OKUMA-YAZMA Dr. Hakkı Açıkalın Bürokrasi (Bureaucrasıe) kelimesi Türkçe’ye Fransızca’dan girdi. Mot a mo tercüme edilecek olursa ‘Büro idâresi’ demek lâzım ki, siyâsî bir mânâlandırmadan uzaktır. Aslında melez bir kelime; Fransızca ‘Bureau’ (Büro=Büro, ofis, yazıhâne gibi anlamlar taşıyor) kelimesiyle, Yunanca ‘κρατώ’ (Kratô=Tutmak, egemen olmak, idâresi altında bulundurmak, sözünü tutmak, sürmek, devam etmek, durdurmak, engellemek, yer işgâl etmek, tutuklamak, tevkif etmek, alıkoymak) kelimesinin birleşmesinden meydana geliyor. Yani, Büroyu idâre etmek, büroya hâkim olmak daha anlaşılabilir ve avamî bir ifâdeyle söyleyecek olursak, ‘Suyun başını tutmak’. Meselâ ‘Politbüro’ dediğimiz zaman -kaba tâbirle- sosyalizm, sosyal demokrasi, demokratik sol veya demokrasi ideolojileri adına ‘suyun başını tutanlar’ anlaşılabilir. Meşhur Kratos (Devlet) kelimesi de aynı kökten menşe’ alıyor. Yunanlar, Bürokrasi kelimesini de kullanmakla birlikte Bürokrasi’yi (Μπουροκρατία) esas olarak iki kelimeyle karşılıyorlar; birincisi Grafiokratia (Γραφειοκρατία) mefhumu ki, bu bürokrasi kelimesinin sinonimi. İkincisi ise Hartovasîlio (Χαρτοβασίλειο) kelimesi ki, bu biraz satirik sayılabilir ve ‘kâgıtlarla haşır neşir olma, kâğıtlarla boğuşma, kâğıt krallığı’ gibi mânâlara geliyor. Her ne kadar satirik de olsa, çoğu zaman gerçekliği yansıtıyor. Bürokrat ise bürokrasi işiyle meşgul olan, bürokrasi adamı, bürokrasi eylemcisi mânâsına. Bunlar ağır kelimeler; tutmak, işgâl etmek, hâkim olmak, idâre etmek, suyun başında olmak vs. Modern mânâda bürokrasi devletin idârî kadrolarına işâret ediyor. Devlet ve demokrasi ile alâkalı söylenebilecek herşey söylendi, ancak hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek kadar kapsamlı ve kaliteli tahlil İBDA Mimarı tarafından yapıldı ve bunun üzerine tekrar ve yeni bir tahlile koyulmak ayıb! Faşizm bir devletin, herhangi bir devirde tercih ettiği bir epizoddur [Επεισόδιο (Episôdio)=Olay, vak’a, hadise, vukuat, çatışma, kavga, kısım, tefrika]. Bu epizodda, devlete hâkim olanlar arasında hiçbir tenâkuz kalmaz. Faşizm’in her zaman gürültülü olması gerekmez ve genelde de sessiz sedâsız yürür. Bu sessizliğin sebebi ise bu epizodun resmî ideolojinin pantalonu (veya eteği) içinde kalmasındandır. Bu durumda erektil dokuların dinamizmini ve aksiyonunu tam olarak göremeyiz. Aslında ve doğrusu, dünyanın hemen her ülkesinde (burjuva demokrasileri hariç değil) bütün demokrasiler, en son tahlilde birer faşizmdir, farkları sür’atlerinde ve ivmelerindedir desek mübalağa olmayacağını umarız. ABD, Fransa, Britanya, Japonya, Almanya vs. gibi kapitalist ülkelerin ‘faşizmleri’ne karşı mücâdele edecek kadar enternasyonal bir kudrete sahib bir kudret(li organizma)nın şimdilik kaydıyla zâhir olmamasına nisbetle hadiseyi Anadolu’ya indirerek (indirgeyerek) bir değerlendirme yapmak biraz daha makûl olabilir. Fantastik de sayılabilecek tezimiz, tüm dünyada örtülü bir faşizmin hâkim olduğuydu. Demek ki, Anadolu için de bu geçerlidir. Resmî ideoloji veya kısaca ‘ideoloji’ askerî-sivil bütün bürokratik müesseseleriyle (örtülü) bir faşizmi kendi varlık nedeni, eşdeyişle ‘soyunu sürdürüp tükenip gitmeme’ gerekçesi olarak biteviye tatbikat sahasında tutmaktadır ve yine kendi zaviyesinden bunun argümantasyonuna sahibdir. Kemalizm Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî ideolojisidir. Bu ideoloji bütün askerî-sivil girişimlerine rağmen Anadolu halkına benimsetilebilmiş değildir. Türk Silahlı Kuvvetleri, aldıkları tahsilin gereği ve ekseriyetle bu ideolojinin hâmîleri ve bânîleridirler ve vazifelerine bu iştiyak ve şevkle başlarlar. TSK mensubları için Kemalizm; demokrasinin, aydınlanmanın, lâikliğin, modernleşmenin ve mondenleşmenin, ilericiliğin, pozitivizmin ve hattâ (bazıları için) sosyalizmin remzidir ve onun ilkelerinden taviz verilemez. Başlangıç devirlerinde nasıl, meselâ, Resmî TKP, ‘Gerçek Proletarya Partisi’nin önünü kesme temelinde M. Kemal tarafından kurdurulduysa, bugün de eğer yeni bir siyâsî (ideolojik değil) açılım yapılacaksa, meselâ AB’ne üye olunacaksa bunun dahilî mekanizmasına Kemalizm hâkim olmalı, kadroları o belirlemeli, örgütlenmeyi o yürütmeli ve siyâseti o yapmalıdır. Aksi hâlde ‘memleket batabilecektir!’. Oysa, illüzyon tam da burada; imân edilen şey Kemalizm, ancak faal olan ideoloji Siyonizm-Judaizm. Yıllardır ayırdına varılamayan gerçeklik bu. Geçmişteki Genç Subaylar’ın düştüğü tuzak buydu; farkında olmadan Judaizm’e ve onun Sabbataist militanlarına askerlik etmek. Artık bu aşılmalı. Genç Subaylar ve siyâset yapan herkes bitirilecek hedefi doğru tesbit edebilmeli / edecek. İstisnâlar mutlaka olacaktır ve aksi bilimsel sayılamaz. İstatistik ilmi, α=%5 hata payına müsaade eder. İstatistik ilminin verilerine hürmeten, TSK içinde de %5’lik bir ‘hain!’ potansiyelinin varlığını kabul edebiliriz. Bunlar da kendi içlerinde; Kürt ulusalcıları (PKK’liler ve sempatizanları), Şeriat taraftarları (İBDA fikriyatına bağlı olanlar ve diğerleri), Kemalizmi reddeden sosyalistler (Kaypakkayacılar ağırlıkta olabilir ve diğer Türkiye Sosyalist Hareketleri’ne yakın ve/veya yanında duranlar), eser miktarda da olsa ekalliyet ideolojilerinin taraftarları (Ermenî, Yunan, Süryanî-Keldanî vs.) ve Kemalizm’in kaldıramayacağı seviyede Pan-Türkistler, Turancılar, Bozkurtlar vs. %5’in hacmî büyüklüğü nereden bakıldığına bağlıdır. Meselâ benim için ‘kaydadeğer’ bir kıymet ifâde eder, bazı başka insanlar için ise ‘küçük’ bir değerdir. Ama sanıyorum, TSK kurumu için de dikkate şâyan bir değerdir. Her 100 subaydan beşinin ‘hain!!!’ olması TSK’nın uykularını kaçırmalıdır ve muhtemelen kaçırıyordur. YAŞ kararlarıyla atılan subayların bu %5’e tekâbül ettiğini zannetmiyorum. Mes’elenin temel ayaklarından biri bu olsa gerek. Astsubaylar ve sözleşmeli personelin durumunu bilemeyiz fakat çok daha teferruatlı bir tahlil gerekiyor ve çok zor. Ancak çetrefilsiz olmadığı da âyan beyân. Amma, işin bir de ‘politbüro’su var, yani suyun başını tutanlar, yani genelkurmay kadrosu. Şimdi, Türkiye’de artık yeteri kadar yazar-çizer-okur milletinin az çok bildiği ve zımnen de olsa kaleminin ucuna taşıdığı bir gerçek var: Genelkurmay kadrolarının Sabbataist kökenli veya Judeofil (Yahudisever) olmaları. Çevik Bir’in, Erol Özkasnak’ın yahudiliği dillere destan, Hilmi Özkök’ün de Sabbataist olduğu ve Manisa-Filadelfiya stoğundan olduğu içeride değilse de dışarıda yüksek sesle konuşuluyor. Genelkurmay eski başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “İsrail’le yapılan askeri işbirliğini eleştirenler anadan doğma Yahudi düşmanıdırlar” sözü tarihe geçti. Aytaç Yalman’la birlikte jandarmanın da Sabbataistler’in eline geçtiği bir vakıa. Bunlar, TSK’yı AKP ile ‘foton çifti’ hâline getiriyor ve bunlar aynı kaynaktan ayrı direksiyonlara doğru ışık vermekle yükümlendirilmiş durumdalar. Genelkurmayın mevcud hükümetle bir çelişkisi yok ve işte bu nedenle, dönme Aydın Doğan’ın gazetesinin dönme genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, ‘Genç Subaylar’ lafından irkiliyor ve reaksiyon veriyor. İşte, bu sebeble olsa gerektir, Genelkurmay’ın tepesindeki zât, Tayyib’e ‘Genç Subaylar’dan bahsediyor, tehdit amaçlı falan değil, ‘ŞİKÂYET!’ gâyesiyle... ‘Bak, benim ve kadromun durumu yavaş yavaş deşifre oluyor, uçkurum çözülüyor, aşağıda da bunu okuyanlar var, eskiden irtica deyip sıyrılıyordum, şimdi bu yetmiyor, ABD’ye ve İsrail’e karşı da ciddî bir tepki var ve ben nasıl açıktan beni buralara getiren ağababalarıma karşı kelâm ederim. Sen buna bir çâre bul’ demeye getiriyor. Hattâ bir ‘elebaşı’ listesi de uzatıyor olmalı... Eskiden, “Genelkurmay rahatsız” deniyordu, şimdi, esas rahatsız olanın ‘genelkurmay’ filan değil, ‘Genç Subaylar’ olduğu söyleniyor. Hilmi Özkök’ün ‘Ben rahatsızım’ demesine imkân yok; bu, bir mü’minin ‘Ben Allah’tan rahatsızım’ demesi gibi bir şey olur ve muhaldir, olmaz. Hâ, peki rahatsız olan birileri var mı? Evet var... Adına genç Subaylar denen, ağırlıklı olarak küçük-orta rütbeleri ihtiva eden bir dip hareketi (şimdi artık yüzeyde de akıntı yapıyor) var. Şu 5-6 sene evvelki Yunan Mirage’ı mes’elesini gündeme getirip de olayı Yunanistan’ın provokokasyonu olarak nitelendiren eski Kemalist yeni AB’ci Fatih Altaylı’ya, ‘tezin doğru değil, provokasyonu başka bir mahfilde ara’ diyoruz. Bu ‘Genç Subaylar’, ‘irtica’ya karşı oldukları kadar ‘Anti-Anadolucu Sabbataist kadrolaşma’ya da karşı olmalılar ve tepki sâdece ideolojik hassasiyet değil, aynı zamanda genelkurmay kademesine tırmanma sürecinde kendilerine hep yılan veya karınca metodunun revâ görülmesi ve bir türlü kanatlanarak yükselmelerine cevaz verilmemesi. Yani, kim ne derse desin bir iktidar savaşı var ve son dönemlerde bir ateş yanıyor, tüten dumanlardan bu okunabiliyor. Bu subaylar bir Dündar Seyhan, bir Talat Aydemir kadar idealist olmayabilir ve muhtemelen de değil fakat onların argümanlarını kullandıkları/kullanacakları kesin. İrtica’ya ek olarak bu sefer anti-İsrailcilik de var işin içinde. İş böyle olunca, taktik ittifakları beklemek yanlış olmaz ve tatminsizlik+çarpık idealizm+cesâret+iktidar dürtüsü gibi 4 insânî haslet, mahşerin 4 atlısına evrilerek bir ‘içiçe’ mücâdeleyi örgütleyebilir ve bu mücâdele sivil plânda da kitleselleşebilir. ABD-İsrail destekli ve koruncaklı AKP+Genelkurmay iktidarının karşısına ‘heterojen ama gevşek koordinasyondan sıkı, non-ideolojik, ama sağlam bir genç subaylar irâdesi’ dikilebilir; hayal değil. İngiliz kaynakları bunu yazdı, başkaları da yazacak, Mirage-F16 vak’ası bunun dışında değil ve kaynağı doğru yere oturtmak lâzım. Yine geçenlerde Akademya’nın ziyâretçi defterinde çıkan ‘Hereke Halısı’ mes’elesi de aynı kaynaktan geliyor ve bilgi kuvvetle muhtemelen doğrudur. Yıldız Teknik’te temâşa edebildiğimiz başlangıç eylemlilikleri de ‘antre’dir, ara sıcaklar ve sıcaklar da beklenir. Gerek sivil gerek askerî bürokrasi Anadolu’yu istedikleri gibi örgütleyememişlerdir. Aynı şekilde, Türkiye Sosyalist Hareketi de, Kürt Ulusal Mücâdelesi de, Kemalizm de Anadolu’da atılımcı olamamışlardır, akîm kalmışlardır. Üstad Necib Fazıl (RA), tâ 60’larda Anadolu kasabalarında yaptığı toplantılarda 5-10 bin insanı biraraya toplayarak inqılâb rüzgârlarını estirmiştir. Anadolu’nun bu direngenliğinin sebebi mayasındandır, yani İslâm’dır, yani İslâm’ın hâkimiyetinden gayrısına kapalılığıdır. Anadolu, ana karargâhtır ve mücâdelenin merkez üssüdür. Anadolu, yanına gelenin yüzünde yahudi lekeleri gördüğünde sırtını döner, iltifat etmez. Yahudi de bunu bilir ve binbir maske takar, ama bütün enstrümanları kullanmasına rağmen netice alamaz. Bunun adı ‘İMÂN’dır. Şimdilerde bunu bazı sosyalistler, bazı sosyalist teorisyenler, milliyetçiler, Kürtler, Alevîler hattâ Sünnî kimlikliler de tesbit edib yazıya döküyorlar. Aynı şey Askerîyye’nin içinde de mevcud. Genç Subaylar Yalçın Küçük’ü severler ve iyi okurlar, şübhesiz Şebeke’yi de okudular ve yeni çıkacak olan kitabını da okuyacaklar ve hayretleri biraz daha artacak; Büyük Doğu İbda külliyâtını okuyan subaylarla buluşma ihtiyacı duyacaklar. Çünkü Yalçın Küçük, ikonayı tam olarak göstermiyor, ketum davranıyor. Ciddî bir okuyucu kitlesi olan Tarih ve Demokrasi, Sandal vb. internet forumlarında çok güzel araştırmalar ve değerlendirmeler yapılıyor, bu nedenle bu forumlar çok okunuyor. Aynı şey Kürdistanî forumlar için de geçerli, Kürtler yepyeni gerçeklerle karşılaşıyorlar. Sanal âlem, reel işler çıkarıyor ve yankı uyandırıyor. Akademya’nın sözde sanal(!) yayını kanlı canlı, toplayıcı ve hedef gösterici oluyor; şuurlara alternatif veriyor. Genç Askerân bunları okuyor, tefsir edib ‘vazife çıkarıyorlar’. Karanlık ve kapalı devirlerin ‘bizden gayrısı hain’ retorikleri boşa düşüyor. Hainliğin ölçüsü değişiyor. Kimin ne kadar vatansever olduğu ciddî bir biçimde tartışılıyor. Meselâ, Sabbataist olmak, artık bir ‘ihânet’ ölçüsü olabiliyor ve kuşkuyla bakılıyor. Süryânîler de, Ermenîler de, Yunan-Orthodokslar da, Kürt ulusalcıları da, Türkiye Sosyalist Hareketi de, Müslümanlar da, Sabbataizm’in örtüsünü kaldırmaya cesâret edebiliyor ve kirli yüzünü teşhir edebiliyorlar. Bunun başarısını dile getirmeyecek kadar tevâzu sahibi olamayız. Yine bu minvâlde, Yalçın Küçük’ün, Mehmet Şevket Eygi’nin, İstanbul Sevi’nin Vaner Alkaç’ın, Özcan Soysal’ın, İbrahim Seven’in, Harun Yahya’nın (Adnan Oktar), Ilgaz Zorlu’nun, Gökyüzü’nün ve şu an aklıma gelmeyen araştırmacı isimlerin katkılarını reddedemeyiz. Bu isimler Türkiye’de Sabbataizm’in maskesini yırtıp atma noktasında takdir edilmelidirler; onların ideolojik-politik kimlikleri, bu bağlamda insanlığa ve Anadolu’ya yaptıkları büyük hizmetten bağımsızdır nezdimizde. Arkası çığ gibi gelecektir. Meselenin özünü Mustafa Saka yazdı: “Uçkur Çözüldü"! Devamla şu deyimler zikredilebilir: 1- G.. kısmetten düşerse Uçkur 9 yerden çözülür! 2- G.. kısmetten düşerse Arab Bağdat’tan gelir! 3- Uçkur tutmamak 4- Uçkuru düşmek 5- (Harama) Uçkur çözmek 6- Uçkuru düşük 7- Uçkuru gevşek olmak 8- Uçkuruna hâkim olmak 9- Uçkuru sağlam olmak Sabbataist ve Judeofiller’in uçkuru Türkiye’de 9 yerden çözüldü. Hâl böyle olunca, herkes heryerden geliyor. Bürokrasi’yle başlamıştık; bürokrasi de şalvarını yukarı çekip duruyor zira onun da uçkuru düşüyor, o nedenle elleri hep belinde. Bu vesileyle, belki Faşizm’in de donu düşecek. Birbirini hazmedemeyenler; sosyalistler, Kürtler, Alevîler, ekalliyet, genç subay vs. görecek ki, sırtımızdaki tufeyli aslında, hedef aldığımız insanlar değil ve onun adı SABBATAİZM ve JUDAİZM’dir, yani açık ve örtülü Siyonizm, yani 7 başlı ejder. Bu nedenle Sabbataizm ve Judaizm mevzularında kalem oynatan insanlara, birbirlerini hedef almamayı, birbirlerinin altını oymamayı salık veriyorum, o tartışmalar daha sonraya bırakılmalıdır. Genç Subaylar’ın da olaylara en üst plandan bakmalarını ve İslâm’ı dikkate alarak politika belirlemelerini söylüyorum. Yukarıda mezkûr isim ve çevrelerin perspektiflerinin ve tekliflerinin üzerinden atlayarak askerî yanı ağır basan inisiyatiflerin ‘le fî khusr’ olduğunu vurguluyorum. Böyle okuyorum... 26 Mayıs 2003 |