların esrarıdır.
Onlar aşk-ı ilahîde fena bulmuş kimselerdir. Hakk'ı zikir ve münacaat ile yaşarlar.
Allah onlara ta'lim eder, içlerini ve dışlarını temizler. Onları edeb-i
Muhammedî'ye sahib kılar. Saf ve berrak bir hale getirir. Onları halkın arasında
mümtaz bir mevkiye koyar, onları sever, onlardan memnun ve razı olur. Onların
kalblerine yerlerin, göklerin ve hilkatin esrarını açar. Kainatta insana hayret veren
hususları gösterir. Kudretinin güzellikleri ve yaradılışının esrarını bildirir.
Hülasa ilmen veya zevken onlara atâyâsını bol bol ihsan eder.
"Erbab-ı fikir ve kalemden insaf sahiplerine yakışan şey bu
kafile ehlinin yollarını inceden inceye tahkik edip; tasavvufa sonradan giren
bid'atleri, türrehâtı çıkarıp; ehl-i hadîsin metoduyla, doğruyu yalandan ayırarak
ehl-i tefsirin yaptığı gibi israiliyyatı atıp, sahihi ve salimi ortaya
koymaktır".
DİPNOTLAR
1_ el-Mekasıdu'l-Hasene, s. 131.
2_ Ricalü'l-Fikr ve'd-Da've, s. 248-250.
3_ Mebâdiu'l-İslam, s. 114-115
KAYNAK: Mâhir İZ; "Tasavvuf", KİTABEVİ, s.214-224 (KİTABEVİ 2; Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ)