ÖNCŰ YOKSA… Dr. Hakkı Açıkalın Ekonomi bilimine göre bir ülkede, en üst gelir seviyesiyle en alt gelir seviyesinin oranı 8/1’in üzerine çıkarsa o ülkede devrim olması kuvvetle muhtemeldir. Eğer bu oran, 12/1 seviyesindeyse devrim artık kaçınılmazdır. Türkiye’de asgârî ücretin 140 milyon TL (100 Amerikan Doları’nın altında) civarında olduğunu buna karşılık üst gelir gruplarının aylık kazançlarının da-ister kamu görevlisi isterse de özel sektör olsun-en az 2 milyar TL (yaklaşık 1300 Amerikan Doları) düşünürsek, iyimser bir bakışla oranın 13/1’den daha büyük olduğunu-kimilerine göre bu oran 36/1’e kadar ulaşmaktadır-görürüz ki, bu tablo Ekonomi biliminin verilerine göre Türkiye’de "Devrim"in zamanının gelip de geçtiğini gösteriyor. Ama ortada “Devrim’in koşulları”ndan en önemlisi mevcutken, bu “Devrim”in esâmesi bile okunmamaktadır. Her konuda kendimizi Yunanistan’la kıyaslarız ya, hele buyrun Yunanistan’a bir bakın: 1 US$=378 Yunan Drahmisi. 1 Yunan Drahmisi=4100 TL. Yunanistan’da gayrî sâfî millî hâsıla ortalama 12.500 US$ ve yıllık enflasyon oranı %3 dolayında, göreve yeni başlayan akademili 22-23 yaşlarındaki bir polis memurunun aylık geliri 235.000 Drahmi yaklaşık 970 milyon TL, bir emniyet müdürünün maaşı 650.000 Drahmi yaklaşık 2 milyar 665 milyon TL, işe yeni başlayan bir savcı yardımcısının maaşı 565.000 Drahmi yaklaşık 2 milyar 315 milyon TL, kırsal alanda görev yapan bir ilkokul müdürünün maaşı 475.000 Drahmi yaklaşık 1 milyar 950 milyon TL, Üniversite hastanesinde çalışan 10 yıllık bir Nöroloji uzmanının maaşı 760.000 Drahmi yaklaşık 3 milyar 120 milyon TL, işe yeni başlayan bir hemşirenin maaşı 210.000 Drahmi yaklaşık 860 milyon TL, bir başsavcının maaşı 680.000 Drahmi yaklaşık 2 milyar 800 milyon TL ve nihâyet 18 yaşında, vasıfsız bir Benzin istasyonu işçisinin yevmiyesi 5.000 Dr. yani 21 milyon TL. Bütün bunlara mukâbil, 1 paket Marlboro 700 Dr.=2 milyon 800 bin Tl, 1 kg kıyma ortalama olarak 1100-1800 Dr.=4.5-7.2 milyon Tl, Bir kg. beyaz peynir ortalama 1200 Dr=5 milyon Tl, 1 kg zeytin ortalama 1000 Dr=4 milyon 100 bin Tl, bir kg. şeker ortalama 500 Dr=2 milyon Tl, bir aylık ev kirâsı ortalama 120.000 Dr=480 milyon Tl, Bir metro bileti 200 Dr=820 bin Tl, Girit-Atina uçak bileti ücreti 30.000 Dr=120 milyon Tl, 1 Ekmek ortalama 140 Dr=565.000 Tl, 1 yumurta ortalama 40 Dr=165.000 Tl, 1 kg yoğurt ortalama 600 Dr=2.5 milyon Tl, 1 lt. Süper kurşunsuz Benzin (en pahalı yer olan BP’de) 271 Dr=1 milyon 111 bin Tl, 1 adet peynirli pide ortalama 300 Dr=1.200.000 Tl, 1 adet dönerli sandviç ortalama 350 Dr=1 Milyon 450 bin Tl, 1 Davidoff sigarası 900 Dr=3 milyon 700 bin Tl, bir şişe şarap ortalama 400 Dr= 1 milyon 650 bin Tl, Selânik-Atina (504 km) otobüs bilet ücreti 8.000 Dr=33 milyon Tl, Olympic Havayollarıyla Atina-Berlin gidiş-dönüş uçak bileti 95.000 Dr=390 milyon Tl. Meselâ bir ilkokul müdürünün bir ayda alabileceği ekmek sayısı yaklaşık olarak 3400, alabileceği kıyma miktarı yaklaşık 400 kg, zeytin miktarı 475 kg, şeker miktarı ise 950 kg’dır. Oturun Türkiye’deki durumu da siz hesaplayın. 1 ABD $=2.1 Alman Markı, 1 ABD Doları=0.625 İngiliz Sterlini ve 1 ABD Doları=1 milyon 600 bin Tl!!!… Kuşkusuzdur ki, bütün parametreleri buraya almamız mümkün değil ancak, nüfusu resmî verilere göre (2001) 11 milyon 300 bin olan ve Avrupa Birliği’nin Portekiz’le birlikte en “fakir” üyesi olan Yunanistan’ın durumuna bakarak bile Türkiye’nin durumu ortada. Hiç beğenilmeyen Romen Leyi’nin 50 Tl olduğunu da hatırlatalım. Dünyanın hiçbir ülkesinde-Arjantin, Brezilya vs. de dâhil olmak üzere-bu koşullarda insanların İngilizce tâbiriyle “survive” etmesi yâni hayatta kalabilmesi, direnmesi mümkün değildir, orada mutlaka büyük kalkışmalar hattâ inkilâblar olur. Ama Türkiye, Ekonomi bilimini âdeta boşa düşürerek geleceği pek de bilinemeyen seyrine devam ediyor, %90’lara varan yıllık enflasyonu, 150 milyar dolardan fazla dış borcuyla “survive” ediyor!… Olayın ekonomik boyutunu böylece gözledikten sonra yine Yunanistan’la ilgili bir çarpıcı örnek verelim: Devrim’in hemen hiçbir koşulunun olmadığı bu ülkede, hüviyet cüzdanlarındaki “Din” hânesinin kaldırılması kararına karşı, Selânik’te 700 bin, Atina’da 150.000 ve muhtelif şehirlerde binlerce insan protesto gösterileri yapıyor, 17 Kasım Sosyalist Örgütü’nin eylemlerine başladığı 1975 yılından bu yana ülkede muhtelif Amerikan hedeflerine karşı yapılan saldırı sayısı 246, bu eylemlerde 30 dolayında fiziki tasfiye, 200 dolayında da yaralama var, gelinen aşama itibârıyla Avrupa’daki en yoğun Anarşist örgütlenme de bu ülkede ve Anarşistler korkunç dinamik bir gençlik grubunu temsil ediyorlar ve neredeyse eylemsiz bir gün bile geçmiyor ve devlet yerden yere vuruluyor, illegal örgüt (17 Kasım hâriç) yok, 2 tâne aşırı milliyetçi parti (Elliniko Metopo-Yunan Cebhesi ve Hrisi Avgi-Altın Şafak), başta KKE-Yunan Komünist Partisi, Sinaspismos-Sol Birlik olmak üzere sayısız ve her renkten sosyalist-komünist parti ve hareket, en sağdan en sola her türden Anarşistler ve Orthodoks Hristiyan örgütleri ülkeyi dönüştürmek için her türlü eyleme başvuruyor ve propagandalarını yapıyorlar. Üstelik Devrim olmayacağını bile bile… Evet Yunanistan tipik bir burjuva demokrasisi!..
DHKP-C, iki yıla yakın bir süredir F-tipi cezaevlerini protesto etmek için Türkiye’de ve yurtdışında ölüm oruçlarını sürdürüyor. Bugüne kadar, operasyonlarda ve kendiliğinden olmak üzere 80’nin üzerinde militanlarını kaybettiler, daha ne kadar kaybedecekleri ise belli değil, Türkiye Cumhuriyeti devleti bundan iki yıl önce 80 DHKP-C’liyi idâm etmeyi kararlaştırsaydı bunu-en azından fiilen-başaramazdı, olacak şey değildi ama açlık grevi sâyesinde TC, 80 insanın bir anlamda idâmını gerçekleştirmiş oldu. Türkiye dışındaki DHKP-C militanlarının çektiği sıkıntıyı, mâruz kaldıkları baskıyı da eklersek, çekilen ısdırabın ne kadar büyük olduğu ortaya çıkar. Aileler ve akrabalar boyutuyla düşündüğümüzde ise tablo tam bir tragedya’ya dönüşür. Fakat gelinen noktada Hikmet Sâmi’nin ve âvânesinin attığı tek bir adım bile yoktur. Aynı geçmiştekilerin yaptığı gibi o da hamâsete devam ediyor. Hâkim olan anlayış “Tohumuna para mı saydık, gebersinler!" biçimindedir. THKP (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi), temelde revizyonizme ve oportünizme karşı yürütülecek olan / yürütülen yoğun bir ideolojik mücâdele temelinde kurulmuştur. THKP Türkiye’deki ideolojik-politik süreci şöyle değerlendirir: "1950’li yıllarda üretici güçlerin gelişiminin yeni boyutlar kazanması, sınıf ilişki ve çelişkilerinde değişimlerin gündeme gelmesine neden olmuştur. Bu yıllarda altyapı yatırımlarıyla pazar genişletilerek, tüketime yönelik üretimin koşulları oluşturulmuş ancak, altyapıdaki bu gelişmelere veremeyen üstyapıda da birtakım değişikliklerin zaruretini gündeme getirmiştir. Yeni sömürgeciliğin zorunlu gelişimine tekâbül eden bu olgu amaç olarak, emperyalist üretim ilişkilerinin ülkeye derinlemesine sızmasına ve değişen güçler dengesini yansıtacak bir kurumlaşmaya ihtiyaç duyulmasına tekâbül etmektedir. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak gündeme gelen 1960 darbesi aynı zamanda güçler dengesinin, bir diğer yanını oluşturan toplumsal muhalefetin konumundan dolayı da, kurumlaşmanın, topluma yansıyan yeni güçleri betimleyen anayasasında proletarya ve küçük burjuvazinin gücü kısmen de olsa anayasasına yansımıştır. İşte bu yansımanın bir sonucu olarak ve siyâsî yapının özünü sarsmayacak şekilde, göreceli olarak birtakım özgürlüklerin kullanımı gündeme gelmiştir. …Gelişen işçi sınıfının, köylülüğün, gençliğin âcil ihtiyaçlarına yanıt veremeyen bir aydınlar partisine dönüşen TİP’e (Türkiye İşçi Partisi) karşı Mahir Çayan yoldaş yoğun bir ideolojik mücâdele kanpanyası yürüterek Türkiye halklarının kurtuluş yolunun ilk adımlarını atarken aynı zamanda TİP oportünizmini de tarihteki lâyık olduğu yere koyuyordu. Mahir Çayan yoldaş, ‘İçinde bulunduğumuz evrede proletaryanın kendisi için sınıf durumunda olmadığı ve proletar sosyalist bir partinin bulunmadığı bir evredir’ diyerek, Türkiye devrimci hareketinin en âcil ve en önemli görevine daha çok o dönemlerde dikkat çekiyordu. …Yalçın Küçük P-C’nin (Parti-Cebhe’nin), ‘işçi sınıfının yetersizliğinden hareketle’ bir eksikliği doldurmak için köylülüğe yöneldiğini, bu yönüyle ‘TİP çizgisinden hiçbir ayrılığı olmadığını, TİP ve YÖN çizgilerinin çocuğu’ olduğunu iddia ediyor. Yalçın Küçük, yukarıdaki iddiasına kanıt olsa gerek dipnotla, ‘THKP-C adında yer alan, ‘Kurtuluş’ sözcüğünün TİP lideri Aybar tarafından ortaya atılan ‘İkinci Kurtuluş Savaşı’ sloganından gelebileceğini düşünebiliyoruz’ şeklinde yazıyor. …THKP-C’nin savaş içindeki yerini ve doğuşunu Mahir Çayan yoldaş şöyle açıklıyordu: ‘ Toplumun bütün kesimlerini sarsmaya başlayan bu devrimci kasırga, genç militanlara devrim arenasında sadece kendilerinin kaldığını gösterdi. Bu esen kasırga, devrimci kavganın çeşitli kesimlerinde fedâkârca döğüşen genç militanların benliğinde, bilincinde ve kalbinde derin değişiklikler yaptı, her çeşit feodal ve ataerkil ilşkileri parçaladı. Hayat devrimci pratiğin işçi, köylü, öğrenci militanları biraraya getirdi. Böylece, Leninizm’in temelleri üzerinde, devrimci yoldaşlığın oluşturduğu, kelimenin geniş anlamıyla proletar devrimci bir örgüt doğdu" (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi, Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi ve Kızıldere) Mahir Çayan ve 9 arkadaşı (Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Sinan Kazım Özdoğru, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Hüdai Arıkan, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan. Ertuğrul Kürkçü kurtuldu), 30 Mart 1972 tarihinde pusuya düşürülerek katlediler. Bu eylemin arkasında büyük ölçüde MOSSAD-Siyonizm vardı ve Efraim Elrom’un infâzına karşı Mahir Çayan katledilmeliydi ve edildi de!!!
Tam bu noktada Abdullah Öcalan’ın söylediklerine bakmakta yarar var: "Öcalan-Hatırlıyorum; 70’lerdeki Türkiye devrimcilerinin büyük bir direnişi vardır. 71 direnişi dediğimiz direnişçilik; vahşî ve oldukça kendine göre örgütlü olan faşist rejim karşısında gelişti. Faşizm o gencecik fidanları budadığında hep aklıma gelen: Acaba bir yurtdışı kanalı olamaz mıydı? Bazı önderler sorumluluk düzeyi olanlar kurtulsaydı da bu hareket kesilmeseydi, doğal gelişimine devam etseydi. Şimdi o anımı şunun için tekrarlıyorum; şimdi burada olmamız da biraz bu görüşle bağlantılı. Mahir Sayın-O dönemde bunu başarmak olanaklı olmadı. Arkadaşların belli bir perspektifi vardı; sonuna kadar gitmek. Bu eksik bir perspektifti ama çok yiğitçeydi… Öcalan-Bu, aşırı ve oldukça tehlikeli bir yaklaşımdı. Sonuna kadar direniş, yiğitçe bir tavırdır. Yine sonuna kadar birbirlerine bağlı olma. Ancak bu bana aynı zamanda şunu hatırlatıyor; işte ‘aşiretin son ferdine kadar’. Halbuki biz siyâsîyiz. Mühim olan böylesine bir bağlılık duygusu uğruna kendimizi tamâmen vermek, bitirmek değil. Amaçlarımız vardı. O amaçlarımızın kesintiye uğramaması ve mümkünse başarı yollarının, sonuna kadar zorlanmasıydı. Politika bunu gerektirir. M.S-O dönemde, ben hatırlıyorum, bazı arkadaşlarımız Mahir Çayan yoldaşa öneride bulundular: ‘Bir dönem için yurtdışına çıkalım’ Mahir’in cevabı o zaman şu oldu: ‘Kendimize, kaçtılar dedirtemem’. Öcalan-Aynen böyle söyledi. Ben de hatırlıyorum. Halbuki ben o dönemin bir Mahir sempatizanıydım. Bunlar Maltepe zindanından çıktıklarında, ‘artık ilâh gibidirler asla yakalanmazlar’ dedim. Fakat çok kısa bir süre sonra Kızıldere olayı meydana geldi. Bu işlerin artık böyle yürümeyeceğini de hissettirdi. Kendi politik sorumluluğumu üstlenirken, bu tarih benim için son derece önemliydi… … THKP-C sempatizanlığım vardı sanırım bu süreçte. Ama bütün ısrarlarıma rağmen, bana tutarlı gelen bir örgütlenmeyi yürütememişlerdi. Biraz boş, tek kaldım… … Bir yandan Denizler’in idâm sorunu var. Yusuf Küpeliler’in başlattığı bir ayrılık var… Zâten Mahir’in trajedisi kadar kahramanlığı da burada yatıyor. Denizler’in idâma gidişini bir seyir gibi karşılamamak; tabiî mutlaka gerekliydi. Bu onu bir darboğazda bırakıyor. ‘Mutlaka birşeyler yapmak gerekiyor’ diyor. … Böyle direnişçilik dehşet verici dedim, Olamaz! Ne kadar büyük, yüce olursa olsun. Sonuç? Evet trajedidir. Bu benim örgüt anlayışım üzerinde kesin belirleyici bir etkide bulundu. Yani; örgüt hem sürekli olmalı, hem de tarihî değerlere bağlı olmalı. Değerlerdir işte mutlaka gerekeni ölüm pahasına da olsa yapmak riskli diyorum. … İkinci sınıf kadro benim gözümün önündeydi, zâten çapsızdılar. Temel amaçlardan vazgeçiyorlardı. Düzen endişeleri vardı. … Tabiî benim anıya bağlılık dediğim olay bu işte. Ordu nasıl kurulur? Ben korkunç bir çabayla şimdi işin üzerindeyim. … O zaman halkların birliği neydi, biliyor musunuz? İdeoloji’de Kemalizm’in aşılmasıydı. Mahirler buna önemli katkıda bulundular. Tam istedikleri gibi ideoloji yapamadılar. Zâten fırsatları el vermedi. Denizler, onu daha üst düzeyde haykırdı; ‘Kürt-Türk halklarının özgürlüğü uğruna ben gidiyorum’ demesi başlı başına en büyük birlik. … Mahir çıkış yaptı, kaç gün sonra Kızıldere’de şahadete gitti? Çok kısa bir süredir, 10 gün değil mi? Deniz çıktı, kaç gün sürdü? O da… 1-2 ay geçmedi. ODTÜ’den ayrıldı, Gemerek’te esir düştü. Kaypakkaya da öyledir. Çok kısa bir sürede onların imhâsıyla sonuçlandı. … Evet. 12 Mart kılıcını çekti, bazılarını boynundan vurdu, bazılarını da saç tellerinden, biz şimdi saç tellerinden vurulanlar arasına giriyoruz. Yani saç traşıdır, kılıç sana değmemiştir" (Erkeği Öldürmek, 1997) Yukarıdaki analizleri yapan aynı Abdullah Öcalan, Kürdistan dağlarına gerillasının yanına gitmek yerine “Roma Yürüyüşü”ne kalkıyor ve MOSSAD’ın en önemli istasyonlarından Kenya’da ve bu kez “boynundan yakalanıyor!”. Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’in pratiğini örtülü-açık biçimde eleştiren ve “boyunlarından vurulduklarını” söyleyen Öcalan onlardan 17 yıl sonra ve Türkiye’nin dışında “boynunu veriyor”. Kılıç ona da değiyor. Alan kim? Binbir hile sahibi dediği ..!
"Acilciler" olarak da bilinen ve Arap Ulusalcılığını öne çıkaran THKP-C / Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural bakın ne diyor: "Kapitalizm egemen üretim ilişkisi olarak, Türkiye denilen ve Misâk-ı Millî sınırı içindeki alanda yaşamını sürdüren tüm ezilen ulus ve ulusal azınlıkları merkezî bir pazara bağlamıştır. Merkezî pazar, tıkanıklığa giren üretim ilişkisi sistemini, bu alanda yaşayan tüm kesimleri nitelikçe aynı tarzda yansıtmasına neden olur. Bu, doğaldır ki, ulusal olarak köklü farklılıklar taşısa da bu etki altında bulunan insanlar ve sınıflar sosyal çevrenin etkisi altında, bilinçleri nitelikçe aynı hatta gelişim gösterirler. Özel açıdan, bütün ele alınınca birbirinden çok farklı görüntülere rastlasak da, genel açıdan ve sonuç itibârıyla biçimsel ve nitel farklılıklar kendilerini korusalar da, nitelik olarak aynı paydaya sahip talepler etrafında pratik gelişmeye tanık olunur. Bu, her ne kadar kendiliğinden gerçekleşebilir bir olay olmasa da, bilinç etkisine bağlı olsa da olay tamâmıyla düşüncenin şekilleniş yasasıyla ilgilidir. Bugün var olan toplumsal düşünce şeklindeki farklılık, sosyal çevrenin karmaşık yaşam sürecinden etkilendiği kadar, topluma alternatif sunabilecek öznel etkinin olmayışından kaynaklanır" (Ulusal Sorun, Önsöz, Mihraç Ural). Allah söyletiyor işte… alternatif sunabilecek öznel etki!!!…
Şimdi de, MLKP’ye bakalım: "… Parti çalışmalarının bütün yönlerini değerlendiren, somut yönelimlerimizi belirleyen Kongremiz; düşmanın yoğunlaşan saldırılarını, artan kayıplarımızı, diktatörlüğün kendini sürekli tahkim etme çabasını; iç savaş taktikleri ve yöntemlerini daha yaygın kullanmasını, egemen sınıfların, emperyalizmin ve siyonizmin bölge politikasını göz önünde tutarak: Partimizin vuruş gücünü ve manevra yeteneğini arttıracak, gelişen tekniği hakkıyla kullanacak, kurumlaşmaya özel bir önem verecek, yığın hareketine daha fazla bağlanacak, parti tarzını daha fazla yerleştirecek, bolşevikleşme çabalarını hızlandıracak, kısacası önder bir parti olarak gelişebilmesi için, partimizin daha yüksek bir temelde yeniden örgütlendirilmesi ve bu yolla cür’etle ileri atılmasını kararlaştırdı…" (MLKP 2. Kongre Duyuru ve Çağrısı). İç savaş taktikleri-yöntemleri, siyonizme karşı… Tamam güzel ama hangi kitleyle, hangi ekonomik güçle ve ne zaman?
Bir de Yalçın Küçük’e kulak verelim: "İçinde yaşadığımız aşamada insanoğlu, hiçbir dönemde olmadığı kadar, ideolojik bir yaratıktır. Çağımız, ideolojilerin etkinliğini ve ‘doğru’ ideolojinin önemini son derece arttırıyor… Önümüzdeki zamanlarda Batı’dan ve toplumsal alanlarda önemli hiçbir katkı beklemiyorum. Kendi göbeğimizi kesmek durumundayız…" (21 Yaşında bir çocuk Fatih Sultan Mehmet, önsöz).
Partiya Rızgarîya Kurdistan’nın (PRK-Rızgari, Kürdistan Kurtuluş Partisi ) yayın organı olan Stêrka Rizgarı dergisinin 6. Sayısında Gürdal Aksoy’un kaleme aldığı, “Stalin ekenler ya da Gorbaçev biçenler” başlıklı yazıda şöyle deniyor: "İdeolojisiz insan düşünülebilir mi? Ya da kıblesiz insan?… Anarşizmi bir yana bırakacak olursak, yeryüzünde kıblesi olmayan ideolojilerden biri de sosyalizm’dir. Çünkü o, ne devlet, ne lider ve ne de herhangi bir toplumsal kesimi kutsamak için kurulmuştur. Tam tersine sosyalizm, son tahlilde devletin sönümlenmesinden, toplumsal sınıfların ortadan kalkmasından ve insanların toplumsal olarak kendi kendilerinin yöneticisi olacağından, yani eşit ve özgür insanlıktan sözetmektedir. Ama, pratikte hiç de böyle olmamaktadır, hiç de böyle olmamıştır. En başında Marks’ın kendisi, işçi sınıfını ilâhî bir kudret gibi geleceğin mistik kurtarıcısı olarak tasarlamış ve devrimin önce kapitalist Avrupa’da patlak vereceğini müjdelemiştir. … Marks’ın da, Lenin’in de ve hepsinden öte Stalin’in de sosyalizm’e şu ya da bu açıdan birer kıble armağan ettiklerini söyleyebiliriz. Peki nedir bunlar? Marks’ta işçi sınıfı, Lenin’de parti, Stailn’de ise lider birer “laik tanrı” konumuna yükseltilmiştir. Reddettiğimiz, her üç öznenin (işçi sınıfı, parti ve lider), bir kutsallık atfedilircesine abartılması, şişirilmesi, yani tanrılaştırılmasıdır. Marks’ın ve Marksistler’in varolan tüm toplumsal gerçeklikleri kavrayışı eleştirel olmak zorundadır. Ama, bu eleştirelliğin önünü ne yazık ki yine Marksist-Leninist dogmalar tıkamaktadır. Sözgelimi, Lenin’in “devrimci partiler tartışma kulüpleri değildir” sözü, bugün tam bir dogmaya dönüştürülmüş olup, en küçük bir eleştirinin, en basit farklı düşüncenin üzerinde bile Demokles’in kılıcı gibi sallandırılmaktadır. Bu gibi yaptırımlar, sosyalizmin öngördüğü yeni insan yerine, eleştiremeyen, düşüncesini söyleyemeyen, buyruk almaya ağzını açmış irâdesiz, köle ruhlu tipler ortaya çıkarmaktadır. Bu bakımdan, en başta Marksist önderlerin söylediklerine eleştirel olarak bakmak gerek. …Bilgi düzeyinden şübhe etmemek, siyâsî olayları eleştirel kavrayamamak, sonuçta hiçbirşeyi bir türlü anlayamayan yığınlar ile hiçbir yönüyle anlaşılamayan tanrılar yaratır. Dolayısıyla düşüncelerin çiçeklenmesini önlemek, Stalin örneğinde olduğu gibi, ideoloji bahçesinde yalnızca ayrıkotu biçmekle sona erer. Zira artık iyi biliniyor ki, Stalin ekenler Gorbaçev biçer!"
Tam da yeri gelmişken-bilgi ve eleştiriden bahsedilirken-vurgulayalım ki, Karl Marks (üstelik hem anadan hem babadan rabbi’dir), Vladimir Ulyanoviç (İlyiç) Lenin, David Bronstein Leo Trotsky, İgnataşvili Çugaşvili Iosef Stalin, Mihail Gorbaçov, Boris (Baruch) Eltsine-Yeltsine, Evgeni Primakov, Krienko ve daha birçoklarının ortak bir yanı vardır: Yahudi olmak! Gerçekten sosyalist-eleştirel akla ve mantığa sahib olanlar bunun nedenini kendilerine mutlaka sormalılar, buldukları cevab çok önemli değil, sormaları önemli! Evet, ölüm oruçlarında ölen-öldürülen, cayır cayır yanan-yakılan gencecik insanlar, hastanelerde bileklerinden karyolalara kelepçelenen, işkence altında inim inim inleyen, anaları-babaları akrabaları kapılarda dayak yiyen, aşağılanan-hakir görülen insanlar, yargısız infazlara, gözaltında kayıplara kurban giden onbinlerce insan, bu toprakların, bu vatanın evlatları, sürgünde-mültecîleşme tehlikesiyle karşı karşıya- yaşayan onbinler, hekimler, mühendisler, hukukçular, yazarlar-edebiyatçılar, kısacası Türkiye’nin beyninin ciddi bir bölümü, en zor koşulları yaşayanlar, cezaevlerinde süründürülen ilim ve fikir adamları, san’atkârlar, gerçek yurtseverler, dışarıdakilere revâ görülen ise sürüngence, ayaksız-bacaksız, gözleri sürekli yere bakan bir yaşam. Bu olan bitenler karşısında sessiz eylemsiz kalan yığınların şuuru nasıl bir şuurdur? Bir lokma ekmeğe mahkûm edilen ama buna karşın, televolelerle, futbol maçlarıyla, yoz müzikle, emek karşıtlığıyla, vahşî bir şovenizmle, İslâm düşmanlığıyla, insan düşmanlığıyla enfekte olmuş bir halk… Gırtlaklarına kadar kana ve irine batmış, bulaşmış ve hâlâ daha bunun farkında olmaktan âciz bir toplum… Lotaryalar, totolar, at yarışları, futbol maçları, kadınlar matineleri, dinî-lâdinî televoleler, mankenler, liboşlar, nonoşlar, dönmeler ve legal siyâsî fahişelerle dolu yapay bir gündem… Reha Muhtar gündemi… Stalinist-Kemalist solun Türkiye planında iflâs ettiği iddia ediliyor. Peki yerine ne ikâme edilecek? Yine aynı iddiaya göre, Troçkist sol ve Uluslararası Anti-Globalist hareket; Cenova-Nice-Brüksel-Ottowa-Seatle-Sydney süreçlerine karşı direniş süreçlerini örgütleyen Anti-Globalist cebhe. Onun Türkiye boyutunu oluşturan bazı sivil toplum örgütleri. Toplumu bu dinamiklerin örgütlemesi bekleniyor. Yani evrimci-legal bir muhalefet hareketi. Peki o zaman, HADEP, SİP, EP, ÖDP vs. legal sosyalist-Kürtçü örgütlerin başarısızlığını ve buna mukabil sistemle kucak kucağa yaşayan ve hiçbir değer ve kalite üretmediği hâlde halkın itibarına mazhar olan siyâsî parti ve hareketlerin durumlarını nasıl izâh edeceğiz? Peki, hem ekonomik, hem siyâsî hem de sosyal durum itibârıyla devrimin koşulları çoktan oluştuysa, sorun nedir? Devrim’in olmasını engelleyen gizli ya da açık kudret nedir? Bunun cevabını bütün karmaşık detaylarıyla vermek mümkün değil fakat şu faktör çok önemli: Öncü’nün olmaması! İster sağdan, ister soldan, isterse de Kürt hareketinden öncü yok, varsa da çok kifâyetsiz. Türkiye’de 1960’ların sonundan beri devrimin koşulları mevcut ve olgun aslında, 1967’de FKF ve daha sonraları DEV-GENÇ’le başlayıp THKP-C-DEV-SOL-DHKP-C, THKO, TKP-ML/ TİKKO, TKP-Kıvılcım, TİKB, TKİH, MLSBP, Acilciler, DY, TKEP, TKEP-L, KAWA, KUK, PRK, Sterka Sor (Kızıl Yıldız), Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Partizan gibi Türk ve Kürt sosyalist ve / veya ulusalcı hareketleri tarafından öncülüğü yapılan 1971-80 süreci 12 Eylül faşist askerî darbesiyle neticelendi ve hemen bütün mevziler düştü / düşürüldü. Fatura çok ağır oldu: 5000’den fazla genç bu dönemde hayatlarını yitirdiler. 1978’de kurulan PKK ise sahneye alternatif olarak çıktı. 1984’te başladığı gerilla mücâdelesini 1998 sonuna kadar sürdürebilen PKK, özellikle Kürt ulusal mücâdelesi bağlamında ciddi kazanımlar elde ettiyse de, Abdullah Öcalan’ın tutsak edilmesiyle ucu negatif tarafa doğru açık olan bir sürece girdi, pratik anlamda ise yenildi, bu Kürt hareketinin 29. Yenilgisi olarak değerlendirildi. Evet 1967’lerden 2001’lere kadar yaklaşık 35 yıl boyunca sistem Türkiye sosyalist hareketini ve Kürt ulusal mücâdelesini neredeyse tamâmen dejenere / tasfiye edebildi. Sırada İslâmî hareket var, onu çağırıyor, İslâm’ı Müslümanlar’la vurmayı planlıyor. Türkçe Ezan, eşcinseller camiî, Kadınların cuma ve cenâze namazı kılmaları, Kur’an’ın akılla izâhı, Dabbe-t-ül Arz, çıplak uyarıcılar, İslâm’da cihad var mı, yok mu, tesettür şart değil, cennette seks, idâm cezâları, türban mes’elesi, Ezan okunurken cima etmeye devam edelim mi, Atatürk büyük dindardı, Iftar’dan sonra seks serbest mi vs. gibi binlerce “confusion” (kafa karışıklığı) oluşturucu ve uyarıcı mevzuyla başlatılan korkunç bir provokasyon ve anti-İslâm propaganda. Kanal(izasyon)lar Íslâm’ın en yüce değerlerini kaşarlaşmış kahpelerin, deyyusların, sapıkların, dőnmelerin, “bilim adamı” műsveddelerinin ağızlarına sakız ediyor. Halk, “İkinci Cumhuriyet Savaşı”na çağırılıyor. Kim tarafından? Büyük devrimci önder İbrahim Kaypakkaya’yı iki kez ölüme göndermeye kalkışan PDA’cı-TSK’cı Doğu Perinçek tarafından, aynı Mahir Çayan’a karşı tuzaklar kuran ve “İkinci Kurtuluş Savaşı” ilân eden TİP eski başkanı Mehmet Ali Aybar gibi. O zamanki düşman “İnanmış-gerçek yurtseverler, demokratlar ve sosyalistlerdi”. Deniz Gezmişler, Hüseyin İnanlar, Yusuf Aslanlar, Ulaş Bardakçılar, Hüseyin Cevahirler, Mahir Çayanlar, Sinan Cemgiller, İbrahim Kaypakkayalar’ın öncülüğünü yaptığı hareketlerdi. Diğer tarafta ise onlara karşı Kurtuluş Savaşı ilân edenler. “Yaşasın tam bağımsızlık, kahrolsun emperyalizm” diyerek gűlerek őlűme gidenlerin karşısında “kurtuluş savaşçıları!”. Buradaki garipliği kim, nasıl izah edebilir? Türkiye halkının bu katliamların hepsinde şu veya bu ölçüde dahli vardır. Halk, ihbarcılıkla, muhbirlikle, gammazlıkla, erkete sistemleriyle bu vatanın temiz çocuklarının katline-dolaylı ya da dolaysız-destek vermiş, “Neo-Kuvvacılar”ı yükseltmiştir. Bunların arasında Müslüman da vardır, Hristiyan da, Kürt de, Türk de, Arap da, ateist te, asker de sivil de. Onları katledenler hâlâ yönetmeye, insanları kahr ve katletmeye devam ediyorlar. Şimdi de Müslümanlar’a karşı “İkinci Kurtuluş Savaşı” ilân edildi, figürler aynı, Perinçek- Genelkurmay-her numaradan cumhuriyetçiler. Araç olarak kullanılacak olanlar ise yine Müslümanlar. Artık Müslümanlar bunu anlamalı ve aymazlıklarına son vermelidirler. Önce “Komünistler-Allahsızlar!”dı düşman, sonra Kürtler oldu, şimdi de “Gericiler!”. Son tecritte; Tűrkiye hayatĭ bir dőnűm noktasındadır, őlűm-yaşam kavşağı. Eğer mevcutsanız, űniformalı-űniformasız, bütün kurumların içindeki gerçekten İslâmî-insanî değerlere bağlı, sosyalist, yurtsever-demokrat ya da ilkeli-haysiyetli İNSANLAR! Artık, İNSANLIK NAMUSU-İNSANLIK ONURU ve İNSANLIK HAKİKATİ adına, İNSANLIĞIN BÜTÜN YÜCE VE MUKADDES DEĞERLERİ adına, ortaya çıkın ve VATAN’ın “gerçek” mânâda kurtuluşu için her türden devrimcilere omuz verin, destek olun ve masumların-mazlumların sızlayan, acı çeken ruhlarına kalıcı ve tertemiz bir CEVAB oluşturun. |