TASAVVUF ISTILÂHLARI
Tasavvuf ilminin, çok geniş ve derinlemesine incelenip te'vil ve tefsîr olunmuş, bir ıstılah (terim) lügati vardır. Biz burada okuyucuya yeterli bilgi verecek şekilde mühim olanlarını ele alarak manalarını vereceğiz.
TARÎKATTE USUL-Î AŞERE
Tarikatte on usul vardır ki,
Necmüddin Kübrâ rahmetullahi aleyh "Usûlü'l-Aşere"1 adlı eserinde bunları şu
şekilde sıralamıştır:
1. Tevbe, 2. Zühd, 3. Teveklül, 4. Kanaat, 5. Uzlet, 6. Zikre
mülâzemet, 7. Tamamiyle Hakk'a dönmek, 8. Sabır, 9. Murâkabe 10. Rıza.
İşte bu esasların hakikatleri iyi anlaşılırsa, İslam
tasavvufunun ruhu meydana çıkar. Bir kısım dervişlerin ve bazı müteşeyyihlerin
telkin ettikleri ve halkı hak ve hakikatten uzaklaştıran manalara ve te'villere
kapılmamak için bu esasların bir bir tahlil edilmesi icabetmektedir.
1. Tevbe:
Tevbeyi Peygamber Efendimiz "nedamet'le tarif buyurmuştur.2 Yani bir mü'min beşeriyet
iktizâsı bilerek bir günah işler veya bir hatada bulunursa bundan dolayı çok
üzülür, kendi kendini levmeder, pişman olur ve bütün hayatınca bir daha işlememeye
karar verirse, tarif-i nebeviyyeye uygun tevbe etmiş olur. İşte bu tevbedir ki,
günahı kökünden söker götürür. Yine Efendimizin: "Günahından tevbe eden,
hiç günah işlememiş gibidir"3 mealindeki hadîs-i serifinin hükmü tebeyyün eder. Yoksa
şairin tasviri gibi, elde tesbih, dilde tevbe, fakat kalbi arzuladığı hevâ vü
hevesiyle meşgul olursa, nefesi tevbe kapılarına ulaşamaz.
2. Zühd:
Her türlü mesaviden, kîl ü kalden, abesten sakınmaktır. Bu,
kuvvetli bir irade mes'elesidir. Çünkü, cemiyet içinde bundan kurtulmak çok
müşkildir. Görülen herhangi bir kötülüğü Peygamber Efendimizin tarifi veçhile,
"Önce eliyle, eğer muktedir değilse güzellikle söyleyerek diliyle iknâa
çalışmak, ona da imkan bulamazsa, oradan uzaklaşarak kalbi ile nefret etmek"
zühddür.4
Fakat, başkalarına gördüğü kötülüğü anlatmak ve onun izalesinin lüzümunu
belirtmek, zahidin ayrıca vazifesidir. Yoksa "Benim neme lazım, günahı kendisine
aittir" derse, vazifesini tam yapmamış, zımmen günaha iştirak etmiş olur.
"Zühd, yalnız zahidin kendisine ait değildir, halkı da koruması tarikin
icabıdır." Ancak herhangi bir kötülük zikredilirken, onu yapanların teşhisi ve
ilanına lüzum yoktur; kötü olan fiildir. Maksat fiili zem ve takbihtir.
Yapanın şu veya bu olması, kötülüğün hüviyetini değiştirmez,
olabilir ki kötü hüviyetini taşımış olan kimse fi'lin icrâsından bir an sonra
nedâmet etmiş, karşısındakinin kalbini almış ve ihkâk-ı hak etmiştir. Bilfarz
vak'ayı bir gün, sonra nakleden zahid, bilmiyerek gıybet çukuruna düşebilir. Onun
içindir ki vak'ayı anlatıp, halkın sakınmasını te'mine çalışmak, hakk'a
rehberliğin icabıdır. Asr sûresindeki emir de böyledir.5
3. Tevekkül:
Yer yer ve zaman zaman yanlış tefsire maruz kalan esaslardan biri de
tevekküldür. Tevekkül, her işte bütün sebebleri yerine getirdikten sonra, Hak'tan
vaki olan ve olacak tecellîye muntazır olmaktır; yani Peygamber Efendimizin buyurduğu
gibi deveyi bağladıktan sonra Hakk'a bağlanmaktır.6 Evin kapısını açık bırakmak, hırsıza girebilirsin demek
olur. Bu Hakk'a tevekkül değil, haşa Allah'a bekçilik teklif etmek demektir.
Tevekkül, kulca, yapılması lazım gelen herşeyi yaptıktan sonra Hakk'a iltica
etmektir. Yani kulun kudret ve vüs'ati dahilinde, her ne yapılmak icabediyorsa, hepsini
yapıp, Hakk'a boyun eğmektir. Yoksa, "Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel
eyler" sözünü anlamadan, tevekküle tatbik etmek vebâl olur. Kul, Hakk'ın
verdiği cüz'î iradeyi kullandıktan sonra, Mevlâ'nın tecelliyatını beklemelidir.
4. Kanaat:
Bu esas da çok kere yanlış tefsir ve te'vil edilen on esastan
biridir. Kanaatin tükenmez bir hazine olduğu, kanaat edenin açlığı kalmıyacağı
yolunda ve bu mealdeki ehâdis yanlış tefsirlere mesned gösterilmiştir. Kanaat,
çalışıp çabalıyarak, bütün cehdini sarfettikten sonra, eline geçene razı
olmaktır. "Ben on saat çalıştım, on lira aldım, o beş saat çalıştı, yüz
lira kazandı" dediğin zaman, kanaatin ne demek alduğunu anlamadığın meydana
çıkar. Cenab-ı Hak herkesin erzakını birer sebebe bağlayarak taksim etmiştir.7 Senin rızk-ı maksûmun
her ne ise, o eline geçecektir. Bugün on saatte on lira, yarın beş saatte yüz lirayı
sen kazanacaksın; o ise, bir gün evvel senin kazandığına sahip olacaktır. Bütün
kainat her gün başka tecelliye mazhardır. Sen de onların içindesin. O gün, o an
Hak'dan her neye mazhar oldunsa, ona teşekkür etmek hakikî kanaattir. Çoğa sevinip,
aza üzülmek kanaat değildir, şair ne güzel söyler:
Rızk-ı maksûma kanaattir meâli hikmetin.
5. Uzlet:
Bu mefhum da, halktan uzaklaşıp, bir köşeye çekilmek ve ibadetle
meşgul olmak zannedilmiştir. Halbuki: Uzlet, iş zamanı içinde, halkın arasında
bulunmak ve onlara faydalı olmak, iş zamanı dışında "leh ü la'b",
"hevâ vü heves" peşinde koşanların arasında bulunmamak için evine,
ailesinin yanına dönmek ve onlara faydalı olmaya çalışmaktır.
Yoksa herkes halktan teberri edip, bir köşeye çekilecek olursa,
emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker vazifesini kim yapacak? Yine Asr sûresi bize
rehberlik edecek, hüsrana düşmemek için birbirimize hakkı ve doğruyu göstermek ve
anlatmak; iş zamanı daima halkın arasında bulunmak iktiza edecektir.
6. Zikre mülâzemet:
Zikre mülâzemet etmek, zikirden halî kalmamak demektir. Zikre
mülâzemet, daima Hakk'ı hatırlamak ve anmaktır.
"Unuttuğun zaman Rabbini zikret"8 ayet-i kerimesinin meâli, "Rabbini
hatırından çıkarma" demektir. Beşerî gafletle masivaya rabt-ı kalb edildiği
zaman, derhal kendine gelip, masivanın halikını düşünmek lüzümunu ihtardır. Bunu
te'yid eden diğer:
"Ayakta, otururken ve yattıkları zaman Hakk'ı ananlar, yerin ve
göğün sebeb-i hilkatini düşünerek şöyle derler: "Ya Rabbi, görülüyor ki
sen bunları boş yere yaratmadın, hepsinin muhakkak sebebleri vardır. Biz hata edersek,
sen bizi azabdan koru"9 mealindeki ayet-i kerimede de sarâhaten görülüyor ki, zikre
mülâzemet, tefekkürle Hakk'ı anmaktır. Yoksa bir fikre istinad etmeden,
düşünmeden, ne yaptığını bilmeden "esma-yı hüsna"yı çekmek,
Kur'an'ın, zikri tarif ettiği medlûle uygun düşmez. Evvelce de bahsedildiği gibi en
büyük ve etemm-i zikir namazdır. İnsan bütün varlığıyla, Kur'an ile, salavat ile
dua ile bir arada namaz içinde Hakk'ı zikretmiş oluyor. Namazda okuduğunun manasını
bilmeyenler bile, okuduklarının lafzını düşünmeleri, namazın huşû'unu sağlar.
Farz ve nafile ibadetler dışında zikre mülâzemet nasıl te'min
edilir?
Evinden çıkıp, işine giden adam, karşısına çıkan canlı -
cansız neye baksa, ondaki varlığın Hak'dan olduğunu düşünmesi zikirdir. Saksıdaki
çiçeğe, uçan kelebeğe, vızıldayan arıya, rastladığı karınca yuvasına,
uçuşan kuşlara, hülasa yerde ve gökte ne görürse onu ibretle düşünüp, Halik'in
kudretim anması zikirdir.
Oduncu baltasını sallarken, demirci örse vururken, bahçıvan
toprağı bellerken, şair şi'rini, muharrir yazısını, müellif kitabını yazarken
bileklerinde, kollarında, kafalarında mevcut kuvvetin ancak Hakk'ın vergisi olduğunu
hatırlamak zikirdir.
Karada dolaşan, karadaki mahlûkatı, vapurda, kayıkta gezen,
denizleri, okyanuslara ve içindeki binbir yaratığı, uçakta giden, gökyüzünün
azamet ve dehşeti ve bilenler Kur'an-ı Kerim' de bunlara ait ayetleri hatırlayıp,
Halik-i Kainat'in kudretini, azametini düşünmeleri hep ayrı ayrı birer zikirdir ki,
Kur'an-ı Kerim ile me'mur olduğumuz zikirler bunlardır; zikre mülâzemetten maksat da
budur. Yoksa işi gücü bırakıp bir köşeye çekilerek tesbih çekmenin sevap yerine
sorumluluğu arttıracağını bilmek zamanı artık gelmiş ve geçmektedir.
Evet sorumludur. Çünkü, efdal-i ibadetin ne olduğunu ve hangi
fi'lin kendisi için amel-i salih olacağını düşünüp öğrenmemiştir. Alimin,
Hakk'ın rızası için bilgisini yaymayı, parası olanın fazlasını yine Hakk'ın
rızası için, başkalarına dağıtması; bedeni gücü olanın, onu muhtaç olanlara
yardımda bulunması ve kendisinde mevcut o kudretin Hakk'ın bir lutfu olduğunu
düşünerek hareket etmesi yine bir zikirdir. Zikri böyle etraflı anlamadan sofî
hüviyeti tahakkuk edemez.
7. Hakk'a tamamiyle teveccüh:
Allah'a bütün varlığıyla teveccüh etmek demek, ondan maadâ ne
varsa hepsinden, yani bir kelime ile masivâdan kalbi temizlemektir. İşte o zaman
bilkülliye Hakk'a dönülmüş olur. Zira herhangi bir ibadette, mahlûkattan herhangi
birinde veya eşyada bir kuvvetin vücuduna inanmak şirk-i hafîdir. Bunu düşünen,
Hakk'a tamamiyle yönelmiş olmaz. Herhangi bir hacetini, hakikatte kendi gibi aciz olup
da, kaderin şevkiyle suyun başında bulunan birinden istemesi, teveccüh ve vuslata
engeldir. Hele suyun başındaki nâkes olursa. Şairin dediği gibi:
"Şayet bir pespâyeyi yüksek mevkide görürsen asla ona
ihtiyacını açma".
Yine şairin beyanına göre:
Âhenden olsa da feleğin çek kemânını
Çekme cihanda siflelerin imtinânını.
"Eğer feleğin yayı demirden de olsa onu bükmeye gayret et,
yani hayatın zorluklarına, acılarına göğüs ger, yeter ki, bu cihanda alçakların
minnetini çekme".
Hülasa, tamamiyle Hakk'a dönmek, devamlı bir mücâhede-i nefsiyye
ile mümkündür.
8. Sabır:
Kur'an-ı Kerim'in yüz üç yerinde muhtelif vezinlerle geçer. Sabır
kelimesine Cenab-ı Hak, insanların bilhassa nazar-ı dikkatini çekmektedir.
Güzel bir söz vardır: "Sabır insanların bu ikinci şecâati
belki birincisinden daha mühimdir".
Peygamber Efendimizin duaları meyânında: "Ya Rabbi; beni gazab
halinde adaletten ayırma" niyazında mündemiç, sabır fazileti vardır. Sabır,
nefis terbiyesinin şüphesiz en mühim bir merhalesidir. Çünkü, her gün insanoğlu,
maddî-manevî birçok elem, ızdırap, keder ve ruhî teşevvüşlere maruz kalabilir.
Kendisi bunları izaleye muktedir olamadığı zaman, türlü feveranlar yapar. Bunlar
maddesine ve rûhuna zarar verir. Sabır terbiyesini edinmeyen insanlar daima isyan
halindedir, isyan ise mutlaka zarar getirir. İsyan, şehevat-ı nefse ittibâyı
arttırır, şehevat-ı nefse sabretmek, nefsin hoşlandıklarını ve itiyadatı terk
yolunda sabr u sebat etmektir.10 Ma'siyetleri, alacağı tedbirlerle gidermeye muktedir olamayan
insan, aczini düşünüp hayr u şerrin hâlikı ancak Allah olduğuna inanarak
sabretmesi en büyük bir mertebe-i kemaldir. Bu rütbe, insanoğlunu her şeyden korur,
mü'minin indallah derecesini yükseltir.
Ancak sabrı acizle, meskenetle, ihmalle, terahî ile
karıştırmamalıdır. Bu haller izzet-i İslam'ı rencide eder. Binâenaleyh elinde
mevcut maddî ve manevî kuvvetlerle izalesine muktedir olduğu nefsine ve cemiyetine
râci her türlü kötülüğü ortadan kaldırmak şahsî bir vazifedir, bunun sabırla
alakası yoktur. Herkes, münkerin def'ine me'murdur.
9. Murâkabe:
Murakabe, herkesin, nefsini kontrol etmesinden ibarettir. Dünya ve
ahiret vazifesinden fariğ bulunduğu zamanlar, işlediği amellerin iyi veya kötüsünü
düşünüp, iyi yaptıkları işler için şükür, kötü hareketleri için istiğfar
ederek, kötülüklerin tekerrüründen Hakk'ın kendisini korumasına dua etmektir. Bu
murakabe bir nev'i bilançodur, kar ve zarar hesabıdır. Bunu her gün yapmayan, yani
a'mâlini kontrol etmeyen hüsrana düşer, zarar muhakkaktır, programsız hayata
sürüklenir. Bu murakabede rehber ve mürşidin söyledikleri de düşünülecektir. Bu
rehber ve mürşid önce Kitab ve sünnettir veya bu hükümleri telkin ve irşad eden
zattır. Murakabesiz geçen gün, ertesi güne ayna tutamaz, ışık veremez. İnsan
gaflet perdesine bürünür, hakikatten nasip alamaz. Büyük mürşidler, murakabeleri
esnasında ilham niyaz ederler, tecellîye göre hareket ederler, salikin ve mürşidin
murâkabeleri ayrı ayrıdır.
10. Rızâ:
Tasavvufta bu makam, en son mertebedir. Her ne tecellî ve zuhur
ederse, içinden ona boyun eğmektir.
"Herşeyin bir sebebi vardır"" meâlindeki ayet-i kerimeyi düşünerek,
Müsebbibü'l-Esbab'ın hikmetlerini anlamaya çalışmak:
"Her bir güçlüğü, mutlaka bir kolaylığın takip
edeceği"12 düstür-i
furkanîsini hatırdan çıkarmamak, dileklerine uygun tecelliyatta ifratla meserreti
izhar etmemek, üzücü vak'alarda elemini duyduğu gibi açıklamamak sabır ile
rızânın birleştiği noktalardır.
Kur'ân-ı Kerim'de Hızır ile Musa kıssası,13 yine sabır ile rızayı
ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
*
İşte tasavvufun bu on esası, saliki
kemal mertebesine ulaştırmak için en sağlam yoldur. Kendini irşad için karşısına
çıkacak rehberin zuhûruna kadar nefsini bu güzîde hasletlere alıştırması ve kendi
kendine mutlaka bir rehber aramaya kalkmaması, hakikî sülûkün ilk merhalesidir.
Tecellînin hangi yoldan geleceği belli olmaz. Mürşidin dışında rüyayı saliha veya
ilhamlar olabilir. Kendi cehdiyle mertebe kazanan kimsenin basîretindeki cila, gözü
açık âmâlara bile ışık verebilir.
Hülasa, tasavvuf bu on temelde gayet güzel özetlenebilir. Tasavvufun
eşkal, merasim ve ayine ait hususları teferruattan ibarettir.
Her müslümanın, bir tarike intisap etmese de, hükmen bid'at-ı
seyyie sayılan hususlar dışında her tariki hoş görerek usül-i aşere ile yol
alması, eslem-i turuktur.
DİPNOTLAR
1_ Necmüddin Kübra'nın bu küçük
risalesinİ İsmail Hakkı Bursevî, "Şerh-i Usûlü'l-Aşere" adıyla
açıklamış ve bu şerh basılmıştır.
2_ İmam Ahmed, İbni Mace ve Hakim, Ebû Mes'ûd
radıyallahü anhden rivayet etmişlerdir.
3_ İbni Mace, Ebû Mes'ûd radıyallahü anhden.
4_ Sahîh-i Müslim, c. I, s. 29.
5_ Asr sûresi, ayet: 2-3. Meâli: İnsan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak
iman edip, salih ameller işleyenler birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler, bunun
dışındadır (hüsrandan kurtulurlar).
6_ Tirmizî, Enes radıyallahü anhden.
7_ Zuhruf sûresi, ayet: 32. Meali: Ey Resulüm! Rabbinin rahmetini onlar mı
taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz
taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün
kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
8_ Kehf sûresi, ayet: 84.
9_ Âli
İmrân süresi, ayet: 191.
10_ Şerhu Usûli'l-Aşere, s. 67.
11_ Kehf sûresi, ayet: 84.
12_ İnşirâh sûresi, ayet: 5-6.
13_ Kehf sûresi, ayet: 60-82
KAYNAK: Mâhir İZ; "Tasavvuf", KİTABEVİ, s.113-121 (KİTABEVİ 2; Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ)