TASAVVUFUN MÂHİYETİ
TASAVVUFUN MEVZUU
İlim, zâhir ilmi ve
bâtın ilmi olmak üzere iki kısımdır. Zahiri ilimler de, şeriat ilmi (naklî
ilimler) ile ulûm-i tabîa ve tecrübiyye (müsbet ilimler) olmak üzere ikiye ayrılır.
İlm-i batın ise, zevken bilinen ilimdir; yani imanın, İslam'ın
ihsanın zevk ile bilinmesidir ki, ileride göreceğimiz son ıstılahlarının
medlûlünü ve tasavvufun mevzu'unu teşkil eder.
Tasavvuf Hakk'ın hoşnutluğunu kazanmak ve ebedî saadete ermek için
nefisleri temizleme, ahlakı tasfiye, iç ve dışı tenvir, suret ve sîreti tezkiye
hallerinden bahseden bir ilimdir.
Tasavvufun mevzuu, tahallûk (ahlaklanma) ve tahakkuktur. Bunu
tasavvufu öğrenmek ve yaşamak olarak da ifade edebiliriz.
Tasavvuf zevken bilinen bir ilimdir. İmanın, İslam'ın ve ihsanın
zevken bilinmesidir. Tasavvuf ıstılahlarının hemen hepsi, tasavvufun mevzuunu teşkil
eder. Bunlardan başlıcaları:
Nefsini bilmek, kalbini bilmek, nefsini temizlemek, kalbini temizlemek
mükâşefe, müşahede, makamlar, kurb, vusûl, fena, bakâ, sekr, sahv, kabz, bast,
ilham gibi hâllerdir.
TASAVVUFUN GAYESİ
Tasavvuf, dünyanın
süsünden yüz çevirmek, insanların meyl edegeldiği geçici lezzetlerden korunmak,
halk ile beraber, Hakk'a yönelmektir.
Tasavvufun gayesi Hakk'ın rızasını kazanmak için nefisleri
temizlemekten, güzel ahlak sahibi olmaya çalışmaktan, kısaca Allah ve Resûlünün
ahlakiyle ahlaklanmaktan ibarettir.
Önceleri tasavvufun zuhûrunden maksat, ahlakı güzelleştirmek,
nefsi terbiye etmek, yani nefsi dine ram, dini nefs için vicdan kılmak, nefsi dinin
hükmü altına sokmak, salih ameller ve güzel ahlak ile süslenmekti.
Hazret-i Peygamber Efendimiz hatemü'l-enbiya olarak gönderilmelerinin
sebebini kendileri bizzat şöyle buyurmuşlardır:
"Ben mekârim-i ahlakı tamamlamak için gönderildim."1
Binâenaleyh tasavvufun ulaşmak istediği gaye, ahlakın kemal
mertebesine varmak için her hususta Peygamberimizin gittiği ve gösterdiği yoldan
yürüyüp, iç ve dış olgunluğu itibariyle insanlığın kemaline en güzel örnek
olan Fahr-i Kainat'ın hakikî vârisi olmaktır.
Ceset ve ruh
İnsan iki hakikatten müteşekkildir: Ceset ve ruh. Ruh için
Kur'ân-ı Kerim'de
"Rabbin meleklere: Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan
bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın,
demişti"2
"Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin
buyruğundan ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir. 3 buyurulmuştur.
İnsanın ikinci hakikati olan anâsır ve eczâ için ise:
"Allah'ın katında İsa'nın durumu -kendisini topraktan yaratıp
sonra (ol) demesiyle olmuş olan- Adem'in durumu gibidir"4
"Allah, (İblis'e): Sana emrettiğim halde, seni secdeden
alıkoyan nedir? (İblis): Beni ateşten, onu çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm,
cevabını verdi"5 mealindeki ayetler6 varid olmuştur.
Şimdi latîf olan ruh, kesif olan bedene girince anâsırın ruh
üzerinde yaptığı te'sirler, ruhun safvet-i asliyyesine halel getirdiğinden ve
insanın kemali ancak, ruhun safvetini muhafaza ile mümkün olacağından, ruhun, cismin
üzerine galibiyetini te'min için alınan tedbirler, tasavvufun gayesini teşkil
etmiştir.
TASAVVUFUN ÖZELLİKLERİ
İnsanların yerine
getirmesi gereken dinî hükümleri, zahirî ve batınî ameller olmak üzere iki
kısımda mütalaa etmek mümkündür. Bunları fertlerin maddî yapısını ilgilendiren
hükümler ile, kalbini alakadar eden ameller olarak da tarif edebiliriz.
Zahirî hükümler, emir ve nehiy olmak üzere iki kısımdır.
Emirler: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, hacca gitmektir. Yasaklar da: Adam
öldürmek, hırsızlık, içki içmek ve benzerleri olarak zikredilebilir.
Kalb ile ilgili hususlarda da emir ve yasaklar mevcuttur. Emirler:
Âmentünün esasları, ihlâs, rıza, doğruluk, huşû', tevekkül ve benzerleri;
yasaklar da: Küfür, nifak, kibir, riya, gurur, hased vesairleridir.
İbadet ihtiyacı
İbadetler ümanımızın kemale ermesini te'min eden vasıtalardır.
İnsanların yaratılış sebebi, Rabbini tanımak ve O'na ibadet etmektir. İbadet
mübtedî için bir sabır işidir. Ancak ubudiyet makamına ulaşmış insanlar bunu bir
zaruret olarak benimserler. Bu hal onlarda yemek, içmek, uyumak ve hatta onlardan da öte
ihtiyaç duyulan bir durum arzeder.
İnsanların mezmum sıfatlardan kurtulup, güzel ahlak sahibi
olmaları, kalb temizliğine bağlıdır. Allah Teala bu hususta şöyle buyurur:
"O gün ne mal, ne evlat, fayda verir. Ancak Allah'a temiz bir
kalble gelenler (kurtulurlar)"7
Peygamber Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde:
"Allah sizin maddî varlığınıza ve sûretlerinize değil,
kalblerinize bakar."8 buyurmuştur.
Tasavvufî esasların hemen hepsi (sohbet, zikir, halvet ve diğerleri)
tasavvuf erbabının Kitab ve Sünnet'ten iktibas ettiği hükümleri içine alır. Bu
esaslar şekil ve yer bakımından bedenî, ruh ve cevher cihetiyle de kalbidirler.
Kalbin hastalıklardan temizlenmesi
Tasavvufta aslolan, kalbin çeşitli hastalıklardan temizlenerek şifa
bulmasını te'min etmek, onu güzel sıfatlarla süslemektir.
Allah Teala'ya ulaşmanın yolları, tevbe, muhasebe, havf ve recâ
gibi kalbî makamlarla; sıdk, ihlâs, sabır gibi güzel hasletlerdir. Salik bu
vasıflarıyla Hakk'a yaklaşır, ma'rifet ehlinden olur ve bu suretle en yüce manevî
derecelere ulaşır.
Allah Teala'ya ulaşan yollarda seyretmek, salih mü'minlerin
sıfatıdır. Bu yolu Peygamberler gösterdi, onların varisleri olan alim ve mürşidler
de insanları bu yola kılavuzladı.
İslam'da esas olan tebliğ vazifesinin büyük bir kısmı tarikat
uluları tarafından yerine getirilmiştir. Bütün tarikatlerin amacı, insanları tek
olan "Tarikat-i Muhammediyye"ye ulaştırmaktır. Her tarikatin bu yola
yöneltme vasıtalarında bazı değişikliklerin olması da tabiîdir.
Ulvî ve süflî insanlar
Dünya yüzünde insanlar umumiyetle ulvî ve süflî olmak üzere iki
kısımdır. Ulvî olanlar Allah'a giden yolu bilen ve bulan kimselerdir. Süflî insanlar
ise bu yolları bilmezler. Bu gibi kimseler için Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyrulmuştur:
"Hak Teala, kimi hor kılarsa, onu yükseltecek bir kimse
bulunmaz. Şüphe yok ki Allah dilediğini yapar."9
Allah'a giden yolun gerçekte tek olduğunu belirtmiştik. Bazı
alimlerin ileri sürdükleri çeşitli yollardan murat, insanların istidatlarının
muhtelif oluşundandır. Bu söz tarikatlerin tek hedefe yöneldiklerini ifade eder. Zira
bütün tarikatler Hakk'ın hoşnutluğunu kazanmayı gaye kabul etmiştir. Fakat bu rıza
zaman ve mekan, şahıs ve ahval cihetinden çeşitli olabilir.
Allah Teala insanları çeşitli mizaç ve kabiliyette yaratmıştır.
Her müslüman kendi istidat ve durumuna göre sorumluluk taşır. Mesela ashab arasında
çeşitli meziyetlere sahip pekçok kimse vardı. Herbiri kendi istidat ve karakterine
göre İslam'ı temsil etmiştir. Hazret-i Ebûbekr, Ömer, Osman ve Ali radıyallühü
anhümde birbirlerinden farklı özellikler göze çarpmaktadır.
Tasavvufun ve tekkelerin te'siri
Tarikatler kuruluş gayeleri itibariyle cemiyete karışmış,
devletlerin içtimaî, siyasî ve iktisadî hayatlarında büyük rol oynamış,
insanları tek yolda (Kur'an yolu) birleştirmek istemiştir.
Müslümanların imanlarını güçlendirmek, olgunlaştırmak hedefine
yürüyen bu teşekküller, bütün irşad vasıtalarından faydalanmayı bilmişlerdir.
Bugün haberleşme vasıtalarının çoğalması, teknik imkanların artması, irşad
için büyük kolaylıklar getirmiştir.
Nefsi dine ram, dini nefis için vicdan kılmak hal ile mümkündür.
Tasavvufun "kâl"den ziyade "hâl" e ait bir ilim olduğunu
söyleyebiliriz. Tatmak ve sevmek, seyr ü sülûk neticesinde hissedilir. "Tatmayan
bilmez" sözü bu hususu belirtmek içindir. Yunus'un "Ballar balını
bulması" da bu demektir.
Felsefî düşünce aklî delillere dayanır. Tasavvuf aklın ötesinde
keşifle ma'rifetullaha ulaştırır. Kalb gözüyle Hakk'ı hisseden, ilme'l-yakînden,
hakka'l-yakîne ulaşır.
Tasavvufta gaye ma'rifetullahtır. Allah Teala'ya yakın olmak
müslümanın miracıdır. Peygamber aleyhisselam: "Namaz mü'minin miracıdır"
buyurmakla, Allah'a yakınlığın bu ibadet sayesinde tamamlanacağını ifade etmiştir.
Çünkü namaz, herşeyi bir kenara iterek, bütün varlığımızla Hakk'ın huzurunda
olmanın zevkine varmak, gerçek sevgiye ulaşmanın arzusuyla yanmaktır. Bu sevgi, ruhu
o büyük varlığa yüceltir. Bu sevginin, bütün benliğimizi sardığı,
damarlarımızda dolaştığı, kalblerimizi titrettiği, tüylerimizi ürperttiği zaman
varlığı hissedilir. İlahî aşk secdeye varan başımız ve ezan sesleriyle dolan
gönlümüzde yaşar ve artar.
Tasavvufta ayrıca, şeyhlik makamının manevî bir silsile ile
Hazret-i Peygamber'e ulaştığını, mürid, salik ve vasıl gibi dereceleri, sohbet ve
halvet gibi özellikleri, şeyh, velâyet, abdal gibi makamları, keşif ve kerameti
zikredebiliriz.
TASAVVUFUN MENŞEİ
Tasavvuf mesleğinin
menşei hakkında, iştikâkında olduğu gibi çeşitli görüşler mevcuttur.
Tasavvufun müslümanlar arasında zuhûru, hicrî ikinci asrın
ortalarına doğrudur.
Bugün elimizde mevcut eski tasavvuf kitaplarından sayılan
"Nefehâtü'l-Üns"ün beyanına göre, sofî ismi verilen ilk zat hicrî 150
tarihlerinde vefat etmiş olan Ebû Haşim isminde bir zahiddir."10 Bu zatın Suriye'de Remle
şehrinde bir zaviye meydana getirdiği ve saliklerine sofî ismi verdiği rivayet
edilmektedir.11
Süfyân Sevrî, Ebû Haşim hakkında:
"Ben Ebû Haşim'i görmeden önce sofinin ne olduğunu
bilmiyordum"12 demiştir.
Sofî ismi Peygamber Efendimiz zamanında yoktur. Bu kelime
"Tabiîn" devrinde söylenmeye başladı.
Sofîyyenin zuhuru
Peygamber Efendimiz zamanında bütün müslümanlar o'nun
sohbetlerinde feyz aldıklarından, kendilerine "sahabe" ismi verilmişti.
Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin irtihallerini müteakip,
sahabe-i kiramdan bu feyzi ahzedenlere "tabiîn" denmeye başlandı. Bu sırada
müslümanlar arasında vahdet zayıflamaya birtakım batıl fikirler İslam camiası
içerisine sokulup, salih ameller işlemekte, doğrulukta dinlerine olan samimi
bağlılıklarında, zühdü takvada ileri giderek uzlet ve vahdeti ihtiyar ettiler. Kendi
nefisleri için birtakım zaviye ve hücreler meydana getirdiler. Bu şekilde hareket eden
kimselere "sofîyye" denmeye başlandı.
İslamiyetin ilk zamanlarında nefislerini riyazat ve zahidliğe
vakfedenlere "zâhid, abid" gibi isimler verilirdi. Daha sonraları zâhidâne
hayata sülûk etmiş kimselere "sofi" denmeye başlandı.13
Kuşeyrî, Sühreverdî ve İmam Gazalî, sahte sofilerden
bahsettiklerinden, bir aralık "sofî" kelimesinin de "mütekellim"
kelimesi gibi fena manaya çekildiği istidlâl olunabilir. Fakat bu büyük zatların
eserlerinden sonra sofî kelimesi hakikî saliklere tahsis olunmuştur.14
Sofîyyenin zuhûru ile şeriat ilmi iki kısma ayrılmıştır:
a) Fukaha ve ehl-i fetvaya mahsus olan ahkam-ı âmmedir ki, ibadât ve
muamelattan ibarettir.
b) Tasavvuf ehline ait mücâhede, muhasebe-i nefs, bunlardan hasıl
olan zevk, vecd hâletleri, bunları ifade için kullanılan ıstılâhat ve izahattır.
Daha ziyade zevken anlaşılabilen bu haller için "Men lem yezuk lem ya'rif"
yani "Tatmayan bilmez" derler. Hazret-i Mevlana'ya "Âşıklık
nedir?" diye sordukları vakit: "Benim gibi ol da öğrenirsin" demiştir.
DİPNOTLAR
1_ Hadisi İmam Malik, Ebû Hûreyre'den
rivayet etmektedir.
2_ Hicr sûresi, ayet: 29.
3_ İsra sûresi, ayet: 85.
4_ Âl-i İmran süresi, ayet: 59.
5_ A'raf sûresi, ayet: 12.
6_ Ayrıca 2 numaralı dipnottaki ayet.
7_ Şuarâ sûresi, ayet: 89.
8_ Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
9_ Hac sûresi, ayet: 18.
10_ NefehatTerc.,s.86.
11_ Aynı yer.
12- Aynı yer.
13_ Hüccetü'l-İslam, s. 185.
14_ Aynı yer.
KAYNAK: Mâhir İZ; "Tasavvuf", KİTABEVİ, s.28-41 (KİTABEVİ 2; Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ)