...::İNANÇ ve ÂDETLER::...

    İslâm tevhid dinidir; zâtında ve sıfatlarında Allah Teâlâ'nın bir ve tek olduğunu, O'ndan başka hiçbir varlığın ibâdete lâyık bulunmadığını ilân etmiş bu birliği dinin temeli kılmıştır. Bu temel inanca aykırı inançlar küfür, davranışlar ise en azından haramdır. Bu davranışların yaygın olanlarını sıralamak —onlardan kaçınmak için— faydalı olacaktır.
   
A — Allah'tan başkası gaybı bilemez.
    Allah Teâlâ insanlara bilgi ve öğrenme kabiliyeti ile insanlarca bilinmesi mümkün olan şeyleri bilmek ve öğrenmek için akıl, duyu organları, sezgi, rüya, ilham gibi vâsıtalar vermiştir. Bu vâsıtalar ile elde edilen bilgilerin bir kısmı kesin, bir kısmı ise zanni (ihtimâlli)dir. Öte yandan insanoğlunun, kendi bilgi vâsıtalarıyle bilmesi, öğrenmesi mümkün olmayan şeyler vardır; Allah, ruh, cennet, cehennem, sırat, mizan, geleceğimiz bunlardan birkaçıdır. Bu gibi varlıklar «gayb âlemini»; görüp bildiğimiz, kendi vâsıtalarımızla hakkında bilgi edinebildiğimiz şeylerin mecmûu ise «şehâdet âlemi» ni teşkil eder. Gayb âlemi hakkında Allah, kullarına, vahiy, ilham, rüya gibi yollardan biriyle bilgi verir; bilgiyi alan da —vâsıtaya göre— buna ya kesin olarak inanır veya zann-ı galib hâsıl eder.
    Çok eski zamanlardan beri insanlar, gayb âlemini merak etmiş, hakkında bilgi edinmek istemiş, bazı açık gözler de bunu istismar ederek gâibden haber vermeye başlamışlardır. Eskiden bu işle meşgul olan kâhinler, arrâfler, falcılar... vardı; günümüzde bunlara ek olarak medyumlar ve ruhçular var. Bu kişiler, çeşitli yol ve vâsıtalardan istifâde ederek insanların geçmişi, geleceği, ruhlar âlemi gibi gayb haberleri vermişlerdir, vermektedirler. Bunlara inanmayanlar yanında inananlar vardır. Halbuki Peygamberimiz (s.a.v.), Allah'ın en seçkin kulu olmasına rağmen, O'nun hakkında Kur'an diliyle şöyle buyrulmuştur: «De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben kendim bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Görülmeyeni (gaybı) bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi.» (el-A'râf 7/88)
    Allah'tan başka hiçbir varlığın gaybı bilmediğini şu âyet kesin bir şekilde ortaya koymaktadır:
    «De ki: «Göklerde ve yerde gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur...» (en-Neml: 27/65)
    Habîb-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) «Gayb habercisine (arrâfa, kâhine) inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını»
(1), «Ona inanan kimsenin, kendisine gönderilen (kitabı, vahyi) inkâr etmiş olacağını» (2) ifade buyurmuştur.
    Kendisine, «bazı söyledikleri doğru çıkıyor» diyenlere, Allah'a âsi olan cinlerin, edindikleri bazı bilgileri, bir doğrunun yanına yüz yalan katarak bu kâhinlere ulaştırdıklarını, bunlar vasıtasıyla halkın inancını bozduklarını, onları sapıklığa düşürdüklerini söylemiştir.
(3)
    Bu kesin deliller karşısında müslümanların, gaipten haber verdiğini iddia eden kimseleri dinlememeleri gerekli, dinlemeleri haramdır.
   
B — Ruh çağırma:
    Günümüzde, özelikle sosyete denilen tabaka arasında yaygın olan ruh çağırma olayı da bir nevi modern kâhinliktir. Birçok tecrübeler, medyumların madde ötesi bir varlıkla temas kurduklan kanaatini vermektedir. Ancak bunun ruh olduğu ve söylediğinin gerçeğe uygunluğu sabit değildir.
    Elmalı'lı merhûmun ifadesiyle «bunların büyük ruhları ve şahsiyetleri çağırıp getirme iddâaları yalan olduğunda şüphe yok ise de habis ruhları ve sefil şahsiyetleri afsunlayıp topladıkları ve bu suretle yüce ruhlara zarar vermeye çalıştıkları muhakkaktır.
(4)
    Spirtualizm konusunda yazanların ciddileri arasında bulunan İ.B. Kuday ve A.S. Akay, ruh çağırma işinin başarısını uzun uzadıya isbata çalıştıktan sonra «Bugün tecrübî psikoloji laboratuarları bu meselelerin daha henüz karanlık kalmış noktalarını aydınlatmakla meşguldürler... Ruhlarla muhaberede bulunduklarını söyleyen medyumların bir çok iddiâları, yukarıda saydığımız mihanikiyetlere göre yanlış ve hatalı olabilir...»
(5) diyorlar.
    Bu iki nakil yukarıdaki hükmümüzü teyid etmektedir.
    Şu halde:
    a) Gelenin ruh olduğu belli değildir; cin olması ihtimali daha kuvvetlidir.
(6)
    b) Gelen varlığın veya hayâlin verdiği haber ve bilgiler, yalan ve yanlış ile karışıktır.
    Dinimiz ruh ve diğer madde ötesi varlıklar üzerine ilmî araştırma yapmayı engellemez, aksine teşvik eder.
(7) Ancak maddî manevî menfaat sağlamak gayesiyle ve İslâm inancına uymayan telakkiler, anlayışlar içinde bu işlerle uğraşmayı ve mesnedsiz iddialara inanmayı meneder.
   
C — Fal ve falcılık:
    Eskiden yazılı oklarla, günümüzde yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı gibi vâsıtalarla yapılan falcılık da bir nevi gaipten haber vermedir; çünkü gelecek (müstakbel) gaybdır; bu sebeple her nevi falcılık ile bunlara inanmak haramdır. (el-Mâide: 5/3)
   
D — Keşif ve rüya:
    Bizzat gaybı bilen yalnız Allah Teâlâ'dır. Başka hiçbir varlık, kendi gücü ile gaybı bilemez; ancak Allah'ın bildirmesi müstesnadır. Allah'ın bildirmesi vahiy ve ilham ile olur. Vahiy peygamberlere mahsustur. İlham ise Alah'ın mümin ve takva sahibi kullarına bir lutfudur. Teferruatı bir yana bırakırsak keşif, rüya, hiss-i kable'l-vuku, sezgi gibi vâsıtaları ilham içinde mütâlâa edebiliriz.
(8) Ehl-i sünnet keramet ve ilhamı tanımış, kabul etmiş, ancak ilhamın objektif bir delil olmadığını, ilhamı bilginin yalnızca ona mazhar olanlara hüccet olabileceğini ifâde etmişlerdir.
   
E — Sihir:
    İbtidâî topluluklardan günümüze kadar devam edip gelen sihir ve sihirbazlığın dinî hükmüne geçmeden önce mâhiyeti hakkında kısa bir giriş yapmak faydalı olacaktır:
    Dilimizde «büyü, afsun, cadılık, nirenk, füsun» kelimeleriyle ifade edilen sihir, «bir takım acayip işler vasıtasıyle alışılan ve bilinene uymayan (fevkalâde) tesirler meydana getirmektir.» şeklinde tarif edilmiştir.
(9) Sihrin, gözbağcılık denilen ve gerçek olmayan çeşidi yanında, gerçek netice ve tesirleri olan nevileri vardır. «Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar.» (al-A'râf: 7/116) âyetinin baş tarafı birinci nevi sihre, sonu da ikinci nevine işaret sayılmıştır.
    Sihrin çeşitli yolları vardır:
    a) Hindlilerin yolu: Yiyecek, içecek ve insanlarla ilişki konularında perhizler yaparak ruhu kuvvetlendirmeye dayanır.
    b) Nabt yolu: Nakışlar, heykelcikler, düğümler yapmak, tütsü yapmak suretiyle yıldızlara tesir esasına dayanır.
    c) Yunan yolu: Kurbanlar ve yakarışlar ile yıldızların rûhaniyetlerini harekete geçirmeye dayanır.
    d) İbrani, Mısır ve Arapların yolu: Özel olarak tertiplenen bir takım isimleri ve kelimeleri zikrederek cinleri celbetme ve bunlan engelleyen melekleri sihirleme esasına dayanır.
    e) Bazı kimyevi maddeler kullanılarak yapılan sihirler de vardır.
(10)
    İslâm dini, sihiri inkâr etmemiş, fakat yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerim, firavunlar zamanında yapılan sihirler ile Babil'e gönderilen iki meleğin (Harut ve Marut) sihirle ilgilerinden bahseder. (el-Bakara: 2/102). Felak ve Nâs surelerinin, Peygamberimiz (s.a.v.)'e karşı yapılmış bir sihir teşebbüsü üzerine geldiğini gösteren rivayetler vardır.
    Sihir itikadı bozduğu, tevhid inancına zarar verdiği, kontrolü mümkün olmadığı için kötüye kullanıldığı ve aldatma, iğfal, ızrar vâsıtası olduğu için haram kılınmış, sihirbazın felah bulmayacağı ifâde buyurulmuştur. (Tâhâ: 20/69)
    Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) sihir hakkında şöyle buyurmuştur:
    «(Ferdleri ve toplumu) mahveden yedi şeyden sakının!
    Sordular:
    — Bunlar nedir yâ Rasûlullah? Buyurdu:
    — Allah'a ortak koşmak, sihir, haksız olarak Allah'ın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü düşmandan yüz çevirmek (kaçmak), mümin, habersiz, namuslu kadınlara iftira etmek.»
(11)
   
F) Nazarlık, nal, muska vb. kullanmak:
    Birden ortaya çıkan veya sebebi bilinmeyen hastalıklara yakalanmamak veya tedavi etmek üzere başvurulan bir takım tedbirler vardır; nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme, tütsü yapma bunun bazı örnekleridir. Bunlar, tıb yönünden bir faydası olmadığı, üstelik bâtıl inançları devam ettirdiği için haram kılınmışlardır.
(12) Peygamberimiz (s.a.v.) nazarlık kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri üzerine asan kimselerin bey'atlerini kabul etmemiştir. (13)
   
G — Hastalık ve tedavi:
    1) İlaç ve tedavi:
    Hastalık insana zarar veren, sağlığını bozan bir haldir; bu halin izâlesi, yeniden sıhhate kavuşmak için maddi manevi çarelere başvurmak tedavidir. Hastalığın sebepleri daima maddi değildir; mikrobik hastalıklar yanında ruhî, manevî sebep ve âmillere bağlı hastalıklar da vardır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) «Göz değmesi gerçektir» diyerek bir manevî faktöre işaret buyurmuştur.
(14) Hastalığın tedavisinin hükmünü, fıkıh bilginlerinin şu üçlü taksiminden alabiliriz: Zararı gideren şeyler üçe ayrılır: Birincisi kesin olandır; açlık için ekmek, susuzluk için su gibi. İkincisi muhtemel (maznûn) olandır; tıbbî tedavilerin bir kısmı gibi. Üçüncüsü yüzde elliden az ihtimalli olandır; okuyarak tedavi gibi. Zararı gidereceği kesin olanı kullanmak farz, terk etmek haramdır. Muhtemel olanı yapmak iyidir; ancak terketmek haram değildir. Üçüncü nev'i yapmak ise tevekküle aykırı sayılmıştır. (15)
    Buna göre tıbbî tedavi kesin ise farz, ihtimalli ise mubah, hatta mendup olmaktadır. «Tedavi olunuz, çünkü derdi yaratan Allah, devayı da yaratmıştır.»
(16) hadisi bunu göstermektedir.
    2) Okuyup yazmak suretiyle tedavi:
    Yukarıdaki üçlü taksimde bu çeşit tedavinin mubah olduğunu, fakat tevekküle aykırı telakki edildiğini gördük.
Okumak suretiyle tedavi hem Hz. Peygamber, hem de ashâb tarafından yapılmış, caiz ve müessir olduğu bu tatbikat ile anlaşılmıştır. Buhârî'nin tıb bölümünde ve diğer bölümlerde verdiği hadisler, bu nevi tedavide daha ziyâde Fatiha, İhlâs, Felâk, Nâs sureleri ile bazı duaların okunduğunu ifade etmektedir. Bu sûreler ve dualar nazar değmesi gibi manevi sebepli hastalıklara okunduğu gibi, yılan ve akrep sokması kabilinden maddi sebepli hastalıklara da okunmuş ve netice alınmıştır.
    Bazı âlimler okuma gibi yazıp hastanın bir yerine asmak, tasa yazıp suyunu içirmek suretiyle yapılanı da caiz görmüşlerdir.
(16/1)
    Okuma ve yazma suretiyle tedavinin caiz olabilmesi için bazı şartlar vardır:
    a) Okunan ve yazılan âyet, hadis veya mânâsı anlaşılan dua olacaktır.
    b) Mânası bilinmeyen bir takım isim, harf ve rakkamlar kullanılmayacaktır.
    c) Tıbbî tedavide olduğu gibi burada da şifâ verenin yalnız Allah olduğuna inanılacaktır.
    d) Sevdirmek, nefret ettirmek gibi tedavi ile alakası bulunmayan, gayr-i meşru maksatlarla yapılmayacaktır.
(17)
    Cumhûr, meşru ve şartlarına uygun olan okuma ve yazma yoluyla tedaviden (rukye) ücret almanın da caiz olduğu hükmünü benimsemişlerdir.
(18)
   
H — Şefaat ve tevessül:
    Bir kimsenin diğerinden yardım dilemesi vasıtasız ve vasıtalı olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi (vasıtasız olanı) çaresizlik ve sıkışma halinde olursa «istiğase: imdat isteme», normal durumda olursa «istiâne: yardım isteme» diye ifâde edilir. Kulun gücü yeteceği işte ondan yardım ve imdat dilemek caizdir; bu durumda da asıl yardımın Allah'tan olduğunu, kulun vâsıta bulunduğunu bilmek gerekir. Kulun gücü ve irâdesi içinde olmayan şeyleri ondan istemek caiz değildir; yaratma, hidâyet, şifâ gibi.
(19)
    Allah'tan istenecek bir şeye kulu aracı ve vâsıta yapmak «şefaat» ve «tevessül» kelimeleriyle ifade edilir.
    1. Şefaat:
    Kur'an-ı Kerim'de, Allah'ın izni ve rızâsı olmadan hiç bir kimsenin, O'nun nezdinde şefaat edemiyeceği ifade buyurulmuştur. (el-Bakara: 2/255; Tâhâ; 20/100; el-Enbiyâ: 21/28).
    Sahih hadisler kıyamet günü, Şefi'u'l-ümem (s.a.v.) Efendimiz'in, Allah'ın izni ile şefaat edeceğini bildirmektedir.
    Bu âyet ve hadisler karşısında ümmet şefaati ittifakla kabul etmiş, ancak mefhumunda farklı görüşler getirmişlerdir:
    Bilindiği üzere halk arasında şefaat, araya ricacı koyarak bir kimsenin diğerine, yapmayacağını yaptırmak, yapacağını yaptırmamak istemesi mânasında kullanılır.
    Allah'ın hüküm ve kararı âdil ve kesindir. Onun hakkında, bu mânada bir şefaat düşünülemez. İşte selef böyle düşünerek «şefaat haktır, Allah Teâlâ'nın, kıyamet gününde bazı kullarına tanıyacağı bir meziyettir, imtiyazdır; ancak manâ ve mahiyetini biz bilemeyiz» demişlerdir.
    Sonrakiler ise şefaate: «Allah nezdinde yapılacak şefaat, Zât-ı Kerim'inin kabul buyuracağı bir duadır» mânasını vermiş, bu anlayışı benimsemişlerdir.
(20)
    2. Tevessül:
    Tevessül, aracı (vesile) kılmak mânasında olup, aracı kılınanın amel veya şahıs olması bakımından ikiye ayrılır:
    a) Amel ile tevessül:
    Bir kimse, iyi bir amelini ortaya koyarak, bunu aracı kılarak Allah Teâlâ'dan dilekte bulunabilir.
   «Ey imân edenler! Allah'tan sakının, O'na ulaşmaya yol (vesile) arayın, yolunda cihad edin ki kurtulasınız...» (el-Mâide: 5/35) âyetinin şahıs ile tevessül mânasında ihtilâf edilmiş olmakla beraber, amel ile tevessül mâna ve hükmünde ittifak edilmiştir.
    Bu nevi tevessülün Sünnet'de de delil ve örnekleri vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in anlattığına göre üç kişinin sığındığı bir mağaranın ağzını büyük bir kaya kapatmıştı. Her biri en iyi amelini vesile kılarak Allah'a dua etmeye karar verdiler. Birincisi ana ve babasına itaati, ikincisi Allah korkusu ve iffeti, üçüncüsü kul hakkına riâyeti ile alâkalı en seçkin amellerini vesile kılarak yalvardılar ve Allah tarafından kayanın, mağara ağzından çekilmesi ile kurtuldular
(21).
    b) Şahısla tevessül:
    Araya, Allah'ın sevdiği bilinen veya sanılan bir kulu konularak taleb üç nevidir.
    Birincisi: Şefaat mânasında tevessüldür; yâni araya konan şahıs, isteyen nâmına dua eder, talepte bulunur. Hz. Ömer (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v)'in amcası Abbas ile tevessül ederek: «Ya Rabbi, kuraklık içinde kalınca Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik, bize yağmur verirdin; şimdi de O'nun amcası ile tevessül ediyoruz, bizi suya kavuştur» derdi ve yağmur yağardı
(22) Burada tevessül Hz. Abbas'ın onlar için dua etmesi, onların da bu duaya katılmaları şeklinde olmaktadır.
    Bu sağlam rivayetler sebebiyle mezkûr tevessül, ulamanın ekseriyetince benimsenmiştir.
    İkincisi: Vesile kılınan şahsın, Allah nezdindeki değerine dayanarak tevessüldür. Eğer bu şahıs Habib-i Hûda (s.a.v.) ise ekseriyet bunu da caiz görmüştür.
    Birisi peygamberimiz (s.a.v.)'e gelerek «Ya Rasûlullah! Gözlerim kapandı, benim için Allah'a dua buyur» dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurdu: Abdest al, iki rek'at namaz kıl, sonra da şöyle de: «Allah'ım, Peygamberin Muhammed ile sana yönelerek yalvarıyorum; Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum; Allah'ım onun, hakkımdaki şefaatini kabul buyur.» ve ekledi: «Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap.»
Bunun üzerine adamın gözü açıldı.
(23)
    Vesile kılınan Peygamberimiz'den başka birisi ise bâzı âlimler bunu da caiz görmüş, bâzıları görmemişlerdir.
    Üçüncüsü: Vefat etmiş bir kimse ile ikinci mânada tevessüldür. Bu tevessül çeşidi de tasavvuf erbabı ile birçok ulemâ tarafından caiz görülmüştür. İbn-i Teymiyye ve taraftarları ise dua manalı şefaat dışında kalan tevessül nevilerini caiz görmemişlerdir.
(24)
    Başı oldukça kavgalı olan tevessül meselesinde titizlik gösterilen nokta tevhid inancının korunmasıdır. Bilindiği gibi dua bir ibâdettir ve ibâdet ancak Allah'a yapılır; yardım da —vasıtalı ve vasıtasız— yalnız Allah'tan gelir: «Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz» (Fatiha). Tevessülü caiz görenler ise tevessül edenin şirk koşmadığını, bunun tevhid inancına aykırı olmadığını söylemişlerdir.
    Uygulamada her tevessül edenin şirk koştuğu iddia edilemez. Her üç nevi tevessülü, usulünce kullanan, istediğini Allah'tan isteyen, yardımı O'ndan bekleyen; ancak kendi aczini, kusurunu, günâhını bildiği için bir Allah sevgilisini araya koyan, onun hatırı için isteyen kimseye «sen şirk koştun, haram işledin» denemez.
    Ancak türbelerin etrafında toplanan, dede ve tekkelere kurbanlar kesen, adaklar adayan, ellerini kaldırarak, ölülerden medet, imdat, şifâ... bekleyen kimselerin hatalı hareket ettikleri, imanlarını tehlikeye düşürdükleri bir gerçektir; onlara yolun doğrusunu göstermek mürşidlerin görevidir.
   
İ — Uğurlu veya uğursuz saymak:
    1. Uğursuz saymak:
    İnsanlar, eskiden beri bazı yer, zaman, şahıs ve şeyleri uğursuz veya uğurlu saymışlar, bu inanca göre karar verdikleri, hareket ettikleri olmuştur. Hiçbir ilmi ve dini esâsa dayanmayan bu inanç İslâmda reddedilmiş, uğur veya uğursuzluğu insanların kendi inanç ve davranışlarında aramaları istenmiştir.
    Hz. Peygamber (s.a.v.) buna benzer başka inanışları da zikrederek şöyle buyurmuştur: «Hastalığın bir başkasına geçmesi, uğursuzluk, (ölü ruhunun temsilcisi) baykuş, karındaki yılan diye birşey yoktur; cüzzamlıdan —arslandan kaçar gibi— kaçın.»
(25)
    Hadisin başında «hastalığın birinden diğerine geçmesi (sirayet, salgın) diye birşey yoktur» derken, sonunda «cüzzamlıdan uzak durulması» emrolunuyor. Hadisi açıklayan bilginler burada biri inanç diğeri davranış ile ilgili iki noktanın bulunduğunu söylemişlerdir;
    a) İnanç: Hastalığı yaratan, insanı hasta eden, bunu belli kanunlara bağlayan Allah'tır. Bir hasta ile temas eden iki kişiden biri hastalığa yakalanıp diğeri sağlıklı kalabilir; bu Allah'ın iradesine bağlıdır.
    b) Davranış: Salgın hastalığın birinden diğerine geçmesi Allah'ın takdir ettiği, yarattığı bir tabiat kanunudur. Hasta ile temas, hastalanmanın sebebidir; sebepleri olaylara bağlayan yaratıcı bunu böyle dilemiştir; şu halde insanın bu sebeplerden kaçınması gerekir.
(26)
    Cahiliye devrinde araplar baykuşun, ölünün kemikleri veya ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve aç kalınca insanı öldürdüğüne, ürküttükleri hayvanların sağ veya sollarından karşı yöne gidişlerine göre uğur veya uğursuzluğa inanırlardı. Hadis bunların da aslı astarı bulunmadığını bildirmektedir.
    Bazı gün, şahıs, eşya ve yerleri uğursuz saymak, ölüm veya felâketten söz ederken kulak çekip tahtaya vurarak korunmaya çalışmak da aslı astarı olmayan inanç ve davranışlar arasındadır.
    Buhârî'nin bir başka rivayetinde «kadın, ev ve binekte uğursuzluktan» bahsedilmiştir. Çelişik görünen bu iki hadis üzerine yapılmış açıklamalar vardır:
    a) Hz. Aişe bu ikinci hadiste Peygamberimiz (s.a.) in cahiliye âdetini söylediğini, «onlar, bu üç şeyde uğursuzluk bulurlardı» dediğini ileri sürmüştür.
    b. Bazı alimler de bu üç şeyin genel hükümden müstesna tutulduğunu, bunların isabetsiz seçilmiş olmalarının uğursuzluk olduğunu ve bu takdirde onları terketmek lâzım geleceğini söylemişlerdir.
(27)
    2. Uğurlu saymak (tefe'ül):
    Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, uğursuzluk inancını reddederken «en iyisi uğurlu saymaktır (fe'l, tefe'ül)» buyurmuş, «Tefe'ül nedir ya Rasûallah!» dediklerinde «Herhangi birinizin duyduğu güzel, hayırlı bir sözdür» cevabını vermiştir.
(28)
    Buna göre bir kimsenin iyi bir söz duymasını, bir şeye yönelince ilk olarak «başarı, esenlik, mutluluk» gibi bir kelime işitmesini uğurlu saymasında mahzur yoktur.
    Uğur inancının hedefi insanların hayatlarını, mânâsız ve mesnetsiz vehimlere göre değil, gerçeklere göre düzenlemesi ve idare etmesidir.
   
I — Gelenekler ve bid'atler:
    İslâm dini geldiği zaman insanlar, bugün olduğu gibi çeşitli milletlere, büyük küçük topluluklara mensup bulunuyorlardı. Bu milletlerin ve toplulukların kendilerine mahsus inançları, âdetleri, gelenek ve görenekleri vardı. İslâmdan önceki çağa «câhiliyet» çağı, bu çağın İslama aykırı bulunan âdet ve inançlarına da «câhiliyye âdetleri» denilmektedir. Müslüman, saadet dini İslama girerken câhiliye inanç ve âdetlerinden soyunmak, arınmak, bu saadet iklimine öyle girmek mecburiyetinde idi. Fakat fertlerin, mensubu bulundukları toplumdan tevarüs ettiği inanç ve âdetleri bir anda tamamen terketmesi zor olduğu için Rasûlullah (s.a.) ve yolundakiler, bunlarla mücadele etmiş, en uygun metodları uygulayarak müslümanları bunlardan arındırmaya çalışmışlardır. İşte bu mücadele ve arındırma faaliyetinin, bid'at ve gelenek mefhumlarıyle yakın alâkası vardır.
    1) Bid'at:
    Peygamberimiz (s.a.)'in zamanında olmayan veya meşru telakki edilmeyen bir inanç, ibadet veya dini anlayış ve davranış bid'at mefhumu içinde yer almaktadır.
    Herhangi bir hareket, âlet ve anlayışın dini yönü olmadıkça; yâni iman ve ibâdet, sevap ve günah çerçevesine sokulmadıkça bid'atle alâkası yoktur, Hacca giderken deveye değil de uçağa binmek bid'at değildir; çünkü bunun inanç ibâdet, sevap, günah mefhumu ile bir alâkası yoktur. Türbelere horoz ve mum adamak, ölünün başında mum yakmak bid'attir; çünkü bu bir inanca dayanmakta, sevap umulmaktadır; halbuki dinimizde böyle bir inanç, ibadet ve sevap yolu mevcut değildir.
    2) Millî gelenekler:
    Bütün insanlığı tek millet halinde yaratmayıp millet ve kabileler halinde bölen, her birine ayrı özellikler veren Allahtır; ancak bu ayırışın hikmet ve sebepleri vardır:
    «Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır...» (el-Hucurât: 49/13) mealindeki âyet bu vakıayı anlatmakta ve hikmetlerinden birisine ışık tutmaktadır: «birbirinizi kolayca tanıyasınız». Birbirimizi niçin tanıyacağız? Çünkü insan tek başına yaşıyamaz, topluma ihtiyacı vardır, toplumun da diğer toplumlara ihtiyacı vardır. Şu halde bu ayrılış ve özelleştirişin hikmeti tanışma, anlaşma, dayanışma, birbirini tamamlama, hayatı kolaylaştırmadır...
    Ancak farklı millet ve kabileden olmayı bir tefâhur, başkalarını hor görme, zulüm vâsıtası kılmak asla caiz değildir. İnsan ancak iradesiyle kazandığı vasıf ve özelliklerle övülür veya kınanır. İman, ibâdet, Allah korkusu (takva), güzel ahlâk, bilgi ve marifet, hüner bunlar arasındadır. Arap, İngiliz, beyaz, siyah, Batılı, Doğulu olmak kimsenin elinde değildir; şu halde övme ve yerme konusu da yapılamaz, hele güçlünün zayıfı ezmesi ve hor görmesi için asla kullanılamaz:
    «Ey insanlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şâhid olarak adaleti gözetin; ister fakir, ister zengin olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın...» (en-Nisâ: 4/135)
    «Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir milletin (kavmin) —babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları (aşiretleri) olsa bile— Allah'a ve peygamberlerine karşı gelenlere sevgi beslediklerini görmezsin...» (el-Mücâdile: 59/22)
    Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor:
    «Asabiyete çağıran, bunun için çarpışan, bunun için ölen bizden değildir.» Sordular:
    — Asabiyet nedir yâ Rasûlullah? Cevap verdiler:
    — Milletine zulümde (haksız olduklarında) yardım etmendir-»
(29)
    Veda hutbesinde:
    Ey İnsanlar! Şüphe yok ki Rabbiniz birdir. Dikkat edin! Arabın yabancıya, yabancının Arab'a, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya, —takva ölçüsü dışında— bir üstünlüğü yoktur; en üstün olanınız Allah'a karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.»
(30)
    Zulme, haksızlığa, başkalarını hor görmeye sapılmaksızın milletini sevmek, memleketini sevmek, onları korumaya ve yükseltmeye çalışmak insanın fıtratından gelmektedir ve İslâm da fıtrî bir dindir. İnsan komşusuna, okul ve asker arkadaşına yakınlık duyarken, asırlar boyu dininin gösterdiği yüce hedefe koşmuş, geleneklerini İslâmın süzgecinden geçirerek tasfiye etmiş, Allah ve Rasûlünün hoşnut olduğu yüce vasıflar, faziletler iktisab etmiş, aynı dili konuşmuş, aynı tarihi yaşamış ve bütün bunları gelecek nesillere devretmiş olan milletini sevmesi, bu gelenekleri koruması tabiîdir. Sevgi Allah için (lillah) ve Allah yolunda (fillah) oldukça ibâdettir. Bu sevgi, aynı dini ve ideali benimsemiş diğer milletlerle bütünleşmeye de zarar vermez, aksine —âyetin ifadesiyle— bunu kolaylaştırır.
    Sakınılacak, dikkat edilecek nokta «bid'at ve İslâmın ruhuna, ahkâmına aykırılık» sınırıdır. Bu sınırın berisi helâl, ötesi haramdır.
DİPNOTLAR:
(1) Müslim, K. es-Selâm, 125; Ahmed Müsned, 2/429; 4/68.
(2) Bezzâr; Tlrmizi, K. et-Tahârah. 102; İbn Mâce, K. et-Tahârah, 122.
(3) Buhârî, K. Bed'i'l-halk, 6, 11; et-Tıb, 46; el-Edeb, 117; Müslim K. es-Selâm. 122, 123.
(4) Hâk Dini Kur'ân Dili, C. VIII, s. 6365.
(5) Spirtualizm, İst. 1949, s. 133.
(6) Cin çağırma işi cemiyetimizde öteden beri bilinmekte idi, şimdikiler bunu biraz daha modernize ederek adına «ruh çağırma» dediler.
(7) ez-Zâriyât: 51/21.
(8) Vahiy ve ilhamın çeşitleri ile gaybden haber konusunda ilmi bilgi almak için bk. Dr. Tevfik et-Tavil, et-Tenebbu bi'l-Gayb, Kahire, 1945.
(9) İsmail Fenni, Lugatçe-i Felsefe, s. 405; Elmahlı M. H. Yazır, a.g. esr, s. 6361 vd.
(10) Elmalı'lı, ag. esr; s. 6162 vd.
(11) Buhâri, K. el-Vasâyâ, 23; K. et-Tıb, 48; Müslim, K. el-İmân, 144.
(12) Ali Mahfuz, el-İbdâ' fi madarri'l-İbtidâ', 4. B. s. 423 vd.
(13) Ahmed; Hâkim; Nesâî, K. ez-Zineb, 17; İbn Mâce. K. et-Tıb, 39.
(14) Buhâri, K. et-Tıb, 36; Müslim, K. es-Selâm, 41.
(15) Elmalılı, ag. eser, s. 6396 (Sirâciyye, İmadiyye ve Hindiyye'den naklen.)
(16) Buhâri, K. et-Tıb, 4, 12, 24...; Muvatta'. K. el-Ayn, 12. Ahmed Musned, 1/413, 446; 3/156.
(16/1) Elmalılı, ag. esr., s. 6397.
(17) Elmalılı ag. esr, s. 6397; A. Mahfûz, ag. esr, s. 424 vd.
(18) el-Aynî, Umdetu'l-qârî, C. V, s. 647.
(19) A. Mahfuz, ag. esr, s. 196 vd.
(20) Aynı eser, s. 197-198.
(21) Buhâri, K. el-Enbiyâ. 53; Müslim, K. ez-Zikr, 100.
(22) Buhari, K. el-İstıska, 3; K. Fedâili's-ahâbe, 11.
(23) Tirmizi, K. ed-Da'avât. 118; İbn Mâce, K. el-İkâmeh, 189; Ahmed, Müsned, 4/138.
(24) A. Mahfuz, ag. esr, s. 199-204. Tevessül hakkında İbn Teymiyye taraftarlarının görüşü için bk. İbn el-Âlûsi, Cilâu'l-Ayneyn, Kahire, 1961, s. 432-505; M. Ebu Zehra, İbn Teymiyye, Kahire, 1958, s. 320 vd.; karşı görüş için bak. es-Sübki, Şifâu'ssekâm, Kahire 1318, s. 133-149; M. Zâhid el-Kevserî, Muhikku't-Tekavvül, Kahire 1369.
(25) Buhâri, K. et-Tıb, 19, 25, 43-45; Müslim, K. es-Selârn. 102 vd.
(26) el-Aynî, ag. esr, C. X, s. 168 vd. «Hasta hayvanları, sağlıklı hayvanlara katmayı» meneden Buhari hadisi de aynı hükmü desteklemektedir.
(27) el-Ayni, ag. esr, s. 196.
(28) Buhârî, K. et-Tıb, 43, 44; Müslim, K. es-Selâm, 110.
(29) Ebû-Dâvûd. K. el-Edeb. 112; Müslim, K. el-İmârah 57.
(30) Beyhâki, es-Sünnenu'l-Kubrâ, C. V. s. 139.

KAYNAK: KARAMAN, Hayreddin; "Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar", Nesil Yayınları, s.140-158

Çağrı Web Ana Sayfası
ÇAĞRI WEB 2001