anasayfa

Sarsıcı bir doğa gezisi: Lefke Maden Tesisleri

 

Tijen Zeybek

05/08/02

 

Hayatımın en kötü gezisiydi. En acı verici olanı, en sarsıcısı. Bir doğa aşığı olan ben için  Lefke Gemikonağı ve Karadağ bölgesindeki CMC maden tesislerinden arta kalan hastalıklı toprakları görmek, o topraklar üzerinde yürümek, sıcak ve rüzgârlı havanın etkisiyle iyice keskinleşen kokuyu duymak  oldukça sarsıcıydı. İlk göze çarpan göz alabildiğine uzanan gri/mor/kahverengi tarlaların göze hiç de tanıdık gelmeyen, irkiltici görünümüydü. Toprak, toprak olma niteliğini kaybetmiş, fokurdayıp taşmış asitli bir karışımdan geriye kalan atıklar gibi duruyor. Bir bakıma da öyle zaten. Toprağın altından sızan ve yağmur suyuyla akıp giderek dere yataklarından sulama sularına, bölgede bulunan su kuyularına ve Gemikonağı göletine karışan asit ve diğer mineraller ağır metal kirliliği yaratmakta. Bunu ben söylemiyorum gezide bize eşlik eden Lefke Çevre Derneğinden arkadaşların elimize tutuşturduğu bilimsel raporlar söylüyor.  Aslında çevreyi biraz dolaşıp, çukur yerlerde biriken kara suları görmek, toprağın aldığı görünüm ve bu tür maden şirketlerinin tarihleri boyunca altın ve maden çıkarma işlerinde siyanür kullandıklarını ve bütün önlemler alınsa bile geriye mutlaka mahvedilmiş bir çevre bıraktıklarını bilince insanın içinin rahat etmesi artık mümkün olmuyor. Bunlara bir de ikibin yılı boyunca Lefke bölgesindeki ölümlerin yüzde kırkaltısının kanserden olduğu ve bu rakamın çok da ayrıntılı ve kapsamlı bir çalışma sonucunda değil, ulaşılabilen vakalardan elde edildiğini eklerseniz durumun hafifsenecek bir tarafı olmadığını itiraf etmeniz zor olmaz sanırım.

Tamda maden atıklarının bulunduğu ve çevre kirliliğinin en yoğun olarak gözlemlendiği bir alana gölet yapmak ise bizim ne kadar insan merkezli(!) bir devlete sahip olduğumuzu göstermesi açısından iyi bir örnek olsa gerek.  Göletin çevresi maden atıklarıyla dolu. Ayrıca gölet alanı içerisinde önceleri Lefke’nin içme suyunu karşılamakta kullanılan iki adet de kuyu bulunmakta. Ancak daha sonra asit drenajı nedeniyle gölette meydana gelen kirlenmenin kuyuları da etkileyeceği düşünülerek tarımsal amaçlar için kullanılmaya başlanmış. Aslında suya geçen ağır metallerin yarattığı kirlilik tarımsal ürünlerin insanlar tarafından tüketilmesinde ya da hayvanların beslenmesinde kullanıldığında sonuç dolaylı yoldan da olsa insan sağlığını halâ tehdit eder niteliktedir. (Biz oralarda dolaşırken bu sularla yetiştirilmiş karpuzlar kamyonlara yükleniyordu meselâ.) KTMMOB’nin 1995 yılında yaptığı çalışmaların sonucu da bunları göstermektedir. Gemikonağı Göletinden alınan su örneklerinde içme suyu olarak kullanımı kesinlikle imkânsız kılan, tarımsal amaçlı kullanımın ise sakıncalı olarak nitelenmesini gerektiren sonuçlar ortaya çıkmış.

Bütün bunları okudukça içim karardı. Lefkede olan biteni, CMC’nin yarattığı kirliliği basından falan okumak tamam ama görmek, solumak başka.  Göz alabildiğine uzanan o tuhaf renkli, tuhaf görünümlü tarlalarda tek bir tane bitki yok, tek bir dal yeşillik yok.  Kızgın güneşin altında adeta “yer demir, gök bakır”. Alabildiğine doğallıktan uzak bir doğa söz konusu oralarda. Bir an kendinizi atom savaşı sonrası, kimyasal kirlilikten yenik düşmüş, insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle ölmüş bir dünyada gibi hissediyorsunuz. Ama ordasınız ve olan olduktan sonra geride kalanlar halâ hayatta kalanlar için bir tehdit unsuru olmaya devam ediyor. Tıpkı maden ocakları çalıştığı sürece denize akıtılan, dere yataklarına akıtılan siyanürlü atıkların yok ettikleri bir yana geriye kalan atıkların da halâ yok etmeye devam etmesi gibi. 

Milyonlarca ton atık oralarda büyük bir tehdit olarak sinsi sinsi bekliyor. Bunlardan denize sızanlar zaman zaman masmavi denizin kahverengi ya da mor bir renge bürünmesine yol açıyor. Terkedilmiş maden ocaklarının yarattığı kirliliğin boyutları sadece Lefke bölgesi ya da Kıbrıs değil tüm Akdeniz kıyısını tehdit eder nitelikte. Bu yargı da bana ya da benim naçizane gözlemlerimin sonucuna dayanmıyor gene bilimsel raporlar bunu söylüyor. Ama gözle görünen de bunu destekler nitelikte. Bölgeyi gezdiğiniz zaman “Canım bütün bu tehlikeyi yaratanlar bunlar mıymış?” demiyorsunuz, diyemiyorsunuz. Sadece “Aman Tanrım, aman Tanrım.” Cümleciği dökülüyor ağzınızdan. (Ateist bile olsanız.) Hele bu konuda çeşitli kurumların, birçok biliminsanı ve uzmanın görüşlerini içeren raporları da okuyup gördüklerinizle birleştirince bu konuyu halâ savsaklayan ve saçmalayan yetkililere bayağı öfke duyuyorsunuz.  Bir de “Canım o atıklar ve terk edilmiş tesisler yıllardır orada duruyor, değişen bir şey yok.” Görüşü var. Aslında hiç de öyle değil. Oralardaki kimyasal atıklar durduğu yerde durmuyor. Birleşiyor, ayrışıyor, toprağa, havaya, suya karışıyor ve hep sinsi bir faaliyet içinde oluyor. Toprağın altına hapsedilmiş olanlar zamanla meydana gelen çatlaklardan, yer hareketlerinin yarattığı kırıklardan dışarı sızıyor. Onlardan kurtulmanın yolu yok aslında. Sadece oldukları yerde mümkün olan en iyi şekilde izole edilmeleri gerekiyor. Bu izolasyonun da sürekli denetim altında tutulması ve gerektikçe sağlamlaştırılması.

 

Bilimsel raporlarda yer alan sadece şu cümlecik durumun ciddiyetini özetliyor aslında: Alanda risk analizi yapılmadan, tarım yapılmamalıdır, su kullanılmamalıdır, hayvan otlatılmamalıdır ve en önemlisi de dolaşılmamalıdır. Risk analizi yapılıyor mu? Eğer yapılıyorsa KİM yapıyor, NASIL yapıyor? Güvenilir mi? Sakın DPÖ’nün hayat pahalılığı oranı tespitleri gibi olmasın.