COYOTTE VE SKİLİA – V

(Sıkıntılı Eser)

 

Ramona, hüzünlerin kadını, dul ve sıkıntılı. Çok ihtiyar bir annesi vardı, seksenlerinde. Türkçe bilmezdi, daha doğrusu az bilir ama konuşmazdı. Aslında soyu Niğde kökenliymiş ve daha sonra İstanbul’a göçmüşler. Göçler, ah bu göçler, insana tehciri, sürgünü, ilticâyı, monotoni’yi, tenâkuzu, sabrı, profesyonelleşememiş ne kadar hissiyât varsa hepsini öğretiyor. Kavramlar her dâim yer değiştiriyor, mânâ değiştiriyor, içleri bir doluyor bir boşalıyor. Âdetâ çeşme başında oturuyoruz, acı bir çeşme, gözlere iyi geldiği söylenen fakat içimi çok zor bir şifâlı su. Şifâsını hemen farq edemeyebiliriz, sonraları etkisini gösteriyor. Gözlere iyi geliyor bu acı ve şifâlı su. Lâkin, tam gözlerim keskinleşti dediğiniz yerde diğer duyularınızda olumsuzluklar daha doğrusu değişiklikler yaşıyorsunuz. Elleriniz hayatı kavrarken âdetâ bir timsahın dişlerini avına geçirmesi gibi, çok yırtıcı, çok vahşî ve çok acımasız. Hayatı kavramaktan hayatı acıtmak da  - birlikte - anlaşılıyor. Eller, dişe dönüşüyor. Aslında, insanın tekâmülünde ’EL’in önemi çok büyük. Hayatta kalmanın en kritik uzvudur. El, sopadır, değnektir, taştır, işârettir. Çeşme başında kavranan hayat, belki de biraz bilinçaltının etkisiyle, düşmana saldırır gibi, hoyratça ve delice kavranmaya çalışılıyor. Nerededir bu çılgınca sarılışın membâı? Öyle bir enerji açığa çıkıyor ki, damacanalarla su yetiştirseniz o hararet dinmek bilmiyor. Eller hayatı kavrayayım derken hayatın yüreğine batan bir dikene dönüşüyorlar, hayat orada, göğsünü gülün dikenine dayayarak düşen ve kanını güle reng olarak veren bülbül misâli kendini ’EL’e teslim eder ve rengini ’EL’e verir.

Ele verilen sâdece reng midir? Bu sualin cevabını ne Maria bilir, ne de Ramona. Sanmam. Belki, eşi Jak’tan mutmain ve razı olan çilli suretiyle öne çıkan dîni bütün Esther bilebilir. Çünkü o, iki bin sene evvel sürülmüşlüğün ne demek olduğunu genetiğinden bilir. Hücrelerine kadar işlemiştir ghetto kokusu ve rengi. Eğer ona sorma fırsatım olsaydı, ele verilen başka ne var?, diye, herhâlde ilk şey muvazene olurdu. Muvazene nasıl ele verilebilir ki? Çeşme başında olmayan bilemez mutlaka. Fransız edebiyatının dört devini akılda tutabilmek için, ‘La Racine boit l’eau de la fontaine Molière’ diye bir cümle kurulurdu. Anlamlı bir cümledir: Kök, suyu, Molière çeşmesinden içer. Dört isim ise şunlardır: Racine, Boileau, La Fontaine ve Molière.

            Çeşmenin başında, fransızca biliyorsanız eğer, Corneille’den şu dizeleri hatırlayabilirsiniz :

            Ô rage, ô déséspoir,

            Ô vieillesse ennemi,

N’ai-je donc tant vécu pour cette infamie

Ne suis-je blanchi dans les travaux guerriers

 

Ey çılgınlık (azgınlık, kuduzluk), ey ümidsizlik,

Ey düşman ihtiyarlık,

Bu ihânet (vefâsızlık) için mi bu kadar yaşadım,

Askerî işlerde (saçlarımı) ağarttım.

 

Corneille’in kahramanı, vefâsızlıktan, ihtiyarlıktan dem urarak ümidsizliğe düşer, pasif bir isyân çığılığı atar.

Sürgün vefâsızlığın keskin gözlerdeki kör noktasıdır. Eller mi yalnızca, çile çeker. Koku da yoktur, tad da. Saman gibidir uzaklar.

Akla bâzan Alphonse de Lamartine gelir, büyük romantik:

Le Lac (Göl) isimli şiirinde,

Ô lac, suspends ton vol,

Et vous, heures propices, suspendez votre vol.

Lamartine saatlerin ve zamanın, akışlarını durdurmalarını taleb eder. Durun der onlara, zamanın durmasını ister. ’Göl saatleri’ni yazan şâirimiz Lamartine’den çok etkilenmiştir. Sazlıklarda o dem bir kamış olmak vardır.

Hayatın devâm ettiği yerde alfabeler vardır, çeşit çeşit. Sürgün öğretir, tâlim ettirir. Sürgünde, elâlemin tasından içip, kuzinasından yemek güçtür. Exile’dir ve ’Exit’tir. Sürgünde hayat sıklıkla bir aerogastraljidir.

Aerogastralji: Αερογαστραλγια (Aerogastralgia). Αέρας (Aêras) : Hava - Γαστήρ (Gastîr): Karın, mide -Αλγος (Algos): Ağrı. Hava yutmaya bağlı karın ağrısı.

Sürgün, afakia’dır.

 Afakia: Αφακια (Afakia). A: Olumsuzluk öneki - Φακες (Fakes): Mercimek, mercek. Göz merceğinin olmaması durumu.

Sürgün, afazia’dır, afonia’dır.

Afazia: Αφασία (Afasîa). Α: Olumsuzluk öneki - Φασια (Fasia): Konuşma, ifâde etme. Konuşma bozukluğu. Bilinç yitimi.

Afonia: Αφωνία (Afonîa). A: Olumsuzluk öneki - Φωνή (Fonî): Ses. Ses kaybı, ses yitimi.

Sürgün, afyondur.

 Afyon: Oπιο (opio). oπόν (Opôn): Bitki sütü (kelimesinden mülhem).

Sürgün, agenesis’tir, aglossia’dır, agnozi’dir.

 Agenesis: Αγvνια (Ağonia). A: Olumsuzluk öneki - Γενέσις (Yenêsis): Oluş, tekvin. Tamamlanmamış oluş, eksik gelişim.

 Aglossia: Αγλωσσια (Ağlosia). A: Olumsuzluk öneki. Γλωσσα (Ğlosa): Dil. Dilin bulunmaması hâli.

 Agnozi: Αγνωσία (Agnosîa). Α: Olumsuzluk öneki - Γνώση (Gnôsi): Bilgi, fiqir. Bilmezlik hâli.

Hayatın devâm ettiği bu yerde olmayan herşey mevcud iken, mevcuda mugayyir eşyâ tunne. Bütün potanslar, erimiş ve küle dönmüş saatler gibidir. Garib garib bakarlar insanın suratına. Yaşayan ölüler’dir, canlı cenâzeler. Hayatın yüreğine bir akantha gibi saplanan El, onu hem kavrar, sarıp sarmalar hem de boğar, öldürür. El, kâtildir. Ey Sezar, şehidler seni selâmlıyor lafına zıdd Uthmanlı’da ‘Mağrurlanma padişâhım, senden büyük ALLAH var’ deyimi mevcuddur. Deus li volt, dediğimizde, İlâh’ın böyle istediğini anlatırız. Allah’ın Eli olan hekimler sürgünlere giderler, sıkıntılar yaşarlar, hâlâ yaşayanlar olduğu gibi geçmişte de bu hep olagelmiştir.

Bir Yemen hançeridir, bağrında hem taşı hem de ucu sürekli böğrüne batıp dursun. Sana, sürekli birşeyleri ve biryerleri haber versin. Elinle ha bire, sapını kavrayıp da, çık artık yuvandan lânetli varlık, devriliyor artık kalp ihtiyârlık dedirten cinsten kallavi bir hançer belki de bir meç. İki büklüm olmaya gelmez zira bulacağı ilk yol, içinde yattığı arktır. Hergeledir sürgün, hançerin donuk ve parlak yüzünde gezdirir boğazını, eğlenme kabilinden, sevişir uluorta gidinin kahpesi. Hasbin Allahû ve nime’l wekil ziqrindedir hançer. Kara bir tül gibi kat kat, salına salına iner geceler tûr-i Sînâ’ya inen nûr aydınlığında. Yıkar, döker, anasını ağlatır. Eller, emir kulu. Emirin demiri kesmesi kadar ânî ve fevrî, gırtlağın dokuz boğum olması kadar ertelemeci, baykuş kadar keskin ve netâmelidir sürgün.

Ece Ayhan, merhum, üslûbuyla hücrelerimiz pluripotent’tir abiler diyebiliriz.

Hawarî...

מצעע  (Matsaah, Maşiah): İbranîce Mesih, yoldaş, takibci, Hawarî´nin karşılığı. אועע (Avaah: Bağlı, fanatik, destekçi, sempatizan, taraftar, yandaş). Tanítvány (Macarca; tanîtvâni: şakird, tâkibci, talebe, gözbebeği, hawarî). követő (Macarca; követö: Bağlı, yandaş, hawarî). Apatsza (Macarca; Apatsa. Keşiş, İyşâ´nın yolundan giden İyşâ yandaşı, hawarî). Penganut (Endonezya dilinde. Bağlı, yandaş, hawarî). Seguace (İtalyanca. Bağlı, yandaş, hawarî, talebe, şakird). Apostolos (Yunanca; hawarî, yalvaç, yandaş, takibci). Opados (Yunanca; partizan, takibci, yandaş, yoldaş). Apôtre (Apôtr. Fransızca; Hawarî). Přívrženec (Priyvrtsenec. Çekçe; Bağlı, yandaş, hawarî, talebe, şakird).последовател (Posledovatel. Bulgarca; Bağlı, yandaş, hawarî, talebe, şakird). Pasues (Arnavutça; Bağlı, yandaş, hawarî, talebe, şakird, yoldaş, partizan). Sequaz (portekizce; Bağlı, yandaş, hawarî, talebe). Discipol (disipol. Rumence; Bağlı, yandaş, hawarî, talebe ), adept (Rumence; partizan, yoldaş, yandaş). поклонник (poklonnik. rusça; partizan, yoldaş, yandaş, hawarî). Sledbenik (sırbca ve hırvatça; partizan, yoldaş, yandaş, hawarî). Seguidor (İspanyolca; partizan, yoldaş, yandaş, hawarî). Anhängare (İsveççe; aynı anlamda). послідовник (poslidovnik. Ukrainca). Người theo (Vietnam dilinde).

Hawârî Kelimesinin Etimolojisi

 Hawarî kelimesi Arabî’ye Habeşçe’den geçmiş olup aslı "Havarya"dır ve yardımcı anlamına gelmektedir. Ayrıca “seçkin insan” anlamına da gelir.

Hawârî lâfzı, حَوْرٌ (hawr) kökünden türemiş bir kelimedir. Ancak, Arabî’de bu kökten türeyen kelimelerin birbirinden farqlı anlamları vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

Hawr, gözün beyazının çok beyaz, siyahının da çok siyah olması demektir. Ceylan ve sığır gözleri buna örnektir (İ. Manzur, 5/6: 296-303). Gözleri bu şekilde olan kadınlara havrâ’ denir ki; çoğulu ´hûr´dur. Dilimizde kullandığımız hûrî kelimesi buradan gelmektedir. Tenleri ve cild renkleri temiz ve beyaz olan kadınlarla, şehir kadınlarına da hawâriyyât denir. Hawr kökünden gelen hawârî ise, elbise ağartan demektir. Bunun için Arablar, elbiseyi iyice temizleyip bembeyaz yaptıkları zaman hawwartü’s-siyâbe derler. Hawârî kelimesi ´bütün ayıplardan arınmış´ anlamına da gelir ki; ağartılmış, hâlis una huwwâr denmesi bundandır. Ayrıca hawârî, hâlis ve samimî dost, bir kimseye ileri derecede yardım eden demektir. (İ. Manzur, a.y.; ez-Zebidî, 3:160-164) Türeyen bu kelimeler genel itibâriyle beyazlıkla, temizlikle alâkalıdır.

Hawr, ayrıca rücû’ (dönüş) mânâsında olup ´bir hâlden bir hâle dönmek´, demektir. Ayrıca eksiklik anlamı da vardır ki, burada ziyâdeden noksanlığa doğru bir dönüş söz konusudur. Nitekim bir hadiste;

“الْحَوْرِ بَعْدَ الْكَوْرِ مِنَ أُعُوذُ بِاللهِ / Allah’
ım kemâlden sonraki noksanlıktan sana sığınırım” (Tirmizî, “Deavât”, 41) şeklinde geçmektedir. ( حَوَّرَاللهُ فُلاَنًا ) “hawwara’llahü fülânen” dendiğinde de, “Allah onu perişân etsin!”, yani “Ona eksiklik versin” mânâsı kasdedilir. Başın etrafında döndürülmesinden dolayı sarığı sarmak mânâsı için de hawr kelimesi kullanılmıştır. Yine hawr kökünden ( أَحَارَ ) ehâra (red cevâbı vermek, isteği geri çevirmek), ( تَحَاوَرَ ) tehâwera (tartışmayı sürdürmek), ( حَاوَرَ ) hâwera (tartışmak, karşılıklı konuşmak), ( حَاوَرَ ) istehâre (soru sorup cevâb istemek) kelimeleri türemiştir. Hamuru açmak, devenin gözünün çevresini dağlamak anlamındaki (أَحَارَ) hawwera lâfzı da buradan gelir. Bu bakımdan, oklavaya (مِحْوَرٌ ) mihwer denir. Bütün bunlarda bir hâlden başkasına dönüşme söz konusudur (İ. Manzur, a.y.; ez-Zebidî, a. y.).

Hawr kökünden türeyen daha başka değişik kelimeler ise, zıddlık, karşıtlık, düşmanlık; müşteri yıldızı; şehir, bölge; şaşmak gibi farklı mânâlara sahiptir.


Lâfzın Qur’ân’da Kullanılması ve Kazandığı Anlamlar

Qur’ân’da hawr kökünden türeyen kelimeler on üç ayrı yerde geçmektedir. Bunlardan İnşiqâq 84/14’de (تَحَاوُرَكُمَا ) yehûra şeklinde muzari kalıbında geçen kelime, ‘dönmek’ anlamındadır. Burada âhirette diriltilmeyeceklerini düşünüp kitabı arkadan verilenler anlatılmaktadır. Kehf 18/34 ile 37. âyetlerde ise ( يُحَاوِرُهُ ) yuhâviruhû şeklinde muzari kalıbında geçen kelime ‘iki kişinin karşılıklı konuşmasını’ ifâde etmektedir. Mücâdele 58/1’deki kullanımı (تَحَاوُرَكُمَا ) tehâwuraküma şeklinde mastar olup, iki kişi (Havle binti Sa’lebe
ile kocası Evs İbn Samit el-Ensarî) arasındaki tartışmayı ifâde etmektedir (Razî 1991, 21:351). Duhan 44/54, Tûr 52/20, Rahmân 55/72 ve Vâkıa 56/22. âyetlerde ise (حُورٌ ) hûrun kelimesi geçmektedir. Hûr, ( أَحْوَارٌ ) ehwâr ve ( حَوْرَاءُ ) hawrâ’ kelimelerinin çoğuludur; gözünün beyazı çok beyaz, siyahı da çok siyah, güzel kadınlara verilen isimdir. Âl-i İmrân 3/52, Mâide 5/112, Sâf 61/14. âyetlerde de ( حَوَارِيُّونَ ) hawâriyyun olarak geçmekte ve fâil (etken) görevi görmektedir. Mâide 5/111. ve Saf 61/14. âyetlerde ise ( حَوَارِيِّينَ ) hawâriyyin şeklinde ve mef’ûl (edilgen) görevindedir. Son iki kullanımda ‘hawârîler’ mânâsına gelip, terim anlamındadır. Hawârî kelimesi ışığında bu âyetlerin tefsirinden biraz bahsedelim:

Âl-i İmrân 3/52. âyetine göre, Hz. İyşâ, Yahudîler´in inkârlarını ya açıkça söylemeleriyle ya da onların küfürde ısrârlı olduklarını, kendini öldürmeye niyetlendiklerini kendi yaqkınî bilgisiyle hissetti (Razî, 6:335). Bu hissetmeden sonra Hz. İyşâ dinini tebliğ ve kendini savunmaları için (Taberî 1996, 2:269) şöyle demiştir: “Allah’a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?” Hawârîler, biz “Allah’
ın (dîninin) yardımcılarıyız. Allah’a inandık. Bizim Müslümanlar olduğumuza sen şâhid ol!” şeklinde cevâb verdiler (Âl-i İmran, 3-52-53).

Âlimler, söz konusu âyetlerde hawârîlerin niçin bu isimle adlandırıldıkları konusunda ihtilâf etmişlerdir. Onların elbiselerinin beyaz olması; her türlü nifak ve şübheden arınmış bulunan kalblerinin beyaz bir elbiseye benzemesi; elbise temizlikçiliği yapmaları vb. sebeblerle (Razî, 6:335-344) onlara bu ismin verildiğine dâir yorumlar yapılmıştır. Razî’de geçen bir rivâyete göre Hz. İyşâ çamaşır yıkayan bir topluluğa uğramış ve onları imâna çağırmıştır. Onlar da imân etmişlerdir. Çamaşır yıkayan kimseye Nabat dilinde ( هَوَارِي ) hewarî denilirdi ki, çamaşırcı mânâsınadır. Daha sonra bu kelime Arabcalaşarak ( حَوَارِيٌّ ) hawârî şeklini aldı.

Bazı âlimlere göre ise hawârîlere bu isim, Hz. İyşâ’ya yardımcı olmaları sebebiyle verilmiştir. Çünkü Arabca’da hawârî kelimesi hemen hemen ensâr kelimesi ile eş anlamlıdır (Mevdudî 1986, 1:229). Nitekim Rasûlullah (s.a.s.), Hendek Muharebesi’nde insanları yardıma çağırınca, Zübeyr b. Avvam hemen icâbet etmiş, sonra tekrar onları yardıma çağırmış, yine Zübeyr koşmuştu. Bunun üzerine Peygamberimiz, “ إِنَّ لِكُلِّ نَبِيٍّ حَوَارِيٌّ وَإِنَّ حَوَارِيِّي الزُّبَيْرُ بْنُ عَوَّامٍ “ / Her peygamberin bir hawârîsi vardır, benim de hawârîm Zübeyr b. Avvam’dır”, buyurmuşlardır (Buharî, “Fedâil-ü Ashâbı’n-Nebiyy”, 65). Burada hawârî kelimesi ensâr anlamında kullanılmıştır. İslâm tarihinde Mekke muhâcirlerine kucak açıp yardım eden Medine halqına ensâr denilmişti. Mevdûdî merhum, ensâr lâfzı ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır: “Gerçekte bu, bir kulun ulaşabileceği en üst derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bu gibi diğer ibâdetleri yaparken insanın konumu sâdece kul olmaktır. Fakat o, Allah’
ın dîninin yayılmasına çalıştığında, Allah’ın dostu ve (dîninin) yardımcısı olma gibi eşsiz ve yüce bir konuma yükselmektedir. Bu da, bir insanın bu dünyada ruhî yücelme ile kazanabileceği en yüksek makamdır.” (Mevdudî, 1:229). Ayrıca Saf 61/14 Ey inananlar, Allah’ın yardımcıları olunuz. Nitekim, Meryem oğlu İyşâ da hawârîlerine şöyle demişti: “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” Hawârîler: “Allah’ın dîninin yardımcıları biziz,” demişlerdi, âyetinde, hawâriler Allah’ın dîninin yardımcıları olarak anılmaktadır. Âyetten de anlaşıldığına göre hawârî kelimesi, bir kimsenin çok yakın dostu ve yardımcısı anlamına gelmektedir.

Bazı rivâyetlere göre hawârîlerin bir kısmı balıkçı, bir kısmı idârede yüksek makam sâhibi, bazısı da çamaşırcıdır. Ama hepsi, Hz. İyşâ’ya yardım etme, ona itaat ve hizmet etmede son derecede ihlâslı ve samimî oldukları için, hawârî olarak isimlendirilmişlerdir. (Razî, a.g.e., 6:335-344)

Hawârîler “نَحْنُ أَنْصَارُاللهِ / Biz Allah’
ın (dîninin) yardımcılarıyız.” dedikten sonra " /Allah’a imân ettik” ilâvesinde bulunmuşlardır ki bu, Allah’a imân ettiğimiz için O’nun dînine yardım ederek, dostlarını savunarak, düşmanlarıyla savaşarak Allah’a yardım etmemiz gerekir anlamında illet ve sebeb bildiren bir ifâdedir. Daha sonra onlar, " وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ / Bizim Müslümanlar olduğumuza sen şâhid ol” diyerek Hz. İyşâ’yı, aynı zamanda Cenâb-ı Allah’ı (c.c.) kendi üzerlerine şâhid tutmak istemişlerdir. Bu ifâde hakkında iki açıklama yapılmıştır: a) “İtaat ve teslimiyetimize şâhid ol!” demektir. b) Onların ve bütün peygamberlerin dînlerinin İslâm olduğuna dair hawârîlerin ikrâr ve itirâfıdır (Razî, a.y.).

Havârîler Hz. İsa’yı, iman ettikleri ve Müslüman oldukları hususunda şahid tutmalarının ardından, Allah’a yalvararak “Ey Rabbimiz, indirdiğine inandık, Elçiye uyduk. Bizi de şahid olanlarla (tanıklık edenlerle) birlikte yaz.” diye duâ etmişlerdir. Onlar, “Allah’a inandık” demekle Allah’a; “senin indirdiğine inandık” sözüyle Allah’
ın kitabına inandıklarını, “elçine uyduk” dediklerinde ise Allah’ın Resûlü’ne imân ve itaat üzere olduklarını beyân etmişlerdir. Allah’a yaklaşmayı ve O’nun sevabını umarak “bizi şahid olanlarla birlikte yaz” duâsında bulunmuşlardır. Âyetten de anlaşıldığına göre, şahid olanlar, havârîlerden daha ileri dereceye sahibdirler (a.y.). Râzi, bu konuda müfessirlerin yapmış olduğu açıklamaları şöyle sunar:

a) “Şahidlerle birlikte”, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve O’nun ümmetiyle berâber demektir.

b) “Bizi peygamberler zümresine kaydet.” demektir. Çünkü Allah onların dualarını kabul etmiş, onların her birini nebî ve resûl yapmış, böylece onlar ölüleri diriltmiş ve Hz. İsa’nın yapmış olduğu her şeyi yapmışlardır. (Tabiî ki bu, müfessirlerden bazısının görüşüdür.)

c) “Bizi, senin birliğine ve peygamberlerin doğruluğuna şehadet edenler zümresinin içine yaz.” manâsındadır.

d) “Bizim adımız Mele-i A’lâ ve mukarreb melekler yanında meşhur olsun.” anlamındadır. Çünkü Allah, “Gerçekten iyilerin defterleri illiyyîndedir.” (Mutaffifîn, 83/18) demektedir.

e) Havârîler, istidlâl makamından, şuhûd ve mükâşefe makamına yükselmek istemişlerdir.

f) “Bizi, kendilerine gelecek olan güçlük ve elemlere aldırış etmeyen kişiler kıl ki; bunun sonucunda verdiğimiz yardım sözünü hakkıyla yerine getirebilelim.” demektir.

g) “Adlarını kendi isminle beraber zikrettiğin ilim sahipleriyle beraber kıl.” manâsında bir duadır. (Razî, 4:342)

Allah’a, kitabına, peygamberine imanlarını bu şekilde dile getiren havârîler, kendilerinden daha üstün makama sahip şahit olanlarla beraber olma taleplerini de arz etmişlerdir.

Havârî kelimesinin geçtiği diğer bir âyet de Mâide 5/111’dir. Burada Hani havârîler, “Ey Meryem oğlu İsa, senin Rabbin gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O da: “Gerçekten iman ediyorsanız, Allah’tan korkun”, dedi. buyurulmaktadır. Bu âyete göre bir kısım âlimler, havârîlerin gerçekten Allah’
ın gücünden ve dinlerinden şüphe ettiklerini, anlamışlardır (Taberî, 3:449). Hattâ merhum Seyyid Kutub, ilgili ayetin tefsirinde, bu sözle havarilerin dört-beş hatayı birden yaptıklarını kaydeder. Çünkü onlar, Hz. İsa’nın hak peygamber olup olmadığını anlamak için mûcize isteyerek, “Rabbin gökten sofra indirebilir mi?” demişlerdir. Ayrıca Hz. İsa’nın “Gerçekten iman ediyorsanız, Allah’tan korkun.” şeklindeki cevabı, onların iman konusunda kâmil olmadıklarına delâlet etmektedir (Razî, 9:285). Abdullah b. Abbas’tan bu konuda şu nakilde bulunulmaktadır:

Hz. İsa İsrailoğulları’na, “Sizler Allah için oruç tutup da sonra da bir şey dileyecek olursanız, O size dilediğinizi verir. Çünkü çalışanın ücretini onu çalıştıran verir.” dedi. Onlar da 30 gün oruç tuttuktan sonra, “Ey hayırların muallimi, bize, çalışanın ücretini onu çalıştıran verir, demiştin. Bize otuz gün oruç tutmamızı emrettin, biz onu yaptık. Biz, herhangi bir kimseye otuz gün çalışacak olsaydık o bizi, işi bitirir bitirmez yedirip doyururdu. Şimdi senin Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” dediler. Hz. İsa da “Eğer hakkıyla iman edenlerdenseniz, bu gibi soruları sormaktan dolayı Allah’tan korkun.” âyetini indirdi. (Taberî, 3:450)
 

Bu nakilde bulunan âlimler, bu sözü havarilerin iman zaaflarının göstergesi olarak yorumlamışlardır. Diğer bir grup âlime göre de bu soruyu soran havârîler, aslında Allah’ın kudretinden şüphe etmiyorlardı, fakat Hz. İsa’nın Allah’tan yemek isteyip isteyemeyeceğini öğrenmek istiyorlardı. Böyle diyen âlimler âyeti “ هَلْ يَسْتَطِيعُ رَبُّكَ “ yerine “ هَلْ تَسْتَطِيعُ رَبَّكَ “ şeklinde okumuşlardır. Bu durumda anlam “Rabbi’nin gücü yeter mi?” değil, “Sen Rabbinden dileyebilir misin?” olmaktadır (Taberî, 3:449). Bu okuyuşta Hz. İsa’nın gücü ve kudretinden şüphe varsa da, bunun Allah’ın gücü ve kudretinden şüphe etmekten daha evlâ olduğuna dair yorumlar yapılmıştır (Razî, 9:284). Üçüncü bir âlim grubu ise, havârîlerin ne Allah’ın ne de Hz. İsa’nın gücünden şüphe etmediklerini ancak fakir oldukları için bir sofra istediklerini söylemişlerdir. Çünkü onlar, Hz. İsa’nın her gün üzerlerine indirdiği bir sofra ile geçinip, güç kazanıp Allah’a ibadet etmek istiyorlardı. Hz. İsa ise imtihan sebebi olması korkusuyla ve de rızk konusunda Allah’a tevekkül etmeleri için onları bu isteklerinden men etmek istemiştir (İ. Kesir 1984, 6:2523).

İhtimal Müslümanlıklarının ilk döneminde böyle bir istekte bulunmuş olan havariler, yaptıklarının hata olduğunu anlayıp, özür dileme makamında maksatlarını ve samimiyetlerini ifade için (Yazır, 3:365) “…:Ondan yemeyi kalplerimizin iyice tatmin olması, bize doğru söylediğini bilmek ve ona şahitlik edenlerden olmak için istiyoruz” açıklamasında bulunmuşlardır. Onların bu istekleri Hz. İbrahim’in “ وَلَكِنَّ لِيَطْمَإِنَّ قَلْبِي / kalbimin iyice tatmin olması için.” (Bakara, 2/260) demesine de benzetilmiştir. Onlar, Allah’
ın bunu yapabileceğini ortaya koyup takrir etmek istiyorlardı (Razî, 9:285) Yani taleplerini, yanlış bir uslûp olan böyle bir soru vesilesiyle dile getirmelerine rağmen, havârîlerin Allah’a imanları tamdı ve Hz. İsa’ya yardımları devamlıydı.

Ashab-ı Karye’ye gönderilen elçilerin de (Yâ-Sîn, 36/13) Hz. İsa’nın havârîleri olduğuna dair tefsirlerde yorumlar vardır (Yazır, 6:406). Şu kadar ki, bu yorumlar tahkik ehli müfessirlerce kuvvetli deliller ileri sürülerek fazla kabûl görmemiştir (Yazır, a.y.; Mevdudî, ilgili ayetlerin tefsirinde).

İslâm tarihi kaynaklarında havârî terimi, öncelikle Hz. İsa’nın on iki yardımcısı için kullanılıyorsa da, Hz. Peygamber’in İkinci Akabe Biatı’ndan sonra Medinelilere vekil tayin ettiği üçü Evs kabilesinden, dokuzu da Hazrec kabilesinden olan toplam on iki kişiye de havârî denilmektedir. Bazı İslâmî kaynaklar ise, Kureyş’ten Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Cafer b. Ebî Talib, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Osman b. Maz’un, Abburrahman b. Avf, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam’dan oluşan on iki sahabîyi havârî olarak adlandırmaktadır. (Cilacı, 16:515)

Mevcut İncillerde Havârîler

Batı dillerinde havârînin karşılığı olarak kullanılan apostle ve apôtre kelimeleri Grekçe’de ‘bir görevi ifa etmek üzere gönderilen’ anlamındaki apostolostan gelmektedir (Cilacı, 16:513). İnciller, onların isimlerini küçük farklılıklarla şu şekilde verir: Simun Petrus, Andreas, Ya’kub (Zebedi’nin oğlu), Yuhanna, Filipus, Bartolomeus, Thomas, Matta, Ya’kub (Alfeus’un oğlu), Taddeus, Gayur Simun, Yahuda İskariyot (Matta, 10:2-4; Markos, 3:16-19).
İncillerdeki havârîler hakkındaki bilgiler Kur’ân-ı Kerim’dekinden tamamen farklıdır. Kur’ân’da “Allah’a inandık… peygambere uyduk” diyen havârîler, İnciller’de, ‘Sen hay olan Allah’
ın oğlu Mesih’sin” (Matta, 16:16);, “…biz de onun izzetini babanın biricik oğlunun izzeti olarak gördük” (Yuhanna, 1:14) diyerek, Hz. İsa’ya ulûhiyet nispet etmektedirler. Ayrıca Hz. İsa’nın önemli yetkiler verdiği havârîlerden Yahuda İskariyot hırsızlık yapmakla suçlanmakta (Yuhanna, 12:5-6), 30 gümüş karşılığında Hz. İsa’yı satarak, diğer havârîlerle birlikte yediği son akşam yemeğinde onun yerini haber verip, onu bir kısım Yahudilere yakalatmakla da itham edilmektedir (Matta, 26:14-16; 47-51). Kur’ân’a göre ise, Allah’ın kudretiyle bir benzetme olmuş (bu benzetmenin keyfiyeti yoruma açıktır) ve Hz. İsa çarmıha gerilmemiştir. Allah, çarmıha germe işleminden önce Hz. İsa’yı kendi yanına yükseltmiştir (Nisâ, 4:158). Kur’ân’da benzetmenin keyfiyeti konusunda kesin ifadeler yer almadığı gibi, herhangi bir havari de ihanetle suçlanmakta değildir.

Mevcud İncillere göre havârîler Hz. İsa’dan hastaları iyileştirme, insanları kötü ruhlardan koruma ve ölüleri diriltme gibi mûcizeler gösterme yetkilerini almışlardır (Matta, 10:8). Ayrıca onlar, Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesinden on gün sonraya rastlayan Pentikost bayramında Ruhu’l-Kudüs’le dolmuş ve her biri, çeşitli milletlerin dillerini konuşup anlar hale gelmişlerdir (Rasûllerin İşleri, 2:1-4). Daha ilk dönemlerden itibaren katakomplarda ve Hıristiyan lâhitlerinde havârîlerin tasvirleri yapılmış ve her birisine ayrı bir sembol verilmiştir (Cilacı, 16:515).

Değerlendirme

Havârî kelimesi, dinler tarihinde kavram olarak Hz. İsa ile ortaya çıkmış bir kelimedir (D. T. Ansiklopedisi 1976, Fask: 11, 249). Havârîler, Hz. İsa’ya ilk imân eden, kendisi hayatta iken ve kendisinden sonra Hıristiyanlığı dünyaya yaymada yardımcı olmaları için Hz. İsa’nın seçtiği (Luka, 6:13), bazı kerametler sahibi on iki kişidir. Havârîlerin sayısının on iki olması bir rastlantı değildir. Gerek Eski Ahid’te gerekse onun kaynağı olan eski çağ inanışlarında, Mezopotamya, Mısır, Anadolu kavimlerinde on iki sayısının kutsallığı biliniyordu. Hz. İsa’nın çevresinde toplananların bu sayının çok üstünde olduğu bir gerçektir. Ancak Yeni Ahit’te on iki havârî adı sayılmaktadır. Ayrıca havârîlerin sayısının on iki olması, İsrailoğulları’nın on iki kabilesiyle de ilgilidir. Çünkü İncillere göre Hz. İsa, “Her şey yenilendiğinde, İnsanoğlu (Mesih) görkemli tahtına oturduğunda, ardımdan gelmiş olan sizler, on iki tahta oturup İsrail’in on iki oymağını yargılayacaksınız.” (Matta, 19:28) diyerek bu alâkayı ifade etmiştir.
 



Islâm Ansiklopedisine göre;          

HAVÂRİ

Hz. İsâ'nın yardımcıları. Bu kişilerin kassâr (çamaşırcı) veya avcı oldukları söylenir. Bazı bilginlere göre bunlara Havâri denmesinin sebebi; onların, insanların ruhlarını din ve ilim öğreterek arındırmalarından dolayıdır... Avcı olmaları ise, insanların ruhlarını kararsızlıktan kurtararak Hakka döndürmelerindendir (Râğıb Isfahânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Mısır 1970, s. 192). Nitekim beyaz giydikleri için bu ismi aldıkları da söylenir (Buhârî, Fedâilu's-Sahâbe, 13).

Bunlara, "Hz. İsa'nın, dini yaymak için seçip gönderdiği elçileri" de denilmektedir (S.G.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970, s. 92).

Havâriler Peygamberlerin yakın takipçileri olan seçkin kimselerdir. Zeccâc, "Havâriler Peygamberlerin hâlis ve samimi dostlarıdır ve hayırlı kimselerdir" demiştir. Buna delil olarak da Hz. Peygamber'in "Her Peygamberin havârisi vardır, benim havârim de Zübeyr İbn Avvam'dır" hadisini zikretmiştir (Buhârî, Cihâd, 40, 41; Müslim, Fedâilu's-Sahabe, 48; İbn Mâce, Mukaddime, 11). Peygamber Efendimiz: "Zübeyr benim ashabımın seçkinlerindendir ve yardımcımdır" demek suretiyle, havârilerin peygamberlerin yardımcıları olduklarına işaret etmek istemiştir. Yine Zeccâc'a göre Hz. Peygamber'in ashabının tamamı havâridir (İbn Manzur, Lisânü'l Arab, Beyrut (t.y), IV, 220).

Havârilerin, Peygamberlerin yakın dostları ve talipçileri olduğuna Kur'an-ı Kerim'de şöyle işaret edilmektedir:

"İsa onların inkarlarını hasredince:

"Allah uğrunda yardımcılarım kimlerdir?" dedi. Havâriler şöyle dediler,

"Biz Allah'ın yardımcılarıyız, Allah'a inandık, O'na teslim olduğumuza şahid o!", "Rabbimiz! İndirdiğine inandık, Peygambere uyduk; bizi şâhid olanlarla beraber yaz..."dediler (Alu İmrân, 3/52-54). Diğer bir âyet-i kerime'de de, mü'minlere hitâben:

"Ey inananlar! Allah'ın dininin yardımcıları olun. Nitekim, Meryem oğlu İsâ, Havâriler: "Allah'a giden yolda yardımcılarım kimlerdir?" deyince, Havâriler: "Allah'ın dininin yardımcıları bizleriz" demişlerdi... (es-Saff 61/14).

Hz. İsa'nın Havârileri'nin sayılarının on iki olduğu bilinmekte olup isimleri şöyledir: Petrus denen Simun; Andreas; Zebedinin oğlu Yakup; Yuhanna; Filipus; Bartolomeus; Tomas; Matta; Alfeus'un oğlu Yakub; Taddeus; Gayyur Simun ve Yahuda İskariyat (Kitab-ı Mukaddes; İstanbul 1981, Matta, X, 2-4).

Havâriler'in Hz. İsa'dan, Allah'ın gökten bir sofra indirmesini istedikleri Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle ifade edilmektedir: "Havâriler: "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi de, "Înanıyorsanız Allah'tan sakının " demişti. "Ondan yemeyi, kalblerimizin kanmasını ve senin bize doğru söylediğini bilmeyi, ona şâhid olmayı istiyoruz"dediler... Allah, "Ben onu size indireceğim; bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, dünyalarda kimseye azab etmeyeceğim şekilde ona azab edeceğim" dedi" (el-Mâide, 5/111-115)

Kürtcedeki ´Hawar´ ve ´Hewal´ kelimeleri de ayni kökten gelmektedir.

Pluripotent stem cells (çoğul / çok potansiyelli kök hücreleri)

Embryonik gelişimin dördüncü gününde hücrelerin oluşturduğu küme (top) bir dış katman meydana getirir ki, bilâhare placenta’ya (etene, meşime, döleşi) dönüşecektir. Bir de iç kütle oluşur ve bu da insanın dokularını şekillendirecektir. Bu iç kütle hücreleri dış katmandan bağımsız hareket etmezler ve dolayısıyla totipotent değillerdir ve fakat pluripotentlerdir. Bu pluripotent stem cells bölünmeye başladığında özelleşmeye yol vermiş olurlar. Demek ki, pluripotent, ‘çok potansiyelli’ mânâsını havî oluyor…

Yukarıda Ece Ayhan’a gönderme yaptık ve o hâlde hayatın sürdüğü yerde şiir mevcuddur. Gıllıgışlı bir iştir şiir herhâlde. Nasıl yani? Üzerine herkes birşeyler söyler, yazar, çizer. Ece Ayhan çok baba şâirdir; Bir keresinde ‘Yort Savul’ şiiri üzerine Dr. Mewlîd Yaprak’la ve bir sürü başka şiir meraklısıyla, bu ‘Yort Savul’ da neyin nesi diye kafa patlatmıştık. Meğer, padişahın yolunu açmak için gardları bu biçimde bağırırmış. Kürt’tü Ece Ayhan ve şiirlerinde Kürtler’e atıf yapardı. Gizli Ortadoğu haritalarından bahsederdi. Kimilerine göre şiir, darası alınmış sözdür. Saf, net söz. Kuşkusuz, sâdece darası alınmış sözle anlatamayabiliriz şiiri. Turgut Uyar bir şiirinde ‘Afrika Hariç Değil’ diyordu ve yine Turgut Uyar’a göre, ‘Boynunun bittiği yerde memelerin vardı / Memelerin birer kahramandı’. Net ve açık sözlerdir. Murathan Mungan da çok iyi bir şâirdir, bana göre ve belki de Türkiye’nin en iyi on şâirinden biridir hattâ beş şâirinden biri. Omayra bir şâheser sayılmalıdır. Mendili kan kokan arkadaşına cevabı uzun süre bulunmayacak cinsten bir sual bırakır. Necib Fazıl, Beklenen isimli şiirinde ’Ne hasta bekler sabahı, ne tâze ölüyü mezâr, ne de şeytân bir günâhı, seni beklediğim kadar’ diyerek tutkunun büyüklüğünü mükemmel bir biçimde anlatabilmiştir. Orhan Velî Kanık, bana göre, iyi bir şâir değildir, gündelik işlerin şâiri olmuştur ve hiçbir derinlik bulamayız. ’Urumeli hisarına oturmuşum / oturmuş da bir türkü tutturmuşum’ derken Urumeli Hisârı’na ve onun esrârına waqıf olduğunu hiç sanmıyorum. Hisarın dibine oturmuş, taşradan gelmiş, ortalama bir lise talebesinin dili olabilir bu. Orhan Velî, İstanbul ve hattâ Bosfor köylüsüdür. Adını şâirler hânesine yazamıyoruz. Hilmî Yavuz, felâsife bilen şâirdir, birikimlidir. Kitaba yazmalı. İsmet Özel baba şâirdir zannedersem: Tanrı uludur, tanrı uludur / Babam cumhuriyetin kuludur’ derken zülf-ü yâre dokunmaktadır, iyidir, dokunsun. Ömer Hayyâm’ın rubaiyyat’ı hoşdur fakat Hayyâm kalıbının adamı değildir ve saraydan beslenmekte buna muqabil suret-i Haq’tan görünmektedir. Korkak ve ürkek’tir, devrimci bir ruhu yoktur ve o yüzden Hasan Sebbah’tan bir ton fırça yemiştir hattâ tehdit almıştır. Sebbah onu dürüst ve samimî olmamakla suçlar. Hayyâm, Maalouf’un Semerkand’ındaki Hayyâm değildir. Şeyh ile Orospu şiirini de kendisi değil Sebbah yazmıştır, yazdırmıştır. Pablo Neruda çok baba şâirlerden değildir ancak ‚Kedi Güzellemesi’ni severim, kedilere olan düşkünlüğümden ötürü. İsmet Özel’e retour’la, ‚Muş’ta Prelüdler’i sevdiğimi belirtmeliyim ve Şehrin insanı, şehrin insanı, insanı şehrin’ de plasedir. Ludus: Latince, oyun ve okul anlamında. Pre: Ön anlamı veren bir önek. Praeludus→Prélude→Prelüd. Ön Oyun anlamına getirelim. Ludique, Ludothèque, interlude gibi kavramların da atası.

Dans chaque arbre, il y a une nymphe, dans chaque fleuve, un dieu barbu. Ne demek ? Her ağaçta bir peri, her nehirde sakallı bir ilâh… Bu da şiir. İyi mi? kötü mü? Altına, üstüne bakmalı mı? Devamla; Un satyre, le lyre dans la main. Elinde lirle bir satir (Pan; orman ilâhı. Keçi ayaklı, boynuzlu bir mitholoji varlığı. Arabî ‘Esâtir’ kelimesi buradan ve mitholoji anlamına geliyor). Bu şiirin iyi mi kötü mü olduğuna karar vermek, bu koşullarda çok zor.

Mona Rosa fenâ bir şiir değil. Attila İlhân ise iyi fakat seküler şiir yazıyor: Jazabel kana batardı. Nâzım’ın iyi bir şâir olduğu konusunda şübhelerim var: Lenin, Lenin, Tekerlenin. Çok mekanik duruyor, tekerlenmek kötü. Daha sonra ve fırsatımız olursa şiire biraz daha bakalım ve merâmımızı anlatabilelim.

Discipulus: Talebe, öğrenci. Garib bir durumdur, disiplin kelimesi de buradan gelir. Talebe ile disiplin yanyana gelir mi ? Daha ziyâde, bir ‘cezâ’ bağlamında. Disipline verilen öğrenciler çoktur, sayısız fakat disiplin konusunda âbideleşmiş öğrenci çok azdır. Aynı kökün iki düşman kavramı gibi. Fransızca’ya ‘Le Disciple’ diye geçmiş ve aynı mânâda olarak ‘élève’ (elev) diyoruz. Elever fiili ‘yetiştirmek’ mânâsına ve aslında yunanca ‘ekpedevo’ fiilini anlatıyor; yetiştirmek ve tâlim etmek. Fakat ‘hayvan yetiştirme’ için de ‘élevage’ (Elevaj) kelimesini kullanıyoruz ve ’Elever’ fiilini de. Yurdumda bu iki ‘yetiştiricilik’ aynı mânâda ele alınıyor ve bunun adı da ‘Millî Eğitim’. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda herşeyi Avrupa’dan idhâl ediyor ya, bu Millî Eğitim’i de Fransız’ın ‘Education Nationale’inden almış. Millî Eğitim. Peki bu ‘millî’ eğitimi kimler aracılığıyla veriyor devletimiz. Yani, ’Magister’ler kimler? Magister: Okul Hocası, Muallim. Maître d’Ecole. O zamankiler biraz daha idealistmiş, çaba harcıyorlar şimdikilerin niteliklerini tartışmak gerekiyor. Latinler, ’İn ludo magister multa docebat’ diyorlar, Okulda muallim ona çok şey öğretti. Bizde, okulda, ona ya da öbürüne çok şey öğreten baba muallimler çok az. Mathematik hocaları resim tâlim ettiriyorlar ve o nedenle ressamlarımız denklem üzerine resim çiziyorlar.

Millî Eğitim’in mühîm bir bölümünü ‚dayak’ teşkil eder zira dayak cennetten çıkmadır ve eğitimin bir parçası hattâ lokomotifidir. Dayak bir ‚exerceo’ işidir ve nihâyet ‚exercice’ (eksersis) değeri vardır. Tâlimdir. Prandeo’dan (kahvaltı) sonra âletli (cedvelli, sopalı, odunlu) bir eksersis sürecidir. Talebede bir ‘lacrimo’ (ağlama) duygusu uyandırır, sevgiden ve derin hissiyâttan kaynaklı olsa gerektir, ağlatır. Millî Eğitim aslında bir ‘Superbus’ (Kibirli, tiranik) sıfat gerektirir hattâ ‘féroce’tur, vahşî, talebelerin ebeveyni ‘eti senin kemiği benim’ derler etfâli hocaya teslim ederken. O nedenle, okullardan mezun olan ‘élève mature’ (Kâmil öğrenci) ‘superbus’ sıfatıyla övünecek, doktor, mühendis, avukat, milletvekili, başbakan, devlet başkanı vs. olacaktır. Præclarus (Kaydadeğer) biridir o ve ‘ben milî eğitim’den geçtim der, göğsünü gere gere. Roma’da, çocuk 7 yaşına kadar, kız veya oğlan, ailesi tarafından eğitilir, yetiştirilir ki, biz buna aile terbiyesi deriz. Bu terbiyeyi genelde anne verir. 7-12 yaş arası kızlar veya oğlanlar ‘ludi magister’in (okul hocası) rahle-i tedrisindedir. Hoca (Müderris) onlara okumayı, yazmayı ve saymayı öğretir. Bu hocalar genelde aileler tarafından istismâr edilirler ve iyi maaş almazlar. Her dokuz günde bir tatil yaparlar ve ayrıca yazları tatile çıkarlar. 12 yaşında kızların eğitimi biter ve kibarca söylemek gerekirse ‘ev işleri’ne (activités domestiques) adarlar kendilerini. 12-16 yaş arasında oğlanlar ‘grammaticus’lardan yunan veya latin yazarlarının metinlerini ezbere öğrenirler ve tefsir ederler. 16-18 yaş arasında genç adam ‘rhetoricus’un dibinde söylevler oluşturur (compose des discours) ve bu söylevleri yunanca ifâde eder. Bu rhetoricuslara fransızlar ‘Homme d’Eloquence’ (Güzel kelâm eden adam) derler.

Anlaşılıyor ki, dünyanın bir çok yerinde kabul gören, 7 yaşında okula (ilk) başlamak, 12 yaşında bitirmek, sonra orta öğretime başlayıp (gymnasium-lyceum) 18 yaşında mezun olmak Roma’dan kalma bir kültür ve çok sağlam olduğu görülüyor. Bizim okullarımızda, ‘rhetoricus’lar olmadığı için olsa gerek çok iyi hatibler ve diskurcular çıkmıyor. Diskurcu yok ama uçkurcu çok, selâmlıyorum. Sâdece uçkurcu mu var? Lafazan, demagog, totolog, geyikçi, mugalatacı vs. gırla.

Roma’da, aile reisi (pater familias) doğan çocuğunu yerden alıp kaldırırsa bu o reisin o çocuğu tanıdığını ve sahiblendiğine işârettir. Aksi hâlde çocuğu, birileri gelip alsın diye yola bırakır (expositio). Doğumun 8. günü (Dies Lustricus) erkek çocuklar için ve dokuzuncu gün kız çocuklar için dînen temizlendikleri gün olarak kabul edilir. Oğlan çocuk ismini alır ve boynuna simgesel olarak bir kolye (bulla) takılır. 17. yaşına girdiği gün özgür bir adamın oğlu ‘bulla’yı boynundan çıkarmakta hürdür ve bu sembolik jestle ‘erişkin’ (adulescens) olduğunu ilân eder. Bu ândan itibâren, askerî hizmet yükümlülüğü olan bir yurttaştır artık. Askerlik hizmetinin acelesi yoktur, 45 yaşına kadar yapabilir ve o yaşa geldiğinde 60’a kadar tecil edebilir. Romalı kız ise 7-8 yaşlarında nişanlanır ve 12 yaşından itibâren evlenebilir. Baba tahaqqümünden koca tahaqqümüne geçiştir, bu. Kocası o kızdan çok yaşlıdır genelde. Genç Romalı erkek her ne kadar 14 yaşında evlenme hakkına sahib ise de genelde 30 yaşına kadar beklemeyi tercih etmektedir.

Eş (uxor) artık evlenmiş, çocuk sahibi olmuştur (matrona). Evin yükünü sırtına alır ve idâre eder. Boşandığında bile evden gidemez, idâre etmeye devam eder.

Gelin, uzun beyaz bir tünik giyer ve altı katlı bir elbisedir bu. Safran renkli bir duvak takar. Damatla gelin sağ ellerini birleştirirler ve aileyi koruyan ilâheye duâ edilir. Evlerine kadar eşlik eder misafirler. Kocası eşikte gelini kucağına alır ve içeri girerken onlara su ve ateş sunulur. Gelin şöyle cevab verir: Ubi tu Gaius, ibi Gaio ero: Gaius (Zeus) olacağın o yerde ben Gaia olacağım.

Her tarafımız Roma... Evliliğimiz, gelinliğimiz, kız-erkek statülerimiz hattâ yedi tepe İstanbul bile.

Roma; yedi tepeli ve yedi krallı şehir

Efsâneye göre, Latium’un ziraî ovasında, Tiberius nehri kenarında ve yedi tepenin eteğinde Romulus tarafından kuruluyor. Çok defansif bir yer. Fakat Tiberius nehriyle berâber malaria da (sıtma) Roma’ya geliyor. Ve aşırı sıcaktan kavruluyor Roma. Yanında, zelzeleler ve anarşi de var. Çok hızlı şehirleşiyor ve çok fazla ev (domus) ve gayrımenkul (insulae) var. Yedi tepenin isimleri de var; Palatinus (Damak anlamına da gelir), Aventinus, Esquilinus, Capitolus, Cælius, Quirinalius ve Viminalius.

M.Ö. 753’den (2759 sene evvel) ki, bu tarih Roma’nın efsânede kuruluş yılıdır, M.Ö. 509’a kadar ki, Roma Devleti’nin doğuşu bu tarihe denk gelir, yedi kral Roma’yı yönetir;

Romulus: Roma’nın Romalı kralı ve kurucusudur.

Numa Pompilius: Sabin’dir, şehre sivil ve dînî kurumlarını kazandıran bu adamdır. Aynı zamanda rahibdir. Sıtmadan ölür.

Tullus Hostilius: Romalıdır, Roma ile Albe arasında gerçekleşen çok kanlı bir savaşın mimârıdır. Savaşçı bir kraldır. Evinde yanarak ölmüştür.

Ancus Martius: Romalıdır. Tiberius nehri üzerine Sublicius köprüsünü ve Ostie limanını inşâ ettirmiştir. İdâreci bir kraldır. Sıtmadan ölür.

Eski Tarquin: Etrüsktür. Kardeşi olan Ancus’u tahttan indirerek yerine geçmiştir. Ancus Romalı’dır. Ancus partizanları tarafından öldürülmüştür.

Servius Tullius : Yurttaşları servetlerine göre sınıflandıran kraldır. Öldürülmüştür.

Tiran Tarquin : Çok vahşîdir. Cumhuriyetin temelini bu atar. Krallık onunla biter.

Hayatın başladığı yerde ve sürdüğü dönemlerde belki de, çok az kişinin işttiği bir kavramı ben hasbelkader işittim ve tabiî ki, o zamanlar anlamadım. Önemli bir papazın ’monofisit’ diye bir kelime kullandığını ve bunun ne kadar mühîm bir şey olduğunu yırtınırcasına anlattığını ancak kendisinin, dinleyenler tarafından ’Tİ’ye alındığını gördüm. Dikkate alınmamanın ne kötü, ne fecî ve ne ısdırab verici bir şey olduğunu çok sonraları anlayacaktım. Heyhat, geç olmuş olabilirdi, inşaallah değildir. İnşaallah hiçbirşey için çok geç değildir ve zararın bir yerlerinden dönülebilir bir yerlerdeyizdir. Âmin...

Yukarıdaki papazın bende yeri var. Onun ne kadar acı çekmiş olabileceğini kendimden bilebiliyorum. O papazı monofisit mes’elesiyle anıyorum. Uzun uzun anlatıyorum, yazıyorum.

 

Monofisitler ve Monofisitizm

Monofisitizm ve Monifisitler Hristiyanlık tarihinde çok mühim bir yere sahibler aslında ve tarih Monifisitler’le Katholikler’in ve Orthodokslar’ın büyük mücâdelelerine sahne olmuş. Bu konu, ne Hristiyan âleminde ne de İslâm âleminde pek kurcalanan bir konu değil, genelde üstü örtülü kalmış. Bu mevzua değinmeyi uygun bulduk.

Μονοφυσιτισμός (Monofisitismôs) ve Μονοφυσίτης (Monofisîtis). Μονο (Mono): Yunanca; Tek, bir, yegâne. Φύση (Fîsi): Yunanca; Tabiat, Mizaç, Huy, yaradılış, cisim, fizik. Monofisit: Tek yaradılışlı, tek mizaçlı, tek tabiatlı mânâsına. Hristiyanlığın tariqatlerinden (veya mezheblerinden) biri.

Bu tariqatin tarihi ve yayılımı belki de Eutychianism (Ευτύχιος-Eftîhios: Bir azîz ismi, ‘Mutluluk, Bahtiyarlık, saadet mânâlarına gelen ‘Eftihia’ kelimesinden mülhem). Eutychianism kavramı, Katholik münâkaşacılar tarafından imâlı bir biçimde kullanılan bir kavramdır. Monofisitizm theolojisi aynı başlık altında işlenebilir. Geleneksel Hristiyanlık (Katholisizm ve Orthodoksi) tarafından ‘Heretik’ bir tarîq olarak kabul edilir.

[Αίρούμαι (Erûme): Seçmek, seçip almak. Şimdilerde kullanılmayan bir fiil. Αιρεση (Eresi): Dînî nasslara farqlı tefsirler getiren ve geleneksel tefsirleri (ve Hristiyanî nassların bazılarını) reddeden bir öğreti, Felsefî-dînî mânâda ‘Sapkınlık’. Αιρετικός (Eretikôs): Sapkın, heretik].

Edebî Tarihi

Birçok bakış açısından Monofisitler, erken Heretikler arasında en mühîmi olarak kabul edilmektedir. 16. asra kadar Monofisitler’den gayrı geniş kapsamlı bir Heretik edebiyata sahib bir grup mevcud değildir. Bu metinlerin büyük bir bölümü kayıbdır. Gerek Kilise tarihi ve biyografisi gerekse de dogmatik ve polemik yazımı itibârıyla Monofisitizm 5. ve 6. asrlara tarihlenmektedir.

Dioscurus az sayıda fragman bırakmıştır. En mühîm olanı ‘Muhtelif Tarihler-3’ olub burada Gangra’da sürgünde bulunduğu sırada yazdığı mektuba rastlıyoruz. Burada, sürügün edilmiş patrik Hz. İyşâ’nın insânî bedeninin haqiqatini ve tekâmülünü tamamlamadığını deklare ediyor. Eftihis’in reddiyesine gönderme yaparak, Hz. İyşâ’nın bizimle (insanla) eş-özlü, eş-maddeli (consubstantial) olmadığını vurguluyor.

Ruhânî rütbesi St. Cyril tarafından tescil edilmiş olan rahib Timothy Ælurus , 449 senesinde (sahte) Efes konsilinde Dioscurus’a refâkat ediyor ve bu konuda, ‘Mukaddes kılınmış kardeşim rahib Anatolius’la berâber’ biçiminde bir cümle sarfediyor. Anatolius, Dioscurus’un sekreteridir ve Dioscurus tarafından İstanbul Piskoposluğu’na terfi ettirilmiştir. Burada, Timothy ile Anatolius’un kardeş olduklarını belirtmekte faide var. Dioscurus’un 454 senesinin Eylül’ünde sürgünde ölümü öğrenildiğinde Timothy , Orthodoks Patrik Proterius’u tanımayanların liderliğini üstlendi ve yeni bir piskopos istedi. Onunla berâber yanında 4 ya da 5 tane mahrumiyete gönderilmiş piskopos vardı. İmparator Marcianus’un ölümüyle birlikte ayaklanmalar yeniden başladı ve Patrik Proterius öldürüldü. Bu hâdise gereçekleşmeden evvel dahi Timothy, iki piskopos tarafından patrik olarak tasdik edildi. Bu iki piskopos, Pelsium’lu Eusebius ve meşhur Maiuma piskoposu İberialı Pedro’ydu. İstanbul’da Anatolius, İberialı Pedro’nun neredeyse düşmanıydı; Bakan Aspar muhtemelen Anatolius’un iyi arkadaşıydı; fakat İmparator Leo kat’iyetle Timothy’nin azlini arzu etti. Bu azli imparatordan isteyenler, Mısır Orthodoks piskoposu ve Papa St. Leo’ydu. İmparator evvelâ Patrik Proterius’un katillerini cezâlandırdı. Bu arada, Timothy Ælurus, Halkidona (Chalcedon) Konsili’ni kabul eden bütün piskoposları görevlerinden aldı. Mamafih, Anatolius’un ölümüne kadar (3 Temmuz 458) yerinde kaldı ve St. Gennadius onun halefi oldu. İmparator, ‘Enkiklia’da bulunan bütün Şark piskoposlarının mutabakatıyla Timothy Aelurus’u Paflagonia’da Gangrus’a ve bilâhare de 460 senesinde Heronesus’a (Cheronesus) sürgün etti. Basilicus’un hükümdarlığı döneminde 475 senesinin sonunda haqları iâde edildi ve Zeno onu tâciz etmekten imtinâ etti.

Eftihianizm (Eutychianism) bahsi altında onun theolojisi haqqında birşeyler söylenmektedir. ‘İki Tabiat’ adlı yazısı Migne’dedir. Yayınlanmayan Suriye kolleksiyonları ise British Museum’da bulunmaktadır. ‘Diofisitler’e (Dyophysites yani Katholikler’e) karşı tefsiri ‘İki Tabiat’ bölümünde oldukça gelişkindir. Tesbitlerin son bölümü Dioscurus’un mektublarına ayrılmıştır. Bu eser, geniş bir çalışmanın hülâsası niteliğinde olub, Ermenîce tercümesi ‘Halkidona Konsili’nin Reddi’ adıyla yayınlanmıştır.

Eftihianistler Hermopolisli İşaya ve Theofilos’a karşı İstanbul’a yazılan mektubdan alıntıları Kilise Babaları’ndan bir demet (florigerum) izler. Bu mektubun tamamı Zacharias ve Suriyeli Mikhail (Kroniğinde) tarafından muhafaza edilebilmiştir.

Aynı şahıslara karşı ikinci mektub.

Monofisitler’e bağlanan Katholik piskoposların, rahiblerin ve keşişlerin mânevî tedâvîleri üzerine Bütün Mısır’a, Thebes’e ve Pentapolis’e gönderilen iki mektubdan ekstreler.

Halkidona Sinod’una Leo Tome’a reddiye. Bu, 454-460 seneleri arasında iki bölüm hâlinde yazılmıştır.

         Diofisitler’in (Çift Tabiatçılar-Katholikler) komünyonundan dönerken Mukaddes Timothy tarafından başvurulan kısa duâ.

Kont Rusticus aracılığıyla imparator Leo’ya gönderilen, Timothy’nin imânını (detaylarıyla) teşhir eden yazı. Timothy’nin Leo’ya, Diomidi (Diomede) aracılığıyla gönderdiği aynı mâhiyetteki bir bir niyâzı. Bunu dile getiren Anastasius’tur.

Timothy Aelerus’un şahâdetleri Latince’ye Gennadius Massil tarafından tercüme edilmiştir. Timothy’nin eserlerinin Koptça (Kıptîce) listesinde Neşideler Neşidesi’nden de bahsedilir. "Πληροφορία-Plerophoria: Mâlûmat"ta da Kilise tarihine yer vermiştir.

İskenderiyeli Peter Mongus (Peter Mongus of Alexandria)’ın Kıptîce mektubatı pek sahih değildir. Bu mektubatın tamamı Ermenîce olarak yayınlanmıştır. İskenderiyeli Peter Fullo’ya (Peter Fullo of Alexandria) atfedilen mektub ise büyük ihtimâlle sahtedir.

İskenderiye patriği Timothy IV, (517-535), bir ‘Antirrhetica-Αντίρρηση: İtiraz(lar manzumesi) oluşturmuştur. İskenderiye patriği Theodosius, (10-11 Şubat, 535, ve Temmuz 535- 537) iki mektub bırakmıştır. Theodosianlar adı da verilen İskenderiye Severianları, onu, Gaianiteler’den ayırır. Gaianus onun dürüst düşmanıdır. Gaianus ise yazılı belge bırakmamıştır.

Severus: Monofisit yazarlar arasında en meşhuru ve en verimlisi, Antakya Patriği Severus’tur (512-518). Severus 538 senesinde ölmüştür. Severus’un hayatına ilişkin ilk dönemleri arkadaşı Zacharias Skolastikus kaleme almıştır; tam bir biyografi ise ölümünden sonra, Manastır baş keşişi John tarafından kaleme alınmıştır. Severus önceleri manastır hayatına bağlanmıştı. Severus, Pisidia’daki Sozopolis’te doğdu. Babası şehrin senatörüydü ve 431 senesinde Efes Konsili’ne iştirâq eden Sozopolis piskoposunun soyundan geliyordu. Babasının ölümünden sonra, İskenderiye’ye ‘Rhetoric-Belâgat ve Hitâbet ilmi’ tahsil etmeye gönderildi. Severus henüz ‘catechumen-Hristiyanlığa inkisâb etmemiş, vaftizlik öncesi dönemde olan’ biriydi.

Zacharias, öğrenci-arkadaşı, onun Rhetorik ilmindeki dehâsını ve büyük ilerlemesini tesbit etti. Eski ‘Oratörler’in (Hatibler) üzerinde, hayranlık uyandırıcı bir hitâbet seviyesine kısa sürede ulşamıştı. Hatib Libanius’un bile fevkinde bir noktadaydı. Zacharias onu, Libanius ile St. Basil’in yazışmalarını ve Nazianzalı Azîz Gregory’nin (St. Gregory of Nazianzus) eserlerini okumaya yönlendirdi. Böylelikle Severus, Hristiyan hatibliğinin gücüyle donandı. Severus bilâhare 486 senesinin sonbaharında Berytus’a hukuk tahsili için gitti. Bir yıl sonra Zacharias da onun yanına geldi. Severus, burada, putlara tapınmakla ve büyü san’atıyla alâkadar olmakla suçlandı ve Zacharias, ağırlıklı olarak Mısır’daki Menuthis idollerinin (putlarının) hazineleriyle ve Berytus’taki Nekromansi (ölülerden gelecekle iligili bilgi edinme) ve sihir ustalarının ilginç hikâyeleriyle alâkasını bildiği hâlde, bu iftirayı endirekt bir biçimde reddetti. Zacharias onu itibârî gücüyle etkilemeye devam etti ve her Cumartesi-Pazar öğleden sonraları Kilise Babaları üzerinde yoğunlaşması mevzuunda iknâ etti. Severus vaftiz olma konusunda iknâ oldu. Zacharias ise onun vaftiz babası olmayı reddetti. Bunun sebebi ise, Finikia (Phoenicia) piskoposları irtibat kurmayı kabul etmediğini ilân etmesiydi. Böylece, Evagrius onun vaftiz babalığını kabul etti ve Severus, Tripoli-Leontius’taki Şehid Kilisesi’sinde vaftiz oldu.

Meşhur keşiş İberialı Peter’in 488’de ölüm haberi geldiğinde, Zacharias ve diğer bazıları onun Beith-Aphthonia manastırına girdile. Bu manastır Gaza limanındaydı ve Maiuma olarak da biliniyordu. İberyalı Peter oranın piskoposuydu. Zacharias bilâhare hukuk eğitimine geri döndü. Severus’un niyeti ise kendi memleketinde faaliyet yürütmekti fakat once Tripoli’li Aziz Leontius’un türbesini ve Emea’da bulunan Aziz Baptist’in (Hz. Yahya) başını ziyâret etti. Oradan Quds’e (Jerusalem) geçti ve mukaddes yerleri ziyâret etti. Orada, hâl-i hazırda Maiuma’da keşiş olan Evagrius’la buluştu. Bütün bunlar Severus’u tatmin etmedi ve Eleftheropolis çölünde inzivâya çekildi. Daha sonra, aralıklarla, Romanus’ta inşâ edilen manastırda yaşadı. Gaza limanındaki ‘Laura’ya (Yunanca, Orthodoks Hristiyan Manastırı) döndü. Sükûneti, ‘Acephali’ (Başsızlar) tarîqatinin eski lideri Nephalius’un tavrıyla bozuldu. Nephalius, öncelikle İskenderiye’ye doğru yürümeye hazır 30.000 keşişe sahib olunması gerektiğini, Peter Mongus’un 482’nin sonunda Henoticon’u (Χαινοτικονιο) böyle kabul edip patrik olduğunu söyledi. Bilâhare Nephalius once en ılımlı Monofisitler arasına sonra da Katholikler’e katıldı ve Halkidone Konsili’ni Kabul etti. 507-8 dolaylarında Maiuma’ya geldi ve Severus’a karşı vaazlar verdi ve keşişleri inzivâhânelerinden attırmayı başardı. Severus 200 keşişle berâber İstanbul’a gitti ve orada 3 sene kaldı. Orada imparator Anastasius’u etkisi altına aldı ve imparatoru Katholikler’e ve Acephaliler’e karşı örgütledi. Ondan, 511’de ölen patrik Macedonius’un halefi olarak bahsedilmeye başlandı. Yeni patrik Timotheus, Severus’un gözüne girdi. Bir sonraki sene, Flavian’ın halefi olarak Antakya Patrikliğine atandı (6 Kasım 512). Flavian, imparator tarafından, Monofisitler’e yeterli imtiyâzları vermediği gerekçesiyle, Arabistan’a sürüldü. Kudüslü Elias ve birçok piskopos Severus’u patrik olarak tanımayacaklarını bildirdi. Mamafih, İstanbul ve İskenderiye’de destekleniyordu ve Elias azledildi. Severus çok aktif bir başpiskoposluk yürüttü ve bir yandan da bir keşiş hayatı sürdürdü. Sarayındaki bütün banyoları ve mutfakları ibtâl etti. Justinianus’un tahta çıkışıyla birlikte 518 senesinin Eylül’ünde görevinden azledildi. Bu sıralarda İstannbul, Batı’yla ‘Réunion’a (Yeniden Birlik) hazırlanıyordu. İskenderiye’ye gitti.

Justinianus’un hüqümdarlığında, Monofisitler’in himâyesi Theodora’ya verildi ve bu onların umutlarını biraz arttırdı. Severus İstanbul’a gitti ve orada zâhid bir patrik olan Anthimos’la dostluk kurdu. Bu patrik, Severus’la ve İskenderiyeli Theodosius’la daha evvelden mektublaşıyordu. Bu patrik, Papa Agapetus’un 536’daki İstanbul ziyâreti sırasında ‘heretik-sapkın’ yaklaşımından dolayı azledildi. Onun halefi Mennas aynı sene, Papa’nın İstanbul’dan ayrılışının hemen akâbinde 69 piskoposun katıldığı büyük bir Konsil düzenledi. Mennas, imparator Justinianus’un zihninin Orthodoks olduğunu biliyordu. Konsil’de şöyle konuşuyordu: ‘Bildiğiniz gibi bizler Apostolik (Havarîsel) Ruhanî Dâire’yi tâkib ediyor ve ona itaat ediyoruz. Ve, onun irtibat kurduğuyla irtibat kuruyor, onun mahkûm ettiğini mahkûm ediyoruz’. Bu bakış açısından, Severus’a karşı bir Orthodoks muhâlefeti görebiliyoruz. Syria Secunda’nın 7 piskoposundan bir ve Filistin ve Syria Secunda’nın 67 manastırından 2 dilekçe imparatora ve Konsil’e ulaştı. 518’deki eski dilekçeler tekrar edilmişti. Cezâlar ağır oldu: katliamlar, hapishâneler, zincire vurulmalar. Sebeb ‘Sapkınlık!’. Severus Mısır’da inzivâya çekildi. 8 Şubat 538’de öldü. Üzerindeki elbiselerle bile yıkanmayı reddetti. Ölümünden sonra bazı mucizeler görüldüğü söylendi. Yakubî (Jacobite) Kilisesi tarafından da, kiliselerinin temel ulemâsından ve kurucularından biri olarak kutsandı.

 

www.dr.hakkiacikalin.up.to

 

DİĞER YAZILARI

-Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- I

- Ma Alladzi Hadatha Fi Hadath 11/9  (11/09 'da Ne Oldu?)

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- II

- Aslında Nükte

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- III

- Coyotte ve Skilia -Sıkıntılı Eser- IV

 

 

www.akademya.up.to