"SEFİNE-SUVER-İ HAYÂL ÂLEMİ" TEDAİLERİ: GİRİŞ Dr. Yusuf Erbil
‘’ Dery: Bilmek…Derya: Deniz…Sefine: Gemi. Çeşitli mevzulara dair kitab…Suver’i Hayâl Âlemi : Hayâli suretler âlemi…Agirlikli olarak, ‘’kuantum teorisi, hologram, kaos teorisi’’ ve ilişkilendirildikleri mistisizmlerden çizgiler; ve tabiî ki asil ve esas olarak âit olduklari bütüne dair ölçülendirmelerle biz, Büyük Dogu-IBDA anlayişi! ‘’ (S.M) Evrene Dair "Dünya hakkında hiçbir şey bilemem. Bir şey bilebilsem bile anlayamam. Anlasam da anlatamam.” Ünlü bilimci Bertrand Russel gökbilimi üzerine bir konferans vermekte, dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü, güneşin galaksiler etrafındaki devinimini anlatmaktadır. Konuşması bittiğinde salonun en arkasında oturan ufak tefek yaşlı bir kadın ayağa kalkar ve ‘’Tüm söyledikleriniz saçma sapan şeyler. Aslında, dünya dev bir kaplumbağanın sırtında tepsi gibi durmakta’’ der. Russel gülümseyerek yanıtlar: ‘’Peki, ya kaplumbağa neyin üstünde duruyor?’’. ‘’Sen çok akıllısın delikanlı, çok akıllı’’ der yaşlı kadın, ‘’Ama ondan aşağısı hep kaplumbağa!’’. Evren hakkındaki bu gibi benzetmelere çoğumuz alaycı bir tavırla yaklaşırız, ancak, evrene dair bilgimiz nedir? Daha ne kadar bilgiye sahip olabiliriz? Evrene dair bilebileceklerimiz hep sınırlı kalmaya mı mahkum, yoksa onu tek bir formülle izah edebilecekmiyiz? Bilinmeyenin hemen her zaman var olacağını kabul eden bilim, aynı zamanda nesnel dünyanın her zaman varolduğu ve tarafımızdan bilinebileceği temel düşüncesinden hareket eder. Bilim dünyası, tüm serüvenini bilinmeyenden bilinene, bilgisizlikten bilgiye geçiş olarak tanımlarken bizim için doğru olan tabir nedir? ‘’bilmiyoruz’’ mu, ‘’bilemeyiz’’ mi? İlmin bugün geldiği nokta itibariyle bilebildiğimiz şeyler bize mislince bilemeyeceklerimizi de beraberinde getirmiyor mu?‘’ İmam-ı Gazali Hz’lerinin ay ve güneş tutulmasini bugün bildigimiz şekliyle izah ettigi dönemde neredeyse tüm Avrupa’nin inandigi ‘’kaplumbagali’’ tanimlamalardan daha fazlasini bildigimizi iddia ederken dayanagimiz nedir? Evrenin Bir Başlangici Var mıdır? Evren’e dair en eski tartışma, onun ‘’hâdis’’ mi yoksa ‘’kadim’’ mi olduğu üzerine yapılan tartışmadır. Bu, aynı zamanda, din ile felsefe ve bilimin karşı karşıya geldiği en uzun soluklu çatışmalardan biridir. Aslı İslam’da olmak üzere birçok dinde mevcut olan ‘’âlemin ezeli olmadığı’’ inancının aksine, filozofların ekseriyetinin, ‘’kadim evren’’ fikrini savunduklarını görüyoruz.. Bunun yanında Eflatun’un ‘’Bu âlem hem mevcut hem de hâdistir’’ dediği rivayet edilir. Daha sonraları Eflatun’un bu sözü tevil edilerek onun âlemin hudusu fikrine sahip olmadığı da ileri sürülmüştür. Calinus ise ömrünün son günlerinde, bu mesele üzerinde çokça durduğunu belirtir ve âlemin hâdis mi kadim mi olduğunu anlayamadığını söyler. Çok az sayıda filozof bu ve benzeri şekilde fikir beyan ederken, çoğu, âlemin kadim olduğu fikrindeydiler. Bunlar, vasıta olmadan kadim bir şeyden asla hâdis bir şeyin doğmasını kabul etmediklerinden âlemin sonradan yaratılmış olamayacağını savunmaktaydı. Bu mesele üzerinde en esaslı mücadeleyi İmam-ı Gazali Hz’leri vermiştir: ‘Felsefecilere göre Allah âlemin fâilidir, onlara göre fiil hadiselerden ibarettir. Alem ise kadimdir. Fiilin manası bir şeyi yokluktan yeniden vücuda getirmektir. Kadimle ise böyle bir şey düşünülemez. Zira mevcut olan şeyin yeniden icadı imkansızdır. O halde fiilin şartı hadis olmasıdır. Onlara göre âlem kadim olduğuna göre nasıl Allah’ın fiili olabilir? Allah onların dediklerinin hepsinden beridir. Denilirse ki hâdis demek yokluktan sonra var olmuş demektir, fail ihdas (yeni bir şey yapmak, ortaya koymak, ibda’ ve hudűs) ettigi zaman ondan sudur eden fiil mücerret olarak vücuda veya mücerret olarak yokluga ve yahut her ikisine de mi taalluk eder? Şayet geçmiş olan yokluga taalluk eder denirse muhakeme batil olur. Çünkü failin yokluga tesiri düşünülemez. Her ikisine de müteallik denirse yine batil olu. Zira failin yokluga taallukunun asla imkansiz olacagini açikladik. Yoklugun yokluk olarak faile ihtiyaci da elbette düşünülemez. Vücuda taalluku geriye kaliyor ki, failden sudur eden de mücerret olarak vücuttur. Faile sadece vücud nisbet edilir. Vücud ebedî farzedilecek olursa nisbetin de ebedî farzedilmesi icabeder. Bu nisbet devem ettigi müddetçe kendinize nisbet edilen şeyde daha faal ve tesir bakimindan daha devamli olur. Yoklugun faile taalluku hiçbir halde mümkün olmadigina göre, vücuda nisbeti geriye kaliyor ki failin vücuda nisbeti hadis olmasi sebebiyledir. Hâdis ise ancak yokluktan sonra mevcut olabilir. Ve hâdis’e yokluk taalluk etmez. Alemin yoklugunun vücudundan önce olmasi failin fiili saniin sun’undan degildir. Çünkü bu vücudun suduru üzerinden yoklugun geçmesinden önce failden suduru tasavvur olunamaz. Yoklugun vücuddan önce gelmesi de failin fiili degildir. Ve onunla taalluku yoktur. Fiil olmasinda öngörülen şart, hiçbir halde failin tesir edemeyecegi bir şattir. ‘’Mevcudun yeniden icadı imkansızdır’’ sözünüze gelince, bu doğrudur. Şayet yokluktan sonra vücudun yenilenmeyeceğini kastediyorsanız. Ama mevcut olduğu hali kastediyorsanız bu doğru olmaz. Bir şey onu yapan kimse mucid olduğu zaman mevcut olabilir. Yokluk halinde ise, fail mucid olamaz. İcad; fail mucid olduğu için ona bitişiktir. Mef’ûlun (eser) mevcud olmasından dolayı. Mef’ûl icad edicinin icad olunan şeye nisbetinden ibarettir. Ve bütün bunlar vücud ile beraberdir. Ondan önce değildir. Şu halde icad ancak, mevcud olan bir şey için mevzu bahisdir. Işte felsefeciler, diyorlar ki : biz bu yüzden âlemin ezeli ve ebedî Allah’in fiili olduguna hükmediyoruz. Her ne hal olursa olsun onun faili Allah Teala’dir. Zira faile bagli olan, vücudun kendisidir. Baglilik devam ettikçe vücudda devam eder. Baglilik kesilirse vücudda yok olur. Yoksa, sizin tehayyül ettiginiz gibi Allah’in yoklugu farz edildigi takdirde Âlem bâki kalir şeklindeki muhakeme dogru degildir. Biz, Allah’in fail olmasiyla kendisinden başka bütün varliklarin vücuduna sebep oldugunu kastediyoruz. Güneşin yoklugu takdir edilirse, işigin da yoklugunu kabul etmek mecburiyetinde kaliriz. Işte bizim fail vasfiyla kastettigimiz budur.‘’ (1) Bilimin, evreni, başlangici ve sonu olmayan, adeta bir makine düzeninde işleyen, duragan-statik bir yapi olarak tanimlamasindan bu yana, uzun yillar boyunca, eski filozoflarin öne sürdügü fikirlerin bilimsel dayanagi da varmiş gibi algilandi. Ancak, bugün için, bilimin rastgele arayişlar neticesinde geldigi son nokta, Islam’in insana, varoluşundan bu yana sundugu hakikate bir nebze yaklaşabilmek olmuştur: Elementlerin yarı ömürleri ile tabir edilen bozulmaları vardır, en dayanıklı partikül-parçacık olan protonun dahi bir yarı ömrü bulunmakta. Her ne kadar protonun yarı ömrü, kainatın yaşı kadar uzunsa da, bu bile maddenin ezeli olmadığının kesin bir delilidir. Bununla birlikte proton ve elektron sayısı denk tutulurken, sağ kalan nötronlar protonlara göre oldukça az sayıda bırakılmışlardır. Eğer nötronlar ile protonlar eşit miktarda bırakılsaydı, geriye hidrojen çekirdeği kalmaz ve bütün nükleonlar (proton-nötron) helyum çekirdeklerinde birleşirler ve güneş gibi yıldızlar yakıtsız kalırdı. Bu ise; kainatın yakıtını baştan tüketmesi demektir…. Hâdis: Yeni, sonradan olan olan şey. Degişen, hudűs eden. Her söylenişinde yeni bir haber gibi dinlenmege layik Resulullah (sav) ‘in sözleri…Hudûs: yeniden meydana gelmek, yok iken vücuda gelmek…İbda: yaratma, yoktan var etmek, numunesiz bir şey yapmak, izhar etmek... Hads: Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsil olan ilim. Sür’at-i intikal. Âni ve dogru idrâk, delilden neticeye hizla varmak. Hades: Yeni olmak, eskiden olmayıp, sonradan görünmek. Genç, yiğit. Sür’atle idrak etmek. Zan ve tahminde bulunmak. Bir sözün mâna ve mefhumunda, bir hususun vaz’ ve üslûbunda başka bir tarz tasavvur etmek... Hadd: Bir şey’e te’sir ederek iz birakmak, yüz, vecih. Vech: yüz, çehre, suret. Suver: suretler…Suver’i Hayâl âlemi: Hayâli suretler âlemi… Paul Davies: ‘’ Çağımızın en önemli keşfi kainatın ezeliyyen var olmadığı gerçeğidir... Zamanı yaratan bir Allah kavramı, O'nun kainatı her an elinde tutarak yarattığını göstermektedir... Kainat temelinde derin bir birlik, yekparelik saklar. İşte bu yekparelik bize, her şey olmadan hiçbir şeyin olamayacağını söyler" Kainatın özünde devamlı bir yoktan varedilme ve var iken yok edilme vardır. Her an devam eden bir yaratılış olayı vardır. Kainat üzerinde devamlı kudretini gösteren, kudretini çektiği anda bütün kainatın yokluğa yuvarlanacağı Kayyum bir Yaratıcı vardır. Bu Hayyül Kayyum Yaratıcı, mütemadiyen, hiç duraksamaksızın bütün kainatı yokluktan varlığa, varlıktan yokluğa geçirerek yaratmaktadır. Zaman da bu devamlı yaratılışın içindedir. Çünkü; zaman, mekanda kainatın temeli olan hareketin bir görüntüsüdür. Hareket oluşunca zaman ve mekan varlık sahnesine çıkmaktadır. Nobel ödüllü kimyacı İlya Prigogine : "ZAMAN YARATILIŞTIR" Zaman da, mekan da Allah'ın yaratma fiilinin biz gözlemci insanlar tarafından sürekli, peşpeşe görülebilecek tarzda kendisini bize göstermesinden ibarettir. Bize çokluk, çeşitlilik olarak görünen bütün varlık alemi, zamanı, mekanı ile birlikte sadece "kün-ol" emrinin tezahürüdür. Bunu anlayan kişi, geçmişin, gelecegin sadece bizim zihnimizde var oldugunu anlar. Elinde sadece "şimdi", daha dogrusu "Yaratılış Eylemi" kalır... ‘’Eşya ve hâdiselerin çoklugunda, bütün kâinat bir ânda var görünür; sonra yine ân içinde yok olur. Varlikla yokluk arasinda öyle müthiş bir hiz vardir ki, bu hizin sürekli inkilablâri, bize her şeyi var gösterir. Aradaki yokluk hissedilmez. Zira her ân, yoklugun peşini varlik, varligin peşini de yokluk takib edince, uzun bir müddet içinde her şeyde varlik mütemadi sanilir. Her ân ve lâhzada, varlik ve yokluktan biri gelip biri gittigi için, ne gelenin geldigi, ne de gidenin gittigi anlaşilir. Var sanilan her şeyin asli yokluk oldugundan, ILÂHI NURDAN BIR KIVILCIM OLAN IGRETI VARLIGI YINE YOKLUK TAKIB EDER; VE VARLIK BIR KIVILCIM DAIRESI HALINDE DÖNER DURUR. IŞTE ÂLEMLERIN MECMUU, HAKIKI VARLIK KIVILCIMLARININ DAIRESI IÇINDE BIR HAYÂL GÖLGESINDEN IBARETTIR. Biri vardır ki, başında da sonunda da varolan odur; ondan başka var yoktur. Bu dünya ‘’bir varmış, bir yokmuş’’ meâlindedir. Yâni ezellerin ezelinde bir zât vardı; ondan başka hiçbir şey yoktu. O zatın bilgisinde, bu âlemin böyle olacağı vardı. Kendi vücudunun ışığı ile, o zât, bu âlemi var eyledi; ve bütün mevcutları, varlık çehresiyle belirtti, gösterdi, meydana çıkardı. Yâni o zât, yine her ânda bütün mevcutları varlıkla yokluk arasında gezdirir, varlıkla yokluk arasında sanatını-ibdaını gösterir.’’ (2)
Dipnotlar: 1- İmam-ı Gazali, Tehafüt’ül - Felasife (Felsefecilere Cevap), 1. Basım, Dâva Yay., İstanbul, 1969, s. 192 - 193 2- Salih Mirzabeyoğlu, "Sefine-Suver-i Hayâl Âlemi", 1. Basım, İBDA Yay., İstanbul, 2003, s. 223
|